Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

19 Mayıs 2024, 18:51:38

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,265
  • Latest: rizab
Stats
  • Toplam İleti: 8,828
  • Toplam Konu: 4,368
  • Online today: 128
  • Online ever: 554
  • (Dün, 06:22:10)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 113
Total: 113

Ahmet Taşgetiren'in, Hükümetin Kürt açılımıyla ilgili eleştirel köşe yazıları

Başlatan kilimanjaro, 08 Ağustos 2009, 12:12:24

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Şemdin Sakık kimlikten söz etmiyor (04 Ağustos 2009 Salı)

Kürt meselesi ne meselesi? Paşalarımız da itiraf ettiler ki, kimlik meselesi... Acaba gerçekten öyle mi? Gençler dağa kimlik diye yanıp kavruldukları için çıkıyorlar.

Acaba öyle mi?

Kürtler'in büyük çoğunluğu kimlik sorunu ile yanıp tutuşuyor.

Acaba öyle mi?

Türkler, yaman bir kimlik duygusu ile Kürtler'e karşı aşağılayıcı davranıyorlar. (Ahmet İnsel'in görüşüne göre Sünni Türkler, Kürtler'i ve Aleviler'i küçük görüyorlar. Bkz. Neşe Düzel ile mülakat-Taraf.)

Acaba öyle mi?

Gelin, şu Şemdin Sakık'ın sözlerini okuyalım.

Mardin'in Bilge köyünde, 44 kişinin öldürüldüğü katliamı araştıran Hayat Boyu Eğitim Gelişim Derneği, Diyarbakır Cezaevi'nde bulunan Şemdin Sakık ile de "şiddet olgusu" üzerine bir görüşme yapıyor.

Terör örgütünün elebaşılarından biriyken Kuzey Irak'ta yakalanıp Türkiye'ye getirilip müebbet hapse çarptırılan Şemdin Sakık, çoğu Doğulu çocuk gibi şiddet görerek büyüdüğünü anlatıyor. Sakık, dağa çıkış sebeplerinin gerekçelerini anlatırken babasına ve üvey kardeşi DTP Milletvekili Sırrı Sakık'a öfke kusuyor. Sakık'ın sözleri şöyle:

"Beni, annemi ve kardeşlerimi yoksulluğa ama daha önemlisi yoksunluğa düşüren babamdı. Babam Muş'un o zamanki zenginlerinden olduğu halde ikinci eşi olan annemi, beni ve kardeşlerimi dışladı, ortada bıraktı. Birinci ve üçüncü eşi ve onlardan olan üvey kardeşlerim bolluk, refah içinde yaşarken biz karnımızı doyurma, kışı donmadan geçirebilme mücadelesi veriyorduk. Böyle bir durumda kendi acılarından çok annenin, öz kardeşlerinin sefaletine öfke duyuyor insan.

"Üvey kardeşlerimin, özellikle Sırrı Sakık'ın günlük hovardaca harcamaları bizim terk edilmiş aile olarak aylık geçim bütçemizden fazla idi. O altında 300-400 bin liralık pahalı ciplerle gününü gün ederken biz karnımızı doyurmak için ekmek bulamıyorduk. O günlerin bilinçaltı öfkesidir ki Sırrı Sakık ile ilgili ne zaman bir TV programına rastlasam bindiği uçağın parçalanmasını ve onun da yok olmasını hayal ederim.

"İşte çocukluğumda bütün hücrelerimin şiddet dolu hale gelmesine sebep olan tablo. Tablonun gerisini zihninizde fiziksel, sözel, duygusal, sosyal şiddet figürleriyle dopdolu hale getirin işte. Burada esas kahredici olan yoksulluk değil, haklarının insanın elinden alınmış olması, yani yoksunluktur.

"Muş'un zenginleri arasındaki babam ile üvey kardeşlerim bu şekilde yaşarken ben çöplüklerde, annem ise köylünün kapısında yiyecek bulmaya çalıştı. Bize yapılan adaletsizliğin, insafsızlığın doruğuydu. İnsanoğlunun kendi türüne, hem de kardeşine, evladına karşı ne kadar insafsızlaşabileceğinin açık bir örneğiydi.

"Bana 'ilk kurşunu babasına sıkan adam' diyorlar. Doğrusu hak etmişti ama ben yapmadım. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da yalan söylediler. Ben ilk kurşunu babasına sıkan adam değil, mahkeme tutanaklarında da görüldüğü gibi ilk kurşunu üvey kardeşlerimden yiyen adamım.

"Ben 18 yıl dağda kaldım. Örgüte katılan herkesten, önce geniş bir öz geçmiş alıyordum. Güçlü bir aşiretten, zengin bir aileden, mutlu bir ortamdan gelip örgüte katılan hiç kimseye rastlamadım. Örgüte katılanlar, benim gibi dışlanmış, ailesinden, çevreden şiddet görmüş insanlardı.

"Üvey anne dayağı, baba, amca, ağabey, komşu şiddetiyle büyüyor bölge çocukları. Çok kalabalık aile ortamlarında ihtiyaçları olan sevgiden, ilgiden yoksun kalıyorlar. Bu da onları,
öfkeye, öç almaya itiyor. Büyüyüp bir genç olunca devlette iş bulanlar bir şekilde kendini güçlü hissediyor, kurtulmuş sayıyor. Ama ortada kalanlar ki bunlar büyük çoğunluğu teşkil ediyor, ister istemez bir kurtuluş arayışına giriyor. İşte dağa çıkanlar bu grup içinde kalanlardır."

Evet, Şemdin Sakık böyle söylüyor:

-Zengin Kürt babam, üç karı aldı, ikisine iyi davrandı, ortanca karısını ve çocuklarını yokluğa mahkum etti. Üvey biraderler zevki safa içinde yaşadı, biz kuru ekmeğe mahkum olduk ve dağa çıktık...

Özeti bu.

Şemdin Sakık dağda Kürt davasını yürüttü, Sırrı Sakık şehirde...

Nasıl bir Kürtlük davası bu?

Şemdin Sakık, "dağa çıkış"ı tahlil ederken, çok objektif bir toplum tahlili yapıyor.

Evet, "kimlik savaşı" veren bir siyasi Kürtçülük var.

Sağolsun, bizim devletimiz de, Osmanlı'nın parçalanış seyrinden kaygıya kapılıp, son Türk devletinde, döve döve Türk kimliği ve Kürt kimliği oluşturmuş bulunuyor.
Ama bu, geniş anlamda Türk ve Kürt halkına ne kadar mal oldu derseniz, bana göre çok sınırlı. "Müslüman-Türk-Kürt" gibi tanımlamaları alt alta sıralayıp, sorun şimdi Türk ve Kürt halklarına, "Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" diye...

Şu anda "Kürt sorunu", bütünüyle etnik alana ve kimlik işine odaklandırılmış durumda.

Bu yaklaşım, Doğu-Güneydoğu'ya yapılan yol, su, sağlık hizmetleri, GAP yatırımları vs. bütün bunları "Canım bunlar da mesele mi?" noktasına getirmiş bulunuyor.

Bu, AK Parti'ye ait özgün bir tez miydi?

Ne diyelim? AK Parti'mize hayırlı uğurlu olsun.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75469-semdin-sakik-kimlikten-soz-etmiyor-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

#1
Devlet Bahçeli'nin o munis dünyasından o müthiş öfkenin nasıl çıktığına her zaman hayret etmişimdir. "Demokratik açılım" diye yola çıkılıp kısa süre içinde "Kürt açılımı" haline gelen malum hadisedeki öfke boyutu da hoş değil.

Kaldı ki Bahçeli'nin sergilediği tavrın bir başka riskli yanı, bundan böyle açılıma yönelik tüm eleştirilerin MHP söyleminin gölgesinde kalma, onunla paralel görünme ihtimali ve bu yüzden kaçınılmaz eleştirilerin bile ortaya konmama durumu.

Bunu MHP önemser mi bilinmez ama Kürt meselesinde MHP ile paralel düşme halinin, pek çok insan için, en azından sorunun çözümüne katkıyı engelleyeceği kaygısıyla, caydırıcı nitelik taşıdığını ifade etmeliyim.

Bununla birlikte, MHP'nin itirazı önemsiz midir, ihmal edilebilir bir siyasi çıkış mıdır diye sorulduğunda buna cevabın da 'hayır' olması gerektiğini düşünürüm.

Aynı şey, CHP'nin geliştireceği itiraz için söz konusudur.

Her iki partinin, genelde bugüne kadar Ankara'da şekillenen politikaları sahiplendikleri biliniyor. Bunun yine genelde "ulusalcı" bir çizgi olduğu da söylenebilir.

Bu iki siyasi çizginin, Türkiye'de bir toplumsal karşılığının bulunduğu da bir vakıadır.

Bunun tersinden ifadesi, bütünüyle olmasa da DTP'nin siyasi çizgisiyle somutlaşır.

Herkes, hükümetin Kürt sorununa çözüm ararken DTP ile görüşmesine özel önem vermiştir. Bu yüzden: Başbakan'ın DTP'lilerle görüşmesi-görüşmemesi, önemli bir siyasi hadise haline gelmiştir.

DTP'nin bütünüyle karşı çıktığı bir çözüm paketinin, Kürt seçmen nezdinde yeterince içselleştirilemeyeceği de genel kabul halindedir.

Peki, MHP ve CHP'nin bütünüyle karşı çıktığı bir çözüm paketi, toplumun bir başka kesiminde tepki oluşturmaz mı?

Yoksa bu tepkiyi önemsemek gerekmiyor mu?

Başbakan Erdoğan'ın, DTP ile görüşmeme kararından vazgeçip, şimdi de "İhanetle suçlandığı gerekçesiyle" MHP ile görüşmeme eğiliminde olduğuna dair iddialar var.

Bazen medyadaki yaygın yargılayıp biçmeler, siyasi yapılanmaların kolay ıskalanmasına sebep olabiliyor. MHP de zaman zaman böyle kolay harcanan partilerdendir. Bahçeli, "Gerekirse dağa çıkar, 25 yıl dolaşırız" gibi son derece yüksek perdeden bir savaş söylemine giderken, herhalde hesapsız bir atışta bulunma psikolojisinde değildir. Bu söylemiyle Bahçeli'nin hem bir toplum kesimindeki öfkeyi yansıttığını hem de böyle bir öfkeyi oluşturmak istediğini düşünmek lazım.

Onun için Bahçeli'yi yabana atmak, çözüm arayışında çok sağlıklı bir yaklaşım değildir.

Bahçeli, "12 kötü adam" söylemiyle, bir noktada hükümeti, görüşlerine başvurduğu gazetecilerle bütünleştirmiş olmaktadır.

Doğrusu bundan böyle, söz konusu gazeteci-yazarların soruna ilişkin değerlendirmeleri, teklifleri vs. sık sık "hükümetin kılavuzları" sadedinde gündeme gelip tartışılacaktır.

Çünkü kamuoyu, gazeteci-yazar seçiminde, 2005 yılında olduğu gibi nasıl bir kriterin uygulandığını bilmiyor.

Türkiye'de "Kürt sorunu" çeşit çeşittir, soruna ilişkin görüşler çeşit çeşittir ve çözüm sadedinde de gazeteci, yazar, bilim adamı niteliğinde sayısız isim vardır.

Bu durumda, görüşülenler:
-Görüşleri paylaşılanlar mıdır?
-Paylaşılan görüşlerini belirtmeleri için mi çağırılmışlardır?
-Onların bundan böyle medyaya yansıttığı görüşlerini hükümetin görüşleri olarak mı kabul etmek gerekecektir?

Çağırılmayanlar:
-Görüşlerine değer verilmediği için mi çağırılmamışlardır?
-Görüşleri benimsenmediği için mi çağrılmamışlardır?

Bu sorular, hükümetin bir görüşü, bir eğilimi, bir çözüm paketi bulunduğunu, dolayısıyla buna kamuoyu desteği sağlamaya çalıştığını, söz konusu gazeteci-yazarları da kendisine yakın bulduğu için görüştüğü kanaatinden kaynaklanır.

Acaba öyle midir?

Yoksa hükümetin sorunun çözümüne ilişkin herhangi bir projesi hiç mi mevcut değildir?

Ben, hep, AK Parti'nin sorunu "etnik zemin" ötesinde çözebilecek bir planı olmasını bekledim. Hep "Siz siz olun yeter" dedim.

Ama konu hep etnik alana doğru savruluyor ve istişare zeminleri de böyle oluşturuluyor. Demek bir "AK Parti görüşü mevcut değilmiş" diye mi düşünmeliyiz?

"Taş atan çocuklar sorunu"nu çözmek için etnik yaklaşım mı gerekiyordu, yoksa azıcık basiret ve insani duyarlılık mı?

İşte basiret devreye girdi ve çözüm ufku görüldü.

Dağdan inenlere iş bulmak!

Bu, çözümün olmazsa olmaz şartlarından sayılıyor.

Doğru, bu yapılmalı.

Peki ya Diyarbakır'ın, Şemdinli'nin kahvehanelerinde, İstanbul'un varoşlarında işsiz bekleyenlere ne olacak?

Onlar da iş bulmak için dağa mı çıkacaklar?

Ve biz de ondan sonra:

"Dağa çıkmak hiç bu kadar cazip olmamıştı" mı demek zorunda kalacağız?

Hasan Cemal, "Çetrefil meselelerin çözümünde gizlilik esas olmalıdır" diyor. Eski MİT müsteşarlarından Sönmez Köksal da "Sürecin gizlilik içinde yürütülmesi"ni öğütlüyor. Bu öğütler hükümete büyük risk yüklüyor. Bu gizli işler içinde deşifre olacak bir hadise, toplum nezdinde güveni sıfırlayıp, her şeyi sıfıra müncer edebilir.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75540-mhp-cizgisini-ne-yapmali-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

#2
Bugün şaşırtıcı bir çağrıda bulunmak istiyorum size.

"Kürt sorunu", siz de farkındasınız ki, her gün biraz daha etnik zemine doğru akıyor ve siz bundan büyük kaygı duyuyorsunuz. Sayın Baykal, "ayrışma" kaygısını bağıra bağıra seslendirmekten kaçınmıyor.

Seslendirip gündeme müdahil olmaktan ve yepyeni sivil-asker tartışmalarına yol açmaktan kaçınsa da benzeri bir sesin, Askerin içinde de yankılandığını tahmin etmek zor değil.

"Kürt sorunu" çözülsün ama ülkenin birlik bütünlüğünde de kapanması zor yaralar açılmasın!

İsteğiniz bu mu?

Peki, nasıl olacak bu?

Aslına bakarsanız şu anda hükümet, kendi özgün modeli böyle olmasa da tam da sizin, yani laik bir mantığın arayış yöntemleri içinde hareket ediyor ve tam da o yöntemler, "ayrışmaya yol çıkar" kaygılarına yol açıyor.

Sizin öteki yöntemlerinize gelince... Onlar zaten bu sorunun anası-babası...

"Kürt"e Türklüğü kabul ettirmek, "Türk"ü hangi anlamda kullanırsanız kullanın, olmuyor.

Bakın, bu işin bir tek yöntemi vardı, bunu Lozan'da Türkiye'yi temsil edenler biliyorlardı.

Evet, İslam, bu iki kavmi, hatta bu topraklarda Türkler ve Kürtler'le birlikte yaşayan daha birçok kavmi yıllar içinde adeta tek millet haline getirmişti.

Ne yazık ki Lozan tezi Lozan'da kaldı, yeni sistem, "din"den hareket etmediği için onun yerine bir başka ortak payda üretmeye yöneldi, onun adı "Türklük" olsun dedi ama Türklük telkini, hele İslam'ın azaltıldığı bir anlayış içinde, gittikçe daha çok karşıt aidiyetleri besleyici bir mahiyet kazandı.

Evet, bence İslam'ın üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.

Bugün de iki kavmi, kalben, Baykal'ın sözüne yansıyan güzel ifadeyle "Yürekten" buluşturacak başka bir şey yok.

Bakınız, "vatan" duygusu bile ayrı vatan sevgisi halinde ayrışma sebebi haline gelebiliyor.

İslam...

Bu aidiyet, asırlar içinde çok büyük bir coğrafyada kalbi bağlılıklar oluşturmuştur.

Bu, Türkiye'nin Türkler'i ve Kürtler'i için de böyledir.

Kürt sorununun çözümüne yönelik arayışlarda, Türk veya Kürt cenahından birçok çevre, yetişme şartları itibarıyla İslam'ı güçlü bir aidiyet olarak görmedikleri için, hep etnik aidiyet üzerinde yoğunlaşıyorlar.

Diyeceksiniz ki...

Bu dilden en çok AK Parti anlar.

Benim gibi bir insan, İslam gibi bir çözüm imkânını AK Parti hükümetine tavsiye etmeli, değil mi?

Bunu defalarca yaptım, "İslam bize nasıl bir imkân sağlar?" gibi bir gündemin MGK'ya getirilmesini önerdim ama AK Parti böyle bir çözüm zemini ile ortaya çıkamıyor.

Evet, çıkamıyor.

Çünkü Askerin ve CHP'nin koruma kollama misyonunda birbiriyle yarıştığı laik statüko, AK Parti'nin, böyle bir çözüm imkanının yanına bile yaklaşmasını önlüyor.

Onun için size sesleniyorum.

Türkiye, tarihinin en kritik noktasında...

Belki de uluslararası güç odakları, Lozan'daki karşı tezleri için en uygun zamanda olduklarını düşünüyorlardır.

Kaç kere "Azınlık" tanımlamaları yapmaya kalkıştılar.

Gene bizim Kürt'ümüz, Alevi'miz, bu yemlere prim vermedi.

Ama Türkiye, etnik ve mezhep bilinci istikametinde zorlanıyor.

Asker ve CHP, İslam'ın Türkiye için stratejik anlamını bir kere daha müzakere kapısı açmalı diyorum, ben.

Stratejik anlam... Toplumun Müslüman karakteri Türkiye'yi ne kadar Türkiye yapıyor, sorusu mesela... Toplum bütünlüğünü ne kadar besliyor? İslamsız, İslam'ı azaltılmış bir Türkiye nasıl olurdu?

İnanın böyle bir imkân, Türkiye'yi değerlendiren bütün strateji odaklarında dikkate alınmaktadır.

Asker ve Baykal, sürpriz yapsın hükümete...

Türkiye'nin asıl sürprizi bu olacaktır.

Asıl büyük hamlesi bu olacaktır.

Kürtler'in kimlik talepleri vs. hepsi karşılansın. Dillerini rahatlıkla konuşsunlar. Eğitimini yapsınlar. Köylerinin Kürtçe isimleri rahatlıkla kullanılsın. Vs. vs.

Şimdi korkulan pek çok şey bile yapılabilir.

Diyoruz ya, Osmanlı'da oraya rahatlıkla Kürdistan deniliyordu, nasıl oluyordu bu?

O tılsım İslam aidiyetinin diğer tüm aidiyetleri hem koruması hem entegre edebilmesi idi.

Sorunumuz, bu büyük coğrafyanın çözülmeler çağını bitirmesi ve entegrasyonlar çağını başlatabilmesinde toplanıyor.

Burada Türkiye kilit ülke.

Orada da sivil-asker iradesinin aynı istikamete yürümesi meselesi var.

Türkiye'de Asker ve CHP ile toplumsal dinamikler farklı istikametlere gittiği ve bu iki faktör, statükonun bel kemiğini oluşturduğu için sancılar bitmiyor.

Ey asker, ey CHP, Türkiye'nin bu en kritik günlerinde bir başka doğuma imkân açın.

Samimiyetimi anlıyor musunuz?

Türkiye için tarihi bir şey yapın.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75615-kurt-sorunu-asker-chp-islam-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

"Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir başbakan, Kürtler'in meşru temsilcisi ile kafa kafaya verip, bu sorunu nasıl çözeriz diye konuşuyor. Hasımlığın yerini işbirliği isteği alıyor."

Bu cümlede yanlış olan nedir sorusunu sorsam, öyle sanıyorum ki, birçoğunuz pek bir yanlış görmeyecektir.

Ama gelin bir de şu sorular açısından bakalım bu cümleye:

-Başbakan Kürtler'in temsilcisi ile görüştüğüne göre, hele bu görüşmeyi AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığına göre kimlerin temsilcisi olmaktadır?
-Başbakan'ın genel başkanı olduğu partideki Kürt milletvekilleri ve bu partiye verilen Kürt oyları kimi temsil etmektedir?
-DTP, "Kürtler'in meşru temsilcisi" sıfatına layık görüldüğüne göre "Türkler'in meşru temsilcisi" hangi parti olmaktadır?
-Türkiye'de hangi oranda oy almak bir siyasi partiye, o grubun bütününü temsil hakkı vermektedir?

Türkiye'nin siyasi hayatı için bu sorular sorulabilir mi? Bu sorulardan bir çıkış imkânı var mı?

Böyle sorular sorulabildiği takdirde "Sünniler'in, Aleviler'in, Lazlar'ın, Çerkezler'in, Boşnaklar'ın..." yani her türlü etnik, dini, mezhebi kimliğin bir siyasi partisinin olması düşünülmeli değil midir?

Yukarıdaki cümle, Gülay Göktürk'ün, benim "Kürt sorunu: Asker, CHP, İslam" başlıklı yazımı eleştirdiği dünkü yazısında yer aldı.

Şimdilerde bu cümleler rahat kuruluyor. Türkiye'de, ucunun nereye varacağı pek irdelenmeden kuruluyor, çünkü zihni bir evrilme yaşıyoruz.

Ben, işin her gün biraz daha çok etnik zemine kaymasından endişe ediyorum Gülay Hanım, bunu "fiktif endişe" olarak niteliyor ve "statükonun aynen devamını savunanların değirmenine su taşıma tehlikesi"ne karşı beni uyarıyor.

Bu, "değirmene su taşıma" sözlerini sevmiyorum. Ben, kendime ait özgün düşüncelerimi on yıllardır seslendiriyorum, neden bir başkasının değirmenine su taşımış olacağım ki?

Ben sadece Kürt meselesinde değil, Türklük, Araplık vs. etrafında da bir etnisite vurgusuna karşı çıkarak geliyorum. Bunun, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist politikaların bir uzantısı olduğunu ifade ediyorum. Bu politikaların bugün de sürmekte olduğunu, Türkiye'de "Kürt azınlık-Alevi azınlık" üretme çabalarının AB ilerleme raporlarına girmesinin safiyane olmadığını düşünüyorum. Aynı AB ve AİHM dünyasında (Gülay Hanım'ın da defalarca eleştirdiği bir olgu olarak) Türkiye'deki başörtüsü yasağı karşısında baskıcı uygulamalara meşruiyet sağlanırken...

Gülay Göktürk diyor ki:

"Aslına bakarsanız, sorun daha en başından bu yana zaten etnik zeminde cereyan etmekteydi. Hem PKK hem de devlet tam olarak etnik siyaset yapmaktaydılar ama bu etnik siyaseti şiddet yoluyla yapmaktaydılar."

Evet, ben de devletin ve PKK'nın etnik siyaset uyguladığını ve Türkiye'yi bugünkü açmazın içine birbirini besleyen bu politikaların getirdiğini ifade ediyorum. Anlaşılan Gülay Hanım bunu, yaşanması kaçınılmaz olan bir süreç olarak görüyor, ben "bu coğrafyada bu emperyalist hesabı bozacak bir başka ihtimal olmalı" diyorum. Hatta Türkler'le Kürtler'in, Anadolu coğrafyasındaki kaynaşmışlığını bunu sağlayacak olan sağlam bir potansiyel olarak görüyorum.

Ya da "Görüyordum" demem lazım.

Çünkü önceki yazımda da yazdım "Devlet ve PKK, Türkler'i ve Kürtler'i döve döve, etnik bilinç zeminine sürüklediler."

Bunu yaparken hem devlet hem PKK, iki toplumun en temel ortak paydası olan İslami kimliği zaafa uğrattılar.

Bu yaklaşımı ben de ısrarla ifade ettim ama ben bunu bir Kürt bilgesi olan, Şeyh Said'in torunu Abdülmelik Fırat'ın söylemesini önemserim.

Şimdilerde DTP'nin "Kürt temsilciliği" kayda geçirildi, Öcalan'ın temsilciliğine de zihnen hazırlanıyoruz. Çünkü "İslamsız Kürt" diye bir proje de var. Ve Öcalan ve DTP'ye verilecek temsil yetkisi, bu süreci beslemiş oluyor.

Burada belki birkaç hususu daha, cümleler halinde ifade etmeliyim:

-Ben, adeta mütearife haline gelmiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin "Sünni-Türk-Hanefi" şablonu içinde oluştuğu kanaatinde değilim. Belki Cumhuriyet'in derin bilincinde böyle bir şey olabilir ama bunun, sistemin somutlaşmasında, "Sünni İslam"ı kontrol niteliğine büründüğünü düşünüyorum.
-TC'nin ideolojik söyleminde Türklük vurgusu hakim olmasına rağmen, Türkler'de yaygın anlamda bir etnik bilinç oluştuğunu düşünmüyorum. Kürtler'in çoğunluğu da aynı durumdadır. "Türklük vurgusu" TC söz konusu olduğunda devlet mantığında yer almış, Kürt cenahında karşıtını da PKK hareketi oluşturmuştur.
-Ben Amerika ve AB'nin ya da global strateji oluşturan tüm güç odaklarının, Türkiye ve İslam coğrafyası söz konusu olduğunda, safiyane projeler sunacaklarını düşünmüyorum. Ancak, çıkarlarının gerektirdiğini yaparlar, siz de toplam gücünüz oranında kendi çıkarlarınızı korursunuz. İslam coğrafyası ise hâlâ manipülasyonlara açık bir alandır.
-Dünya entegrasyona gidiyor, bu coğrafyada da aykırı şeyler olmaz şeklindeki yaklaşımları, bu coğrafyada oynanan oyunlara baktığımda biraz safiyane buluyorum. Mesela, "Kuzey Iraklı Kürtler'in Türkiye ile birleşme hayalleri kurduğu" yaklaşımı güzel bir hayal gibi geliyor bana.

Neyse...

Bu konuda çok şey yazılabilir. Yazacağız.

Gülay Hanım, benim "İslam ortak paydası"na ilişkin değerlendirmeme ve çağrılarıma da eleştirel bakıyor. Ancak, bu konudaki görüşlerini sonraki yazısına bıraktığı için ben de düşüncelerimi ondan sonra yazmak isterim. Burada, Askere ve CHP'ye İslam ortak paydasını hatırlatmanın, Türkiye trajikomiğinin tipik bir göstergesi olduğunu hatırlatmak ve bu konuda birçok şeyin vuzuha kavuşturulması gerektiğini not etmekle yetiniyorum.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75765-etnisiteyi-derinlestire-derinlestire-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Gülay Göktürk'ün pazar günkü ikinci yazısı... Kürt meselesi ile ilgili benim "İslam eksenli" değerlendirmeme cevabı... Şu başlıklarla ifade edilebilecek bir geniş tartışmayı gerekli kılıyor:

1-İslam, Türkiye için birleştirici bir aidiyet midir?

2-Sistem, başından beri "Türklük vurgusu" yerine İslami aidiyeti besleyici bir politika benimseseydi bu sorunda nasıl bir gelişme görülürdü?

3-İslam toplumlarındaki dini ve etnik ayrışmalarda devreye giren emperyalist politikaların etkisi...

4-İslam hem İslam ülkeleri hem de insanlık planında daha genel anlamda sorun çözücü bir disiplin olarak kabul edilebilir mi?

5-Amerika'da örneği görülen demokrasi ve özgürlükler sistemi nasıl işliyor, ideal bir sistem yapılanması olarak bakılabilir mi ve tüm dünya için örnek teşkil eder mi?

6-Laiklik, Türkiye'de pozitif-negatif anlamda nasıl bir sosyal fonksiyon icra etti?

7-TSK ve CHP'ye "İslam'ın Türkiye için stratejik anlamı üzerine bir kere daha müzakere kapısı açması" çağrısı tehlikeli sularda kulaç atmak mıdır?

8-İslam, birleştirici bir aidiyet misyonu taşıyorsa, İslam toplumları arasındaki kavgalar neyin nesidir?

Şu sıraladığım paragrafların her birisinden bir makale çıkar. Ya da her bir paragraf, kitap derinliğinde tahlil edilebilir.

Nasıl yapmalı?

Konu Kürt meselesi güncelliğinde ele alındığı için belki şuradan başlamalı.

Benim söz konusu yazım, askere ve CHP'ye "İslam'ın Türkiye için stratejik anlamını yeniden müzakere çağrısı" niteliğindeydi.

Bu çağrıda bir ironi bulunduğu açıktı. Yazının girişinde de zaten "çarpıcı bir çağrıda bulunma dileği" vardı.

Neden?

Çünkü sistemi CHP kurdu, asker de koruma kollama misyonunu üstlenmiş bulunuyor.

Toplumun Müslüman karakterini en çok gözardı ettiği farz edilen iki kuruma biz "İslam'ı yeniden değerlendirin" çağrısı yapmış oluyoruz.

Öyle bir Türkiye söz konusu ki, toplumun Müslüman çoğunluğu, hakim sistemin İslam'a karşı tavrından rahatsız.

Zaman zaman yazdım: "İslam olmasaydı; diye bir ihtimal düşünüldüğünde nasıl sonuçlar doğardı?" konusunu irdeledim.

Durum şu:

Türkiye'de İslam var. Bin yıldır var. Ve İslam'ın, bu ülkedeki farklı etnisitedeki toplumların kaynaşmasında herhangi bir rolünün bulunmadığını söylemek, sanırım Gülay Göktürk için de söz konusu değildir.

O zaman soracağımız soru şu:

1-Bu entegrasyonda, İslam'ın etkinliği ne kadar?

2-İslam'ın azaltılması, toplumdaki ortak aidiyet duygusunu da azaltır mı?

3-İslam'ın azaltılması başka aidiyetlerin öne çıkmasına yol açar mı?

Kürtler'in içinden İslam alanında iyi âlimler yetişmiştir. Onlar da bilir ki, İslam, etnik gerçekliği ve dillerin farklılığını kabul eder, hatta Allah'ın bir ayeti olarak sayar, onun zorla değiştirilmesini yani asimilasyonu fıtrata müdahale kabul eder ve reddeder. Yani onlar, Müslüman olmakla Kürtlük aidiyetinin kaybolmadığını bilirler. Sorun nerede?

1-Farklı bir etnisite olan Türklüğün, Kürtlük yerine ikame edilmesi politikasında...

2-Ve bunu yaparken, diğer ortak paydanın aşındırılması, en azından ihmal edilmesi, azaltılması politikasında...

Türkiye, Amerika gibi 2 asır önce, çok farklı aidiyetlerdeki göçmen toplulukların kurduğu bir ülke olsaydı, nasıl sonuç vereceği yine tartışmalı da olsa, belki başka çözüm formülleri üzerinde düşünülebilirdi.

Amerika, bu iki asır içinde bazı uygarlıkların kökünü kazıyarak, bazı yerli toplulukları yok ederek, uzun süre Afrika kökenlilere kan kusturarak, iç savaşlar yaşayarak bugünlere geldi. Neyi ne kadar başardı? Amerika bir özgürlükler ve demokrasi ülkesi mi? Ekonomik güç odaklarının kontrolünde özgürlükler ve demokrasi nasıl işler? Bunları hep tartışmak lazım. Huntington, bugün, "Biz kimiz?" diye yazıyor? WASP'a karşı hispanik yükselişi, Amerikan birliğine karşı bir tehdit olarak algılıyor. "Savaşlar Amerikalı'da bayrak ve kimlik duyarlılığını besliyor" diyor. Ben de soruyorum: Amerika'yı ve Batı toplumlarını fazla idealize etmiş olmuyor muyuz?

Fukuyama, Tarihin Sonu-Son İnsan'ında liberal-kapitalist yapı içinde insanın belirli gelişmeler sağladığını, ancak ruh doyumsuzluğunun sürdüğünü yazıyor.

Türkiye Amerika değil.

Türkiye 6 asır üç kıtada onlarca farklı kültür ve etnik grubu yöneten Osmanlı bakiyesi bir ülke.

Osmanlı'nın son yüzyılı ise, ona yönelik çözücü emperyalist politikaların uygulandığı bir yüzyıl.

Emperyalist çözücü politikalar...

Bu dinamiği göz ardı etmemek lazım.

Önce gayrimüslim unsurlar üzerinde, sonra Müslüman unsurlar üzerinde çalışılmış...

Yani Osmanlı'nın çözülüşü üzerine sistemin problemleriyle alakalı çok şey söylenebilir ama emperyalist güçlerin çözücü çalışmaları göz ardı edilerek yapılacak bir değerlendirme de eksik olur.

Bunu belki, sadece Osmanlı coğrafyasında son yüzyılda yaşananlar bakımından değil, tüm Ortadoğu'da yaşanan ve Göktürk'ün "Müslümanlar'ın birbiriyle çatışması" diye gördüğü olaylar açısından da değerlendirmek lazım. "Saddam İran'la savaşırken kimin piyonu idi, sonra ne oldu?" sorusu sorulmadan "İran'la Irak çatıştı, bu da İslam dünyası denen hadisenin problemli yapısını ortaya koyar" deyip işin içinden çıkılabilir mi?

Yarın devam edeceğim.

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/75946-turkiye-ve-islam-iliskisi-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

İslam'ı göz ardı edebilir misiniz?

Lozan'da Türkiye, hiç olmazsa bu toprakların Müslüman halklarının bölünmesine yönelik emperyalist hesapların farkındadır ve Türkler ile Kürtler'in Müslümanlığından yola çıkarak bir bütünlük tezi savunur.

Ben diyorum ki:

Lozan sonrasında, orada savunulan bu bütünlük tezi terk edildi ve başka bir format üzerinden bütünlük tezi kurgulanmaya çalışıldı.

Ben diyorum ki:

80 küsur yılda yapılan, maalesef Türkiye'yi, Lozan'da İtilaf devletlerinin arzuladığı noktaya getirmiştir.

Şimdi Türkiye, etnik aidiyetlerin bu ölçüde ortaya çıkması karşısında Lozan'daki tezini bile savunacak durumda görünmüyor.

Gülay Göktürk, Türkler'le Kürtler'in ilişkilerinde İslam herhangi bir ortak duygu zemini oluşturmuyor mu demek istiyor?

Ya da İslam var ama çok az mı demek istiyor?

İslam hiç dikkate alınmasın mı demek istiyor?

Böyle ortak payda bilmem ne, toplumlar için bunların anlamı yok mu demek istiyor?

Şöyle bir soru üzerinde düşünsek:

Hiçbir ortak paydamız yoksa demokrasi ve özgürlükler etnik aidiyet duygusu bilenmiş bir topluluğu diğeri ile neden bir arada tutsun?

Neden ayrı bir toprak parçası içinde kendi özgürlük ve demokrasi düzenini inşa etmeyi tercih etmesin?

Akrabalıklar... Evlenmeler, birbirine karışmalar var...

Peki, bunlar nasıl var olmuş?

Yani diyelim Türkler ya da Kürtler, neden Hristiyan toplumlarla evlilikler yapmıyor da birbiri ile evlilik yapıyor?

Bunda da İslam'ın sağladığı iklim yakınlığı yok mu?

Bizi petrol ya da doğalgaz boru hatları bağlasın ama İslam bağlamasın...

Bu mudur?

"İslam'ın bu topraklar için stratejik anlamı" ifadesini kullandım. Bir iman olayı değil burada bahsettiğim. Bir sosyal gerçeklik...

Diyorum ki askere ve CHP'ye:

İslam'ı bir iman olayı ya da sistem yapılanması olarak dışlayabilirsiniz ama Türkiye'yi seviyorsanız onun bu topraklar için stratejik değerini görmezden gelemezsiniz.

Sormak isterim Göktürk'e:

Siz bu ülkeyi yönetiyor olsanız, toplumsal sorunların değerlendirilmesinde İslam aidiyetini nereye koyardınız?

Türkiye 80 yıldır toplumun İslam aidiyetini ne yapacağını tartışıyor.

Devlet toplumun "Türk kesimi" ile bile nizalı hale gelmiş.

Ama bilincin derinlerinde bir yerde de hâlâ Türkiye'nin Müslüman bir topluma dayandığı, Türkiye coğrafyasının İslam coğrafyası içinde yer aldığı, Türkiye'nin Afrika'nın kuzey batısından Çin Seddi'ne kadar olan alandaki İslam toplumlarıyla bir tür hukukunun bulunduğu notu var.

Türkiye, tamamen İslam aidiyeti ile bağlantılı olan bu alakayı önemsememeli mi?

Bu alakanın Türkiye'ye zararlı olduğunu mu düşünmeli?

Şu anda, "Türkiye'nin stratejik derinliği" denen şey, bir boyutu ile Türkiye'nin üç kıtanın kesişme noktasındaki sırf jeopolitikten kaynaklanan konumu ile bağlantılı ise diğer boyutu da bu büyük coğrafyadaki "kültürel-tarihi" klişesi altında ifade edilegelen İslam ortak paydasının üzerine oturmuyor mu?

Daha önce yazdım:

Lozan'da İngiltere, kendisini "En büyük İslam devleti" diye niteliyor ve mukaddes emanetlerin Osmanlı'nın elinden alınıp, Suudiler'e verilmesinin sözcülüğünü yapıyor.

Geçenlerde Putin de Rusya'yı "En büyük İslam devletlerinden biri" olarak niteledi.

Acaba niye yapıyorlar bunu?

Amerika, Avrupa, Rusya, kendilerinin odak olduğu enternasyonaller kurmaya çalışıyor.

İslam dünyasına yönelik olarak ise dezentegrasyon politikaları izleniyor.

Ben, İslam toplumlarındaki "ümmet bilinci"nin zaafa uğratılması, hatta tahrip edilmesinin, bu coğrafyaya yönelik en büyük emperyalist politika olduğunu düşünüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti politikalarının "ümmet bilinci"ni aşındırmaya yönelik olması hangi çıkara hizmet etmiştir?

Osmanlı'nın, bütün İslam coğrafyasındaki izlerinin silinmesi politikası, Osmanlı coğrafyasını, yani İslam coğrafyasını parçalayıp yutmaya yönelikti.

Bizdeki Batıcı aydınlar gibi, İslam ülkelerindeki Batıcı aydınlar bu zokayı yuttular ve bu coğrafya, çözülmeyi hâlâ durduramadı.

Son operasyonlardan birisi Türkler ve Kürtler'e karşı yürütülüyor.

Benim söylediğim "Bu oyunu bozalım"dır. "Farklılıklarımızı derinleştirmek değil, ortaklıklarımızı besleyelim"dir. "İslam bu noktada ihmal edilmez bir değerdir" düşüncesidir.

Bu konuları ileride yine yine yazmak gerektiğini düşünüyorum.

Ama burada "İslam etnik çelişkiyi çözüyorsa diğer çelişkileri de çözmek için manivela olarak kullanılabilir mi" sorusu ile ilgili kısa bir şey söylemem lazım:

İslam, etnik soruna ilişkin söz söylerken devlete veya Türkler'e "Dilediğini yapabilirsin", Kürtler'e de "İslam kardeşliği adına her şeye razı ol" demiyor.

Bunun gibi, patron-işçi arasındaki çıkar çelişkisinde, patrona "Kafana estiği gibi davran", işçiye de "Daha uzatma, İslam kardeşliği adına razı ol" demez. İslam halkın afyonu değildir.

İslam devlete de herhangi bir etnik gruba da güç sahibi herhangi bir insana da sahip olduğu her şeyin emanet olduğunu ve asla zulme yönelmemesini duyuruyor. İslam insandan zalimin hasmı olmasını bekliyor.

İslam'ın belirleyici olduğu bir toplum vasatında, Türk'ün Türk'e, Kürt'ün Kürt'e zulmü de meşru değildir.

Son söz: Sağlıklı bir İslam toplumunda Şemdin Sakık'a Kürt olan babası da haksızlık yapamazdı.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/76019-turk-ve-kurtler-in-lozan-daki-amaci-haberi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Her şey savruluyor. Toplum savruluyor. Doğrular-yanlışlar birbirine karışmış durumda. Şu anda, herkes için, her şeyi bir yana bırakıp, bir dakika düşünmenin zamanıdır.
CHP ve MHP için bu memlekette neredeyse Kürtler yok ve o toplum kesiminin yaşadığı bir sorun yok.
DTP'ye göre de bu memlekette bir terör hadisesi yok.
Hükümet ise, "Hem 'Kürtler' diye bir vakıa var, hem onların yakındığı sorunlar var, hem de terör diye bir vakıa var" diyor.
Doğru olan hangisi?
Bence sonuncusu.
Ama orada da bir sorun var:
-İktidar, terörle mücadele ve Kürtler'le ilgili sorunun çözümünde dengeyi korumak gibi bir problem yaşıyor.
Ya da şöyle:
Bazı odaklar, iktidarla hesaplaşma adına Kürt'ün varlığını Türk'ün varlığına karşı tehdit unsuru gibi göstermek amacıyla, etnik duyarlılığı kışkırtarak, bazı odaklar ise Kürt'ün sorunlarının çözümünün önüne, teröristleri kahraman haline getirme ve kurtarmayı geçirmek amacıyla terör eylemlerini meşru gibi göstererek her şeyi yolundan saptırmaya çalışıyorlar.
İktidar, böyle bir salınım içinde yerini belirlerken, zorlanıyor, ana koordinatları kaybediyor.
İktidar adına çok kişi konuşuyor:
-Başbakan konuşuyor, Başbakan yardımcıları, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, grup başkan vekilleri, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri, herkes ve...
En önemlisi, hükümetin "açılım" sürecinde rol verilen medya mensupları konuşuyor.
Öyle bir durum söz konusu ki, şu anda kimi medya mensuplarının değerlendirmeleri varıp, iktidarın "açılım" politikasına monte oluyor.
Şimdi alın, Tokat-Reşadiye pususunu ve 7 şehit olayını...
Burada "Bu işi kim yaptı" sorusu her şeyin önüne geçmiş durumda.
Yer, zaman ve vahşetin bizzat kendisi, her şeyiyle provokasyon kokuyor.
Ama kim yaptı bunu?
Hemen, provokasyon tahminlerinin fonuna 1993-Bingöl ve 33 askerin şehit olduğu olay seriliyor ve parmaklar askeri cenaha yöneliyor.
Hükümet adına yapılan değerlendirmeler de, "Bu işte bir iş var" dozunda kalıp, böyle bir parmak işareti ihtiva etmese bile, gidip 1993-33 asker olayı ile birleşiyor. Ardından;
-Birileri "Açılım"ı sabote etmek için bunu yaptı! söylemi.
Sonra? Çözülmüş mü oluyor bu mesele böylece?
Hükümet nerede duruyor bu işte, net değil.
-Bir provokasyon varsa bul çıkar ortaya. Katilleri teşhir et.
Değilse, bu işin, "terör gerçeği"ni gözden ırak tutmak için kullanılmasına fırsat verme.
İşte PKK'nın bir kolu üstlendi vahşeti. Fırat Haber Ajansı'nın internet sitesindeki habere göre, PKK'nın fedaileri olarak gösterilen Halk Savunma Güçleri (HPG), eylemi üstlendi.
Açıklamada, Anakarargah Komutanlığı tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletine bağlı bir birimin kendi inisiyatifiyle saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi. N'olacak şimdi?
Ayrıca sokaklarda estirilen terör ne? Serap ne? Emine Ayna'nın sırıtışı ne? İstiklal Marşı arayışı ne? Öcalan kutsamaları ne?
Bunlar, Başbakan'ın Amerika'ya gidişine, açılım sürecine, DTP'nin kapatılma davasının zamanına denk düşmüyor mu?
Yani Türkiye nüfusunun, DTP dışındaki tüm insanlarının, PKK terörünü, Öcalan'ın rolünü, görmezden geleceği gibi bir "aptal yerine koyma" oyununu mu seyrediyoruz? Oturacağız ve Öcalan'ı DTP camiası gibi "önder" sayacağız! Dağdakileri, tıpkı Karayılan gibi "çiçek toplamaya çıkmamış çocuklar" olarak görüp, onların çiçek toplamak yerine yaptıkları işi, kutsal bir iş kabul edip saygı duyacağız!
Bunu Kürtler'in büyük kısmı bile böyle görmüyorken, Türkiye'nin tamamı böyle görecek!
Bunlar, kendi aptallıklarını, tüm topluma yansıtmaya çalışan kesimlerin hezeyanları...
Doğru olan şey şu:
Türkiye 25 yıldır bir terör vakıası yaşadı, kendini savundu. PKK, Kürtler'in haklarını savunuyor gibi gösterilen ancak dış güçler tarafından Türkiye'ye karşı kullanılan bir cinayet örgütüdür ve bugün de bu cinayet örgütü, tasfiye edilmek zorunda olan bir varlığa sahiptir.
-Bizi tasfiye edeceksiniz!
-Evet, siz tasfiye olmak zorundasınız.
Ama Türkiye bunu savaşsız yapmak istiyor. Daha çok insan ölmeden yapmak istiyor. Çünkü Türkiye, dağa çıkanlara da kendi çocukları olarak ama yanlış yapan çocukları olarak bakıyor.
Açılım denen şeyin bir ayağı ile bu hassasiyeti sergileyebilmesi gerekiyor.
Ama öteki ayağında da, Kürtler'in yaşadığı sıkıntıların giderilmesi zarureti var. Bu ülkede, sancılı birçok toplum kesimi var, bunlardan birisi de Kürtler'dir. O sancıların tedavi edilmesi lazım. Bunu hangi iktidar olsa yapması lazım. AK Parti "Bunu yapalım, ülke rahatlasın" diye yola çıktı. Ama geldik dayandık bir savrulma noktasına...
Başta söylediğim açmaz.
Meclis'in CHP-MHP kanadı, sancı çözmek gibi bir noktaya, DTP kanadı da, terörle arasına mesafe koyma ve olmayacakları talep etmeme noktasına gelmeli.
Yoksa "açılım" kapanır ve herkes kaybeder. Türkler, Kürtler, AK Parti, CHP, MHP, DTP ve Türkiye...
Bu vebali kimse üstlenmemeli.

Ahmet TAŞGETİREN / Bugün
atasgetiren@bugun.com.tr
http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/86373-bir-dakika-dur-ve-dusun-ahmet-tasgetiren-makalesi.aspx
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.