Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

27 Nisan 2024, 07:24:18

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 105
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 81
Total: 81

Ha$func['entity_fix']('351')ha$func['entity_fix']('351')iler ve Hasan Sabbah, Yavuz Bahad$func['enti

Başlatan kilimanjaro, 19 Ocak 2014, 02:19:46

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit'teki "Haşhaşiler ve Hasan Sabbah" başlıklı köşe yazısında tecahülü arif sanatına başvurmuş ve "Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum" demiş. Güzel bir yazı:

Haşhaşiler ve Hasan Sabbah

Mail kutum "Haşhaşiler"e ilişkin sorularla dolu. Bir cevap vermek lâzım...

Ama önce şunu söylemeliyim ki, tarihte yaşamış bazı şahıslarla örgütler, günümüzde yaşayan şahıs ve örgütlerle benzerlikler gösterebilir. Bu aynı sürecin tekrar yaşanmaya başlandığı anlamına gelmez. Çünkü her şey kendi zamanı içinde değerlendirilir. Tarihsel süreci bugüne aynen uyarlamak ve bu anlamda benzetmeler yapmak yanıltıcı ve şaşırtıcı olabilir. Bu bakımdan Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum.

Bu zaruri izahtan sonra, "Haşhaşiler Tarikatı"na ya da örgütlenmesine gelebiliriz...

Haşhaşinler veya Haşhaşin Tarikatı 1090 yılının Eylül ayında Şii bir "din adamı" olan Hasan Sabbah tarafından kurulmuş siyasi bir örgüttür. Önce İran'da, sonra Suriye'de yayılmıştır.

Bu örgütün kurucusu Hasan Sabah, tarihin kaydettiği en vahşi, en acımasız, aynı zamanda en plânlı-programlı terörist başlarından biridir.

1034 - 1124 yılları arasında yaşamıştır. Bir dönem, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ün emrinde Selçuklu Devleti'nin hizmetine girmiş, devleti tanımış, yandaşlar edinmiş, daha sonra isyan edip Alamut Dağı'na çekilmiş, dağın tepesine inşa ettiği kaleyi dünyanın ilk "Terör Merkezi"ne dönüştürmüştü.

Masum gençlerin dini duygularını kullanarak ve çeşitli vaatlerde bulunarak saflarına kattı. Onları beyin yıkama operasyonundan geçirdi. Haşhaşla uyuşturup cennetle kandırarak kullandı. Kimini propagandist olarak, kimini diplomat olarak, kimini tüccar olarak, kimini de terörist olarak eğitti.

İlk hedefi Selçuklulardı. Devleti zayıflatmak için yöneticileri envai çeşit iftiralarla kirletti. Devletin içine soktuğu yandaşları vasıtasıyla devleti içten kemirmeye başladı.

Yöneticiler, önce işin farkında olamadılar. Devlette görev almak isteyen gençlerin "dindar" görüntüsüne kandılar. Hâlbuki onlar devlet hiyerarşisinin emrinde değil, Alamut Kalesi'nin emrinde çalışıyorlardı.

Bir süre sonra bu gerçek ortaya çıkacak ve "devlet içindeki devlet" deşifre olacaktı. Böylece mücadele hem sertleşecek, hem de açıktan yapılmaya başlanacaktı.

Haşhaşin Örgütü'ne müthiş bir disiplin ve katı bir hiyerarşi hâkimdi: Her grup, liderine gözü kapalı bağlıydı.

Ancak, "Fitne gizli kaldığı ölçüde etkili olur" (Bediüzzaman). Nitekim devlet içindeki sızmalar fark edilince, Hasan Sabbah'ın etkisi kırılmaya başladı. O da suikastlara yöneldi.

Beyni uyuşturulmuş, iradesi yok edilmiş katiller, dini bir psikoloji içinde adam öldürmeye başladılar. Bunun için ok, zehir ve hançer kullanıyorlardı.

Hasan Sabbah, müritlerinin üzerine o kadar etkiliydi ki, misafirleri geldiği zaman, müritlerinin kendisine olan sadakatini göstermek için, rastgele birini çağırır, kendisini kalenin tepesinden uçuruma atmasını isterdi. Beyni yıkanmış zavallı gençler, bu emri ikiletmeden kendilerini uçurumdan atarlardı.

Haşhaşiler, tarihte kendilerinden önce pek görülmemiş bir askeri ve siyasi taktik geliştirmişlerdi. Propagandayı siyasi ve dini taktik olarak kullanıp bir taraftan yandaşlarının sayısını sürekli artırırken, temel askeri taktik olarak da suikasta yönelmişlerdi. Bu aynı zamanda bir güç gösterisiydi, bu gücün karşısında durulamayacağı inancı iyiden iyiye yaygındı.

Zaman içinde bunun böyle olmadığı görüldü: Meşruiyetini milletten almayan hiçbir gücün ilânihaye etkili olamayacağı anlaşıldı.

Ama bu arada, başta Selçuklu Devleti'nin muhteşem veziri Nizamülmülk olmak üzere, pek çok değerli isim suikastlarda şehit edildiler.

Suikastı gerçekleştiren katil kaçmıyor, gülümseyerek öldürülmeyi bekliyordu. Çünkü mutlak manada cennete gideceğine inandırılmıştı.

Hasan Sabah, arkasında güçlü bir silahlı örgüt ve korku bırakarak 1124 yılında öldü. Ama "Haşhaşiler" Moğol istilasına kadar ayakta kaldılar. Nihayet, Hülagü Han, "Terörist Üretim Merkezi" olarak yıllar boyu faaliyet gösteren Alamut Kalesi'ni 1256'da yerle bir etti.

http://www.habervaktim.com/yazar/63240/hashasiler-ve-hasan-sabbah.html





Celâlî isyanları, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Celâlî", özet olarak "Celâlci" demektir...

Yavuz Sultan Selim zamanında, 1519 yılı Ekim başlarında Bozok'da meydana gelen "Kızılbaş Şeyhi Celâl isyanı", daha sonra meydana gelen tüm isyanlara isim olmuş, isyanlar hep "Celâlî İsyanı" olarak anılmıştır.

Âsilerin de bütününe "Celâlîler" denmiştir.

Şu halde, celâliliği, geniş anlamda, devlete isyan, yani "bağy" veya "hurûc ales-sultân" (Padişaha karşı kalkışma) diye isimlendirmek mümkündür.

Bütün kalkışmaların görünür sebepleri arasında;

Osmanlı Devleti'ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma...

Devlet yöneticilerinin, adaleti arka plana itmesi...

Vergilerin ağırlaşması...

Bazı tımarların sipahilerin elinden alınması...

Ekonomik hayatta bozulmalar...

Rüşvet alınıp verilmesi...

Adam kayırma...

Ancak bunların çoğu, isyana "bahane" bulmak için uydurulmuş gerekçelerdir. Asıl mesele devleti zayıf düşürüp rol kapmak, yükselişini durdurmak, kısacası "tekerine çomak" sokmaktır. İsyanların çoğunun arkasında, başta Safevi Devleti(İran) olmak üzere bazı yabancı devletlerin bulunması da bu görüşümüzü doğruluyor.

Bu isyanlar iki kaynaktan beslenir: Birincisi: Safevi Devleti'nin himayesinde gelişen isyanlardır ki, özünde Anadolu'yu Şiileştirmek emeli vardır. Zaman zaman Osmanlı Devleti, Safevî tahrikleri ve parasıyla gerçekleşen isyanlara sahne olmuş, büyük zararlar vermiştir. Bunların en önemlisi "Şahkulu" (Osmanlılar bu adama "Şeytan Kulu" diyor) isyanıdır. Sultan II. Bâyezid döneminde Antalya taraflarında gerçekleşmiş, çok kan dökülmüştür.

Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmemiş, Şeyh Celâl isyanı bastırıldıktan bir süre sonra, bu kez de, Kanuni'nin, oğlu Şehzâde Mustafa'yı idam ettirmesini bahane yapıp adı Mustafa olan ("Düzmece Mustafa") sahte bir şehzadenin etrafında toplanmışlar ve isyan etmişlerdir.

İkincisi: Halkın yönetimden memnuniyetsizliğinden beslenir... Bu tür isyanlarda da "dış güçler"in kışkırtması, teşviki ve katkısı olmakla birlikte, devletin hukukî, sosyal ve ekonomik hayatında bazı bozulmaların olması daha önemli bir faktördür.

Gayrimemnun kitleler aralarından çıkan bir "lider"in etrafında toplanıp düzene isyan ederler...

Bu tür isyanların en kayda değer olanlarından biri "Karayazıcı İsyanı"dır ki, Sultan III. Mehmed döneminde meydana gelmiştir...

Osmanlı Devleti'nin, o tarihte Avusturya ile savaşmasını fırsat bilen Karayazıcı Abdülhâlim (kendisi aslında devletin memurudur ve sekbanbaşılık, subaşlık gibi görevlerde bulunmuştur) etkili propaganda sayesinde yanına çektiği"Celâliler"le birlikte Malatya taraflarında ayaklanmış, Urfa'yı işgaül edip yağmalamış (1596); Cığala-zâde (Cağaloğlu) Sinan Paşa'nın bazı yanlış hareketlerinden rahatsız olan 30 bin kapıkulu askeri de kendisine katılınca, isyan iyice büyümüştür.

O kadar ki, Urfa'yı işgalden sonra, kendi kendisine "Hâlim Şah" adını vererek saltanatını ilân etmiş, sağa-sola fermanlar bile göndermiştir.

Ancak Sokullu-zâde Hasan Paşa ile girdiği savaşı kaybetmiş, ordusunun büyük bölümünü yitirmiş, kalanların bir kısmı dağılmış, kendisi de canını kurtarma derdine düşüp Canik (Samsun) dağlarına çekilmiş ve önceden aldığı yaraların enfeksiyon kapması sonucu orada ölmüştür (adamları tarafından öldürüldüğü de söylenir).

Fakat patırtı bitmemiş, yerine geçen oğlu Deli Hasan, isyanı sürdürmüş, ancak Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'nın usta siyaseti sayesinde bu büyük isyan sonlanmıştır (1603).

Tavîl Ahmed İsyanı, Canboladoğlu Ali Paşa İsyanı, Saracoğlu Ahmed İsyanı gibi kalkışmalar da devletin başını çok ağrıtmıştır.

Önümüzdeki günlerde, yine isyanlar tarihine bir pencere daha açarak, tarihin en büyük isyanını ve bastırılmasını konuşalım...

http://www.habervaktim.com/yazar/63247/celali-isyanlari.html





Kabak tadı vermiş bir hikâye: "Canbaza bak canbaza!", Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

80'li yıllardı. Genceciktim. Gencim ya, boyumdan büyük bir işe kalkışmış, tarih bilincini toplumda yeniden inşa etmek gibi bir misyon üstlenmiştim. Bir taraftan konusunu tarihten alan romanlar yazarken, diğer taraftan Anadolu'yu karış karış gezip, "Tarihin Işığında Günün Meseleleri" konulu konferanslar veriyorum.

Bir keresinde, konferansıma, hepinizin çok iyi tanıdığı üst düzey bir politikacımız da gelmişti. Konferansımı verip yanına oturduğumda, elini dizime koydu: "Yavuzcuğum" dedi, "güzel şeylerden söz ediyorsun, ama Karadenizlilik kanı seni fena halde ateşliyor; heyecandan su içmeyi unutuyorsun. Bu yüzden kelimeler gırtlağında yuvarlanmaya başlıyor, anlaşılmaz oluyorsun. Arada bir konuşmayı kesip su içmelisin."

Bizim mahallenin çocukları ise, bahsettiğim tarihlerde organizasyon gibi disiplin gerektiren işlerde çok acemiydi. Sürahi koysalar bardak koymayı, bardak koysalar sürahi koymayı unutuyorlardı. Bazen ikisini birlikte masaya koyuyorlar, ancak bu kez de sürahiye su koymayı unutuyorlardı.

Konuşmaya ara ver, su iste; suyu sürahiden bardağa boşaltırken, bir yandan da notlarına bak... Derken dikkatin dağılsın, ya konuyu kaçır ya da suyu masaya dök, notlarını ıslat...

Beyefendiye bunları kısaca anlattığımda, bir taktik hata yaptığımı söyledi. Bu iş böyle yapılmazmış. Nasıl mı yapılırmış? İşte Beyefendi'nin taktiği:

"Parlak bir lâf söyle, millet gaza gelip alkışlarken de suyu götür!"

O gün bugündür, Türkiye'de ne zaman parlak lâflar edilmeye başlansa ya da toplumda ölçüsüz bir kavganın fitili ateşlense, malı götürmek için, birilerinin bizi gaza getirmeye çalıştığını düşünmekten kendimi alamam...

Biz al takke ver külah kavga ederken, birileri elini cebimize (bazen de yüreğimize) atıyor, ne var ne yok götürüyor: Yani kavgalarımızdan başkaları nemalanıyor.

"İrtica hortladı, laiklik elden gidiyor" diye yıllar boyu yaptığımız kavgalarda nasıl soyulduğumuzu hatırlayalım...

O süreçte o günkü parayla yaklaşık yüz elli milyar dolarımız "hortlaklı manşetler" atan medya patronlarının da içinde bulunduğu bir "soygun çetesi" tarafından hortumlandı!

Bu yüzden artık çarpıcı, parlak, ürkütücü haberlere önem vermiyorum... Ne zaman bir damla suda fırtınalar koparılmaya başlanıyor, safi dikkat kesiliyorum: Toz-duman arasında "deveyi hamuduyla yutma" girişimlerini çözmeye çalışıyorum.

Durum, tamı tamına "canbaza bak" durumu!

¥

Eskiden canbazların türlü canbazlıklar yaptığı canbazhâneler varmış. Halk ücret karşılığı, canbazları seyredip eğlenirmiş.

Ortam kalabalık olduğu için de yankesicilere gün doğarmış.

Böyle bir zaman diliminde, canbazın en ölümcül hareketleri yaptığı bir sırada, yankesicinin eli seyircilerden birinin cebine giriyor.

Seyirci bunu hissediyor ve yankesicinin elini yakalıyor...

Yankesici ise hiç oralı değil, son derece pişkin bir tavırla ipte yürüyen canbazı gösteriyor: "Canbaza bak canbaza!"

Ve bu oyun, canbazı izlemeye dalan seyircinin cebindeki cüzdan yer değiştirene kadar sürüyor...

Vatandaş ne zaman uyanır gibi olsa, yankesici, ip canbazının nefes kesen hareketlerine dikkat çekmek için bastırıyor: "Canbaza bak!"

Bizim canbaz, yerine göre değişiyor: Bazen darbe çığırtkanlığına dönüşüyor, bazen kavgaya... Ama işin mantığı hiç değişmiyor. Sonuçta olan yine vatandaşa oluyor. Yine vatandaş soyuluyor.

İşte kavga/kargaşa arasında ekonomik veriler yine kötüleşmeye başladı. Bunun ağır bedelini tabii yine biz ödeyeceğiz.

¥

Bu oyundan sıkılmış durumdayım. "Canbaza bak canbaza!.." oyunu oynayanlara, bundan böyle "Sen bak kardeşim" diyeceğim, "artık kandırılmak istemiyorum."

http://www.habervaktim.com/yazar/63283/kabak-tadi-vermis-bir-hikaye-canbaza-bak-canbaza.html





"Ambargo" yedik ey halkım!, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Ambargo" kelimesinden hayatım boyunca nefret ettim: Çünkü bir şekilde gücü eline geçirenin, daha güçsüzleri ezmesi olarak algıladım.

İslam tarihinde, bilinen ilk "ambargo", Peygamber Efendimiz'e ve çevresindeki Müslümanlara konulan "ambargo"dur..

Hikâyesi kısaca şöyle:

Hâşim ve Muttalib oğullarının tümü (Müslim ve gayr-i Müslim) toplanıp Peygamberimiz'i korumaya ant içtiler...

Bunu duyan Kureyş müşrikleriyle Kinane'ler bir araya geldiler ve Müslümanları dize getirmek için "ambargo" kararı aldılar. Buna göre:

1. Haşim oğullarından gelecek hiçbir barış teklifi kesinlikle kabul edilmeyecek;

2. Onlara asla acınmayacak;

3. Kız verilmeyecek, kız alınmayacak;

4. Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak;

5. Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak;

6. Evlerine gidilmeyecek, evlere alınmayacak...

Kararlarını, üç mühürle tasdik edilmiş bir sayfaya geçirdiler.

Götürüp Kâbe'nin içine astılar.

Âlişan Efendimiz bu "ambargo"dan haberdar olur olmaz, canı o kadar yandı, yüreği öylesine acıdı ve sığınılacak yegâne dergâha öyle bir sığındı ki, metni yazan Mansur bin İkrime'nin kalem tutan eli ömür boyu çolak kaldı.

İşte "ambargo" denilince ilk bunu hatırlıyorum. Ardından İsrail'in yıllardan beri devam eden "Gazze Ambargosu"nu...

Bunlar da kelimeye karşı duyduğum antipatiyi arttıran unsurlar...

Bir gün benim kitaplarımın da "ambargo"ya uğrayacağını söyleseler inanmazdım.

Ama bu da oldu: NT Mağazaları, Yavuz Bahadıroğlu kitaplarına, gerekçe göstermeden "ambargo" koydu.

Kara listeye girdik!.. 

Hiç önemli değil elbette, zira daha önce de "Balyoz Darbesi"ni plânlayan güruhun "kara liste"sine girmiştim...

Darbe başarıya ulaşsaydı, âcilen içeri atılacak yazarlar arasındaydım...

Hesapları ters tepti: Kendileri içeri girdi.

Herkesin bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardır ve şaşmaz tek hesap O'nun hesabıdır!

Gerisi boş!

Bendeniz kırk yıldır yazıyorum. Zaman zaman Aydın Doğan'ın da aleyhine yazdım, ama ona bağlı kitapçılardan "ambargo" yemedim.

"Ticarî ambargo"larla görüş değiştirmeyeceğimi beni tanıyanlar ve kitaplarımı okuyanlar iyi bilirler.

Önemli değil, ama bu tür bir "ambargo"nun, Müslüman olarak beni kırıp inciten pek çok yönü var:

Ben yanlış yapsam bile, bunda kitaplarımın ne "suç"u var?..

Kitaplarımın bir "suç"u varsa, şimdiye kadar neden sattınız, öğrencilerinize neden tavsiye edip okuttunuz?..

Kendilerine (ve kurumlarına) hükümetin "ambargo" koyduğunu iddia edenler, neden bazı yazarlara "ambargo" koyar?..

Yüzlerce müşterek noktayı görmezden gelip tek ihtilaflı nokta üzerinden "ambargo" koymak "hizmet esasları"yla bağdaşıyor mu?..

Farklı hiçbir düşünceye tahammül edememek, "hoşgörü" söylemini "takıyye" tereddüdüne bulaştırmaz ve sorgulamaya açmaz mı?..

Bu tartışmalar başladı başlayalı "üçüncü yol"u tavsiye ettiğime yazdıklarım şahitken, ille de "taraf" olmaya zorlamak ve bu olmayınca "ambargo" koymak İslâmî açıdan şık duruyor mu?..

Eskiden demediklerini bırakmayan yazarlara bile müsamaha ile bakan ve gazetelerinde, televizyonlarında yer veren camia(yı yönetenler), öz kardeşlerini neden vurmaya çalışıyor?..

"Ambargo" dünyevî bir terim iken, uhrevi amaca yönelik insanları bununla vurmaya kalkışmak, "varlık sebebi"ne aykırı değil mi?..

Bu yaklaşım, "Bana biat etmezsen seni yok ederim" (hoş Allah'ın yok etmediğini kimse yok edemez ya) tehdidi içermiyor mu?..

Söylenecek çok şey var, ama masum, mazlum, fedakâr, cefakâr insanların hatırına susacağım.

Camiayı yönetenleri camiaya havale ediyorum!

http://www.habervaktim.com/yazar/63346/ambargo-yedik-ey-halkim.html
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

beni benimlebirak