Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

29 Nisan 2024, 18:58:25

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 112
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 92
Total: 92

İmamın Ordusu internete düştü, birçok linkten pdf formatında indirilebiliyor

Başlatan kilimanjaro, 01 Nisan 2011, 10:21:00

« önceki - sonraki »

kilimanjaro



İSTANBUL (AA)

'Ergenekon' soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın 'İmamın Ordusu' adlı kitap taslağı bazı internet sitelerince yayımlandı. 298 sayfa olan taslağın ilk sayfasında Şık'ın tutuklanırken söylediği "Dokunan Yanar" sözleri yer alıyor. Kitabın İsveçli aktivistlerce ve internette çok sayıdaki sahte kopyalar karşısında okurların kitabın aslını okuyabilmeleri olanağını sunmak için yayımlandığı bildirildi. Kitabın taslağını polis tarafından el konulmadan önce okuyan gazeteci Aydın Engin, internette paylaşılan kopyanın gerçek olduğunu açıkladı. Gelişmeler üzerine özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, inceleme başlattı.

Savcılık, Oda Tv'de yapılan aramalarda ele geçirilen kitaba ait taslak metinde bulunan, "Kitabı yazarken cesur olun. Nedim'i kutlarım, Ahmet'i çalıştırsın" notu, 'ulusal Medya 2010' isimli belgedeki talimatlar ve kitap taslağına yazılmış emir kipli notları öne sürerek kitabın talimatla yazıldığını ileri sürmüş ve kitap taslağını 'örgütsel doküman' olarak nitelendirmişti. Kitabın taslaklarının imhası için yayımcısı İthaki Kitabevi ile Radikal Gazatesinde mahkeme kararıyla arama yapmıştı.

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=01.04.2011&i=311400


Ahmet Şık'ın eşi Yaşasın sivil itaatsizlik!

Ahmet Şık'ın yazdığı ancak henüz basılmayan kitabı 'İmam'ın Ordusu' ile ilgili olarak polis Radikal Gazetesi'ni aramış ve Ertuğrul Mavioğlu'nun bilgisayarındaki kitap taslağını almıştı. Uzun zamandır tartışılan 'İmamın Ordusu'nun taslağı Twitter'dan paylaşıldı.

298 sayfa olan taslağın ilk sayfasında Şık'ın tutuklanırken söylediği 'Dokunan Yanar' sözleri başlık olarak yer alıyor.

Kitabın taslağını polis tarafından el konulmadan önce okuyan gazeteci Aydın Engin, internette paylaşılan kopyayı inceledi ve kopyanın gerçek olduğunu nvtmsnbc'ye açıkladı.

298 sayfa olan taslağı saat 20:00 itibariyle 52 binden fazla kişi indirdi....

AYDIN ENGİN: TÜMÜYLE ORİJİNAL

Engin, 'Dokunan Yanar' başlığıyla yayınlanan dökümanla ilgili şu açıklamayı yaptı: ''Bugün bana bir mail yollandı. Ahmet Şık'ın kitabının orijinalinin kendilerine İsveçli aktivistlerce iletildiğini belirtiyorlar ve benden gerçekten kitabın orijinali olup olmadığını soruyorlar. Baktım tümüyle orijinal.''

Cumhurbaşkanı Gül, Ahmet Şık'ın kitabının toplatılmasının yersiz olduğunu söylemiş ve bu gelişmenin satışlarını artıracağını dile getirmişti.

SAVCILIK İNCELEME BAŞLATTI

"Ergenekon" soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı kitap taslağının bazı internet sitelerinde yayımlanması üzerine, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliğince inceleme başlatıldı.

Alınan bilgiye göre, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı kitap taslağının bazı internet sitelerinde yayımlanmasını incelemeye aldı.

EŞİ İLK YORUMU TWITTER'DAN YAPTI

Ahmet Şık'ın eşi Yonca Şık kitabın yayınlanmasıyla ilgili olarak ilk yorumu Twitter'dan yaptı: Yaşasın sivil itaatsizlik!!!

KİTABI İNDİRMEK SUÇ MU?

TV8'in yayınına katılan bilişim hukuku uzmanı Gökhan Ahi şunları söyledi:

"Yasada kitabın yayınlanması 'içerik sağlayıcı' sıfatını doğurur. Tabii içerik sağlayıcı için  ceza ve güvenlik tedbirleri farklıdır.

Fakat, konusu suç olan yayını indirmek diye bir suç ceza Kanunu'nda tanımlanmış değil.

Kaldı ki; bu kitabın örgütsel bir döküman olup olmadığı bir dava sonucunda belli olacaktır.

Bir kitabın kesin hükümle örgütsel döküman olup olmadığı belli olmadan bir örgütsel döküman saymak güçtür.

Soruşturma kitabı internete koyan kişiyle ilgilidir."

http://www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/_Imamin_Ordusu__internette_yayinlandi.htm?ArticleID=67227
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

GÜRKAN TUZLU - CİHAN

Ergenekon terör örgütünün talimatları doğrultusunda hazırlandığı ileri sürülen Ahmet Şık'ın 'İmamın Ordusu' isimli çalışmanın Doğan Yayıncılık'a da gönderildiği ortaya çıktı. Doğan Yayıncılık'ın görevlendirdiği okutmanın 'kitabın tarafsız olmadığı' yönünde rapor vermesi üzerine kitabın basılmadığı öğrenildi.

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Ahmet Şık'ın kitap taslağı ile ilgili polisin inceleme yaptığı İthaki Yayınevi'nin editörü Ahmet Öz, Cihan Haber Ajansı'nın sorularını cevapladı. Ahmet Şık'ın '40 Katır 40 Satır' isimli kitabını yayınladıkları için ilk görüştüğü yayınevinin kendileri olduğunu belirten Öz, Şık'ın peyderpey kitapla ilgili çalışmaları gönderdiğini aktardı. Bu süre içinde yayınevini taşıma telaşında olduklarını ve kitapla ilgilenemediğini söyleyen Ahmet Öz, "Ahmet'e 'Şu anda çok meşgulüm, mayısa kadar ilgilenmem zor gibi gözüküyor.' dedim. O da bunun üzerine Doğan Yayıncılık'ın da aralarında olduğu birçok yayıneviyle kitabı yayınlatmak için görüşmüş." diye konuştu. Doğan Yayın Holding'in kitabı incelemesi için gazeteci Haşim Akman'a gönderdiğini belirten Öz, "Doğan Yayıncılık ne dedi onu bilmiyorum. Bana kitapla ilgili gelen bir mailde Haşim Akman'ın raporu ve Ahmet Şık'ın ona itirazları da yer alıyordu. Haşim Akman, raporunda 'yazar bazı noktalarda tarafsız olamamış, yeniden incelenmesi için yazara iadesine' şeklinde ifadeler yer alıyordu." dedi. Ahmet Öz, tutuklama olayından sonra Ahmet Şık ile eşi Gonca Şık aracılığıyla görüştüğünü anlattı. Öz, "Gonca ile görüşmemizde bana bir kopya daha vermişlerdi. Doğan Yayıncılık'ın editörünün düzelttiği kopyayı."

TASLAK SİLİNMEDİ, KOPYASI ALINDI

Ahmet Öz, kitap nüshalarının polis tarafından silindiği iddialarının gerçeği yansıtmadığını söyledi. Öz, "Tebliğde 'Varsa basılı nüshalarının alınması' gibi bir ifade yer alıyor. 'Mailimde var' dedim açtım ve bilgisayardan gösterdim. Printer olmadığı için çıktısını alamadık. Ortak bir karar ile taslak bir CD'ye kaydedildi ve zarfa konularak mühürlendi. 'Polis geldi, kitabı sildi gitti.' diye bir şey yok." diye konuştu.

Doğan Yayıncılık Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır da, Ahmet Öz'ün kitap taslağıyla ilgili sözlerini doğruladı. Şık'ın kitap taslağının kendilerine 28 Ocak 2011'de ulaştığını, kendilerine dışarıdan çalışan bir okutmanın kitabı okuyarak incelediğini söyledi. Rapor olumsuz geldiği için yayın kurulunun kitabı baskıya uygun bulmadığını dile getirdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1120363&title=dogan-yayincilik-imamin-ordusunu-iade-etmis-yazar-tarafli-davranmis
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro



Türkiye'de 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla başlayan süreç yeni bir boyut kazandı. Uzmanlar, gelişmelerin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a muhtemel yansımalarını DW'ye değerlendirdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'yi sarsan yolsuzluk operasyonu ile ilgili olarak hükümetinin siyasi bir komplo ile karşı karşıya olduğunu vurguluyor.

Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle de polis teşkilatındaki örgütlenmesini konu alan İmamın Ordusu adlı kitabın yazarı gazeteci Ahmet Şık da Erdoğan'ı siyaset sahnesinden silmeyi hedefleyen bir siyasi operasyonla karşı karşıya olunduğu görüşünde. Şık'a göre mevcut depremin artçı sarsıntıları Başbakan Erdoğan istifa edene ya da iktidardan gidene kadar devam edecek. Şık tüm yaşananların, devletin görünen ve görünmeyen yüzünde kimin iktidar olacağının kavgası olduğunu belirterek, "Son yolsuzluk soruşturmasının arkasındaki güç cemaattir, Gülen cemaatidir ve hükümeti iktidardan devirmek üzere hayata geçirilmiştir. Ve nihai hedefi Recep Tayyip Erdoğan'dır" diyor.

"Emniyet'i temizlemek mümkün değil"

Yolsuzluk skandalının ardından özellikle Emniyet Teşkilatı, yapılan görev değişiklikleriyle gündemde öne çıktı. Ahmet Şık, yapılan görev değişikliklerinin emniyetten cemaatin temizleneceği anlamına gelmediğini belirtiyor ve "Emniyetten cemaati temizlemek istiyorsanız emniyetin kapısına kilit vurup yeni bir emniyet müdürlüğü teşkilatı oluşturmanız gerekiyor" diyor:

"Şu örnekle anlatmak gerekiyor. İstanbul terörle mücadele müdürü 7 Şubat MİT krizinden sonra önceki müdürün yerine konulmuştu. Diğeri cemaatçi olduğu, bir komplonun içinde yer aldığı düşüncesiyle görevden el çektirilmişti, yerine de cemaatçi olmadığı düşünülerek bu emniyet müdürünü koydular, terörle mücadele müdürünü. E bakıyorsunuz son olayın içinde o emniyet müdürü de var ve yine görevden alındı."

"Daha misilleme başlamadı"

Ahmet Şık şimdiye kadar alınan önlemlerin sadece yeni gelecek soruşturmaların önünü kesmeye yönelik olduğunu belirterek, henüz cemaate yönelik bir misilleme adımı atılmadığını belirtiyor. Ahmet Şık, kendini gizlemeyi çok iyi beceren, gizli örgüt mantığıyla çalışan bir yapılanmayla karşı karşıya olunduğunu belirterek, bu yapılanmaya karşı mücadeledeki zorluklara dikkat çekiyor:


'Erdoğan hükümetinin sonunu getirebilir'


"Cemaate yönelik misillemenin henüz gelmediğini, bunun da dedikodusu bir süredir dolaşan bir örgüt operasyonu çerçevesinde olacağını düşünüyorum. Ama şöyle de bir sıkıntı var ki, emniyet teşkilatının büyük çoğunluğunun cemaatçi olduğu bilinen bir ortamda hangi polislerle siz bu operasyonu yapacaksınız, yargıda da bu kadar iyi örgütlendiği ortaya çıkan cemaatten bağımsız kalabilecek hangi savcıyla bu davayı açacaksınız, hangi hakim ve mahkeme heyetiyle bunu yürüteceksiniz? Bunlar çok önemli sorular."

"Erdoğan köşeye sıkıştı"

Almanya'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Berlin merkezli Bilim ve Politika Vakfı'ndan Türkiye uzmanı Günther Seufert, son olaylar ışığında Erdoğan ve partisinin kendi tabanında da itibar kaybına uğradığını belirtiyor ve ülke içi ve dışında ilişkilerin hızla bozulduğuna dikkat çekiyor:

"Erdoğan şu an önemli ölçüde zayıflamış durumda. Biliyorsunuz Türkiye'nin dış politikası da son iki yılda oldukça başarısızdı. İsrail ile ilişkiler, ABD ile ilişkiler... İran ile de, Mısır ile de çok iyi bir dönem değildi. AB ile ilişkiler neredeyse rafa kaldırılmıştı, üyelik müzakerelerinde pek bir ilerleme kaydedilemedi. Erdoğan'ın gösteriler ve göstericilere yönelik tepkileriyleTürkiye'deki liberallerle de arası açıldı. Şimdi de Müslüman muhafazakar halkın geniş kesimleriyle bu yolsuzluk skandalı konusunda ilişkileri bozuldu. Bu nedenle Erdoğan hükümetinin şu an gerçekten de köşeye sıkışmış olduğuna inanıyorum."

Erken seçim olasılığı

Ahmet Şık da Gülen cemaati ile Erdoğan arasındaki çekişmenin "çok ciddi ağır silahların da kullanıldığı bir savaş' haline dönüştüğünü belirterek sürecin nasıl sonuçlanacağını kestirmenin çok güç olduğunu kaydediyor. Peki yaşanan kriz önümüzdeki yılki seçim takvimine nasıl yansıyacak?

Mart ayındaki yerel seçimlerle genel seçimlerin birleştirilmesi olasılığı giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Gazeteci Ahmet Şık da bu görüşü paylaşanlardan. Soruşturmanın üzerinden ne kadar çok zaman geçerse iktidar için kaybın o kadar fazla olacağını belirten Şık, bu noktada bir erken seçim kararının sürpriz olmayacağını kaydediyor. Şık, AKP içinden kırılmalar olabileceği yönündeki görüşleri ise şöyle değerlendiriyor:

"Elbette söz konusu. Erdoğan Bayraktar gibi Recep Tayyip Erdoğan'ın yıllardır bu kadar yakınında olan bir kişinin 'başbakanın istifa etmesi gerekiyor' açıklamasıyla bakanlık ve milletvekilliğinden istifa etmesi çok önemli bir şey. Bu parti içerisinde de ciddi kırılmalar olduğunun bir göstergesi. Cemaate yakınlığıyla bilinen iki milletvekili istifa etti. Birisi İdris Bal, birisi Hakan Şükür ve bunların devam edeceğini, -ama istifa edenlerin hepsinin cemaatçi olduğunu söylemiyorum- ama cemaat bu işi sonuna kadar kullanacak ve AKPnin alternatifini yine AKP içerisinden çıkarmaya çalışacakları bir plan hayata geçirileceğini düşünüyorum . AKP içerisinde de kopuşlar olacağı kesindir."

© Deutsche Welle Türkçe

Başak Özay / Beklan Kulaksızoğlu

Editör: Ahmet Günaltay
http://www.dw.de/nihai-hedef-erdo%C4%9Fan/a-17324334




Hem Hükümete hem de Cemaate muhalif konumda bulunan Ahmet Şık, 17 Aralık operasyonundan yaklaşık bir ay kadar önce Birgün Gazetesi'ne vermiş olduğu röportajda Hükümet-Cemaat arasında yakın geçmişte yaşanan sıkıntıları ve buradan hareketle geleceğe dair öngörülerini -kendi siyasi penceresinden- şu şekilde yorumlamıştı (röportajdaki gerek 2010 referandumuyla gerekse iktidar ve Başbakanla ilgili kesinlikle yanlış bulduğumuz eleştirilere rağmen bu röportajın ülkemizde yaşanan son gelişmelerin analiz edilmesine katkı sağlayacağını düşünüyoruz):

AKP'nin elinde Cemaat'i bitirebilecek bir arşiv var

BARIŞ İNCE'nin röportajı

Cemaat'in hedefi olmuş bir gazeteci Ahmet Şık. Polis teşkilatı içerisindeki cemaatçi örgütlenmeye dair yazdığı kitap yüzünden aylarca hapis yattı. Şimdi de AKP-Cemaat kavgasına dair bir kitap hazırlıyor. Ahmet Şık, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasının arka planını BirGün'e anlattı.

»Dershanelerle birlikte AKP cemaat gerilimi arttı. Bir rant kavgası varmış gibi gözükmekle beraber daha derinlerde ne var?
Dershanelerin kapatılması üzerinden bugün yeniden kamusal alanda görünür olan AKP-Cemaat savaşını finansal bir rant kavgası olarak görmek doğru değil. Elbette içinde finansal rantın da olduğu ancak son kertede tamamıyla siyasi bir kavga bu. Adını doğru koymak gerekirse, bu yaşananlar devlete kimin sahip olacağı savaşı. Devletin sadece görünen kısmına değil derinde yer alan yapısına yani kontrgerillaya da kimin sahip olacağı kavgası. Ancak AKP-Cemaat savaşını sadece bugüne bakarak yorumlamak da yanlış olur. Başlangıcı 1970'lerin sonuna dek uzanıyor. Ama Milli Görüş ile Gülen Cemaati arasındaki en büyük ilk kırılma bunlardan bağımsız olarak, bugünlerde de tartışma konusu olan 28 Şubat darbesinde yaşandı.

»Peki nasıl bir araya geldiler?
Günümüzün en önemli siyasal ve toplumsal iki güç odağının, 28 Şubat darbesi travmasından sonraki ilk yakınlaşması da AKP'yi iktidara taşıyan 2002 seçimleri öncesinde yaşandı. İçinden çıktığı Milli Görüş Hareketi'nin siyasal anlayışından kopmuş görüntüsü vermekle birlikte AKP aslında aynı siyasi geleneğin devamı olan ancak küreselleşme politikaları ekseninde neo-liberalizme uyum sağlayarak ehlileştirilen, bu sayede geleneksel sağ seçmeni de taraftarı haline getiren bir siyasal İslam modeliydi. Meşruiyetini sağlayacağı seçimlerde her bir oya ihtiyacı olan AKP ve siyaseti okuma becerisi ile iktidar koltuğuna oturacak her güç odağıyla kim olursa olsun yakın ilişki kurma "becerisine" sahip Gülen'in çıkarlarının kesişmesi dolayısıyla ikili sorunlu geçmişlerine "sünger" çekti. Bir cemaatler ve tarikatlar "konsorsiyumu" olarak iktidar olan AKP'nin ilk iktidar döneminde devlet rantının bölüşümünden Gülenciler de, tıpkı diğerleri gibi seçimlerde verdiği destek kadar faydalandı. Ancak bu hakkını, bürokrasideki örgütlenmede, özellikle stratejik önemi birkaç yıl içinde kendini gösterecek olan güvenlik ve yargı alanında kullandı. Cemaatin bu stratejik örgütlenmesi AKP'nin ikinci iktidar dönemi olan 2007 seçimlerinden sonra başlatılan ve Ergenekon süreci diye adlandırılan kimi siyasal davaların en önemli gücü oldu. Aynı sosyal ve siyasal tabandan beslenen AKP ve Gülen Cemaati, sorunlu geçmişlerinin üzerine kalın bir çizgi çekip Türkiye'nin yeniden biçimlendirildiği bu soruşturma ve davalar sürecinde güçlü bir ittifak kurdular. İttifakı sağlayansa, geçmişte bu iki yapıyı karşı karşıya getirmeyi de başarmış olan ordunun kendisiydi. 27 Nisan muhtırasından sonra AKP-Cemaat ortaklığı hayata geçti.

»Düşmanlığın da ortaklığın da nedeni ordu yani?
Aynen öyle. Aslında AKP iktidarını 3 döneme ayırmak gerekiyor. İlk dönem 2002 Kasım seçimlerinden 2007'ye kadar olan süreç. Özden Örnek günlüklerine baktığınızda, bu ilk döneminde askerin iktidarın ortağı olduğunu kabul etmiş bir Erdoğan portresi ile karşı karşıyayız. Askerin siyasetteki ağır gölgesinin bilincinde ve bu nedenle gücünü paylaşmaktan rahatsız olmayan bir Başbakan olduğunu Örnek anlatıyor zaten. Ancak 27 Nisan muhtırasıyla işin rengi değişiyor. Hakkını teslim etmek gerek ki o muhtıraya karşı olması gerekeni yaparak dik bir duruş sergiledi hükümet. Ancak iktidarı paylaşıyor olmasına rağmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlarıyla alaşağı edilme tehlikesini gören Erdoğan, yapıtaşları daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortağı yapmayı tercih etti. Zaten kendisine sunulan belge ve bilgilerle bu konunun yargı yoluyla ve büyük oranda denetim altına alınan medyanın susturulmasıyla çözüleceğine ikna olmuştu Erdoğan.

»Cemaat o dönemde polis ve yargıdaki gücünü göstererek Erdoğan'a "ben bu işi çözerim" dedi ve ittifak başladı diyorsun...
Öyle görünüyor. Geçmişte de hedefinde olduğu ordunun geriletilmesi Erdoğan'ın önceliği oldu doğal olarak. Zaten bu kadar sorunlu, kuşkulu ve haksızlıklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanımı, ordunun olması gereken sınırın içine çekilmesi oldu. Ama ne acı ki bu, demokratik ve hukuki yöntemlerle değil bizzat ordunun yaptığı gibi kontrgerilla yöntemleri kullanılarak yapıldı. Nedeni de bugün Türkiye'nin otoriter, baskıcı, antidemokratik, diktatörlük gibi sıfatlarla anılıyor olmasıyla ortaya çıktı. Buradan yola çıkarak 2007 ile 12 Eylül 2010 arasına kadar geçen süreci de AKP ya da Erdoğan'ın ikinci iktidar dönemi olarak adlandırıyorum. Erdoğan'ın gücüne ortak istemediği, her şeye tek başına karar verip mutlak güç olmak istediği üçüncü iktidar dönemi de 2010 referandumu sonrasında başladı ve günümüze kadar geldi. Resmi olarak 2007 yılından başlayarak hayata geçirilen Ergenekon sürecinde kontrgerilla olma işlevini de Cemaat üstlendi. Daha doğrusu polis ve yargıda örgütlü gücüyle kontrgerilla yöntemlerini uygulayan Cemaatti. Bunu da sadece ben değil MİT krizi sonrasında "Devlet içinde devlet olmuşlar" diyerek Başbakan Erdoğan'ın kendisi de söyledi. Ancak bunun siyasal onay makamının da AKP iktidarı, dolayısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu göz önünde tutmakta fayda var. Mutabakatın siyasal gücü AKP, sahadaki tetikçi gücü de polis ve yargı teşkilatında örgütlenmiş cemaatin çete kanadı. Ve birinin suçu diğerinden daha az değil. İkisi de suç ortağı.

»Bugünkü savaşın başlangıcı MİT krizi mi?
Aslında öncesinde nüveleri zaman zaman ortaya çıkan bir savaş olmakla beraber MİT krizi meseleyi kamusal alana taşıdı. Öncesinde de dış politika anlayışındaki farklılık nedeniyle öne çıkan Mavi Marmara katliamı ile ilgili Gülen'in İsrail'in cinayetlerini arkaya alan tutumu vardı. Ancak 7 Şubat 2012'de ve sonrasında yaşananların ardında Cemaat'in olduğu, Başbakan Erdoğan ve Beşir Atalay'ın öncelikli hedef olduğu bir sivil darbe girişimiydi. Görünen hedefi MİT yöneticileri olmakla birlikte nihai hedef Erdoğan'dı. O MİT'çiler ifadeye gitse kesinlikle tutuklanacaklardı. Ardından da bu dokunulmazlık zırhının kapsamında olmayan bu "suçun" azmettiricileri olan Başbakan ve müzakere sürecinin koordinatörü sıfatıyla Beşir Atalay da tutuklanacaktı. Hükümet bu tehlikeyi görüp tartışmalı birtakım yasal değişikliklerle, polis teşkilatı ve yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki kritik noktalarda görevli Cemaatçi personel temizliğiyle bu saldırıyı savuşturdu. Ama AKP ve Cemaat arasındaki ilişkiyi bir daha tamir edilemeyecek derecede zedeledi bu girişim. Bugün dershaneler üzerinden tartışma konusu edilen savaşın en önemli cephesi MİT'tir. Buradan yola çıkılarak hem MİT'in hem de belirlenen isimlerin hedef alınması tesadüf değil.

»Neden?
En başta yaşananların devlete kimin sahip olacağı savaşı olduğunu söylemiştim. Bunun Cemaat açısından en önemli ayaklarından birisi MİT. Güvenlik bürokrasisini adeta örümcek ağı gibi kuşatmış bir Cemaat örgütlenmesi var. Başta İstihbarat Daire Başkanlığı olmak üzere Emniyet'in en önemli birimleri bir çete gibi çalışan Cemaat'in elinde. Siyasal davaların tek yürütücüsü olan polise göbeğinden bağlı olan yargının vurucu gücü olan faaliyet gösteren Özel Yetkili Mahkemeler de öyle. Ergenekon süreci de kanıtladı ki ordu içinde de ciddi örgütlenmesi olan bir Cemaat'le karşı karşıyayız. Güvenlik bürokrasisinin son ayağı olan MİT üzerinden bu kadar kavga kopması ise kanımca Cemaat'in orada istediği düzeyde örgütlenemediğinin bir işareti. Eğer o kale de düşerse, bu alanlara egemen olan bir güç zaten Türkiye'nin mutlak iktidarı olur. 7 Şubat darbe girişimiyle bu da ortaya çıktı zaten. MİT'in ve Hakan Fidan'ın hedef olmasının bir başka nedeninin daha olduğunu düşünüyorum.

»Nedir o?
Aslında daha önce de BirGün'de haberleştirmiştik bunu. Taraflarından da hiçbir yalanlama gelmedi ve hafıza tazelemek adına tekrar etmekte sakınca yok. Wikileaks belgelerinin içinde bir kripto var. Kriptoda, isimleri geçen beş kişinin İslami Cihad Birliği adlı bir örgütün üyesi olduğu ve ABD Sivil Hava Sahası için tehlike arz ettiği yazıyor. İsimlerin dördü El Kaide vb radikal dinci örgütlerle bağlantılı olarak isimleri medyaya yansımış zaten. Ama bizi ilgilendiren isim 5'inci. O isim, Hanefi Avcı'nın asılsız suçlamalarla tutuklanmasına neden olan kitabında Cemaat'in Emniyet'ten sorumlu imamı diye adı geçen kişi olan O.H.Ö. Kriptoda bu bilginin kaynağı olarak da "yıllardır doğru bilgiler aldığımız Emniyet'teki üst düzey bir bürokrat" diyor. İddia edilen o ki Ö.H.O. Cemaat'in arşivlerini taşıdığı ABD'de havalimanında FBI tarafından gözaltına alınıyor. Ele geçirilen arşivler de ilgili birimler üzerinden Başbakanlığa ulaştırılıyor. Erdoğan'ın talimatıyla Hakan Fidan da bu arşivlerden yola çıkarak Cemaat'le ilgili bir rapor hazırlıyor. Ardından da devlet bürokrasisi içinde ciddi bir Cemaatçi kadro temizliği başlatılıyor. Fidan'ın konuşmalarının bulunduğu ses kayıtlarının sızdırılmasının bu iddiayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu iddialar doğruysa sanırım hükümetin elinde Türkiye tarihinin en büyük örgüt davasını açacak bir arşiv bulunuyor.

»Yani Emniyet'te "eski imam yeni imam" kavgası mı var?
Cemaat içinde de bir kavga var ama bence bu dediğin gibi değil. Cemaat'in içinde sivil ve militarist iki kanadın kavgası var. Cemaat bir takım hukuksuzlukların kaynağı olarak anıldığında ve kendini savunamaz noktaya geldiğinde hep aynı yalana sığınıyor. Böylesine büyük bir camianın içine kontrgerilla unsurları ya da ajanlar sızmış olabileceği savunmasını yapıyorlar. Ama bizler kontrgerilla derken, Ergenekon süreci denilen siyasal davalar zinciri içinde yer almış unsurlardan bahsediyoruz. Cemaat'in medya organları da en bilinen kalemşorları da hep bu kontrgerilla faaliyetlerini savunageldiler. Ardında polisin ve yargının olduğu her türlü adaletsizlik ve hukuksuzlukta her zaman polisin ve yargının yanında saf tutup infaz gerçekleştiren cellatların rolünü üstlendiler. Bu hukuksuzlukların yanında duruyorsanız siz de kontrgerilla ya da ajansınız o halde. Öte yandan artık cemaatin de yekpare bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Şu anda rekabet ettiği bir güç odağı olan AKP ile savaştalar ve bir arada duruyor görünüyorlar o kadar. Ama özellikle, artık daha yaşlı ve giderek sağlık sorunları artan Fethullah Gülen sonrasında Cemaatnin ne olacağı kavgası olarak da okuyabiliriz yaşananları. Çünkü neo-liberalizmi tüm hücrelerine kadar özümsemiş, parasal değerini kimsenin bilmediği ama devasa diye anılan bir finansal güce sahip bir holding oldu Cemaat. Ve bu paraya kimin sahip olacağı da nasıl bölüşüleceği de koca bir soru işareti.

»Madem bu kadar büyük ve birçok cephesi olan bir savaş var, Cemaat neden dershaneler üzerinden hükümetle çatışmaya girdi?
Bu meselenin tartışılıyor olmasının tek iyi yanı ülkenin eğitimdeki kalitesizliğinin, rezilliğinin, sistemin pespayeliğinin ortaya çıkmış olması. Dershaneler bir neden değil sonuç. Ve öğrenciler dolayısıyla aileler eğitim sisteminin kanserli uru diyebileceğimiz dershanelere mahkûm. Cemaat de bunu bildiği için sınava bağımlı bir eğitim öğrenim sisteminin içinde dershaneler gibi herkesin hassasiyet gösterebileceği bir konuda kendini kolaylıkla mazlum gösterebileceği alanı tartışmaya açtı. Ancak konunun çatışan taraflarından ikisinin argümanları da yalan. Mesele ne eğitimde yaratılan fırsat eşitliği ne de dershanelerin bir kene gibi halkın kanını emmesi. Sorun 3-5 dershane meselesi değil. Siyasi. Devlet erkinin paylaşılması meselesi. Öte yandan dershaneler Cemaat için ciddi bir finans ve insan kaynağı. Yıllık 4 milyar liranın üzerinde bir ciroyu barındıran sektörün yüzde 25'inin Cemaat'in elinde olduğu yazıldı. Ki bu paraya sınava hazırlık kitapları ve dershaneler içinde oluşturulan daha pahalı özel sınıflar üzerinden dönen parayı da eklediğinizde devasa bir bütçe çıkıyor karşımıza. 1 milyondan fazla öğrencinin de bu sistemin içinde olduğunu düşününce işin insan kaynağı da ortaya dökülmüş oluyor. Bana kalırsa AKP hükümeti dershanelerdeki Cemaat ağırlığını ki bunun içine okullar, yurtlar ve Işık Evleri denilen öğrenci evlerini de kattığımızda ortaya çıkan tabloyu bir milli güvenlik meselesi olarak ele aldı. O milli güvenlik meselesinin içinde AKP ve Erdoğan'ın siyasi geleceği de önemli bir yer tuttuğu için dershaneleri kapatmakta bu kadar kararlı görünüyor. İlginçtir, bu konuda Erdoğan hükümetine danışmanlık yapan isim de eski bir Cemaatçi.

»Kim o?
Cemaatçi oldukları dile getirilen isimlere ait internet sitelerinde bu isim telaffuz edildi ama biz rumuzla verelim: K.Ö. Emniyetin eski imamı olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkında açılan davaların birinde de sanık olarak yer alan bu kişinin adını ilk yazan kişi de Önder Aytaç oldu. Nurettin Veren'den sonra ikinci itirafçı olarak anılıyor. Aytaç ve cemaatin diğer tetikçi kalemlerinin iddiasına göre Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen savaşta danışmanlık hizmeti verdiği söyleniyor. Dershanelerin kapatılmasını öneren K.Ö'nün okullar üzerinden ortaya çıkan Cemaat tehlikesinin ne olduğuna dair kapsamlı bir rapor yazdığı da iddialar arasında. Merak ediyorum acaba o raporlarda neler yazıldı, neler söylendi ki dershaneler ya da Cemaat bir milli güvenlik meselesi haline geldi? Bana kalırsa ve ortaya çıktığı üzere Cemaat eğitim yoluyla devlet bürokrasisini ele geçirerek devleti dönüştürmek peşinde. Yani konu üç beş dershane meselesi değil yüzeydeki ve derindeki devlet aygıtına kimin sahip olacağı meselesi.

***

Adeta nükleer savaş çıkar

»AKP-Cemaat savaşından kim galip çıkar?
Bu savaş gerçekten karşısındakini yok etmeye dönük olursa kazananı olmayacak bir savaş. Deyim yerindeyse "nükleer savaş" olur. Çünkü iki tarafın da elinde kanımca birbirini yok edecek etkide belge ve bilgi var. Öte yandan iki güç odağı da Ergenekon süreci dediğimiz darbe döneminin suç ortakları. Bu süreç soruşturma konusu olursa bu dönemin aktörlerinin cezaevindekilerle yer değiştirmesi kuvvetle muhtemel. Birbirlerinin gücünü olabildiğince tırpanlamaya çalışıp belli bir noktada mutabakat sağlayacaklardır. Cemaat açısından istenilen plan Erdoğan'sız bir AKP hükümeti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı imzasıyla açıklanan 13 Ağustos bildirisine baktığımızda açık bir savaş ilanı görüyoruz. Cemaat gibi bugüne kadar hiçbir güç odağını karşısına almamış pragmatik bir oluşum, yakın dönem Türkiye siyasetinin en güçlü hareketine ve liderine savaş ilan edebilecek cesaretini gösterdi. ABD ve AB ülkeleri nezdinde de Erdoğan'ın yalnız kalmasıyla sonuçlanan Gezi direnişleri sonrasına denk gelmesi açısından zamanlaması doğru seçilmiş elbette. Ama burada önemli soru Cemaat'in kime ve neye güvenerek savaş ilan edebildiği. Bu savaş mevcut yetkileri üzerinden Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına ikna edilip, yerine de "ılımlı bir zalimin" oturtulması şeklinde bir anlaşmayla da sonuçlanabilir. Ancak Erdoğan gibi hikmetinden sual edilmesini istemeyen ve içindeki diktatör özlemi bunca açığa çıkmış bir lider savaşa devam etmeyi de göze alabilir. Benim dileğim ikinci seçeneği tercih etmesi. Ama bu savaşta taraf tutmamanın en erdemli tutum olduğunu düşünüyorum. Çünkü taraflar ne demokrasi ne de barış niyetiyle cephedeler. İkisi de mutlak iktidarın peşinde.

***

'Yetmez ama evet' pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri bile vermedi

12 Eylül referandumu, 2007'den başlayarak devam eden zulüm düzeninin nirengi noktasıdır. Referanduma karşı çıkanlara, "faşist, militarist, darbe yanlısı, demokrasi karşıtı" gibi iftiralar atmaya kadar vardıran "Yetmez ama evet" pespayeliğinin müsebbibleri özeleştiri vermek bir yana hata yaptıklarını bile düşünmüyorlar. Ya da bu hatayı dile getirmekten kaçınıyorlar. 12 Eylül cuntasının yargılanacağına dair o ufacık umudu, oradan bir tırnak bile olsa koparma isteğini anlayabiliyorum ama sürecin bu hale geleceği de çok belliydi. Siyaset hata yapma riskinin en yüksek olduğu alanlardan biri ama önemli olan hatayla yüzleşip yüzleşememek. Hâlâ o dönemki yanlış tercihlerini savunuyor olmak, bu kişileri zulüm düzeninin suç ortağı yapıyor.

http://birgun.net/haber/akpnin-elinde-cemaati-bitirebilecek-bir-arsiv-var-7369.html
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro



Gazeteci Hrant Dink'in cinayete kurban gidişinin yedinci yılı da bitti. Dava süreci ise ikinci bir cinayetten farksızdı.

Peki bugün adil bir yargılamanın yapılacağını umut edebilir miyiz?

Cinayeti nasıl bir konsorsiyum işledi ve üzerini örttü?

Star'dan Fadime Özkan, Dink cinayetini ve dava süreci iyi bilen gazeteci Nedim Şener ile konuştu. Şener cinayeti gören, bundan dolayı canı yakılmış biri. Mart 2011-Mart 2012 arasında Oda TV davasından hapis yatan Şener'in konuyla alakalı "Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları" ile "Kırmızı Cuma" adında iki kitabı da bulunuyor.

ŞENER: Dink cinayetiyle ilgili gerçekler daha dördüncü gün çıkmıştı ortaya ama Dink gömülmeden gerçekler gömüldü. Cinayete bakan o günkü mutabakatı da bugünkü paralel yapıyı da görür. Bugün hedef Başbakan.

Dink davasında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi örgüt yok kararı verdi. Yargıtay kararı kısmen bozdu ve suç örgütü var, terör örgütü yok dedi. 18 sanıklı dava da böylece yeniden görülmeye başladı. Ama ne aile ne kamuoyu adaletin tecellisine dair umut taşıyor. Hrant için adalet diyerek hapse girmiş ve böyle diyerek çıkmış biri olarak söyler misiniz durum size nasıl görünüyor?

Dink ailesi açısından çok zor ve her seferinde umutlandıran ama sonra insanı yere seren bir süreç yaşanıyor. Davanın esası bakımındansa, 14. Ağır Ceza Mahkemesi Erhan Tuncel ve diğer sanıkları "terör örgütü yoktur" diye beraat ettirdiğinde Bakan Ömer Çelik "Mahkemenin kararı örgüt olmadığını değil tersine ne kadar büyük olduğunu gösteriyor" demişti. Nedeni şuydu: Mahkeme örgüt var deseydi "peki Erhan Tunceli'n üstünde kim var" diye soracaktık. Erhan Tuncel bu işte devletin, istihbaratın parmak izi çünkü. O zaman tekrar istihbarat daire başkanlığına, Trabzon emniyetine yönelecekti. Jandarma etraflıca araştırılacak nasıl bir organizasyonun işi olduğu görülecekti. Mahkeme başkanı da "karar verdim ama içime sinmedi" gibi garip şeyler söylemişti.

Deliller cinayeti çözmek için yeterli

-Bu durum peki bize ne söylüyor?

Örgütün olmadığını değil büyük ve uzantılarının yargıda da olduğunu. Eski derin devletle bugün paralel devlet denilen çetenin içiçe geçtiğini.

-Bugün Türkiye Yargıtay'ın kararı bozduğu günden farklı bir noktada. Bu yeni hal, davanın hakkıyla görüleceği inancını besler mi?

Dink cinayetinde adalet için paralel devlet kavgasından medet ummak zayıflıktır. Bugün elimizdeki tüm deliller adı geçen herkesi yargılamaya yeterli. Davanın Trabzon'dan gelen dosyayla birleştirilmesi gerek. Davanın savcı Muammer Akkaş'tan alınması gerek. Akkaş 25 Aralık operasyonunda gizlilik kararına rağmen tüm bilgileri basınla paylaşırken Dink davasında bilgilere avukatlar da gazeteciler de ulaşamıyordu. (Röportaj bittiğinde savcının görev yerinin değiştiği haberini aldık. F.Ö) Gizlilik kararı da kaldırılmalı.

-Savcı Akkaş görevden alınınca, tam operasyon yapacaktım görevden alındım, dedi?

Dink dosyasını bu kavgaya alet etmek gibi bir ilkesizlik ancak bunlara yakışır.

-Cinayet konsorsiyumunda kimler var? Ortaklık baştan mı kurulmuş, sonradan mı?

Bu davada Trabzon ayağı çok önemli, jandarma ayağı çok önemli, polis istihbarat ayağı çok önemli. Erhan Tuncel'in kimin elemanı olduğuna bakılırsa cinayetin birçok ipucu var. Tuncel tutuklanıp İstanbul'a getirildiğinde çok şeyi anlattı. Biliyor musunuz, aslında gerçeğin büyük bölümü cinayetten dört gün sonra ortaya çıkmıştı. Dink gömülmeden gerçek ortaya çıktı ve Dink gömülmeden gerçekler gömüldü. Ama gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var işte. Ben 2009'tan beri anlatıyorum: Dink cinayetine baktığınızda bugünkü paralel yapının veya yargı cuntasının tüm bağlantılarını orada görürsünüz. Erhan Tuncel'in ifadesinde verdiği isimlerin -Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer, Sabri Uzun- Mit'çinin, polisin ve jandarmanın bu mahkemede topluca yargılanması gerek. Erhan Tuncel cinayete tek başına karar vermiş, Yasin Hayal azmettirmiş, Ogün Samast tetiği çekmiş değil ki.

Savcı Öz iki davayı niye birleştirmedi?

-Savcı Öz'ün Dink cinayetini Ergenekon davasına bağlamamasının nedeni bu mudur?

Manidardır. Terörist diye gözaltına alındığımda ifademi Zekeriya Öz aldı. Şöyle bir konuşma geçti aramızda, dedim ki: Beni Ergenekonculukla suçluyorsunuz. Ben diyorum ki Dink davasının Ergenekon ile birleştirilmesi gerek, bazı isimler iki dosyada da sık geçiyor / O dedi ki delil yok / Kitabımı okusaydınız görürdünüz polis şeması da var / Dink ailesinin avukatlarına her istedikleri belgeyi verdim / Sizin göreviniz belge vermek değil davaları birleştirmek. İlk iddianamede atıf yapıyor ama sonra birleştirmiyorsunuz". Birleştirseydi Ergenekon operasyonunu yapan polisler de paralel yapı içindeki baş aktör de, Jandarma da, MİT'çi de sanık olurdu. Öz, Dink'i tehdit eden MİT'çiyi Bedrettin Dalan'a kaç diyen kişi olarak sorguladı sanık yaptı ama aynı kişi hakkında Dink cinayetiyle ilgili tek işlem yapmadı.

"Başbakan'a kelepçe takacağım"

-Yapsaydı Ergenekon'u içeren daire bu yapıyı da kapsayacak şekilde genişleyecekti?

Elbette. Fethiye Çetin de söylüyor bunu kitabında, bazı itirafçıların isimlerini verdim ama savcının ajandasında kaldı, diyor. Ergenekon ile Dink davası birleştirilmiş olsaydı o yapı yargılanır, bugün o polis "Başbakan'a kelepçe takacağım" diyemezdi. Ama maalesef yaşandı bunlar.

-Siz bu yapıyı nereden biliyorsunuz?

Başbakan'ın imzaladığı 2 Aralık 2008 tarihli Başbakanlık Teftiş Kurulu raporundan. Ali Fuat Yılmazer'in, Ramazan Akyürek'in kızgınlığının temel sebeplerinden biridir bu rapor. Ayrıca raporu yazanları o günkü teftiş kurulu başkanı Muttalip Önal aracılığıyla tehdit de ettiriyor. Çünkü o vakte kadar emniyet boyutu atlanıp sadece jandarma üzerinde duruluyordu ama rapor emniyetteki bu isimlerin cinayetteki sorumluluğunu açığa çıkardı. Ergenekon jandarmayla birlikte bu cinayeti işledi gibi bir fotoğraf sunmaya çalışıyorlardı ama bu gerçeğin küçük bir parçasıydı. Bunu yapanlar basını da kontrol edenlerdi. Bunu görmek için o zaman ki Taraf'a bakmak yeterli.

Husumet BTK raporuyla başladı

-Belgenin isimlerin ve Başbakan'ın imzasının ortaya çıkması mıdır hikayeyi başlatan?

Bu kişilerin Başbakan'a husumetinin miladı da bu belgedir. Belgeyi yayınladığım için nefretleri bana da yöneldi. Kitap Ocak'ta çıkmıştı, bir dava yürüyordu zaten. 6 Mayıs 2009'da M.Yılmaz adına bir ihbar mektubuna dayanılarak tutuklandım. O ihbara göre telefonlarımı dinleten Zekeriya Öz'dür. Bence o ihbarı da polis yazdı. Başbakan'ın oğluna bir cinayet planlandığı, benim de bu örgütün içinde olduğum yazılı ihbarda. Suç unsuru bulamayınca dinlemeyi durduruyorlar.

-Eldeki verilerle ismi geçenlerden kimin kim olduğunu anlatır mısınız tek tek?

Planlayan nasıl öldürüleceğini bilen bir polis. Erhan Tuncel'i aradığında "oğlum hani kafasına sıkacaktı, hani kaçmayacaktı" diyen, bunu bilen bir kişi. Muhittin Zenit'i Erhan Tuncel'i araması için arayan kişi de Ali Fuat Yılmazer, yani o zaman İstihbarat Dairesi C Şubü Müdürü. Cinayetten sonra Ankara ekibi İstanbul'a geliyor, konsültasyon yapılıyor. Kimse yahu Erhan Tuncel istihbarat elemanımızdı, Yasin Hayal'in adının geçtiği raporlar var demiyor. Ne zaman gerçek ortaya çıkıyor? Ogün Samast otobüse binip Samsun'da yakalandığı zaman. Nasıl yakalanıyor? Babası görüntülerinden tanıyıp polise haber verince.

Devleti ele geçiren çeteye karşıyım

-O zaman Başbakan 2008'deki imzasının peşine düşerek örülmüş bu çorabı sökebilir?

Bunu yapmalıdır. Borcudur. Mülkiye Teftiş Kurulu raporu da DDK raporu da, BTK raporunu çürütmek, bu isimleri aklamak üzere yazılmıştı. Bugün Nedim Şener AKP'yi savunuyor diyorlar. Devleti ele geçirmiş bir çeteye karşı olmak AKP'yi savunmak değildir. Halbuki herkes benim nerede durduğumu bilir. Bugün ne diyorsam dün de söylüyordum. Bu da Türkiye'deki algı savaşının bir parçası. Ben gerçeği ortaya koyarım, kimin işine yaradığına bakmam. Başbakan'a karşı da bu gerçeği söylerim, dünyanın her yerinde gazeteciden terörist olmaz kardeşim de derim ama cemaat-hükümet savaşında bugün olanın yolsuzluk soruşturması değil operasyon olduğunu da anlatırım. Çünkü yaşanan gerçek budur. 20 yıldan beri yolsuzluk konusunda çok çalışmışımdır. Bugün olanın yolsuzluk soruşturması değil hükümeti hatta doğrudan Başbakan'ı hedef aldığı çok açık.

Rahibi öldürenler Ogün Samast'ı da öldürecekti

-Ogün Samast'ın yakalanması planın bir parçası mı?

Oyunu bozan şey. Düşünün cinayet işleyecek biri bunu beyaz bereyle yapar mı? Başbakanlık Teftiş Kurulu'na diyor ki kendisi: İyi ki de yakalandım. Niye böyle demiş diye peşine düştüm. Meğer "yakalanmasaymış Gümüşhane'de öldürülecekmiş". Onu öldürmek için Trabzon'dan Gümüşhane'ye doğru yola çıkan çete biliniyor. Rahip Santaro da o çetenin silahıyla öldürüldü. Katil psikolojik sağlığı yerinde olmayan 15 yaşında bir çocuk diye lanse edildi. Ama o öyle sıradan bir cinayet değil. Ama kimse gerçeğin peşinde değil. Halbuki içinde aşırı milliyetçilerin, bazı Ergenekoncu isimlerin olduğu, emniyetin polisin olduğu büyük bir konsorsiyumun işidir bu cinayet. Bunlar bütün olarak ele alınmadan da çözülemez. İkincisi de derin devlet ve polis-yargı cuntası dediğiniz şeyin birlikteliği.

Ben Jandarma'nın da MİT'in de rolünü yazdım

-Dink cinayetinde emniyetin rolüne dikkat çekerken jandarmanın rolünü örttüğünüze yönelik eleştiriye cevabınız ne?

Bunu kim söylüyor? 1) art niyetliler 2) kitaplarımı okumayanlar. Görüşüm şudur: Bu cinayet MİT'in, jandarmanın, polisin, bürokrasinin, siyasetin, yargının üstünü kapatmasıyla işlenmiş bir mutabakat cinayetidir. Coşkun İğci ifadesinde adını verdiği jandarmalar, işin üzerlerine kalacağını görünce "komutanlarımız yalan söyleyin dedi biz de söyledik" dediler. Bu sayede hepsi sanık oldu. Ama jandarma dosyası o günden sonra hiç ilerlemedi. Bunu kitabımda yazdım. İkincisi Dink'in MİT'çi Özel Yılmaz tarafından tehdit edildiğini ilk yazan kişiyim 2004'te. Tehdidin kaynağının Genelkurmay olduğunu da ilk kez yazdım. Dolayısıyla bunlar o polislerin ve polislere aracılık eden gazetecilerin uydurduğu yalanlar.

Tabi ki kırgınım ama Hrant'a yapılana dayanamıyorum

-Bütün bunlar size ne hissettiriyor?

Bazen itiraf gibi sözleri duyunca üzülüyorum. Kardeşim anlamanız için bunu mu yaşamanız gerekiyordu diyorum. İnşallah daha fazla geç kalmaz bu işler. Yoksa gerçekten huzur yok. Kendimle ilgili şeyden çok Hrant Dink cinayetiyle ilgili durumdan daha çok etkileniyorum. Gözümün önünde her şey. Bu tiyatroyu nasıl oynuyorsunuz? Bu cinayeti çözmeden ne Başbakan rahata erecek ne bizler ne toplum vicdanı. Bu krizin içinden de çıkamayız. Hükümet ciddi bir özeleştiri yaparsa devleti daha kolay arındırabilir.

-Kırgın mısınız?

Tabi ki kırgınım. Çünkü evinden işine giden biriyim ben. Düşünüyorsunuz; ya içerde ölebilirsiniz. Aileniz psikolojik zarar görüyor. Bir sürü haksızlık yapılırken nasıl sessiz kalınabilir?

http://www.haber7.com/roportaj/haber/1118431-sener-basbakani-hedef-aldiklari-cok-acik
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.