Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

04 Mayıs 2024, 12:37:36

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 172
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 126
Total: 126

Avukatlık Mesleğinin Tarihçesi-Dünyada ve Türkiye'de geçmişten bugüne avukatlık

Başlatan Avukat, 28 Şubat 2010, 11:04:00

« önceki - sonraki »

Avukat

Avukatlık Mesleğinin Tarihçesi

1. Avukatlık Mesleğinin Avrupa'daki Gelişimi Eski Yunan ve Roma'da Avukatlık Mesleği

Avrupa'da bugünkü anlamıyla 13. yüzyılın sonlarında doğmaya başlayan ve lonca içinde örgütlenen avukatlık mesleği yaklaşık 800 yıllık bir süreçte "modern" anlamını bulan bir meslektir.
Savunma mesleğinin (Avukatlık) tarihini gerilere, Eski Yunan ve Roma'ya kadar götürmek mümkündür. Avukat sözcüğü de zaten eski Yunanca'da, üstün, ayrıcalıklı ve güzel konuşan anlamına gelen "AdvoCatus" sözcüğünden dilimize ve diğer dillere yerleşmiştir.
Nitekim tarihçiler, savunmanın Sokrates ile başladığını yazarlar. Sokrates'in yargılandığı halk mahkemesinde yaptığı dillere destan savunma, savunma tarihinin yazılı belgelerdeki başlangıç tarihidir.
Eski Yunan'da savunmanlar, sanıkların hür ve erkek olan dost ve akrabalarından seçiliyordu. Bunlar, sanığın yanında sanığa yardım eden, sanığın izahlarını tamamlayan kimselerdi. Bunlara "synagore" deniyordu. Bir süre sonra taraflara evvelden savunma hazırlayan ve "legographes" adını alan yardımcılara rastlandı. Bunlar, mahkemede söylenecek sözleri, bir nutuk halinde yazıyor, ilgililere ücret mukabili veriyorlardı. İlgililer de bunları ezberleyerek hakim önünde tekrarlıyorlardı. İlgililerin iyi ezberleyememeleri, şaşırmaları, unutmaları karşısında bu kimseler mahkemelerde onların yanında bulunmaya başladılar. Bunların yazdığı dilekçeler davaya giriş niteliği taşıyordu ve tartışmalar bunların yazdıkları üzerinde yapılıyordu.
İlk baro Atina'da kurulmuştur. Atina şehir devleti yöneticilerinden Draca ve Salon, Atina Barosuna çok sert bir disiplin getirmiştir. Ancak hür kişiler avukatlık yapabiliyordu. Esirlere bu hak tanınmamıştı. O dönemin koşullarına göre böyle bir görevi esirler yapamazdı. Ayrıca ana-babalarına saygısızlıktan cezalandırılanlar, vatan savunmasına veya bazı kanuni görevlere katılmayı reddedenler, ahlaka aykırı işlerle uğraşanlar, sefahat yerlerinde görülenler, miras yolu ile kendilerine geçen serveti lüks içinde yiyip bitirenler avukatlık yapamazlardı.
Roma'da da sadece erkekler avukat olabiliyordu. Roma'da avukat davaya başlarken doğruluk yemini ediyordu. Bu yemin, adaletin zaferini sağlamak, müvekkilin haklarını eksiksiz savunmak, dürüstlük yolundan ayrılmamak unsurlarını kapsıyordu.
Avukat davanın haksızlığını anlayınca davadan çekilmek zorunda idi. "Davadan çekilme hakkının" doğuşu bu dönemde başlar.
Roma'da avukatlık onur mesleğiydi ve bu yüzden avukatlar hizmetleri karşılığında bir ücret almıyordu. Romanın tanınmış avukatlarından ve şairlerinden. Ovidus, "Güzel kadınların güzelliklerini satmaları ne kadar utanç verici ise bir avukatın yardımını satması da o kadar utanç vericidir." diyerek Eski Roma döneminde avukatların ücret almasının onur kırıcı bir davranış olduğunu ifade etmiştir.
Ancak ücret almasalar bile, Avukatlık Roma'da Cumhuriyet Döneminde yüksek görevlere giden yolu açıyordu. Çiçeron Consul olduğu zaman avukattı. Cesar da Roma Barosu'nda kayıtlı bir avukattı.
Roma hukukunda "guato litis" yani ücret sözleşmesi yasağı vardı. Bu da avukatın bağımsızlığı fikrinden çıkmıştı. Çünkü böylesine bir ücret sözleşmesi Avukata bağımsızlığını kaybettirir, onu müvekkilinin ortağı haline getirirdi.
359 yılından itibaren, İmparatorluk döneminde avukatlar topluluklar halinde örgütlenmeye başladı. Daha sonraları barolar ortaya çıkmaya başladı. En kıdemli avukat başkan oluyordu. Avukatlar bir sayı ile bağlı idiler ve adetleri sınırlı olarak resmen tayin olunurlardı.
Bu eski dönem; avukatın bağımsızlığı, mesleğin niteliği, ücret alıp almaması, örgütlenmenin gerekliliği vs. konularda sonraki yüzyıllardaki tartışmaların ilk çıkış noktası olarak kabul edilebileceğinden yukarıdaki kısa tarihçe, mesleğin gelişmesini göstermek bakımından ilginçtir.
Eski Yunan ve Roma Döneminden sonra Ortaçağda avukatlık mesleği önemsiz bir meslek haline gelmişti. Bu çağda sadece hukuk davalarında avukata ihtiyaç duyuluyordu. Ceza davalarında avukatlık yapılamıyordu. Çünkü Avrupa'da Ortaçağ, "Savunma hakkının olmadığı" bir çağdı. Davalar, "İşkence"ve "İtiraf" ile sonuçlandırılıyordu. Bu nedenle "Savunma" lüzumsuz sayılıyordu.

Avukatlık Mesleğinin Lonca Dönemi
Fransa ve İngiltere'de Avukatlık

Yazımızın başında Avukatlık mesleğinin bugünkü anlamıyla 13. yüzyılın sonlarına doğru doğmaya başladığını söylemiştik. Bu Rönesans ile başlayan bir gelişme idi. Bu dönemde avukat; "yumuşak, sakin, Tanrı'dan korkan, hakikati ve adaleti seven kimse" olarak tanımlanıyordu.
14. yüzyıl Fransa'sında Avukatların başka başka şehirlere giderek savunma yapmaları bu dönemde onların "adaletin gezici şövalyeleri" olarak adlandırılmalarına yol açtı.
Fransa'da 1327 yılında bir "Avukatlık levhası" yapıldı. 1344 yılında Staj Müessesesi kuruldu ve avukatlar üç gruba ayrıldı.
"Cansiliari/Müşavirler. Bunlara mahkemelerde hukuki konularda danışılıyordu.
"Advucati/ Mahkemede iddia ve savunma yapanlar
"Novi/Stajyerler
Avukatlık bu dönemlerde Şövalyelik gibi bir düzene bağlandı. "Kamu Şövalyeleri" olarak da adlandırılan avukatlar şövalyelik onuru ile bağlı idiler. Onurlarını, olayların üstünde tutmak zorunda idiler.
Avukatlar bu dönemde lonca halinde örgütlenmişlerdir. 1574-1715 yılları arasında loncaların güçleri arttırılmış, bir loncaya kabul edilmeden meslek icra etmek yasaklanmıştır. Loncalar, elde ettikleri bu ayrıcalıklara karşı yüksek vergi ödemişlerdir. Lonca ustaları bu vergi yükünü çıraklık dönemini uzatarak ve ustalığa geçiş bedelini yükselterek karşılamaya çalışmışlardı.
Loncaların ayrıcalıklı kurumlar olduğunu, Avukat loncasının bayrağını taşıyan asanın isminin, baro başkanı ismine bile kaynaklık etmesinden anlayabiliriz (le baton, le batonnier). Mesleğe kabul yemini, baroya takdim gibi ritüeller ve peruk, cübbe gibi simgeler hep lonca döneminde ortaya çıkmış kurum ve ayrıcalık işaretleridir.
İngiltere'de ise 11. yüzyıldan sonra avukatlıktan bahsedilmeye başlanmış, ilk lonca örgütlenmesi 13. yüzyılda kendini göstermiş, 15. yüzyıla gelindiğinde 3 avukat loncası kurulmuş bulunuyordu.
Loncalar hiyerarşik toplumsal örgütlenmenin en ince düzenlendiği, mesleğe girişten ayrılışa kadar her aşamanın ayrıntılı bir biçimde kurallara bağlandığı cemaat veya dinsel kurum benzeri toplumsal örgütlerdir.
Loncada haklar yerine, görevlerden bahsedilirdi. Görevini iyi yapanlar, kurallara uyanlar çırak/usta hiyerarşisine yükselirlerdi. Lonca mensupları yaptıkları işi bir toplumsal faaliyet olarak değil, bir ayrıcalık olarak algılardı.
"Geleneksel Toplumlar", yani kapitalizm öncesi toplumlar içinde tüm mesleki örgütlenmeler "lonca" dolayımından geçerek gerçekleşmiştir. Bu mesleki örgütler; mensuplarının, faaliyetlerini, belli bir düzen içinde yapabilmelerini sağlamasının yanısıra vatandaşlarla ve henüz vatandaş olmamış kişilerle devlet arasındaki ilişkiyi de sağlıyorlardı. Parlamentoda da bizzat temsil edilen Avukat Loncaları, Parlamentoya yasa konusunda yardımcılık görevinde bulunuyordu.

Avukatlık Mesleğinin Klasik Dönemi

Avukatlık mesleğinin Lonca tipi örgütlenmeyle bağlarını koparması Fransız İhtilali ile olmuştur. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik temelinden yola çıkan Fransız İhtilali tüm geleneksel kurumları dağıttığı gibi Lonca Kurumunu da yıkmıştı. Çünkü lonca tipi kurumlar ayrıcalıklı üst sınıfların oluşmasına sebep oluyordu.
Fransa'da 1791 yılında La Chapelier Kanunu ile her türlü mesleki eylem birlikteliği yasaklanmıştır. Ancak birlikte eyleme girişmeme koşulu ile dernek şeklindeki örgütlenmelere pek dokunulmamıştır.
Loncalar ve feodal ayrıcalıklar kaldırıldıktan sonra, "Özgür İnsan" temelinde ortaya çıkan yeni toplumsal düzende, aynı meslekten kişilerin örgütlenme hakkı yönünden yeni bir tartışma konusu ortaya çıkar. 1848 Şubat Devriminden sonra La Chapelier Kanunu'nun ortadan kaldırılması ile meslek örgütlenmeleri açısından yeni bir aşamaya gelinir. Bundan böyle mesleki ayrıcalıklar etrafında örgütlenmelerin yerini mesleki çıkarlar etrafında örgütlenmeler alır.
Diğer loncalarla birlikte ortadan kaldırılan avukat loncaları, avukatlardan nefret eden Napolyon tarafından, 1810 yılında bu defa mesleki örgütler olarak tekrar canlandırılmıştır. Bu tarihten sonra "Asri Baro"lar kurulmaya başlanmıştır. 1852-1870 yılları arasında yapılan düzenlemelerle avukatlar, baro başkanlarını seçme özgürlüğüne kavuşurlar. 1920 ve 1930 Kararnameleri ile baroların bugünkü klasik biçimi ortaya çıkar.
Loncadan kopuşla avukatların ideolojik dünyasında çok ciddi bir dönüşüm yaşandı. Lonca dönemi avukatlığı "İmtiyaz" sistemine dayanıyordu. 1850'lerden sonra, Modern düşüncenin etkisiyle tüm imtiyazlar dünyevileşmiş ve avukatlara bu dönemde toplumsal bir fonksiyonu yerine getirmesi karşılığında mesleki tekel imtiyazı tanınmıştır.
Avukatlık ideolojisinin belirlenmesi açısından bu önemli bir sonuçtur. Avukatlar; birden bire ortaya çıkan yeni toplumun kurucu unsurları arasına katılmışlardır. Bu dönemde avukat; bir yandan mesleğini yapıp para kazanırken, bir yandan da toplumsal bir faaliyet içinde yer aldığını düşünmeye başlamıştır. Bu esasen, modern dönemin bireye anlam yüklemesi ile ilgili bir durumdur. Modernliğin özünde bireyin (öznenin) kolektif yapı karşısında bağımsızlığını kazanması vardır. Bu bağımsızlık, insanın, kendi kendinin ürünü olduğu, ölçütlerini ve yasalarını sadece kendinin belirleyebileceği düşüncesiyle ortaya çıkmış bir durumdur. İnsanı merkeze koyan öznellik anlayışının düşünce dünyasına hakim olması bu dönemin en temel belirleyici özelliğidir. Bu dönemde birey gelenek ve kutsallıklardan bağımsızlaşma mücadelesi içine girmiştir. İşte bu dönem avukatı da bu düşünce ile mesleki faaliyetini yürütmüş ve yaptığı işle toplumsal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunduğunu ve bunun en önemli toplumsal faaliyet olduğunu düşünmüş ve bu doğrultuda çalışmaya başlamıştır.
Bu anlayışın egemen olduğu klasik dönemde an'anevi kaide şu idi: Avukat mahkemede bile müşterisini temsil etmez, müşterisinin vekili değildir. Onun yerine ispatı vücud eder, ona yardımda bulunur. Avukatın rolü, ne olursa olsun müşterisinin bütün iddialarını, hakimlere serdetmek de değildir. Mahkemeye getirmesi icap eden şey yapmış olduğu incelemenin ve kontrolün doğurduğu şeydir. Yani şahsi düşüncesidir.
Hukuk davalarında ve ticaret mahkemelerinde iş almayan ve bunu onursuzluk olarak niteleyen klasik dönem avukatları, hak takibi, resmi dairelerde iş takibi gibi işlere hiçbir zaman önem vermemiştir. Bu dönem avukatı açısından mesleğin temel belirleyeni "Savunma görevini ifa" idi.
Bu dönemin temel ilkeleri şunlardı:
Avukatlık mesleğinin bağımsızlığı,
Mesleğin onuru, namusu ve dürüstlüğünün mesleğin temeli olması.
Kamu inancı ve meslek güveni,
Meslek itibarı,
Savunma görevinin ifasında objektiflik,
Avukatın savunma ve iddianın sadece hukuki yönüyle ilgili olması,
Reklam yasağı,
Mesleğin ticari olmaması,
Müvekkilin talimatları ile "hukuka saygı" temelinde bağlılık,
Mesleğe yakışır kılık-kıyafet giyme,
Savunma için zorunlu olmadıkça davanın sonuçlanmasını uzatacak isteklerden kaçınma gereği vb...
Klasik Dönem Sonrası (Modern Dönem Sonrası) Avukatlık Mesleği
Modernlik bir varlık olarak insanı tanrı karşısında temellendirirken, insan, eyleyen-yapan özne olarak insana; toplumu-doğayı akılla kavrama, dönüştürme imkanına sahip bir varlığa; iktisadi bir özne olarak "çıkarını arayan insan'a; hukuki bir özne olarak ise hakkını arayan kişiye dönüşmüştür.
Ancak bu görünür değişiklik daha sonraları değişik bir temele bürünmüştür: İktisadi aklın bant sistemini bulup üretim faaliyetini parçalara ayırması, modern dönemin mal, ürün, üreten ve doğal kaynaklara dayanan yapısı yerine hem üretimde bilginin artan kullanımına hem de enerji, demir, kömür gibi tükenen kaynaklara dayalı üretim yerine bilgisayar ve elektronik teknolojisinde olduğu gibi bitmez kaynaklara, yani bilgi ve yaratıcılığa dayalı yeni üretim yapısına geçilmesi, üretim toplumundan tüketim toplumuna doğru bir dönüşüme zemin hazırlamış ve bu dönüşüm tüm toplumsal faaliyetleri etkilemiştir. Üretim alanında profesyoneller ve teknik işçiler önem kazanmıştır. Yapılan faaliyetin şekli de değişmiştir. Yapılan faaliyet iş olarak görülmeye başlanmış ve ortaya çıkan bu ayrışmaya da "uzmanlaşma" denilmiştir.
Bu durum bireyin yaptığı faaliyet ile, yapılan faaliyetin toplumsal anlamı arasında bir uçurum oluşturmuştur. İktisadi verimlilik adına, birey yapılan faaliyete yabancılaşmış, faaliyet teknik bir işe indirgenmiştir.
Bireysel çıkarın, iktisadi çıkara dönüşmesi ve kar güdüsünün belirleyici toplumsal motivasyon olmaya başlaması ile mesleki dönüşüm bir ileri aşamaya geçmiştir. Mesleki faaliyet ve toplumsal faaliyetlerde iktisadi akıl belirleyici bir rol oynamaya başlamıştır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden birisi serbest meslek, salt para kazanılan bir iş olarak algılanmaya başlanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisi, kar, verimlilik, borsa, globalleşen dünya, Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği, Avrupa Birliği Hukuku gibi kavram ve kurumlar meslek anlayışının düşünce yörüngesini değiştirmiştir.
Modern sonrası dönem olarak adlandırılacak bu dönemde iktisadi aklın, toplumsal tahayyül dünyasını belirlemesi hukuku ve hukukçu kimliğini de etkilemiştir.
Klasik Dönem ya da Modern Dönem Avukatıyla, Modern Sonrası Dönem Avukatını Karşılaştıracak olursak;
Modern dönemde avukat, kamunun tarih sahnesine çıkışına, oluşumuna toplumsal aktör olarak katılır. Bilindiği gibi modern dönem ulus devletlerin ortaya çıktığı dönemdir. Ve bu dönem kamunun oluşum dönemidir. İşte modern dönem avukatı, bu oluşumun önde gelen aktörüdür.
Modern sonrası dönem ise, kamunun çözülüş dönemidir. Modern toplumun çözülüş dönemidir. Ulus devlet aşamasından, global dünya aşamasına gelinen dönemdir. Toplumda asıl kimliklerin değer kaybedip, bir takım alt kimliklerin değer kazandığı dönemdir. (Çevrecilik, Hayvan severlik vs. derneklerde faaliyet göstermek gibi). İşte bu dönem avukatı, tüm bu kamunun çözülüş sürecine tanık olur. Hatta bu çözülüşte onun da payının olmadığı söylenemez.
Modern dönemde, mesleğin niteliği bir yönden serbest meslek iken, diğer yönden kamusal nitelik taşıyan(amme hizmeti) bir meslektir. Ancak kamu hizmeti olması, yanlış bir anlayışla devlet hizmeti anlamına da gelebilir. Avukatlık mesleğinin amacı, avukatların hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine bağlama, tarafların hukuki ilişkilerinden doğan uyuşmazlıkların, hakka uygun olarak uygulanması konusunda yardımda bulunmaktır (A.K.md.1.). Bu anlamda kamusal nitelik taşıyan bir meslek olmasının yanı sıra, serbest meslektir de. Avukatın mesleki faaliyette bulunmak veya bulunmamakta ya da bu faaliyetin yoğunluğunu düzenlemekte, türünü seçmekte herhangi bir denetim altında bulunmaması; kendisine teklif edilen herhangi bir davayı almaya veya kendisinden istenilen bir hukuki mütalaayı vermeye zorlanamaması, avukatlığın serbest meslek olmasının sonucu olarak görülmektedir.
Modern Avukat, kamunun sözcüsü olduğu oranda, kamusal kurumlarda mesleki kimliği ile boy gösterir.
Modern Sonrası dönemde Avukatlık mesleği, pazar'ın konusu haline gelmiş, ticarileşmiştir. İktisat İdeolojisi, avukatlık alanını kontrolü altına almıştır.
Ayrıca Modern Sonrası Dönemde, avukatların mesleki kimlikle siyasi hayatta boy göstermesi önemsiz hale gelmiştir. Bu dönemde müvekkilin çıkarının adaletle ilişkisi de avukatı ilgilendirmez olmuştur.
Burada aklımıza gelen ilk soru, "Türkiye'de de avukatlık mesleğindeki değişiklik bu anlamda mı yaşanmıştır?" olacaktır. Belki yapılacak farklı bir okuma ile mesleğin Türkiye'de de Lonca dönemi, Klasik dönemi, Modern sonrası dönemi gibi dönemler geçirdiği gözlemlenebilir. Ancak Türkiye'nin farklı bir durumu vardır. Bu farklılık aslında batılı olmayan toplumların tümü için geçerlidir.
Bu tür değişimler Batı'da, iç dinamiklerin etkisiyle ve tedrici olarak meydana gelirken bizde tamamen dış dinamiklerin etkisi sonucu içteki elitlerin, iktidar seçkinlerinin ve siyasilerin ortak çabası ve icrası sonucu ve birdenbire vücuda gelmiştir. İthal bir süreçtir. Batılı olmayan toplumlar dayatılmışlık, ithal edilmişlik ve mecbur bırakılmışlık tahtında modernleşme serüvenini yaşamışlardır. Ali Şeriati'nin deyimiyle bu; "empoze edilmiş modernizm"dir.
Bu nedenle bizdeki bu değişimi biz "batılılaşma" kavramı etrafında inceleyeceğiz. Bu bağlamda batılılaşma zihniyetinin, mesleğe ve avukata nasıl bir misyon yüklediğine dikkati çekeceğiz.

2. Avukatlık Mesleğinin Türkiye'deki Tarihçesi

Avukatlık mesleğinin ve diğer serbest mesleklerin seyrinin izlenmesi, bir anlamda Türkiye'nin modernleşme serüvenine değişik açıdan bakma imkanı verir.
Mesleği Türkiye açısından inceleyecek olduğumuzda, bunu Tanzimat'tan önce ve sonraki dönemler ile, Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemleri ve 1960 ile 1980'den sonraki dönem ve en son olarak ta 10.05.2001 tarih ve 4667 sayılı Kanunla, 1136 sayılı Avukatlık Kanununda yapılan değişikliklerden sonraki dönem olmak üzere 7 başlık altında toplayabiliriz.

Tanzimat'tan Önceki Dönem
Osmanlı tarihinde 1800'lü yıllara kadar "Dava Vekili" adıyla meslek yapan bir sınıf yoktu. Fakat bu tarihlerde ve bundan çok önceleri, "Arzuhalciler" sınıfı diye bir sınıf vardı.
Evliya Çelebi bunlardan şöyle bahseder: "Esnafı YazıcıyanDükkan 400, Nefer 500. Bu tayfa ordu ve pazarda, Sadrazam kapısında arzuhal ve mekatip tahrir ederler. Pirleri Kasım İbni Abdulkufi'dir. Selmanı Farisi belini bağladı. Kabri Cidde kurbinde, ceddemiz Hz. Havva yanındadır.
Bunlar bugünkü anlama göre avukatın iki esaslı vazifesi olan "yazı ile müdafaa ve sözle müdafaa"dan birincisini yaptıklarına göre, Türk avukatlık mesleğinin çekirdeği sayılabilirler.
Osmanlı İmparatorluğunda, her mesleğin bir ocak kurduğu ve mensuplarının belli bir nizama bağlandığı devirlerde, halkın, devlet kapısında ve çeşitli özel durumlarda, halini arz edebilmek için dilekçe ve mektup yazma ihtiyacı, "arzuhalcilik" mesleğini ortaya çıkarmıştır. Evliya Çelebinin, esnafı yazıcıyan diye bahsettiği bu mesleğe herkes giremezdi. Çünkü Şeriat kapısına müracaat etmek bir usüle tabiydi ve arzuhalci olmak için "ocaktan yetişmek" gerekiyordu. Ellerinde "izni müş'ir teskere" (Ruhsatname) olmayanlar icrayı san'attan memnu idiler.
İlk dönemlerde bu meslek mensupları, kişilikleri üzerinde titizlikle durulan, çalışmaları ruus almalarına bağlı ve örgüte mensup kimselerdi. Ancak sonraları gelişi güzel bazı okuryazarların aralarına girmeleri ve işlere karışmaları mesleği yozlaştırmaya başlamıştır.
Tanzimat öncesi, davalar ve anlaşmazlıklar Şer'i hükümlere göre çözümleniyordu. Bir anlaşmazlık hakkında savunma yapmak, o anlaşmazlıkla ilgili hüküm vermek, fıkıh kitaplarını ve fetvaları inceleme neticesi, olası olabiliyordu. Kadılar her iki tarafı dinler ve olayın oluş şekline şer'i hükümleri uygulayarak karar verirdi.
İşte bu ihtiyaçtan dolayı, karmaşık bir hukuk sistemi olan fıkıh içinde bazı hükümlerin seçilmesi gerektiğinden taraflara bu anlamda dışarıdan yardımcı olmak için kadı yanında çalıştıktan sonra ayrılmış, davaları ayrıntılı bilen "muhzir"ler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu kişiler giderek mahkemeye de başvurmaya başlamışlardır.
Bunlardan başka bir de mahkemelerde iş yapan, Karamanlı, İncesulu, Niğdeli mahalle bakkalları vardı. Bunlar İstanbul'un lüks yazlık semtlerinde oturur, alışveriş nedeniyle kadı ve mahkeme çalışanları ile tanış olmaları nedeniyle vatandaşlar tarafından dava vekili olarak görevlendirilirlerdi. Asıl işleri bakkallık olan bu kimseler bakkal dükkanlarını çıraklarına bırakıp, mahkeme koridorlarında dolaşırlardı. Bu kişiler genellikle cepleri zarf ve kağıtlarla dolu olduğu için "Kağıt Kavafı", ya da büroları olmayıp ayakta dolaşmaları nedeniyle "ayak kavafı" olarak adlandırılmışlardır.
Çoğunlukla okuma yazması bile olmayan kavaflar, insanları kandırarak para alırlar ve ciddi zararlara yol açarlardı. Halk bu kimselere bu nedenle "yalancı, müzevir" isimlerini takmıştı. Bu mesleklerin avukatlıkla doğrudan ilgisi olmamakla beraber, toplum tarafından avukatlar için kullanılan birçok sıfat ilk defa bu meslekler için kullanılmıştır.

Tanzimat ve Sonrası Dönemi
Osmanlı'da Adli Modernizasyon
Tanzimat dönemi diye adlandırılan Osmanlının son 100 yıllık döneminde; Batının siyasi gücünü arttırması, Osmanlı'nın zayıflaması ve hukuk yönünden de zaafa uğraması, Batı kültürü ve hayranlığı ile yetişen bir grup bürokrat ve aydının batı hukukunun ithal edilmesiyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşılabileceğini düşünmesi v.s. sebeplerle bir takım kanunlaştırma hareketlerine gidilmiştir.
Batı dünyasının ve azınlıkların desteklemesi temelinde ortaya çıkan bu kanunlaştırma hareketleri her ne kadar kimilerince kaçınılmaz görülüp kimilerince de Batı öykünmeciliği içerdiği ifade edilse de , gerçekte şer'i hukuk merkezde olmak üzere, örfi hukuk, dini gruplar hukuku, katılan ülkeler hukuku v.b. bileşenleriyle kompleks bir yapıdan oluşan Osmanlı Hukuk Sistemini ve bürokratik yapıyı yeniden gözden geçiren ve işleyişi için yeni kurallar ve kurumlar oluşturan kanunlaştırma hareketleri olarak göze çarpar.
1839 Tazminat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile ortaya çıkan bu dönemde hedeflenen amaç devlet yapısının yenilenmesi amacını taşır.
Ancak reformcu bir nitelik taşıdığı Batılılaşma hareketinin başlangıcı sayıldığı ve gerek kanunlar düzeyinde ve gerekse hukuk eğitimi ve adliye teşkilatına ilişkin düzenlemelerle İslam'ın hukuk alanındaki mutlak otoritesine son veren bir dönem olması bu dönemi oldukça önemli kılmıştır.
Bu dönemle birlikte yabancılar ile Osmanlı tebaası arasındaki ihtilafların çözümünde rol oynamak üzere bir yandan bazı özel mahkemeler kurulmaya diğer yandan da başta Ticaret Kanunu olmak üzere birçok kanun batıdan aynen alınıp uygulanmaya başlandı. Bazı ceza kanunları ve buna ilişkin usul kanunları da tercüme edilerek alınmıştır.
Fakat belirtmek gerekir ki bunların hiçbiri temel kanun niteliğinde düzenlemeler değildir. Örneğin, Medeni Kanun olarak Fransız Cod Civil'in ticaret hukukuna ilişkin maddeleri iktibas edilmiş, fakat Aile ve Borçlar Hukukuna ilişkin hükümleri alınmamıştır. Bu nedenledir ki, Tanzimat sürecinde "iktibas" edilen hukuklarla "ana hukuk"arasında çok kısa süre içinde boy gösteren uyuşma sorunlarının akabinde "medeni kanun" tartışmalarının ortaya çıkması da çok gecikmemiştir.
Ticaret ve Nizamiye Mahkemelerinin kurulmasıyla (1864) diğer Avrupa ülkelerinin Medeni Kanunlarına benzer bir medeni kanuna ihtiyaç duyulmuştur.
Dönemin en önemli devlet adamlarından Ali Paşa medeni kanun konusunda, milli bir kanun yapmaktan ziyade Fransız Medeni Kanunu (Cod Civil)'nun aynen iktibas edilmesini savunuyordu. Buna karşın başta Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere hamiyetli bazı devlet ve ilim adamlarının karşı çıkmasıyla Osmanlı Hukukunun, tam anlamıyla Batı Hukukunun etki alanına girmesine uzunca bir süre engel olunmuş ve Türk Aile Hukukunun Fransız Aile Hukuku ile aynılaşması 1926'lara kadar engellenmiştir.
İşte bu dönemde Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığında Mecelle hazırlanmış ve 8 yılda 16 ayrı kitap halinde yayınlanmıştır.
Mecelle, Türk Hukuk sisteminin Resepsiyonunu uzun süre geciktirmesi bakımından çok önemli bir eserdir. Bir kanun olmaktan çok, fıkhın (İslam Hukukunun) dağınık kitapları içinde bulunan hükümlerden ihtiyaca uygun olanların ve evrensel nitelikte olanların derlenmesiyle ortaya çıkan mecelle 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

Tanzimat ve Sonrası Avukatlık Mesleği
Gerek dünya görüşü gerekse mesleki formasyon açısından sistem içerisinde "Batı"yı temsil eden avukatlık mesleği Tanzimat kanunlaştırma hareketleri kapsamında Batıdan Osmanlı hukuk sistemine ithal edilen "yeni bir meslek"tir. Bu dönemden başlamak üzere bu meslekle ilgili birçok düzenleme yapılmıştır.
1864 tarihli, "Usulü Muhakematı Ticaret Nizamnamesi'nin 28. Maddesinde "tarafların mahkemeye bizzat gelmeleri veya vekil tayin etmeleri mecburiyeti konmuş", vekalet akdinin şekli hakkında da açıklayıcı hükümler yer almıştır.
1885 tarihinde "Mehakimi Nizamiye Dava Vekillerinin Usulü İntihap ve İmtihanlarına Dair Kararname" gereğince; dava vekilliği mesleğine girecekler için imtihan usulü konmuş ve şartları açıklanmıştır. Bu tüzük 1901'de neşredilmiştir.
13.01.1876 tarihinde yürürlüğe giren Dava Vekilleri Nizamnamesi Türkiye'de avukatlık mesleğini düzenleyen ilk metin olarak kabul edilir. Zira ilk defa bu nizamname ile, vekalet işlerini üzerlerine alanlara resmen "dava vekilliği" unvanı verilmiştir. Nizamnameye göre dava vekili olacakların Hukuk Mektebi mezunu olmaları şartı konmuş ve rasgele şahısların mesleğe girmeleri önlenmiştir. Yine aynı tarihlerde Mektebi Sultaniye'de yeni bir sınıf açılarak hukuk dersleri okutulmaya başlanmıştır. Buradan mezun olanların Adalet Bakanlığı'na bağlı bir komisyonda sınav vererek başarı gösterdikleri takdirde dava vekilliği yapabilecekleri esası kabul edilmiştir.
Bu nizamnamenin 30. Maddesinde,
"Dava vekillerinin umur ve hususatına bakmak ve Nezaretı Ahkamı Adliye tarafından icra olunacak tebligatı resmiyeye vasıta ittihaz kılınmak üzere bir cemiyeti daime tesis olunacaktır."
demek suretiyle yeni kurulan bu cemiyete bazı görevler yüklenmiş ve baro işlevi kazanması amaçlanmıştır.
Tanzimat döneminde filizlenmeye başlayan avukatlık mesleği hem "mesleki" yönden hem de "meslek kuruluşu" yönünden doğrudan adliye nezaretine bağlıydı. Bu nedenle dava vekillerinin mesleklerini bağımsız olarak ifa etmeleri mümkün değildi. Üstelik müvekkilleri de dava vekillerini özgürce seçme hakkına sahip değildi.
Mithat Paşa ve arkadaşlarının meşhur Yıldız mahkemelerinde yargılanmaları ve 3. günde cezanın kesinleşmesi düşünüldüğünde savunmanın bir kurum olarak henüz teşekkül etmediği söylenebilir.
Ayrıca bu nizamname tüm avukatları kapsamıyordu. Çünkü yabancı avukatların konsolos mahkemelerinde ve ticaret mahkemelerinde görev yapmaları mümkündü. Hatta bu avukatlar kendi barolarını "Dava vekilleri Cemiyetinden" çok önce "Bareau de Constantinople" adıyla kurmuşlardı.
Dava vekilleri nizamnamesinin önemi, savunma mesleğinin ilk yazılı metni olması ise de asıl önemi gerek Tanzimat sürecinde gerekse Cumhuriyet Türkiye'sinde avukatlık mesleğine bakışı belirleyecek temel ilkeyi 1876 yılında koymasıdır."Avukatlar ya doğrudan Adliye Nezaretine bağlı çalışacaklardı ya da nezaret altında"
1876 tarihli dava vekilleri nizamnamesi gereği, dava vekilleri ilk toplantılarını 5 Nisan 1878 tarihinde yaptılar. Bu ilk toplantıya 63 kişi katılmıştır. Bu üyelerden on biri Müslüman otuz sekizi Ermeni'dir. Geri kalanlar Rum, İngiliz, Fransız ve İtalyan'dır.
İlk genel kurulu en yaşlı üye olması hasebiyle Kostaki Sardenski açmıştır. Yapılan seçimlerde ise Meryem Kuli Efendi, Reisi Evvel; Mehmet Şehri Efendi, Reisi Sani; Karabet Gürcü Efendi, Katiplik ve Saymanlık görevlerine getirilmiştir. Bedros Şaşıyan, Kostaki Sardenski, Agop Mırcikyan yönetim kurulu üyeliklerine seçilmişlerdir.
O tarihlerde Müslümanlar, Kafkaslarda, Balkanlarda, Yemen Çöllerinde savaştan savaşa koşmaktaydılar. Bu nedenle hizmet sektörü azınlıkların ve Müslüman olmayan halkın elindeydi. Müslüman ve Türk Osmanlı vatandaşı devleti adına askerlik, memurluk, kadılık yapmaktaydılar. Dava Vekilliği gibi ayak kavafı, müzevir olarak aşağılanan bir mesleğe ilgi göstermiyorlardı. İlk Baro Levhası 1879 yılında düzenlendiğinde levhada bulunan 105 avukattan birçoğu azınlıklardandı.
17 Haziran 1880 tarihinde ise hukuk derslerini programına alan bir hukuk mektebi öğrenime başlamıştır. Okul yönetmeliğinin 35. Md.'si gereğince okuldan mezun olanlar dava vekilliği yapma hakkını kazanıyorlardı. 17 Haziran 1880 tarihi aynı zamanda İstanbul Hukuk Fakültesinin kuruluş tarihidir. Bu mektebin ilk mezunlarının tamamı azınlıklardır. Bunlar; Artin Mustiçyan, Diran Bedrosyan, Vartan Muradyan, Vasidis, Yanko Mamopulos, Artin Toptaş'tır.
1884 tarihinde Padişahın iradesi ile "Rumelii Şarki Vilayetine Mahsus Avukatlık Kanunu" çıkmış ve Türkiye'de ilk defa bir kanun metninde "avukat" tabiri kullanılmıştır.
1886 yılında çıkan 2. Abdülhamit'e ait bir iradei seniye ile, dava vekilliğinin; çok yeni bir meslek olması, halkın fakir olması gibi gerekçelerle, ceza davaları dışında, diplomalı dava vekilleri bulunmayan yerlerde başkaları tarafından da yapılabileceği emir buyurulmuştur. Böyle bir fermanın çıkmasında Hukuk Mektebi mezunu olmayan fakat 1876 tarihli Dava Vekilleri Nizamnamesine kadar bu yoldan para kazanan, ayak kavafı ya da müzevirlerin de etkisinin olduğu söylenebilir.

Meşrutiyet Dönemi
Meşrutiyetin ilanından sonra Dava Vekilleri, 31 Temmuz 1908 'de Divan yolunda Arif'in Kıraathanesinde toplanıp birtakım kararlar almışlardır. Bu kararlar:
(a) Toplum içinde dava vekilleri hakkında oluşan kötü düşünceleri ortadan kaldırmak, en kutsal haklardan olan savunma hakkını halka anlatmak
(b) Kanuni ve ahlaki yönden niteliksiz insanların mahkemelere kabullerine engel olmak ve bu konuda resmi makamları uyarmak.
(c) Hukuk Mektebi mezunlarına basit bir sınav neticesi ruhsatname vermek.
(d) Dava Vekilleri ile ilgili bir levha düzenlemek "
şeklinde olmuştur.
İstanbul Barosunun bugün yürürlükte olan levhası 21 Ağustos 1908'de alınan kararla hazırlanan levhanın devamıdır.
1908 Birinci Meşrutiyetin ilanından sonra, Meşrutiyet İdaresince vekalet görevi ile ilgili çeşitli kanun ve nizamnameler çıkarılmış ve bu tarihten sonraki nizamnameler tüzük mahiyetinde sayılmıştır.
1911 tarihinde yabancı hukuk mekteplerinden mezun olan ve 3 yıl Türk Mahkemelerinde vekalet görevi yaptığını belgeleyen ve verecekleri imtihanla bunu ispat eden dava vekillerinin "Dava Vekilleri Cemiyeti"nden ruhsat alabilecekleri kabul edilmiştir.
1916 tarihli "Memaliki Osmaniye'de bulunan ecnebilerin Hukuk ve Vezaifi" Hakkındaki Geçici Kanunda da avukatlık mesleğinin yalnızca Türklere ait olacağı belirtilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi
Bu başlık altında önce Lozan Antlaşması ve sonrası dönemi inceleyerek Türk Hukukunun tam anlamıyla batılılaşma sürecine girişini, Resepsiyon hareketlerini, Cumhuriyet Dönemindeki hukukçu kimliğine yüklenen Kemalist Rejimi koruma misyonu ile "eski" hukukçu kimliğinin yeniden inşasını, Kemalist Modernleşme Projesi çerçevesinde Hukukun Laikleştirilmesi sürecini inceleyeceğiz.
Bununla beraber İstanbul Darulfünun'un tasfiyesini, buranın İstanbul Hukuk Fakültesi olarak yeniden yapılandırılmasını, Ankara Hukuk Mektebinin kurulmasını ve yüklendiği misyonu, bu arada eski zihniyeti taşıyan hukukçu kimliğinin yok edilmesi gerektiğini, tüm bu bağlamlarda yapılan 1924 tarihli Muhamat Yasasını, 1938 tarihli 3994 sayılı Avukatlık Kanununu, 1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Yasasını inceleyeceğiz. 2001 tarihli Avukatlık Yasasını ayrı bir çalışma konusu yapacağımızdan şimdilik bu yasaya özetle değineceğiz.

Lozan Sonrası Dönem
Hukukun laikleştirilmesi süreci hukuk alanında İslam/Batı hukuku karşıtlığında gelişen tartışma ve uygulamalar çerçevesinde belirginlik kazanmıştır. Bu tartışmalar sonucu gelinen nokta Tanzimat Dönemi Kanunlaştırma Hareketleri kapsamında Batı hukukunun kısmi olarak benimsenmesidir.
Ancak bu dönemde başlamış olduğu kabul edilse de hukukun laikleşmesi yani dini unsurlardan ve İslam Hukukundan tamamen uzaklaşması, Kıta Avrupa Hukukunun toptan benimsenmesi yolu ile gerçekleştirilen Erken Cumhuriyet Dönemi hukuk reformları ile olmuştur.
Burada akla gelen ilk soru şudur:
"Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı hukukun toptan benimsenmesi yoluyla hukuk düzeninin yeniden yapılandırılması (Resepsiyon)nın amacı hukuki yapıdaki birliği sağlamaktan ziyade Cumhuriyet Projesi kapsamında planlanan kültürel ve siyasal dönüşümlerin meşruluk zeminini hazırlamak mıdır?"
Bir başka soru da şudur:
"Yapılan bu düzenlemelerle hukuk, yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesi için bir araç rolü mü oynamıştır?."
Kemalist Modernleşme Projesinin temel referans noktası "medeniyet" kavramıdır. Çünkü hedeflenen yapı ile hedefin gerçekleştirilmesine ilişkin politikalar açısından "medeniyet" kavramı hep temel belirleyen olmuştur.
"Unutmamak lazımdır ki, Türk Milletinin kararı muasır medeniyeti, kayıtsız şartsız tüm prensipleri ile kabul etmektir. Bunun en bariz ve canlı delili inkılabımızın kendisidir. Muasır medeniyetin Türk topluluğu ile uygun olmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk Milletinin kabiliyet ve istidadındaki noksandan değil, onu fuzuli bir suretle kuşatan ortaçağ teşkilatı ve dini kurallar ve kurumlardır."
Ancak kastedilen medeniyet, Batı Medeniyetidir. Geri kalmışlığın kaynağı, medeni dünyadan kopukluk ya da uzaklıkla açıklanırken Türk halkının çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırılması Kemalist Modernizasyon sürecinin ana hedefi olmuştur. Bu hedefe ulaşmak için yapılması gereken şey de, geçmişe bağlı zihniyetin yok edilmesidir:
"Sayın Arkadaşlar!
Türk İhtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız, kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki; önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumlardır. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı oldukları gibi batıdan almak zorundayız. Böylelikle, Türk ulusunun iradesine uygun harekette bulunmuş olacağız. Keyif ve isteklerimize göre değil, milletimizin dileklerine göre iş başarmağa borçluyuz."

Lozan Konferansından sonra başlayan dönemde devrim kanunları başta olmak üzere birçok alanda kanunlaştırma hareketine girişilmiştir. Bu anlamda Lozan Konferansı, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk ve dış siyaset alanında yaşadığı en önemli gelişmedir.
Başlangıçta 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında sınırların, tazminatların, arazi ve esir mübadelesi gibi konuların ele alınacağının sanıldığı bu konferansta, Türk Hukuk Sistemini etkileyecek önemli kararlar alınmıştır .Batılı devletlerin müdahaleleriyle yeni Türk Devletinin İslami kimlikten uzaklaşması amacına yönelik, Türk devletinin iç işlerini ilgilendiren meseleler ele alınmış ve bu doğrultuda hukuki düzenlemelere gidilmesi öngörülmüştür.
Antlaşmaya "Türk Hükümeti, gayrimüslim azınlıkların aile hukuku veya ahkamı şahsiyeleri konusunun, azınlıkların örf ve adetlerine göre çözümlenmesine imkan sağlayacak düzenlemeler yapmaya muvafakat eder. İşbu hükümler, Türk Hükümetiyle, ilgili azınlıklardan her birinin eşit miktarda temsilcilerinden oluşan Özel Komisyonlar tarafından düzenlenecektir. İhtilaf vukuunda Türk hükümetiyle Cemiyeti Akvam Meclisi Avrupa hukukçuları arasından oybirliği ile seçilmiş bir hakem tayin edilecektir." gibi bir hüküm konulması Batılı devletlerin Türkiye'nin iç işlerini ilgilendiren bir meselede nasılda açıkça vesayet ettiğini gözler önüne sermektedir.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile birlikte "Yargı Yönetimine ilişkin Bildiri" ile de Türk Hukuk Sistemine açıkça müdahale edilmiştir. Bu bildiriye göre Türk Hükümeti, hukuk reformları yapacak olan komisyonların çalışmalarına katılmaları için Avrupalı hukukçu danışmanlar alma mecburiyeti altında bırakılmıştır.
Bu tarihten başlamak üzere batı hukukunu toptan benimseme anlamına gelen resepsiyon hareketine girişilmiş ve 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu iktibas edilerek Türk Kanunu Medenisi olarak yürürlüğe konmuştur. Daha sonra da sırasıyla İsviçre Borçlar Kanunu, Alman, Fransız ve İtalyan Ticaret Kanunlarından hükümler içeren Türk Ticaret Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu'nun iktibas edilmesiyle Türk Ceza Kanunu yürürlüğe konmuştur. Adliye teşkilatında Fransız Sistemi örnek alınarak yapılan düzenlemelerle, 1930'lu yıllara gelindiğinde hukuk reformunun (resepsiyon) ana hatlarıyla tamamlandığı görülmektedir.
Hukuk tarihi alanında en radikal hareketlerden biri olarak nitelendirilebilecek bu durumun hukuk mesleği açısından oldukça önemli sorunları olmuştur. Bunlar:
a) Ortaya çıkan bu yeni hukuki sistemin, genç Cumhuriyet Türkiye'sinde gelişiminin sağlanması için yeni bir hukukçu neslinin yetiştirilmesi
b) "Eski" zihniyetin ve "eski" hukukun temsilcisi olarak nitelendirilen hukukçunun Cumhuriyet ilkeleri ve yeni hukuk sistemi doğrultusunda sosyalleştirilip kimliklendirilmesi.
Her hukuk sistemi, kendisinin temel değerlerini benimsemiş hukukçulara gereksinim duyar. Çünkü hukuk, merkezi iktidarın en önemli araçlarından biridir. Hatta egemen ideolojinin ta kendisidir. Merkezi iktidarın, etkinliğini gerçekleştirdiği toplumsal çevreye karşı bir tehdit veya kuvvet kullanma unsurudur.
Bu açıdan bakıldığında hukukçu kimliğinin, rejimle ya da iktidarla bir bağlantı ya da özdeşleşme içinde olması egemen ideolojinin istikrarı anlamına gelir.
Bu düşünceden hareketle hukuk eğitiminin yeni rejimin esaslarına göre düzenlenmesi yoluna gidilmiş ve 1920'lerin başından beri Ankara gündeminde yer alan, devrimci bir hukuk öğretim kurumunun kurulması fikri, Kıta Avrupa'sı kanunlarının toptan benimsenmesinin kesinleşmesi ile hız kazanmış ve 5 Kasım 1925 tarihinde Cumhuriyetin ilk yüksek öğretim kurumu olarak Ankara Adliye Hukuk Mektebi kurulmuştur.
Bu tarihe kadar İstanbul Darülfünunu Hukuk Mektebinde hukuk eğitimi verilmekteydi. Ancak yılda kırk mezun kapasitesiyle hukukçu açığını kapatmak da yetersizdi. Ayrıca müfredat bağlamında gelenekçi bir çizgiye sahipti.
Bunun yanı sıra yeni rejimin felsefi ve siyasal temellerine de kayıtsızlık olarak nitelendirilebilecek bir duruşa sahipti.
İşte bu itibarla, tercüme edilen/edilecek kanunları uygulayabilecek bir kadro yetiştirilmesinin yanı sıra gerek "ilmi"ve gerekse "ideolojik" anlamda eski zihniyeti yansıttığı düşünülen İstanbul geleneğine bir alternatif yaratılması amacıyla Ankara Adliye Hukuk Mektebi kurulmuştur.
5 Kasım 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebinin açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmasında M. Kemal:
"Bugünkü hukuki faaliyetlerimizin esbabını izah etmiş oluyorum ümidindeyim. Büsbütün yeni kanunlar vücüda getirerek eski esasatı hukukiyeyi temelinden kal'etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esasatı hukukiye ile elifbasından tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müessesatı açıyoruz. Bütün bu icraatta mesnedimiz milletin istidat ve kaabiliyeti ve iradei kat'iyesidir.
Bu teşebbüslerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle beraber, bahsettiğim mahiyette anlamış olan güzide erbabı hukukumuzdur. Hayatı umumiyemizin yeni esasatı hukukiyesi nazari ve tatbiki sahada tecelli ve tahakkuk edinceye kadar geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılabındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır.
Talebe Efendiler!
Yeni Türk hayatı içtimaiyesinin bani ve müeyyidi olmak iddiası ile tahsile başlayan sizler; Cumhuriyet devrinin hakiki ulemai hukuku olacaksınız; bir an evvel yetişmenizi ve arzuyu milleti fiilen tatmine başlamanızı millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere terettüp eden vazifeyi hakkıyla ifa edeceklerine eminim.
Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesinin küşadında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım; ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum"

diyerek bu yeni eğitim kurumundan ne çok şey beklediğini açıkça ifade etmiştir.
Ankara Hukuk Mektebi kuruluşundan itibaren 10 yıl Adliye Vekaletine bağlı kalmıştır. Müfredat, laik hukuk kültürünün ve resmi ideolojinin yeni hukukçu nesline aktarılması amacında yapılandırılmış olup akademik kadro da başta Adliye Vekili M. Esat Bozkurt olmak üzere çoğunluğu yurtdışında eğitim görmüş hukukçu milletvekillerinden oluşturulmuştur.
Hukukçu kimliğinin şekillendirilmesine yönelik temel araçlardan birini oluşturan yeniden yapılanma projesi kapsamında yapılan bir diğer yenilik de, İstanbul Darülfünununun tasfiyesi ve İstanbul Üniversitesi bünyesinde İstanbul Hukuk Fakültesi olarak yeniden yapılandırılmasıdır.
Tasfiyenin temellendiği ana eksen, Darülfünunun kadro ve müfredat açısından Kemalist İdeoloji karşıtı olarak nitelendirilen eğilimidir. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey:
"Memlekette siyasal, sosyal büyük devrimler oldu. Darülfünun bunlara tarafsız bir gözlemci kaldı. Ekonomik alanda köklü hareketler oldu. Darülfünun bunlardan habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklikler oldu. Darülfünun yeni kanunları öğretim programına almakla yetindi. Harf devrimi oldu, özdil hareketi başladı Darülfünun hiç tınmadı"
diyerek hükümetin Kemalist ideoloji doğrultusunda verilecek olan hukuk eğitimine ne kadar önem atfettiğini göstermektedir.
Gerek kadro olarak, gerekse müfredat olarak geleneği temsil eden İstanbul Darülfünunu 31 Temmuz 1933 yılında tasfiye edilmiş ve akabinde yeni bir çehre ile İstanbul Üniversitesinin kurulmasına temel hazırlanmıştır. Bu tasfiye hareketi neticesinde bazı akademik personel işten çıkartılmış, müfredat yukarıda çizilen çerçeve doğrultusunda yenilenmiş ve ders kitapları Türkçeleştirilmiştir.
Hukuk eğitimi alanında yapılan bu değişiklikler, hukuk alanına ilişkin taşıdığı anlamın ötesinde, rejimin amaç ve ihtiyaçları ile uyumlu olarak şekillendirilen yüksek öğrenim politikasının yapısına ilişkin olarak da çok önemli ipuçları vermektedir.

Muhamat Yasası
(Cumhuriyet Avukatı/Muhami)

Hukukun tam anlamıyla laikleştirilmesi ve resepsiyon hareketi sonucu yapılan kanun reformunun önemli sonuçlarından birinin de "eski" zihniyetin ve "eski" hukukun temsilcisi olarak nitelendirilen hukukçunun Cumhuriyet İlkeleri ve yeni hukuk sistemi doğrultusunda sosyalleştirilip kimliklendirilmesi olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Bu eksende yapılan en büyük yeniliklerden birisi de 1924 tarihli "Muhamat Kanunu"dur. 17 maddeden oluşan Muhamat Kanunu Türk avukatlık mesleğini düzenleyen ilk ciddi yasadır. Bu yasa bir tatbik talimatnamesi ve İstanbul Barosu İç Nizamnamesi ile birlikte bir bütün teşkil etmektedir. Bu yasanın önemi "baro" ve "avukat" kavramlarını ilk defa hukuk sistemimize sokmasından gelmektedir. Öte yandan yasa ikili sisteme son vermiş ve savunma mesleğini ulusal düzeyde düzenlemeyi hedeflemiştir. Kanunun Geçici Maddesine göre 1876 tarihli nizamname uyarınca dava vekilleri dernekleri teşkil etmiş mahallerde, dava vekillerinin bu kanuna göre gerekli vasıf ve şartları taşıyıp taşımadığına karar verilmek üzere "Adliye Vekilince" tayin edilecek kişilerden oluşacak "Tefrik Meclisi" kurulacaktır. Bu meclis gerekli incelemeyi yaparak gerekli şartları taşımayanları "levha"dan silecektir. Nitekim İstanbul Dava Vekilleri Çerçevesinde kurulan komisyon 960 dava vekilinden 473'ünü "levha"dan silmiştir. Bu tasfiye hareketi, savunma mesleği tarihinde eşi görülmemiş bir tasfiye hareketidir.
Modernleşme deneyimi çerçevesinde avukatlık mesleğinin yeniden yapılandırılması süreci rejim ile hukukçu arasındaki ilişkinin niteliğine ve yönüne dair açılımları barındırması ve bu paralelde hukuk, siyaset, ideoloji arasındaki kesişmeyi görece bir açıklıkla yansıtır bir görüntü sergilemesi açısından dikkat çekici bir kesit teşkil etmektedir.
Yeni Rejimin, avukatlık mesleğindeki bu düzenlemeleri yapmasının iki sebebi vardır. Birincisi, mesleğin icrasına yönelik Osmanlıdan miras kalan hukuki belirsizliklerin ortadan kaldırılarak avukatlığın adli mekanizmanın bir parçası haline getirilmesiydi. İkincisi ise "eski" hukukçuya ve dönemin kurumsallaşma açısından en gelişmiş meslek örgütlerinden birini oluşturan İstanbul Barosuna ve avukatlık camiasına karşı duyulan güvensizliktir.
Bu açıdan bakıldığında yeni yasayı ve yapılan yeni düzenlemeleri, rejimin ilkelerine sadık ve bu doğrultuda çalışan baroların oluşturulması ve toplumun modernleşme örgüsü içerisinde yeniden inşasına doğrudan katılım sağlayacak avukatlar oluşturma çabası olarak görebiliriz.
Kanunun 2. md.'sindeki "Cinayet veya muhilli namus veya haysiyet bir cünha ile mahkum veya sui şöhretle maruf ve müştehir olmamış bulunmak" şartı, özellikle yeni rejimin karşısında yer aldığı düşünülen avukatların meslekten men edilmeleri yönünde etkili olmuştur. Zira söz konusu şart yetkili kurullar tarafından mesleğe hıyanetin yanı sıra Türk Milletine ve vatana hıyanet olarak yorumlanmıştır.

Baro Reisi Lütfi Fikri Bey
Bu çerçevede gerçekleştirilen tasfiye işlemleri, günümüzde de halen varolan Baro/Devlet çatışmasının ve Adliye Bakanlığının baroların iç işleyişine müdahalesi meselesinin Cumhuriyet tarihindeki başlangıç noktasını oluşturması bakımından ilgi çekicidir.
Ancak ilgi çekici başka bir nokta vardır ki; Kemalist Rejimin tüm baskılarına ve yıldırmalarına karşın avukatların sistemle bir uyuşma ve sözcülüğünü yapma durumu içerisine girmediğini göstermektedir.
Baroda yapılan büyük tasfiye işleminden hemen sonra yapılan genel kurulda Kemalist Rejim karşısında muhalif tutumuyla dikkat çeken Lütfi Fikri Bey 264 oydan 142'sini alarak Baro Reisliğine seçilmiştir.
Lütfi Fikri Bey meşrutiyetçi/hilafetçidir. Meşrutiyetçi-Cumhuriyetçi zıtlaşması çerçevesinde Ankara ile sert bir muhalefet içerisindedir. Halife Abdülmecit Efendinin istifası söylentileri üzerine hilafetin kaldırılmasını millet için bir intihar olarak değerlendirdiği "Huzuru Hilafetpenahiye Açık Arıza" başlıklı mektubunun 10 Kasım 1923'te Tanin gazetesinde yayınlanması, daha sonra 15 Kasım günü Akşam Gazetesinde açık bir dille meşrutiyet idaresini Cumhuriyete tercih ettiğini belirten yazısının yayınlanması üzerine 19 Aralık 1923 İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Hıyaneti Vataniye Kanununun 1. md.'si uyarınca tutuklanmış ve 5 yıl küreğe mahkum olmuştur. Ancak daha sonra TBMM tarafından çıkarılan özel yasa ile affedilmiştir.
Tüm bu baskıya rağmen Lütfi Fikri Bey'in tekrar baro başkanlığına seçilmesi Ankara'yı fena halde kızdırmıştır. Bizzat M. Kemal Ankara Hukuk Fakültesinin açılış konuşmasında;
"Muhterem Efendiler!
Hatta cumhuriyet ilan olunduktan sonra vukua gelen feci bir hadiseyide nazarı intihabınız önünde canlandırmak isterim. En büyük mamuremizin bu memlekette belki Avrupa'da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti alenen hilafetçi olduğunu ilan eden ve ilan etmekle iftihar duyan birisini seçip kendisine reis intihab eylemiştir. Bu hadise köhne hukuk erbabının cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kafi değil midir? Bütün bu hadisat erbabı inkılabın en büyük fakat en sinsi hasmı canı, çürümüş hukuk ve onun bi derman müntesipleri olduğunu gösterir. Milletin hummalı inkılab hamleleri esnasında sinmeye mecbur kalan eski ahkamı kanuniye, eski erbabı hukuk; erbabı himmetin nüfuz ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz derhal canlanarak inkılap esaslarını ve onun samimi muakiplerini ve onların aziz mefkurelerini mahkum etmek için fırsat beklerler.
Bu fırsat eski kanunların mevcudiyeti ve eski esasatı hukukiyenin mer'iyeti ile ve eski zihniyetini deruni ve kalbi olarak muhafazadan mütemerrit hakimlerin ve avukatların mevcudiyeti ile müemmendir"

diyecek ve Lütfi Fikri Bey'in yeniden baro başkanlığına seçilmesini acıklı bir olay olarak niteleyecektir. Bu konuşma Cumhuriyeti ilan edenlerin "eski" hukukçuya nasıl da güvensiz bir bakış açısına sahip olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

27 Haziran 1938 Tarih ve 3499 Sayılı Avukatlık Kanunu
Lütfi Fikri Bey'in baro başkanlığına seçilmesinin bir başka önemli sonucu da; bundan sonra yapılacak düzenlemelerin bu olay ışığında daha sıkı tertibatlar alınmasını ve avukatlık mesleği üzerindeki kontrolün sıkılaştırılmasını sağlamasıdır.
Bu bağlamda 27 Haziran 1938 tarihinde yeni bir avukatlık kanunu hazırlanmıştır. Bu kanunun hazırlanma gerekçesi 1924 tarihli Muhamat Yasasının yetersizliğidir. Ancak bu yetersizlik, Devleti yönetenlerin, meslek üzerindeki devlet kontrolünün yetersizliğini düşünmesi ve sıkı düzenlemeler yapılmasını düşünmeleri anlamında bir yetersizliktir.
İlkine göre daha kapsamlı sayılabilecek bu kanunda yer alan bazı düzenlemeler aslında avukatlığa bakışta "devletçi zihniyetin" derinleştiğini göstermektedir.
Özellikle bu yasada yer alan bir hüküm avukatların Cumhuriyetin ilk döneminde hangi koşullar içinde çalıştığını çok net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Kanunun 117. Maddesine göre:
"Mevzuu irtica olan yahut milli vahdet ve şuurla telifi mümkün olmayan fiillere müteallik davaları deruhte etmeyi itiyat edenler, disiplin takibatına lüzum kalmaksızın baro idare meclisinin talebi üzerine Haysiyet Divanı kararıyla meslekten çıkartılabilirler. Muhitindeki temas ve faaliyetleri itibariyle muayyen bir baro mıntıkası dahilinde avukatlık yapmaları milli, mesleki, ahlak veya menfaat bakımından tecviz edilmeyenlerin isimleri baro idare meclislerinin talebi üzerine haysiyet divanı kararıyla mensup oldukları baro levhasından silinir. (....) Haysiyet Divanı lüzum gördüğü hallerde alakalı avukatı da dinleyebilir. Bu maddeye göre haysiyet divanı tarafından verilecek kararlar kat'i olup aleyhine hiçbir mercie müracaat edilemez."
Bu madde bir kaç yönden önemlidir .Öncelikle bu maddeye göre "suç isnadı altında" tutulan avukatın savunmasının alınmasına gerek yoktur. Yani savunma mesleğini ifa eden avukatın bizzat kendisi çok ağır bir iddia ve müeyyideye karşı savunmadan mahrum bırakılmaktadır. Ayrıca bazı davaları almakta alışkanlık gösterdiği düşünülen avukatların meslekten men edilmesinin önü açılmıştır. Bu ise söz konusu avukatın müvekkillerinin avukatsız, savunmasız bırakılması anlamına gelmektedir. Kanun yine avukatsız kalmasını istediği insanları tanımlamakta; irtica, milli şuur ve vahdet'e aykırı davranan kişilere savunma hakkını uygun görmemektedir. Biraz dikkatli düşünüldüğünde engizisyon kaynaklı, dehşetli bir madde ile karşı karşıya kalındığı görülecektir.
Hüküm özellikle "siyasi suç" sınırları içinde kalan bazı suçlarda sanıkların savunmasız kalmasını arzulamakta ve bu arzuya uymayan avukatları meslekten men tehdidi altında tutmaktadır.
Kanunu hazırlayan komisyonun, Cumhur Reisliği'ne sunduğu kanunun gerekçeleri ile ilgili layihasında;
"Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun İkinci Maddesi ile Türkiye Cumhuriyetinin ana vasıfları tespit edilmiş olmasına göre bu esaslara aykırı fiillere müteallik davaları deruhte etmeği bir avukatın itiyat etmesi sathi bir görüşle mesleki vazifenin ifası sayılabilirse de maddede tasrih edilen irtica, milli vahdet ve şuurla telifi mümkün olmayan komünizm ve buna benzer Türkiye'nin rejimine aykırı ef'ale ait davaların itiyatla kabulü, bu davalarda müdafaa bahanesiyle beyanatta bulunmak ve müdafaanın mukaddes tanınması ve serbest olması gibi yüksek adalet prensiplerini siper ittihaz ederek muhakemelerin aleni olmasından ve sözlerin gazetelerde de intişar edebilmesinden istifade eyleyerek failinin bu yollarla muzır propagandalar yaptığına açık bir delil teşkil etmekte olduğundan Cumhuriyet Rejimine karşı çok hassas olan bütün devlet kuvvetleri memlekete mazarrat iras edeceği kat'iyyete yakın denecek tarzda meczum olan bu hal karşısında nazari düşüncelere bu kadar zararlı bir işde seyirci kalmağı tercihe tahammül edemeyeceğinden bu gibi işleri itiyatla kabul eden avukatı kendi mensup olduğu baronun idare meclisinin talebile haysiyet divanı tarafından meslekten çıkarılmasına karar verilebilmesinin kabulü memleketin yüksek menfaatleri namına milli bir vazife telakkisile lüzumlu görülmüş bir hükümdür."
denilmek suretiyle kanunun çıkarılma gerekçesinin, rejimin korunması amacına yönelik olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Nitekim Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu TBMM'de yaptığı bir konuşmada yeni kanunun rejimin ilkeleri doğrultusunda şekillendirildiğini açıkça ifade etmiştir.
"İnkılap yapmış, yeni bir rejim kurmuş olan her yerde avukatlık mesleğini o inkılabın esaslarına göre tanzim zarureti belirmiştir. Nitekim İtalya Avukatlar Kanunu süratle faşizmin icaplarına uygun bir hale geldiği gibi Alman Avukatlar kanunu da bugün nasyonel sosyalizmin damgalarını taşımaktadır. Biz de layihamızı cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, devletçi, realist rejimimizin bir kelime ile Kemalizm'in derin izleri ile takviyeye çalıştık."
Kanunun 22. Maddesinde "Avukatlık, amme hizmeti mahiyetinde bir meslektir." denilmek suretiyle avukatlık mesleğinin mahkeme ve makamlar nezdinde yardımcı bir kuvvet olduğu bu nedenle amme hizmeti niteliğinde bir meslek olduğu vurgulanmıştır.
"Avukatlığın tam bir serbest meslek sayılmayıp adli otoritenin devamlı murakabesi altında bulundurulduğundan avukatın vazifesi hakkında layihaya konan bu esaslı hükümlerin isabeti encümenimizce de izahtan müstağni bir hakikat olarak kabul edilmiştir."
Gerek kanunun hazırlanma aşamasında gerekse kanun yayımlandıktan sonraki tartışmaların odak noktasında mesleğin bir amme hizmeti mi yoksa serbest meslek mi sayılacağıdır.
Zira süreç, biri avukatlık mesleğinin icrasında birincil dürtünün adaletin sağlanmasından ziyade girişimci ruh olduğunu iddia eden ve bu bağlamda avukatlığın tamamen serbest meslek olarak örgütlenmesini savunan görüş ile, mesleğin tamamen devletin kontrolünde icra edilmesini ve devlet memuriyetinin bir parçası haline dönüştürülmesi olmak üzere iki görüşün çatışması etrafında yapılanmıştır.
Sonuçta meslek "serbest" ancak "amme hizmeti" niteliğine sahip bir meslek olarak tanımlanmıştır. Bu tartışmanın önemi; Rejimin genelde hukukçuya, özelde avukata yüklediği misyon ile sıkı sıkıya irtibatlı olmasından gelir. Bu nedenle 117. Maddedeki gibi ağır sonuçlar doğuracak düzenlemelere gidilmiştir. Savunma hakkının dokunulmazlığı ve avukatlığın bir "meslek" olarak varoluş nedeniyle tam bir zıtlık teşkil eden bu düzenlemelerle avukatın adli rolünden ziyade siyasal rolü ön planda tutulmak istenmiş ve avukata "rejimin bekasını koruma misyonu" uygun görülmüştür.

19 Mart 1969 Gün ve 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu
1961 Anayasasının anayasal anlamda getirdiği birtakım değişiklikler avukatlık mesleğine de yansımış ve bu doğrultuda 1969 yılında 1136 sayılı Avukatlık Kanunu yürürlüğe sokulmuştur.
Yeni yasa avukatların mesleki çıkarlar etrafında örgütlenmesinin kurallarını düzenlemiş ve Türkiye Barolar Birliği adı altında yeni bir üst örgüt getirmiştir. Mesleğin bağımsızlığı ve modern bir vecheye bürünmesi anlamında önemli bir adım olarak görülmesine rağmen devletin meslek örgütü üzerindeki denetimini zayıflatmayı düşünmediğini 1136 sayılı Yasa Tasarısının hükümet gerekçesinden anlıyoruz. Tasarı gerekçesinde,
"Ancak şunun da hemen ilave edilmesinde zaruret vardır ki; Barolar birliğinin kurulmuş olması dahi, Adalet Bakanlığının barolar ve avukatlar üzerindeki yetkilerinin tamamen ortadan kalkmasını gerektirmeyecektir. Çünkü Adalet Bakanlığı, Barolar Birliğinin faaliyetini de içine alan geniş bir sahanın, yani adli hayatın genel siyasetini yürüten ve bu itibarla adalet uzvunda doğrudan doğruya veya dolayısıyla faaliyette bulunan bütün elemanlar ile az veya çok irtibatı olan bir bakanlıktır. Yargı yetkisinin kullanılması bakımından idareden tamamen bağımsız olan hakimlerin dahi hiç olmazsa mahkemenin idari işlemleri yönünden Adalet Bakanlığı ile bir ilgileri bulunduğu düşünülürse Anayasanın 122. md.'si muvacehesinde idari hiyerarşiye tabi olmaları tabii ve hatta zaruri bulunan Türkiye Barolar Birliği ve baroların Adalet Bakanlığı ile hiçbir ilgileri olmamasını düşünmek caiz değildir."
denilmek suretiyle devletçi zihniyetin, mesleğin denetimini asla bırakmak istemediği vurgulanmıştır.
1136 sayılı Avukatlık Yasasında avukatlık mesleğinin "kamu hizmeti" olduğuna ısrarla vurgu yapılmıştır. Bununla beraber mesleğin bir serbest meslek olduğu da kanunda belirtilmiştir. Bundan başka avukatın hak ve sorumlulukları bakımından devlet memurlarına, daha doğrusu C. Savcılarının mertebesine yakın bir statüye sokulduğunu görüyoruz. Vekaletname olmaksızın dosya tetkiki, evraktan suret çıkarma, tebligat icrası gibi yetkilerin üzerinde önemle durulmuştur. Avukatlık ruhsatının Adalet Bakanlığından değil meslek örgütünden Barolar Birliğinden alınması esası getirilmiştir. Avukatlık mesleğinin kapsamı genişletilerek "savunma mesleği" olmasının yanı sıra "hak arama mesleği" olduğu da kanunda vurgulanmıştır. Böylelikle avukat çekişmesiz işlerin de takibini yapabilecektir. Gerçi "hak arama faaliyetine" ilk zamanlar hoş bakılmamış, mesleğin bozulma nedeni olarak algılanmışsa da zaman içinde avukatlık mesleğinin ikinci ve önemli bir faaliyeti konusu haline gelmiştir.
Bir önceki avukatlık yasasındaki 117. Madde 1136 sayılı Kanunda yer almamıştır. Ancak maddenin arkasındaki zihniyet; "devlet katındaki" hakimiyetini sürekli muhafaza etmiştir. Siyasi davalarda yargılanan sanıkların avukatlığını üstlenen avukatlar üzerine maliye gönderilmiş, avukatların defterleri incelenmiş, ciddi para cezaları verilmiş, siyasi dava alma itiyadını gösteren avukatlara devlet ve hatta yargı organları da "iyi gözle" bakmamıştır.

Avukat

Sonuç

Mesleğin tarihi sürecine bakıldığında görülecektir ki; Modern toplumun kurucu aktörleri arasında yer alması, rejimle uyum içinde ve rejimin bekasını korumaya yönelik davranışlar sergilemesi karşılığında bu meslek örgütüne bir takım mesleki haklar verilmiştir. Bu haklar; avukatın mesleğini bağımsız olarak sürdürebilmesi, mesleki örgütün başkanını bağımsız olarak seçebilmesi, meslektaşlar arası disiplin suçlarına bağımsız bir mesleki örgüt olarak müdahale edebilmek, muhakeme esnasında bağımsızlık, duruşmayı terk, davayı bırakmak gibi birtakım haklardır. Ve mesleğin bu modernleşme süreci içinde, mesleğin ticari olmaması, reklam yasağı, mesleğin şahsen, doğrudan, bağımsız, özenle ifa edilmesi, müvekkilin talimatları ile hukuka saygı temelinde bağlılık, müvekkile karşı sır sorumluluğu, güven ilkesi, sadakat yükümlülüğü gibi klasik ilkeler oluşmuştur. Ve bu klasik ilkeler avukatın düşünce dünyasını belirleyen temel öğeler haline gelmişlerdir.
Ancak burada bir noktaya daha temas etmek zarureti vardır. Mesleğin tarihçesine baktığınızda değişimin zaruri olduğunu görebiliriz. Peki bizler bu değişime karşı nasıl bir tavır takınacağız;
Değişimin kendilerini ilerici, çağdaş yapacağını düşünenler gibi, avukatlık mesleğinde meydana gelen değişimleri, zamanın getirdiği zorunluluklar olara görüp karşı çıkmayı anlamsızlık olarak mı niteleyeceğiz. Yoksa klasik muhafazakarlar gibi, değişimin güzel bir şey olduğunu ve güzel şeyleri almanın gerekli olduğunu mu düşüneceğiz. Yoksa katı bir tavır takınıp, değişimin mesleği kötüye götüreceğini, olumsuzlaştıracağını, bu nedenle değişime karşı direnmenin gerekli olduğunu mu savunacağız.
Ya da farklı düşünce ile; değişimi görüp, karşımıza çıkan kavramlarla hesaplaşma içerisine gireceğiz. Önümüze çıkan kavramlardan korkmadan, karşımıza çıkan engellerden yılmadan. Fakat bunu yapmak; ancak birikim ile yani deontolojimizin zenginliği ile olabilir. Bunu yapmak; değişimi değerlendirebilecek eleştirel bir perspektif yakalamakla ve bu yönde çalışmakla olabilir. Bunu yapmak; yaptığımız mesleğin toplumsal faaliyetini düşünüp diğer toplumsal alanlardaki ilişkilerle bağlantısını kurmakla olabilir.
Neticede yasaları yapanlar ve uygulayanlar bu toplumun kendisidir, başkaları değil. (Başkalaşmış olmaları ayrı bir konu.) Özellikle biz hukukçular yapılan ve uygulanan normların toplumsal anlamını her aşamada düşünmek zorundayız. Bu anlamda bunu düşünmek faaliyetimizi politikleştirmek demektir. Politikaya müdahale etmek, gidip bir yerlerde politik nutuklar atmak demek değildir.
Faaliyetin toplumsal anlamını düşündüğümüz anda bu memlekette hangi politik güçler neler yapmaya çalışıyor, bunu düşünmeye başlayabiliriz. İşte bu noktada belki de yeni bir şeyler önerme şansımız olabilir.
İşte ancak böyle bir düşünce, birikim ve düşünce dünyasının zenginliği ile; mesleğimizi nasıl kuracağımızı, ya da rüzgara karşı nasıl bir tavır takınacağımızı belirleyebiliriz.
Mesleğimizi yeniden inşa etmek şansını yakalayabiliriz.
Bu bizim hukukçu olarak ve insan olarak hem topluma, hem kendimize, hem de Allah'a karşı görevimizdir.

Kaynakça
Tebliğ ve Makaleler
BALCI, Muharrem; Tanzimat'tan Ulusal Programa Yeniden Yapılanmanın Hukuki Gelişim Süreci. 23.06.2001 (Tebliğ)
BATTAL, Şener; Avukatlık Mesleğinin Tarihçesi, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1985/56
Demokratikleşme, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti Bağlamında Avukatlık Mesleği Sempozyumu; (SorunlarÇözümlerPerspektifleri) Antalya 1995
EREM, Faruk; Savunma Hakkının Tarihsel Gelişimi, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1985/56
Hakimiyeti Milliye Gazetesi; 1 Ağustos 1933
İNANICI, Haluk; Türkiye'de Avukatlık İdeolojisi, Toplum Ve Bilim Dergisi, Sayı: 87
———, Cumhuriyet Türkiye'sinde Bir Meslek: Avukatlık, İstanbul Barosu Dergisi. Sayı: 2000/3.
ÖZCAN, Mehmet Tevfik; Hukuk İdeolojisi: Adalet Sorununa Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, Alkım Yayınları, 1997
ÖZMAN, Aylin; Erken Cumhuriyet Döneminde Hukukçu Kimliği, Toplum Ve Bilim Dergisi. Sayı: 87.
TAŞ, Ali Galip; Bizim Tarih, İstanbul Barosu Dergisi. 1931.
Kitaplar
ATAAY, Aytekin & SUNGURBEY, İsmet; Medeni Kanun  Borçlar Kanunu. Filiz Kitabevi. İst. 1963
AYDIN, Mehmet Akif; İslâm Ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İz Yayıncılık. İst. 1996
AYNİ BEY, Mehmet Ali; Darülfünun Tarihi, Pınar Yayınları. İst. 1935
BOZKURT, Mahmut Esat; Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı, İst. 1944
ÇELEBİ, Evliya; Seyahatname
ÇELİK, Adil Giray; Tarihte Savunma ve Meslek Kuralları, Basım Ajans Matbaası Denizli 1999
ÇULCU, Murat; Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı ve Lütfi Fikri Davası, Kastaş Yayınları, İstanbul. 1992
EREM, Faruk; Meslek Kuralları, TBB Yayınları. Ankara 1977
———, Türkiye'de Savunma Mesleğinin Gelişimi "Metinler", (2 Cilt) TBB Yayınları. Yörük Matbaası. İst. 1972
İNSEL, Ahmet; İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Fransız Devriminde Bireysel Hak ve Toplu Çıkarlar "La Chapelier Kanunu" Birikim Yayınları. İst. 1993
MUMCU, Ahmet; Ankara Adliye Hukuk Mektebinden Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine, Sevinç Matbaası, Ankara. 1977
ONAR, Sıddık Sami; Adli İnkılabın Anahatları. İst. 1933
ÖZKENT, Ali Haydar; Avukatın Kitabı. Arkadaş Basımevi 1940.
PAYEN, F; Baro (Çev.) A. Haydar ÖZKENT, Arkadaş Basımevi. İstanbul 1935.
TİFTİKÇİ, Ender & TİFTİKÇİ, Mehmet; Atatürk ve Hukuk,Yargıtay Yayınları. No: 27, Ankara 1999

Avukat

TBB BAŞKANI AVUKAT ÖZDEMİR ÖZOK'UN 16.06.2005 GÜNÜ AZERBAYCAN'DA YAPTIĞI "TÜRKİYEDE AVUKATLIĞIN TARİHÇESİ"
KONULU KONUŞMASI:

Sayın konuklar;

Azerbaycanlı meslektaşlarımızdan aldığımız anlamlı davet nedeniyle büyük heyecan ve coşku duyduk, kendilerine nazik davetleri nedeniyle teşekkür ediyor, Azerbaycan'da bulunmaktan çok mutlu olduğumuzu iletmek istiyorum. Ayrıca çeşitli ülkelerden toplantıya katılan sayın meslektaşlarımıza ve toplantıyı onurlandıran sayın konuklara Türk avukatlarının iyi dileklerini iletir, saygılarımı sunarım.

Toplantı çağrı metninde benden "Türkiye'de Avukatlık Mesleği ve Gelişimi" konusunda bilgi vermemi, açıklamalar yapmamı istemişlerdir. Bana ayrılan zamanı en verimli bir şekilde kullanarak genel hatlarıyla ülkemizde savunma mesleğinin gelişimiyle ilgili bilgiler sunmaya çalışacağım.

Sayın konuklar,

Hak ve adalet kavramları insanlık tarihi kadar eskilere gitmektedir. İnsanlar, uzun süre birey olarak tek başlarına yaşama olanağına sahip değillerdir. İnsan doğası, gereği toplumsal bir varlıktır bu anlamda, fiziksel ve ruhsal varlığını, başka bir anlatımla bedensel sağlığını, ancak toplumsal yaşamla sürdürebilir. İşte birlikte ve topluluklar halinde bulunma durumunda ve zorunda olan insanların bu ortak yaşamları sırasında başından beri, ortaya çok ciddi çekişmeler, çok ciddi sorunlar çıkmıştır. En ilkel topluluklardan, en gelişmiş çağdaş topluluklara kadar tümünde, bireylerin bir birleriyle ya da, içinde yaşadıkları toplulukla olan çekişmelerini ve ilişkilerini çözen ve düzenleyen bir sistem hep var olmuştur. Bu sistemin tümüne yargı, işlevi doğrudan yürüten kuruma da başından itibaren mahkeme adı verilmiştir.

Taçlı diktatörler yönetimindeki topluluklardan, çağdaş topluluklara kadar, hep mahkemeler olmuş ve her devrin koşullarına göre yargılama yapılmıştır.

İşte insanların yaşam kadar önemsediği, hak ve adaletin gerçekleştirilmesini sağlayan yargı ise üç temel unsur üzerine kurulur; Sav-Savunma-Hüküm(Karar). Yargılamanın tarihsel süreci içinde, savunmayı farklı isimler altında hep avukatlar üstlenmiş, avukatların örgütlerini de barolar oluşturmuştur.

Ülkemizde ilk baro örgütü cumhuriyetten önce 1876 yılında çıkarılan "Nizamiye Mahkemeleri Dava Vekilleri Hakkındaki Tüzük" le tarif edilmiş ve tüzük, 30.madde ile kurulması öngörülen "Cemiyeti Daime" , "Baro" ya tüm dava vekillerinin kayıt olması zorunluluğunu getirmiştir. Bu tüzükten iki yıl sonra, şimdiki İstanbul Barosu'nun ilk adımını oluşturan "İstanbul Dava Vekilleri Cemiyeti" kurulmuştur. İlk kez kurulan bu Cemiyete 62 dava vekili üye olmuş, bunlar Rum, Ermeni, Rus, İngiliz, İtalyan ve Fransız uluslarından olmalarına karşın hiç Türk üye kayıt olmamıştır.

Kuşkusuz bu kısmi gelişmelere karşın ülkemizde çağdaş anlamda avukatlığın başlangıcı Cumhuriyet devrimi ile başlar.

Ulusal Kurtuluş savaşının sonunda batının laik hukuk sistemini yasalaştırma yoluyla ülkemize kazandırmak isteyen büyük önder Atatürk ve çalışma arkadaşları, Cumhuriyet'in ilk Avukatlık Yasasını, 20 Nisan 1924 Anayasası'ndan önce 3 Nisan 1924 gün ve 460 sayılı "Muhamat Yasası" ile kabul etmişler, böylece savunma hakkına verdikleri önemi vurgulamışlardır. Bu yasa ile ilk kez yabancıların tekelinde olan avukatlık mesleği kurumsallaşmış ve Türk vatandaşlarının da icra edeceği, yapabileceği bir meslek haline getirilmiştir. Yine ilk kez 10 kişinin üzerinde avukatlık mesleğinin yürütüldüğü illerde baro kurulması hüküm altına alınmıştır. 1926 yılında 708 sayılı yasa ile yapılan değişiklikte yasada dava takip eden kişilere verilen muhami adı avukat olarak değiştirilmiş ve yasanın ismi avukatlık yasası olmuştur.

01.12.1938 tarihine kadar süren bu süreç içinde ilk avukatlık yasası sorunları çözmeye çalışmış ancak, zamanın Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun yasanın gerekçesinde yer alan "..memleket adliyesinde hakkı hak olduğu için ortaya çıkaran bir hakimler topluluğuna ne derece ihtiyaç varsa hakimin faaliyetini aydınlatan ve yalnız bilgiyi, doğruluğu kendisine rehber tanıyan bir avukatlar topluluğuna da o derece gerek vardır. İşte bu bakış açısı ile avukatlık konusunun önemle dikkate alınması icap etmiş, baştan başa yeni esaslara göre hazırlanan avukatlık yasası tasarısı adli yenileşmede yeni bir aşamaya ulaşmayı hedef almıştır." sözleriyle bu tarihte 3499 sayılı yeni avukatlık yasası çıkarılmıştır.

1938'den 1969 yılına kadar yürürlükte kalan 3499 sayılı yasa geçen dönem içinde ülkemizde savunma mesleği temsilcileri avukatlar ve onların örgütleri olan baroların hukuki statülerini düzenlemiş ve oldukçada başarılı olmuştur. Ancak gelişen ve değişen koşullar karşısında yeni bir avukatlık yasasına gereksinim doğmuştur.

Bu gelişmelerin sonucu olarak 19.03.1969 gün ve 1136 sayılı "Avukatlık Yasası" çıkarılmıştır. Yeni bir yasa hazırlanarak avukatlık mesleğinin yeniden şekillendirilmesinin önemli bir nedeni de, 1924 Anayasasının yerine, çağın en modern anayasaları arasında yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini en geniş boyutta yaşama geçiren 1961 Anayasasının yürürlüğe girmesi ve bunun sonucun da ülkemizde Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, yeni Anayasal kurumların oluşmasıdır. Bu bağlamda kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin en önemlilerinden olan barolar, bir meslek örgütü olarak avukatların yönetim ve denetiminde etkili rol oynamalarına karşın, Anayasa'da yer alan anlamda meslek örgütü olabilmeleri için bütün baroları ve avukatları görev ve yetki sahası içine alan bir birliğin kurulması gereksinimi doğmuştur.   

Bu amaçla Türkiye Barolar Birliği adıyla bir birlik kurulmuş ve daha önceleri Adalet Bakanlığı'nın yaptığı pek çok görev birliğe devredilmiştir. 1136 sayılı avukatlık yasası getirdiği yeni kurum ve kavramlarla ülkemizde savunma mesleğinin örgütleri baroları ve onun üyeleri olan avukatların statülerini çağdaş standartlara kavuşturmuştur. Bu yasada tüm yasalar gibi uygulama sırasında, çeşitli değişikliklere uğramış, ama en köklü değişiklik 10.05.2001 gün ve 4667 sayılı yasayla yapılmıştır.

4667 sayılı yasa getirdiği yeni kurum ve kavramlarla, daha önce çıkarılan 460, 3499 ve 1136 sayılı yasalarla ülkemizde avukatlık mesleğinin ulaştığı noktayı çok ileriye götürmüştür.

Yasa ile yapılan en önemli değişiklik, avukatlık mesleğinin bir kamu hizmeti olmasından farklı olarak, avukatı yargının kurucu öğelerinden olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden kişi olarak tanımlamasıdır. Bu tanımla ülkemizde avukatlık yargının bütünleyici parçası olan savunma kurumu adına kurumsal yetki kullanan bir erke dönüşmüş olmaktadır.

Bunun yanı sıra avukatlara, "hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlama" (Av.Y.md.2); Barolara (Av.Y.md.76) ve Türkiye Barolar Birliği'ne (Av.Y. md.110/17) "hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ve korumak" görevi verilmiştir.

Yasasının getirdiği önemli bir değişiklikte, baroların ve Türkiye Barolar Birliği'nin daha bağımsız konuma getirilmesidir. Türkiye Barolar Birliği'ne başta avukatlık yasası yönetmeliği olmak üzere staj, kredi, sınav, avukatlık ortaklığı, adli yardım, baro hakem kurulu konularında yönetmelik çıkarma yetkisi verilerek avukatlık mesleğinin yasaya aykırı olmamak koşuluyla meslek örgütünce yeniden yapılanmasını sağlanmasına olanak tanınmıştır. Ayrıca Türkiye Barolar Birliği yönetim kuruluna, avukatlık asgari ücretini belirlemek ve yıllık avukatlık ücret tarifesini yapmak yetkisi verilmiştir.

Yasayla avukatlık stajı, çağdaş ilkelere kavuşturulmuş, stajyerlere staj süresince kredi verilmesine başlanmıştır. Avukatların temel hakları genişletilmiş, sermaye şirketlerinden anonim ortaklıkları ile ortak sayısı yüzün üzerinde olan yapı kooperatiflerine sözleşmeli avukat bulundurulma zorunluluğu getirilmiştir.

Avukatlık Yasası madde 35 ile uyuşmazlıkların yargıya gelmeden önce avukatlar aracılığı ile çözümlenmesi için avukatlara uzlaşma toplantısı isteme ve uzlaşılması halinde uzlaşma tutanağı düzenleme yetkisi verilmiş, düzenlenecek uzlaşma tutanağının ilam niteliğinde belge sayılması kuralı getirilmiştir.

Bu temel değişiklik konularının yanı sıra detay sayılacak önemli konularda başkaca değişikliklerde yapılmış, adeta yasa yarı oranda ama çok önemli konularda yeniden yazılmıştır. 4667 sayılı yasa ülkemiz avukatlık mesleğinin dördüncü dönemini başlatan bir yasa olarak meslek tarihinde yerini almıştır. Kuşkusuz yasalar durağan ama toplum dinamiktir, toplumun dinamizmine uyum sağlamak için yasaları günün gelişen ve değişen konuşlarına göre yenilemek gerekmektedir.

Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği bünyesinde oluşturduğumuz "Avukatlık Yasası Komisyonu" tüm barolarımızla da işbirliği yaparak ve Avrupa Birliği uyum sürecide dikkate alınarak yeni bir yasa çalışması başlatılmıştır.

Sonuç olarak, avukatlık mesleği ülkemizde tüm insanların insan haklarından yararlanabilmeleri, haksızlıklara karşı koyabilmelerini, haklarını savunabilmelerini sağlamakta ve bu nedenle de savunma hakkının en önemli unsurunu teşkil etmektedir.

Hukuk devletinin özü, adalet esasına göre devlet otoritesinin hukukla sınırlandırılmasında temelini bulur. Hukuk devleti, bu sınırlandırmayı, savunmaya güçlü ve bağımsız konum tanıyarak gerçekleştirebilir. Avukat halkın hak arama özgürlüğünün teminatıdır. Avukatlık insan onuruna özen mesleği olarak serbestçe yapılan bir kamu görevidir.

http://www.barobirlik.org.tr/tbb/baskan/konusmalar/050616_azerbaycan.aspx

Avukat

Antik Yunan şehirlerinde, yurttaş olanlara davalara kendilerini destekleyecek bir arkadaş çağırma izni verilmişti. Roma hukukunda bu kişilere ''avocat'' dendi. Bu da ''yardım için çağrılmış kişi'' anlamındaki ''advocatus'' kelimesinden geliyordu. 

İspanyollar Amerika'ya geldiklerinde ilk defa gördükleri bir meyveye yerli halkın ''ahuakatl'' dediklerini duydular. Kelimeyi tam telaffuz edemeyen İspanyollar, o dönem İspanyolcasında avukat anlamındaki 'avocado'yu kullandılar bu meyve için. Ahuakatl'ın Kızılderili dilinde 'testis' demek olduğunu ve söz konusu meyvenin de testise şekli benzerliği sebebiyle bu adı aldığını öğrendiklerinde artık iş işten geçmişti.

Avukatlık Roma'dan sonra başlıbaşına bir iş olarak İngiltere'de 1500'li yıllarda gelişti. Ancak, bunun eğitimini alanların hepsi zengin, hepsi zaten toprağı malı mülkü olan adamlardı. 1500'li yılların ortasında birşey daha oldu. Katolik Kilisesi, aziz ilan edilmesi istenen kişilerin adaylık sürecinde, karar oturumlarında adayın neden aziz olmaması gerektiğini savunacak bir kişi görevlendirmeye başladı. 1980'li yılların başına kadar devam eden bu görevliye, ''advocatus diaboli'' yani ''şeytanın avukatı'' dendi. 'Şeytanın avukatlığını yapmak' deyimi burdan geliyor.   

Hukuk eğitiminin herkese açılması Amerikan kolonilerinde oldu. Bir para kazanma ve kariyer mesleği olarak avukatlık en mükemmel haline ABD'de ulaştı. Geçen mektubumda bahsetmiştim, Amerikan Anayasasını yapanların yarısı hukuk mezunuydu. ABD, avukatların kurduğu, bugün bile avukatların yönettiği bir devlet. Ancak sadece Amerikan devleti değil, Amerikan toplumu da avukatların işgali altında. İnsanlar artık hak hukuk işlerinde vicdanlarının sesi yerine avukatlarının sesini dinliyorlar.

Avukatlardan korunmak için avukat tutmak


ABD Yüksek Mahkemesinin eski üyelerinden David Brewer, ''Amerika avukatların cennetidir'' diye boşuna dememiş. Bu avukat okyanusunda sizi avukatlardan koruyabilecek tek şey bir başka avukat. O yüzden avukatlara nükleer silah diyorlar. Rakibin bir tanesine sahip olursa, sen de sahip olmak zorundasın.

Baba'nın yazarı Mario Puzo, "Bir avukat bond çantasıyla, bin silahlı adamdan daha çok para kaldırabilir'' diye yazıyordu. Karakterini Puzo'dan alan Michael Corleone de, sokak mafyalığından çok daha büyük paraların döndüğü salon mafyalığına geçmeye karar verdiğinde bıçkın yeğenine ''Artık kabadayılara ihtiyacım yok, daha çok avukata ihtiyacım var'' diye konuşacaktı.

Bu destursuz girişten sonra hukuk mektebini beraber okuduğum birçok avukat arkadaşım, sırtlarından bıçaklanmış, cüppelerinden çekiştirilmiş hissiyle yüzlerini ekşitmeye başlamıştır. Gerald Lieberman, ''Avukatlar hakkında duyduğumuz herşeye inanmak haksızlık olur. Bunlardan bir ya da iki tanesi doğru olmayabilir'' diyor.

Avukatlığa bir lanetname, bir reddiye yazmak amaçlı değil mektubum. Türk kızı Zeynep vesilesiyle, lafı ABD'de geçen yıl yayınlanan bir kitapla başlamış güzel bir tartışmaya getirecekken ayağım takıldı, dilim dışarı çıktı...

Türk kızı Zeynep, Starbucks'a karşı


Reuters'in birkaç gün önce geçtiği habere denk gelenleriniz olmuştur. Zeynep İnanlı adlı bir Türk kızı, New York, Manhattan'daki Starbucks şubelerinden birinde 'sıcak çay' ısmarlıyor. Ancak sıcak çayı üzerine dökünce, çayın suyunun çok sıcak olduğu gerekçesiyle ünlü kafe zincirine, ''fiziksel ve ruhsal olarak acı duymama neden oldular'' diyerek yüklü bir tazminat davası açıyor.

Bu olay Reuters'e, Amerikan hukuk literatürüne ''Liebeck v. McDonald's'' teknik adıyla geçen 1994 yılındaki davayı hatırlatmış. 27 Şubat 1992 günü New Mexico eyaleti Albuquerque kırsalındaki McDonalds'ın arabalı servis penceresinden 49 cent'e aldığı kahvesini dizlerinin arasına koyan 79 yaşındaki Stella Liebeck adlı hanfendi, kahvenin kapağını açmaya çalışırken, bacaklarına döker. Bacaklarında üçüncü derece yanıklar oluşması sebebiyle 8 gün hastanede kalır. Tedavisi 2 yıl sürer. Liebeck, McDonalds'tan 20 bin dolarlık tedavi masraflarını karşılamasını ister. Ancak ketçap McDonalds, 800 dolara kapatalım konuyu deyince olan olur.

Bu anı kollayan Texaslı tazminat avukatı Reed Morgan pusudan çıkarak devreye girer.  McDonalds aleyhine, tehlikeli madde satarken ağır ihmalden dava açar. Kahve bardağının üzerindeki 'dikkat! sıcak kahve sıcaktır' ibaresinin de yeterli etkinlikte ve büyüklükte olmadığına karar veren 12 kişilik mahkeme jürisi, yüzde 80 McDonalds'ı, yüzde 20'i Liebeck'i suçlu bulur. Jüri, McDonalds'ın bir ya da iki günlük tüm kahve cirosunu (günlük 1,35 milyon dolardı) kadına tazminat olarak ödemesini ister ancak, taraflar, hakimin nihai kararından önce 640 bin dolarda anlaşır.

Tabii bencileyin Seinfeld seyircisi, dizinin 7'nci sezonunda, nizami insan Cosmo Kramer'ın, Java World adlı hayali kahve zincirinden aldığı kahveyi, kendi kantini iş yapsın diye dışardan yiyecek içecek almayan sinemaya cebinde gizlice sokmaya çalışırken, üzerine döküp yakması sonucu verdiği ''tazminat mücadelesini'' hatırlamıştır hemen. Seinfeld'in en komik bölümlerinden biri olan hikaye, McDonalds davasından esinlenmişti.

Şimdi hem Reuters ve hem de ondan alıntı yapan Türk medyası, New Mexico'lu Stella hanımın 2,86 milyon dolar kazandığını yazmışlar ki gerçeği yansıtmıyor. 640 bin dolara iş bağlandı. Durumu hiç de Stella hanım kadar ağır olmayan Türk kızı Zeynep'in de medyadaki ''milyonlar kazanacak'' şişirmeleriyle büyük hayallere kapılıp, sonra yeni bir ''ruhsal acı hissetmemesi'' için temkinli olmasında fayda var.

ABD'deki birçok ürünün üzerindeki ve hizmet mekanındaki uyarılar Türkiye'de de dünyanın her yerinde olduğu gibi dalga konusu oluyor. Ancak hepsinin işte böyle yaşanmış bir nedeni var. Muhtemelen Starbucks da bundan sonra sıcak çay bardaklarının üzerine, ''Dikkat sıcak çay sıcaktır'' yazısı koyacak. Bu da ''Fwd: Amerika'da komik uyarılar!!! Çok komikkk!!!'' konulu emaillere yeni bir paragraf daha ekleyecek.

Avukatlık meslek olmaktan çıktı, ticarete dönüştü


Engin Ardıç, birkaç gün önce yazdığı yazıda ''hukuk fetişizmi'' demiş. Ancak ben bu kavramın çok açıklayıcı olduğunu sanmıyorum. Çünkü 'hak hukuk saplantısından' kaynaklanmıyor olan biten.

Avukatlığın ve mahkemelerin ABD'de son 40 yılda bürünmeye başladığı yeni rolden kaynaklanıyor.

Şüphesiz ki avukatlık mesleğinde son 40 yılın kırılma anı ise, ABD Yüksek Mahkemesinin, John Bates adlı bir avukatın, Arizona eyalet barosu aleyhine açtığı dava için 1977 yılında yaptığı içtihatla, avukatlara reklam yapma izni vermesidir. Avukatlığın bir ''meslek'' olmaktan, 'ciddi paraların döndüğü bir ticari faaliyet'e dönüşmesinde bu dava ciddi bir rol oynadı.

ABD, sadece ekonomik ve politik hayata değil, sosyal hayatın da her alanına mevzuatın hükmetmeye başladığı bir ülke. Dışardan bu ülkeye ilk geldiğinizde, bu durumu önce hayranlıkla seyrediyorsunuz. ''Adamlar yapmış. Her şeyin kanunu yazısı var'' diye iç geçiriyorsunuz. Ancak bir süre sonra, evinizin kapısında oynayan çocuklara, ''naber lan keratalar?'' diye hal hatır soramayacağınızı, zenci iş arkadışınızın ensesine 'sen diyon len bu işe karaoğlan?'' diye takılamayacağınızı farkettikçe, onların bu dediklerinizi anlamalarını imkansız kılan Türkçe bilmemesi dışında birşeylerin yanlış ve gayri insani olduğunu hissediyorsunuz.

Avukatsız bir hayat


New Yorklu avukat Philip K. Howard, geçen yıl yayınladığı, ''Life Without Lawyers (Avukatların olmadığı bir hayat)'' adlı kitabıyla, bu ''kaybedilen değer'' ile ilgili tartışmaya ciddi bir boyut getirdi. Soru şu; Avukatlar ve mevzuat hayatı kolaylaştırıyor mu yoksa aksine hayatın tabiiliğini öldürerek yaşanmaz hale mi getiriyor?

Çocuğa kötü muameleyi savunduğum gibi yanlış bir sonuç çıkarılmayacaksa bir türlü alışamadığım kültüre bir örnek vereyim; Çocuklar, kendilerine 'dokunan' anne babalarını 911 acil yardım hattını arayarak polise ihbar edebiliyorlar. Ve polis gelip o anne babalar hakkında işlem yapıyor. Alkolik, dengesiz, ya da çocuklarını tedibinden gayrı vicdansızca 'dayak atan' ebeveynin vahşetinden çocukları korumak önemli ama bunun bedeli bütün anne babaların bu potansiyele sahip olduğunu varsaymak olmamalı. Ebeveynliğin ev içindeki otoritesini yıkan yasalar, hayatın doğal akışının da yönünü değiştirmiş oluyor.

''Bu noktaya nasıl gelindi merak ediyorum'' diye dert yanıyor Wyomingli bir öğretmen Philip Howard'a. ''Öğretmenler, dava edilme korkusuyla sınıfta otoritelerini kuramıyorlar. Veliler, dava edilme korkusuyla, çocuklarının eğitim gezilerine katılmaktan korkuyor.''

Okulların çoğu, dava korkusuyla öğretmenlerine her ne yaparlarsa yapsınlar asla ama asla öğrenciye fiziksel olarak dokunmama anlaşması yapar. Aklınıza gelmiştir peki öğretmen yaramazlığıyla eğitimi aksatan öğrenciye karşı ne yapar? O da polis çağırır! Örneğin, Florida'da ana okulunda kalemiyle okul bültenini ve panoları yırtan 5 yaşındaki öğrenciye hiçbir öğretmeni engel olamamıştı. Çünkü kurallar açıktı. Ne olursa olsun öğrenciye dokunulamaz. 5 yaşındaki çocuk, öğretmenin ihbarıyla sınıfa gelen polis tarafından tutuklanarak kelepçelenerek sınıftan çıkarıldı.

Howard'ın kitabındaki bilgiye göre ABD'de 2004 yılında orta okul ve lise öğretmenlerinin yüzde 78'i en az bir kez, öğrencilerince, kural ihlali ya da kendi haklarının ihlali gerekçesiyle şikayet edildi.

Okulların bir kısmı, çocuklar düşer bir taraflarını kırar, dava eder diye okul pencerelerini yükseğe ve küçük yapıyor. Çocukları oyun bahçelerine çıkarmıyor. Çocuklar içerde kapanıyor ve şişmanlaşıyor. Florida eyaletinin Miami'yi de içeren Broward idari bölgesi, çocuk parklarında düşen çocuklar yüzünden bir yılda 189 kez dava edilince, çareyi tüm çocuk parklarında koşmayı yasaklamakta buldu.

ABD'de doktorların yüzde 80'i 'defensive medicine' olarak nitelendirilen muayeneyi yapıyor hastalarına. Yani, bir hastalığı çıkar, dava edilirim korkusuyla birçok gereksiz test, tahlil, röntgen yaptırıyorlar kendilerine gelen her hastaya...

Kendi kendine 5 milyon dolarlık tazminat davası açan adam


Tabii ki, insanların uğradıkları haksızlıklara karşı dava yoluyla hak aramalarını yanlış buluyor değilim. İyiniyetle açılmış bir yolun, otoyola dönüşmesinin yol açtığı sorunlardan bahsediyorum.  Mevcut sistemin, insanları ''neyi dava edersem voleyi çakarım'' noktasına getirdiğini gösteren birkaç davadan bahsedeyim.

1991 yılında Richar Overton adlı bir kişi Budweiser biralarını üreten Anheuser-Busch firmasına, birayı içtiği halde reklamlarındaki gibi tropikal bir ortama gidip tropikal bir kızın karşısına çıkmadığı gerekçesiyle 10 bin dolarlık dava açtı.

Oregon eyaletinden Allen Heckard adlı bir vatandaşın özel bir problemi vardı. Onu gören herkes hemen ünlü basketbolcu Michael Jordan'a ne kadar benzediğini söylüyordu. Heckard'ın iddiası ise farklıydı; ''Michael Jordan bana benziyor.'' Sonunda, ''ruhsal acı çekmesine ve sıkıntı yaşamasına'' sebep oldukları gerekçesiyle Jordan ve sponsor firması Nike aleyhine 832 milyon dolarlık  dava açtı.

1995 yılında Robert Lee Brock adlı bir mahkum, alkol içerek suç işleyip kendi sivil haklarını çiğnediği gerekçesiyle kendisi aleyhine 5 milyon dolarlık tazminat davası açtı. Diyeceksiniz ki, deli mi bu adam parayı kendisinden nasıl alacak? Hayır aksine adamımız uyanığın önde gideni. 23 yıl hapse mahkum olan Brock, hapiste olduğu için bu parayı kendisi adına kendisine devletin ödemesi gerektiğini savunuyordu. İyi bir kontrataktı, ama hakimi geçemedi.

Long Islandlı bir doktor, boşandığı eşine, kendisine 8 yıl önce bağışladığı böbrek için tazminat davası açtı. Doktorumuz, böbreğin piyasa değeri olarak biçtiği 1,5 milyon doları talep etti. Böbreği istememiş en azından...

Tomas Delgado adlı Amerikalı arabasıyla seyir halindeyken çarptığı bisikletli çocuğun ölümüne sebep oldu. Çocuğun gece vakti koyu renk elbise ve ışıksız bisiklet sürmesi sebebiyle Delgado ceza almaktan kurtuldu. Ama mahkemeyi terk etmedi. Ölen çocuğun Audi'sinde açtığı hasarı tazmin etmek için ailesini dava etti.

1996 yılında bir kadın, yağmurda yeni elbisesi ıslanınca, hava açık ve güneşli diye rapor veren televizyon aleyhine 1000 dolarlık dava açtı.

Christopher Roller normal bir Minnesotalı. Tek kusuru, kendisini 'tanrı' sanması. ''Kendisine ait tanrısal gücü'' kullandıkları gerekçesiyle, ünlü sihirbazlar David Copperfield ve David Blaine aleyhine yüklü bir tazminat davası açtı.

Diyeceksiniz ki bu davaları açanlar hep deli manyak! Akıllısını diyeyim. Hem de hakim. Washington DC'de idari hakim Roy Pearson, pantolunu birkaç günlüğüne kaybeden Koreli kuru temizlemeci aleyhine 67 milyon dolar talebiyle tazminat davası açtı. Dava gerekçesinde, kuru temizleme servisinde ''Satisfaction guaranteed (memnuniyetiniz garanti)'' levhası bulunduğunu belirten çılgın hakim, meslektaşlarının ''yuh yani, bir pantolon için o kadar para mı istenir? Nerde bu kuru temizlemecide o kadar para..?'' çıkışmasından etkilenerek , yeni bir hesap yaptı ve tazminat talebini 54 milyon dolara indirdi. 13 milyon dolarlık indirimin pek de mutlu etmediği gariban Koreli kuru temizlemeci, 'Ne manyak ülke lan burası' diye dükkanı kapatıp ülkesine kaçtı. Gerçi sonra geri geldi ve hukuk mücadelesini kazandı. 

Kanunun çok olduğu yerde adalet az olur


Howard kitabının başında soruyor; ''Nasıl oldu da özgürlükler ülkesi, yasal mayınlar ülkesine dönüştü...'' Yasal mayınlar ülkesi,  sosyal hayatta nerdeyse her kişisel temasın, bir dava riski taşıdığı ABD için güzel bir benzetme,.

Howard diyor ki, ''Özgürlük, doğallığın coşkusunu, kişisel kanaatin gücünü ve içtimai sağduyunun otoritesini de içermeli.'' Çeşitliliği ve sayısı her geçen gün artan mevzuatla, kanunlarla, sosyal hayata yön vermek mümkün mü?

Çicero, ''kanunların çok olduğu yerde adalet az olur'' diyor. Her insani ilişkinin yasalarla düzenlendiği toplumlar, işi kitabına uyduran yolsuzluk çetelerinin, organize güçlerin ve mevzuatın hakim olduğu toplumlardır, adaletin, insaniyetin ve doğallığın hakim olduğu değil...

Her yeni duruma göre, yeni bir muhakeme geliştirme özgürlüğünün olmadığı yerde, ne sağlık sistemi, ne okullar, ne demokrasi, ne de sosyal ilişkilerde ideal bir seviye yakalanır. Bana öyle geliyor ki, ifrat ve tefritin neticesini yaşıyor Amerikan toplumu. Ölçüsüz özgürlük duygusu pompalanarak yok edilen 'sorumluluk duygusu'nun boşluğunu, 'dava edilme korkusu' ikamesiyle dolduruyor. Tabi, bu da insani ve spontane hayatın neşesini her geçen gün biraz daha eritiyor.

1,2 milyon avukat


Böyle yasa mayınlarıyla dolu bir toplumda da avukatsız yaşamak imkansız. ABD'nin Resmi Gazetesi olan Federal Register her yıl 70 bin yeni sayfa ekliyor mevzuata. Avukat nüfusunun artış hızı, Hispanik nüfusunun artış hızıyla yarışıyor. 1970'li yıllardan günümüze iki katına ulaştı. ABD Barolar Birliğinin (ABA) verilerine göre ülkede 1,2 milyondan fazla avukat yaşıyor. Sadece New York eyaletinde (ki bunların büyük bölümü New York şehrinde) 155 bini aşkın avukat var.

Ve 2009 yılında hukuk eğitimi popülasyonu tüm zamanların rekor seviyesine ulaştı. Sadece 2009 sonbaharında hukuk fakültesi olan LSAT sınavına 60 bin Amerikalı girdi. ABA, 2013 yılında ''avukatı çok, müvekkili yok'' bir sektör buhranı yaşanacağını açıklayarak, Baro sınavına yeni düzenlemeler getireceğini duyurdu geçenlerde. Kendisi de Ankara Hukuk mezunu olan kıymetli müzik adamı İlhan Mimaroğlu, bu tür durumlar için bizim bir halk deyimini ''increment is excrement'' diye çeviriyor ki, pek eğlencelidir.

Avukat sayısındaki fazlalık, mesleğin niteliğini de derinden dönüştürüyor.

Yale Hukuk'un dekanı Anthony Kronman'ın 1993 yılında yayınladığı ''The Lost Lawyer: Failing Ideals of the Legal Profession (Kayıp Avukat: Legal Mesleğin İdeallerinin Çöküşü)'' adlı son derece önemli kitabında, avukatlığı temel olarak, uyuşmazlıkları ve çıkarlar çatışmasını uzlaştırarak çözen, düzenleyici bir sosyal enstrüman olarak tanımlıyor. Avukatların, kendilerini barıştırıcı ve uzlaştırıcı yerine, savaşçı olarak görmelerini eleştiriyor. Hukuk fakültelerinin, avukat adaylarına, uzlaşma ve sorun çözme yeteneği kazandırma yerine, savaşçı kimliği kazandırmasından yakınıyor. Uzlaşma arayışı teknikleri dersi alan Amerikan hukuk öğrencilerinin oranı yüzden 5'ten az. Tabii bu ''ne pahasına olursa olsun davayı kazanma'' eğitimi, dindar bir kadının oğlu başarılı avukat Kevin Lomax'ı, şeytanın avukatına dönüştürüyor. Hukuk ve meslek etiği hak getire...

Ambulans avcısı avukatlar

ABD'de tazminat ve ticaret avukatları hakkındaki en yaygın argo benzetmelerden biri, ''ambulance chaser (ambulans avcısı)'' ifadesidir. Avukatların, bir yerde ambulans varsa, hastanın dava edeceği birileri de kesin vardır diye dikkat kesileceği imasıyla...  ''Avukatların burnu neden hep kırıktır?'' diye şaka sorusu da var bunun.  ''Sürekli takip mesafesinin altında ambulans takip ettikleri için''.

Tabii ki hiçbir meslek hakkında olmadığı gibi avukatlık hakkında da genelleme doğru olmaz. Ayrıca, bu mektupta mevzuatın erozyona sebep olduğunu söylediğim şeyin ''sosyal hayat'' olduğunun altını çizeyim. Devlete ve hukuka bakan konularda hukuku ve yasaları son derece gerekli bulduğumu defalarca paylaşmışımdır.

Türkiye'de insanların birçok sosyal sorunu yasal kurumlara ve profesyonel temsilcilere bırakmadan kendi aralarında çözmelerinin, kaybedilmemesi gereken ne kadar önemli bir haslet olduğunu hatırlayalım istedim.

Türk kızı Zeynep'in, şube sayısı Amerika'daki avukat nüfusundan bile hızlı artan Starbucks'tan milyonlarca dolar kazanmasını ise yürekten dilerim.  Yeryüzünün futboldan sonra en demokratik keyfi olan kahve içmeyi, standardize eden, endüstralize eden, sosyal statü meselesine dönüştüren bu küresel snopluğa az bile...

http://www.haber7.com/haber/20100514/Avukatsiz-bir-dunya.php

Avukat

Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun 21 Mayıs 2008 tarihli bildirisi, Türkiye'de yüksek yargı organlarının meşruiyeti ve işlevi konusunda yeni bir tartışma başlatmıştı. O tarihlerde tövbekâr darbecilerimizden Hasan Cemal gibi yargıya 'kırmızı kart' gösterenler de çıktığına göre bu defa postu kolay deldirmeyeceğimiz söylenebilir.[1]

Öncelikle belirtelim ki, "Yargıtay" adı, zannedildiği gibi Atatürk zamanında henüz konulmamıştı. 1945 yılında "Teşkilat-ı Esasiye" terimi "Anayasa"ya çevrilir ve dili de Öztürkçeleştirilirken, bir çok kelime gibi "Yargıtay" da Türk Dil Kurumu'nun işgüzar elemanları tarafından uydurulmuştur.

Biliyoruz ki, Yargıtay, kuruluş yılı olan 1868'den bu zamana kadar çeşitli aşamalardan geçmişti ve isim değiştirmeden önce "Temyiz Mahkemesi" adıyla anılıyordu.

1838 yılında, yani Tanzimat'ın ilanından hemen bir yıl önce kurulmuş olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Osmanlı Devleti'nde modern tarzda ilk 'parlamento' (meclis) sayıldığı gibi, Yargıtay ve Danıştay'ın prototipiydi, ayrıca ilk laik mahkemeler diyebileceğimiz Nizamiye Mahkemeleri'nin de ilk örneğiydi.[2]

Ancak 30 yıllık yolculuğunun sonunda Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye bu yükü kaldıramadı ve iki kuruma ayrıldı. Birincisi Divan-ı Ahkâm-ı Adliye adını aldı, öbürü de Şura-yı Devlet. Bu iki modern kurumumuzdan birincisi 1945'te dil operatörlerinin elinde Yargıtay, ikincisi ise Danıştay adlarını alacaktı.[3]

Mecelle Yargıtay tarafından hazırlanmıştı!

Yargıtay'ın kurucusu, son devrin büyük İslam hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa'dır. 1868 yılında, ikizi olan ve bir gün zor sabrederek bildirisini yollayan Şura-yı Devlet (Danıştay) ile birlikte kurulan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye'nin, yani Yargıtay'ın en önemli icraatından birisi neydi biliyor musunuz? Bugün bazı bölümleri hala kimi Arap ülkeleri ile 1970'lere kadar İsrail'de uygulanmakta olan ve İsviçre Medeni Hukuku'nu alacağız diye alelacele kaldırıp attığımız muazzam bir emek mahsulü olan Mecelle'nin yazımı. Dünya hukuk tarihine altın harflerle geçmiş olan bu büyük hukuk eserinin yazarı, daha doğrusu "müellifi" de Cevdet Paşa'dır. Üstelik kendisi aynı zamanda Yargıtay'ın ilk başkanıdır da!

Tezâkir adlı eserinde Yargıtay'ı nasıl kurduğunu şöyle anlatıyor Paşamız (elbette özetliyor ve dilini -haddim olmamasına rağmen- sadeleştiriyorum):

Başına Midhat Paşa'nın geçirildiği Danıştay, gösterişli bir şekilde kuruldu. Bense gösterişe bakmadan temelinin sağlam olmasına özel bir dikkat gösterdim. Dairelerini zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. Kalemlerini güzelce düzenledim. Böylece Yargıtay, birdenbire değil, adım adım oluştuğu için Danıştay'ın başına sonradan gelen alt üst oluşlardan etkilenmemiştir.

Sevgili Cevdet Paşa herhalde iki yıl önceki Yargıtay başkanlarının garip ve çelişkilerle dolu bildiri metnini okusa bunlara yargıç diplomasını verenleri huzuruna çağırıp bir güzel haşlardı.

Üç sene kadar kaldığı Yargıtay Başkanlığı'ndan Sadrazam Âli Paşa ile aralarının açılması üzerine istifa ederek ayrılan Cevdet Paşa, bulunduğu konumun nezaketini hiçbir zaman unutmamış ve makamını siyasetten olabildiğince uzak tutmaya çalışmış, yapılan baskılar karşısında ise şimdikiler gibi hukuk adamlarını toplayıp sokaklara dökülmemişti.

Şunu da söyleyelim ki, Osmanlı'nın Yargıtayı, bugünküne göre çok daha kalın bir dokunulmazlık zırhına sahip olduğu halde görevini siyasileştirmekten ısrarla kaçınmıştır. Zira 1870 yılında çıkarılan içtüzüğüne göre Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri,

1) İstifa etmedikçe,

2) Daha yüksek bir memuriyete tayin edilmedikçe,

3) Aleyhlerinde kesinleşmiş bir mahkeme kararı bulunmadıkça görevden kesinlikle azledilemezlerdi.

Kuruma Abdülhamid döneminde, 1887'de Yargıtay'a bir dilekçe dairesi eklenmiş, böylece vatandaşa başvuru hakkı da sağlanmıştır. Burada özellikle belirtelim ki, her şeye karışmaya meraklı olan Sultan II. Abdülhamid, adalet bürokrasisine siyasetin karışmaması için azami dikkat sarfetmişti. Hatta idam cezalarını, yetkisini kullanıp affettiği için Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa'yla arası açılmış; Paşa bunu, Sultan'ın adaletlerine güvenmediği şeklinde yorumlamış ve istifa etmek istemişti. Ancak Sultan Abdülhamid kendisinin gönlünü almış ve bir insanı öldürmenin sorumluluğunu vicdanen kaldıramadığını, yoksa hakimlerin adaletinden en ufak bir şüphesi bulunmadığını belirtmek ihtiyacını duymuştu.

Düşünün ki, öldüğü zaman Abdurrahman Nureddin Paşa'nın mezarı, Fatih Sultan Mehmed'in türbesinin hemen kapısı önüne yaptırılarak hem Osmanlı'da adalete verilen önem, hem de Paşa'ya duyulan saygı gösterilmek istenmişti.

Cumhuriyet Yargıtayı'ndan iki çarpıcı kesit

Yargıtay tarihinin Cumhuriyet dönemine rastlayan bölümünde çok kritik iki olayı özellikle zikretmemiz lazım.

Birincisi, 1925 yılında Eskişehir'de görev yapan kurumun başında Ömer Lütfi (Salman) Bey bulunmaktadır. Henüz açıklanmayan bir sebeple Ömer Lütfi Bey, Adalet Bakanlığı tarafından azledilmiş, yani görevinden alınmıştır. Bu da Cumhuriyet döneminde siyasetin yargıya müdahalesinin açık bir örneğini teşkil eder. Yargıtay Başkanlığı'ndan alınan ama Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığı uhdesinde kalan Ömer Lütfi Bey, kurumun onuruna müdahale saydığı bu siyasî girişimi içine sindiremediği için derhal mesleğinden istifa edecek ve 'izzet ü ikbal ile' köşesine çekilecektir.[4] Ne de olsa, Abdurrahman Nureddin Paşa'nın zamanında yargının bağımsızlığı ilkesinin ışığında yetişmiş değerli bir Osmanlı hukukşinasıdır.

İkinci olarak, 1966'da Yargıtay Başkanlığı'na seçilen ve 1968 Adli Yılı açılış konuşmasında "Tanrı'yı da insan yaratmıştır" sözünün sahibi olan İmran Öktem'i hatırlatmak istiyorum. Bu söz ve aynı konuşmada Nurculuk aleyhinde sarf ettiği ağır ifadeler sebebiyle halktan büyük tepki toplayan İmran Öktem, daha bir yıl bile geçmeden, 1 Mayıs 1969'da ölmüştür.

Ancak ortada bir sorun vardır: İmamlar, bu 'Allahsız' adamın cenaze namazını kıldırmak istememektedirler.

İşte Ankara'daki Maltepe Camii'nin avlusu, 3 Mayıs 1969 günü, belki de Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı tabut başı atışmalarından birine sahne olmuştur.

Avluda iki zıt kalabalık saf tutmuştur: Bir tarafta İmran Öktem'in cenaze namazını kıldırmak istemeyenler, öbür tarafta ise kıldırmak isteyenler durmaktadır.

Bir taraftan "Allahsızların namazı kılınmaz", öbür taraftan "Atatürk geliyor" haykırışları arasında çıkan itiş kakışta o tarihte CHP Genel Başkanı olarak bulunan İsmet İnönü ezilme tehlikesi geçirmiş ve yanında bulunan bir tuğgeneralin tabancasını çekip insanları korkutmasıyla tehlikeyi atlatmıştı.[5]

İtişip kakışma orada bitmemiş, Öktem'in cenazesinin taşınması sırasında süren arbede yüzünden tabut neredeyse yere düşecek gibi olmuştu.[6] Bunun üzerine İsmet İnönü, "Olay, her manasıyla bir 31 Mart vak'asıdır" diyerek kamuoyunu bir kere daha germeyi ve tahrik etmeyi başarmıştı.

Eh buna bir de geçtiğimiz 24 Şubat 2008'de Prof. Dr. Erdal Yavuz'un Radikal 2'de yayınladığı akıl almaz ifşaatını eklediğimizde tablo aşağı yukarı tamamlanır. İmran Öktem'in cenazesindeki 'irtica kalkışması'na tepki olarak bütün Yargıtay üye ve mensuplarının toplanıp 7 Mayıs'ta Anıtkabir'e yürümeleri sırasında [7] bazı subayların kendisine, "Bu yürüyüşte ateş açılacak, ölenler olacak ve bunun üzerine biz duruma el koyacağız" dediğini aktaran Yavuz, Yargıtay ve provokasyon bağlantısının tarihine güçlü bir ışık tutmuştu.[8]

Nereden nereye değil mi? Cevdet Paşa'nın temellerini sağlam bir şekilde attığını söylediği kurumun geldiği noktaya bakınca hüzünleniyor insan. İlerliyor muyuz yoksa?

Yargıtay nasıl kurulmuştu?

Seksen dört senesi evahirinde Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye ilga ile müceddeden Şuray-ı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye meclisleri teşkil ve Şuray-ı Devlet riyaseti Tuna vilayeti valisi Midhat Paşa'ya ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye riyaseti fakire [tevcih] olunmağla Dersaadet'e gelip teşkilat-ı adliye ile meşgul oldum. (...) Şuray-ı Devlet ile Divan-ı Ahkam-ı Adliye azasının intihabı için akd olunan encümen-i havass-ı vükelada Fuad Paşa'nın ihtar u teklifi üzerine mevcudların içinden ibtida Divan-ı Ahkam-ı Adliye azasının emr-i intihabı takdim olunmağla ulemadan Kara Halil Efendi ve Ahmed Hilmi Efendi gibi ilm-i fıkıhda en ziyade mahir olanlar ve rical-i devletten dahi güzide zatler Divan-ı Ahkam-ı Adliye azalığına intihab kılındı ve Divan'ın mümeyyizliğine ve zabıt katibliğine müsteid efendiler seçildiği sırada Babıali'de en ziyade sakk bilir bazı zevat dahi memur edildi. Bu cihetle ilamat-ı nizamiye için bir güzel sakk yolu peyda olmuştur. Şuray-ı Devlet pek ziyade alayişli olarak teşkil olundu. Fakir ise alayişe bakmayıp esasının metin olmasına hasr-ı nazar eyledim. Ahkam-ı Adliye dairelerini tedric u tecribe üzerine teşkil ve kalemlerini güzelce tanzim ve mahakim-i nizamiye ilamlarının usul-i sakk u sebkini vaz'-ı makbul ve müstahsen üzerine te'sis ettim. Binaenaleyh devair-i adliye refte refte tevessü' ve layıkiyle teessüs eylemiş olduğuna mebni sonraları Şuray-ı Devlet'in bid-defaat uğradığı tahavvülat ve inkilabattan salim kalmıştır.

Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, Hazırlayan: Cavid Baysun, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 84. Krş. Ahmed Cevdet Paşa, Ma'rûzât, Hazırlayan: Yusuf Halaçoğlu, İstanbul 197?, Çağrı Yayınları, s. 198-199.


KAYNAKÇA

[1] Hasan Cemal, "Demokrasi Dersinden Yargıya Kırık Not!", Milliyet, 23 Mayıs 2008.

[2] Bkz. Ekrem Buğra Akıncı, Osmanlı Mahkemeleri (Tanzimat ve Sonrası), İstanbul 2004, Arı Sanat Yayınları, s. 143.

[3] Akıncı, age; M. Âkif Aydın, "Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye", Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt 9, İstanbul 1994, s. 387-388; Yıldızhan Yayla, "Adalet ve Yargı", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt 4, İstanbul 198?, İletişim Yayınları, s. 921-922; ayrıca bkz. Ali Sel, "Yargıtay (Temyiz Mahkemesi)", Aylık Ansiklopedi, No. 22, Şubat 1946, s. 701-702.

[4] "26 Temmuz 1925 yılında Birinci Başkanlık görevinin isteği dışında geri alınmasını, Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığına atanmasını içine sindiremeyerek istifa etmiştir. 1934 yılında da vefat etmiştir." http://www.yargitay.gov.tr/content/view/115/50/

[5] 4 Mayıs 1969 tarihli Hürriyet'in manşeti gayet tahrikkâr bir üslup taşımaktadır:

İmran Öktem'in cenaze namazını kıldırtmak istemeyen müfrit bir grup camide bulunanlara saldırınca bir general tabancasını çekerek İnönü'yü korudu. Tuğgeneral Nuri Alpartun: "Yaklaşanı vururum..." diyerek CHP liderini kurtardı.

[6] Çetin Altan, "Vaktiyle devrilen bir Yargıtay Başkanı tabutu...", Milliyet, 8 Haziran 2002.

[7] Bu yürüyüş hakkında sıcağı sıcağına bir değerlendirme için bkz. Nihal Atsız, "İrtica artık bir kuvvet değildir", Gözlem, 15 Mayıs 1969.

[8] Erdal Yavuz, "Yanından dönmek", Radikal 2, 24 Şubat 2008 http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=8027

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=788375
http://www.hukukcular.org.tr/makaleler/64-yargtayn-ilk-bakan-cevdet-paayd-.html