Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

07 Mayıs 2024, 15:23:45

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 134
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 95
Total: 95

Dünya dili İngilizce nasıl doğdu? Sadece bir dil yarışması mı?

Başlatan kilimanjaro, 03 Haziran 2009, 09:28:57

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Sadece bir dil yarışması mı?

Medyada hak ettiği ilgiyi biraz biraz görmeye başladığı için Türkçe Olimpiyatları mevsimi geldiğini fark etmişsinizdir.
Bu sene 7. si yapılıyor ve 115 ülkeden 700 öğrenci finallere katılıyor. Merkezinde anadilimizin bulunduğu, böylesine ilgi toplayan bir faaliyet tabii ki göğsümüzü kabartıyor. Pek çoğumuz kolbastı seyrederken gözyaşı dökmek gibi dışarıdan bakıldığında tuhaf gelebilecek şeyler yapıyoruz. Hislerin yoğunlaştığı, duyguların coştuğu günler yaşıyoruz. Gönlünden gele gele bir kere 'helal olsun' diyen de, yıllarını bu uğurda gurbet ellerinde geçirenler de iftihar etmekte haklı. Fakat bugün şunu söylemezsek mesul oluruz: Zamanı sadece duygu bombardımanı ve hamaset seremonileriyle geçirirsek yazık ederiz. Olayın medyada yer bulan, dolayısıyla gördüğümüz kısmı, aysbergin suyun üstündeki bölümü gibi. Derinlerdeki asıl büyük parçaya dikkat kesilmeliyiz.

Türkçe Olimpiyatları, bir lisan yarışması değil, iletişim modelidir. Türkçe öğrenenler ve muallimlerinin yıllık alışverişlerini yaptığı pazar kuruluyor, her yıl bu mevsimde. Herkes heybesinde bir senenin mahsulünü getiriyor. Kenya'daki öğretmenin Sibirya'da görev yapandan soracakları... Avrupa'dakilerin söyleyecekleri... Uzakdoğu'dan gelenlerin anlatacakları var. Daha önemlisi Mozambikli çocuğun Hollandalı arkadaşına getirdiği selamlar var. Tibet'in havası, Afrika'nın sıcağıyla takas edilecek. Muson yağmurlarında büyümüş çiçekler, Kuzey Avrupa'nın serin rüzgârlarına emanet edilecek. Danimarkalı Anna'nın sarısı, Nijeryalı Ahmet'in siyahıyla karılacak. Tayvanlı çekik gözler, Yemenli zeytin gözlerle buluşacak. Her biri ülkelerine yeni bir dünyayla dönecek. Karamsarlığın iradeleri felç ettiği bir çağda, beldelerine umut götürecekler. Hem bu iyilik ve umut şirketi benzersiz bir mukavele: Toplanan bütün hâsılat herkesin hesabına ayrı ayrı yazılacak. Sermayesi kadar, getirdiği mum nispetinde ışığı olmayacak. Binlerce mumluk aydınlık hepimizin evini aynı oranda ışıklandıracak. Gelecekte birlikte inşa edecekleri barış adasının temel taşlarını dizdiklerini belki fark etmeyecekler bile.

Türkçe bu çocuklar için sadece bir dil değil, aynı zamanda yaşam tarzı. En önemlisi, birlikte oluşturdukları, hepsinin katkı yaptığı bir tarz. Mayayı öğretmenler çalıyor, sonrası elbirliği ile inşa ediliyor. Zaten gücünü de buradan alıyor. Bir işgalci gücün dayattığı dili değil, dünyanın dört yanına sevgi mesajı götürmeyi vazife bilen samimi ve fedakâr dostların dilini öğreniyorlar. Sonra öğrendikleri dilin kendilerine farklı renk ve ırkta yüzlerce, binlerce yeni dost kazandırdığını görüyorlar. Kendileriyle aynı süreçleri yaşayanlara salt bilgi olarak vâkıf değiller. Olimpiyat sayesinde aynı ortamı paylaşıyor, şahsî tanışıklık ve arkadaşlıklar kuruyorlar. Türkçenin önlerinde açacağı ufukları görüyor, yaşıyorlar. Öğrencilerin kendi mahallî kıyafetleriyle katılması bilhassa önemli. Vasatın sıcaklığını sağlaması, rengârenk hava katmasının yanında iletişimin sıhhati açısından kayda değer bir tercih. Herkesi kendi konumunda, kendi değerleriyle barışık biçimde beklemenin göstergesi. Farklılıkların yaşayabileceği, çoğulculuğu yok etmeyecek bir ortak zemin kuruluyor.

İsmini hatırlayamadığım bir kişi (yanılmıyorsam bir Rus aydını), bu hareketi şöyle özetlemişti: "Mevlânâ, 'ne olursan ol gel' demişti. Fethullah Gülen ise 'ne olursan ol ben gelirim' diyor." Üzerine müstakil yazılar yazılabilecek bir tespit. Olimpiyatların en önemli başarılarından biri, herkesi birbirine gitmeye ikna etmesi. Gel demek kolaydır aslında; zor ve daha kıymetli olan gelirim diyebilmek. Bu mutluluk tablosunda emeği bulunan herkesi minnet ve şükranla anıyoruz. Bilhassa fedakâr öğretmenler her geçen gün biraz daha gözümüzde kahramanlaşıyor.
BÜLENT KORUCU, ZAMAN.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=854201



VEKİL.NET'TEN ÖNEMLİ NOT: 2013'TE ÜLKEMİZDE YAŞANAN 17-25 ARALIK DARBE TEŞEBBÜSÜ, ÜLKEMİZDE VE YURT DIŞINDA EĞİTİM FAALİYETLERİYLE ÖN PLANA ÇIKAN DİNİ BİR CEMAATİN ASLINDA NE KADAR BÜROKRASİNİN VE SİYASETİN İÇİNDE ÖRGÜTLÜ BİR GÜÇ OLARAK VAR OLDUĞUNU VE ELİNDEKİ GÜCÜ GEREKTİĞİNDE KÖTÜYE DE KULLANABİLECEĞİNİ AÇIKÇA GÖZLER ÖNÜNE SERMİŞTİR (YOLSUZLUK VARDIR/YOKTUR HUSUSU AYRI BİR TARTIŞMA KONUSUDUR VE YOLSUZLUK OLSA BİLE "HUKUK ELİYLE DARBE YAPILMAYA ÇALIŞILDIĞI" YÖNÜNDEKİ TOPLUMSAL ALGI DEĞİŞMEYECEKTİR). BU TÜRDEN FAALİYETLERİN SAVUNULABİLİR BİR TARAFI YOKTUR. SÖZ KONUSU CEMAAT, BU TÜRDEN FAALİYETLERİN İÇİNDE YER ALMAKLA EN BAŞTA KENDİSİNE, SEVENLERİNE VE EN ÖNEMLİSİ DE HER AÇIDAN ÜLKEMİZE BÜYÜK BİR HAKSIZLIK ETMİŞTİR. DİLERİZ BU CEMAATİN İÇİNDE KENDİLERİNE BİR ŞEKİLDE YER EDİNEREK "DERİN DEVLETÇİLİK OYUNU" OYNAYAN, MASONİK BİR YAPILANMA İÇİNE GİRDİĞİ ANLAŞILAN VE CEMAAT KURUCULARINI DA PEŞLERİNDEN SÜRÜKLEYEN ODAKLAR BU SÜREÇTE TEMİZLENİR VE CEMAAT YEPYENİ BİR BAŞLANGIÇLA BAŞARIYLA YÜRÜTTÜĞÜ ASLİ VAZİFESİ OLAN EĞİTİM HİZMETLERİNE GERİ DÖNÜŞ YAPAR...
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

#1
Akdeniz'in dünya ticaretinin kalbi olduğu yüzyıllarda, bu ticaretin tarafları arasında bir ortak dil doğdu. Venedik, Cenova, Floransa gibi şehirler bu ticari sirkülasyonun Avrupa yakasındaki ana duraklarıydı. Bu sebeple, bu yeni dilin önemli bir kısmı İtalyanca kelimelerden oluşuyordu. Ancak, Arapça, Farsça, Türkçe ve Yunanca da kayda değer yer tutuyordu bu dilde. Gemicilerin, tüccarların, esirlerin, askerlerin kendi arasında konuştuğu bu melez dile Latince adıyla, "Lingua Franca" dendi. Bizim eskilerin deyimiyle "Frenk Dili". Müslümanlar, nerdeyse Haçlı Seferlerinden beri bütün Avrupalılara "Frenk" diyordu. Frenk Dili ya da bazı kaynaklarda "Sabir" denen bu dilin bazı harika örnekleri, Fransız yazar Moliere'in Kibarlık Budalası adlı tiyatro komedisinde var. O dönemin diplomatlarının ve tüccarlarının ortak anlaşma dili olması sebebiyle, bugün bazı dil bilimciler, her devrin uluslararası anlaşma diline "lingua franca" diyor. Ve bu durumda günümüzün 'lingua franca'sı da İngilizce oluyor.

Medyadan takip ettiğim kadarıyla Türkçe Olimpiyatları çerçevesinde, Türkçe'nin de birgün "lingua franca' payesi kazanıp kazanamayacağı ile ilgili, -başkasını bilmem ama bana keyif veren- bir tartışma devam ediyor. Bu tartışmaya katkı yapar umuduyla İngilizce'nin nasıl doğup nasıl dünya dili haline geldiği konusunda hariçte gazel okumak istiyorum. Ama öncelikle kavram kargaşası yaşanmaması için de bazı terimlerin ve isimlerin tarihlerini hatırlatmam lazım dersem müdavim mektup arkadaşlarım mevzunun iyice karışacağını hissetmiştir...

Büyük Britanya bir devlet adı değil, Avrupa'nın kuzeydoğusundaki adanın adıdır. Bu adadaki en büyük devlete Batı kaynakları United Kingdom (Birleşik Krallık) diyor. Biz yanlış şekilde İngiltere diyoruz. United Kingdom, 4 ülkeden oluşuyor. Başkenti Belfast olan Kuzey İrlanda, İngiltere(England), İskoçya ve Galler. Bu dört ülke de bizim yine yanlış olarak İngiltere Krallığı dediğimiz Birleşik Krallığa bağlı. England (İngiltere), vaktiyle adayı işgal eden Cermen (Germen) kavimlerin en büyüğü olan Anglo'lardan alıyor adını. "Anglo-land" Anglo ülkesi demek. İtalyanlar bu ülkeye "İnglaterra" dedi. "Terra" İtalyancada toprak ya da ülke anlamına geliyor. Biz de, bu ülkeyi ilk Akdeniz'lilerden öğrendiğimiz için bu şekilde adlandırıyoruz. İngiliz, Anglos'un Akdenize uyarlanmış söylenişi.

Mevzunun bilyeleri dağılmasın diye direniyorum ama bu Cermen mevzusu da mühim. Millattan önceki 7-8 yüzyılık dönemde Kuzey Avrupa'yı mesken tutan aynı soydan farklı kabilelerin tamamına ortaklaşa Cermen kavimleri deniyor. Anglolar ve Saksonlar en önde gelen Cermen kavimlerinden. Peki biz niye Cermen deyince 'Alaman'ı hatırlıyoruz? Bir kısmı bugün artık Fransa sınırları içinde kalan Alamanni'ler de bir başka Cermen kavmi. Fransızların ilk tanıdığı Cermen kavmi Alamanni'ler olduğu için onlar bu topraklardan berisine Allamania dediler. Biz de onlardan öğrendiğimiz için Alamanya diyoruz. Oysa, Alman kökenliler bugün ynalış şekilde Almanya dediğimiz ülkede nüfusun yüzde 1-2'sinden fazlasını oluşturmazlar. Ama elbette nüfusunun büyük çoğunluğu değişik Cermen ırklarındandır ve bu sebeple İngilizce'de bu ülkeye Germany (Cermen ülkesi) denir. İngilizler bunu Latince Germania'dan aldılar. Romalılar ise bunu hikayenin başındaki Büyük Britanya adasının o zamanki mukimleri Kelt (Celtic) kavimlerin dilinden aldı. Keltlerin dilinde "germen", "komşu" demek. Almanya halkı ise kendilerine, "halkımız" anlamına gelen "Deutsch (doyç)" , ülkelerine ise 'doyç ülkesi' anlamında "Deutchland" diyor. Gelgelelim İngilizler, Hollandalılara "Dutch" diyor. İtalyanlar ise Alman'a Dutch'ın zamanla bozulmuş bir şekli olan Tedesco diyor. Ya sen ne diyorsun Allah aşkına demeyin, onlar diyor. Şimdi böyle kafası karşık bir kıtada birlik olur mu? Olmuyor... Peki benim sadede dönme şansım var mı? Yola çıktım bir kez, gittiğim yere kadar...

Bütün Cermen kavimler, milattan önce 2500 yıllarında dilbilimcilerin Pro-Germen dedikleri etnik bir dil konuşuyorlardı. Ancak bu dil, zamanla dallandı budaklandı. Danimarkaca, Norveçce, İsveçce, Hollandaca, Almanca, İzlandaca, Yidişçe ve elbette İngilizce işte bu Cermen dilinin torunları.

Avrupa'nın kuzey ve batısında Cermen kavimlerden farklı olarak bir de Kelt(Celtic) kavimler yaşıyordu. Bu kavmi, özellikle sarı kırmızılı mektup arkadaşlarım belki bilir zira vakti zamanında Anadolu'ya kadar ulaşmış, Galatia diye bir de devlet kurmuşlar. Ancak Türkiye'de hiç başarılı olamamışlar yeniden Avrupa'ya dönmüşler!

İşte bu Kelt kavimlerin merkezi hikayemize başladığımız Britanya adası. Ordan yayılmışlar. Günümüze kadar ulaşmayı başaran birçok Keltik dil var. Bugünkü, Galca (galler dili), İrlandaca, Gaelce vs hep Keltik diller içinde yer alan diller. Bizim Galya dediğimiz Gaul dili ve halkı da bugünkü Fransızların ataları. Almanya ve Fransa neden Avrupa'da iki ayrı kutbun başında duruyor sorusunun manzarasının bir kısmını bu Cermen - Kelt ayrılığı süsler.

Her neyse Anglo-Saksonların Britanya'ya gelmesinden önceki Keltler'de kaydetmeden geçemiyeceğim bir büyük kabile daha var; Britonlar. Romalılar bu Keltik kavimden dolayı Avrupa'nın kuzey batısına "Britanniae" diyordu. Ortaçağ boyunca da Briton dendiğinde sadece adadaki Keltik Britonlar yani "İngiliz olmayanlar" kastediliyordu. Kraliçe Birinci Elizabeth 1603 yılında ölünce, yerine İskoç kökenli kuzeni James geçti. King James, ilk iş olarak İrlanda ve İskoçya'yı da krallığa dahil ederek kendini, 1604 yılının güzel bir sonbahar sabahı hiç yeri değilken "Büyük Britanya Kralı" ilan etti. Britanya adı, adadaki Cermen ve Kelt kavimleri birleştiren ortak bir isim vazifesi gördü. Böylece, 16'ncı ve 17'nci yüzyılda üzerine güneşin batmadığı Britanya İmparatorluğu doğdu. Bugün de Britanya üzerine güneş pek doğmuyor ama buna birazdan dikkat çekecem. Günümüzde artık, Britanya adasından olan herkese etnik kökenine bakılmaksızın "Briton" deniyor. Ada dışında yani Avrupa'nın kuzeyinde kalan antik çağ Britonları ise anavatanlarının Anglo Saksonlaşmasına Fransız kaldı ve Galyalı diğer Keltler ve bir Cermen kavmi olan Franklar ile beraber Fransız ulusunun inşasına katıldı. Dekor tamam, şimdi İngilizce'nin doğuşuna geçebililiz.

Anglo Saksonların canının sıkılması

Milattan sonra 5'nci yüzyılda Cermen kavimlerinden Anglolar, Saksonlar ve Jute'lar, yaşadıkları kıta Avrupasının kuzeyinde ani bir can sıkıntısı yaşadılar ve bizim Fransızlar gibi Manş Denizi dediğimiz 'English Channel'ı geçerek Britanya adasını işgale başladılar. Angloca ve Saksonca eski Germen dilleri konuşuyorlardı. Keltik dillerden etkilenmeye başladılar ve İngilizce'nin hikayesini başlattılar. Bugün dil bilimcileri, değişik ağızlardan oluşan ve nerdeyse 12'nci yüzyıla kadar konuşulan o günkü dile "Eski İngilizce (Old English)" diyor. Bugün İngilizce bilenlerin de anlayamayacağı bir dil bu. Eski İngilizce iki büyük etki ile şekillenmeye başladı.

Birincisi Latin etkisi. Latince o çağın 'lingua franca'sı yani uluslararası anlaşma diliydi. Anglo Sakson elitler de Latince öğrenmeye başladılar. 7'nci yüzyıldan itibaren Hıristiyan olmaya başlamalarıyla Latince'den İngilizce'ye kelime akını da hızlandı.

Eski İngilizce'ye Latinler dışında, Vikinglerin etkisiyle "Old Norse" denen dilden de büyük bir kelime ve gramer kalıbı etkisinin girdiği dönemdir de bu aynı zamanda. "They" , "them" , "are" gibi bazı temel kelimeler, bugünkü İzlandaca, Norveççe, İsveççe ve Danimarka dillerinin atası olan "Old Norse" dilinin İngilizce'ye hatıralarıdır.

Normanlar'ın canının sıkılması

İngilizce'de asıl büyük devrimi yapan ve bugünkü İngilizce'yi doğuran ise 1066 yılında başlayan Norman istilasıdır. 1066 yılında Hastings Savaşında Norman kavimler Anglo Sakson ordusunu yenerek, adada her şeyi bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştirir. Tıpkı sadece 4 yıl sonra Malazgirtte kazanacak Selçuklu ordusunun Anadolu'yu bir daha asla eskisi olmayacak gibi değiştirmeye başlaması gibi... Büyük Britanya'da artık sonraki 3 yüzyıl için yönetim dili İngilizce değil Eski Fransızca'nın bir lehçesi olan Anglo-Norman dilidir. Elitler, aristokratlar ve saray Fransızca konuşmakta. Halk bir süre daha Eski İngilizce konuşur ama kısa sürede Fransızca'dan etkilenmeye başlar. Din adamları Latincenin etkisindedir. Fransızca'dan ve Latince'den sayısız kelime girmiştir dile. Yaşama mücadelesi veren Eski İngilizce, Latince etkisindeki İngilizce ve Fransız İngilizcesinin mücadelesi, bugünkü modern İngilizce'ye bazen aynı anlama gelen birden çok kelimenin ulaşmasının sebebidir. Mesela, krallık için, İngiliz etkili "king", Fransız etkili "royal" ya da Latin etkili "regal" kelimelerini tercih edebilirsiniz. Hepsi İngilizce. Norman hakimiyeti, 1330'larda başlayıp nerdeyse bizim İstanbul'u fethettiğimiz yıllara kadar süren "Yüzyıl Savaşları"na kadar sürdü. İngilizce'nin 1066 savaşı ile başlayan bu dönemine dil tarihçileri, "Orta Dönem İngilizcesi" diyor.

İngilizlerin canının sıkılması

14'ncü yüzyılda yeniden Anglo Sakson etkisinin Britanya'da hakim hale gelmeye başlamasıyla İngilizce'nin de yeniden yükselme dönemi başladı. Bu aynı zamanda, Büyük Britanya İmparatorluğunun da doğmaya başladığı dönemdir. "Üzerine güneşin bir türlü doğmadığı bir adada" canları sıkılınca, üzerine güneşin batmadığı bir imparatorluk yaratma tutkusuna girdiler. İngilizin bu güneş tutkusu, 'bizim Ruslar'ın "sıcak denizlere inme" tutkusunun aynısı. New York'a ilk geldiğimde, bu şehrin güneyindeki plajların(Coney Island, Brighton Beach, Staten Island'ın güneyi vs) hep Rus mahallesi olduğunu görünce, bunun bir espri değil bir milli şuuraltı olduğuna aynel yakin inandım.
İngiltere'de uzun süre yaşamış birçok arkadaşımdan hep aynı serzenişi dinledim; "Hava o kadar kötü ki, bu adamların niye dünyanın bütün güneşli coğrafyalarını istila etmeye gittiğini şimdi anlıyorum". Geçenlerde içinde kaybolduğum bir etimoloji kitabında, bugünkü İngilizce'de 'bulut' anlamanına gelen "cloud" kelimesinin serencamını okurken, güneş ile kolonizasyon arasındaki bu teze dayanak olacak belirtilere rastladım. Bugünkü İngilizce'de gökyüzü anlamına gelen iki kelime var; "sky" ve "welkin". Her ikisi de İngilizin ve İngilizce'nin güneş görmemiş zamanları olan Eski İngilizce döneminde "bulut" anlamına geliyormuş. "Sky" yukarıda bahsettiğim Viking dili "Old Norse"tan İngilizce'ye geçmiş ve bulut demekmiş. Yaşadıkları coğrafyaya bakınca, başını her göğe kaldırışta buluttan başka birşey görmeyenler için normal bir gökyüzü adlandırması. "Cloud" ise Eski İngilizce'de "tepe" demekmiş. Tepeden sonrası bulut, gerisini unut. Eski İngilizce'de gökyüzü için, bugün sonuna "s" eklenerek cennet anlamında kullanılan "heaven" kelimesi kullanılırmış. Kendimi bir an Dr Jung gibi düşündüğümde, kolonizasyon hastalığına, "cenneti arama" tanısı koyuyorum. Şekspirvari bir tat da katacak olursam, 'dünyanın geri kalanına cehennemi yaşatarak cenneti aramak' derim. Eski İngilizce'de gökyüzü için kullanılan "heaven" kelimesinin bizim Farsça'dan aldığımız "hava" kelimesine akraba çıkmasından korktuğum için bu hatıramı burada kesip, konuya dönüyorum.
Yeryüzünde tek bir İngiliz kalmasa bile...

Sömürge dönemi ve Şekspir İngilizcesi'nin bir dil olarak yükselişinin kilometre taşları. Adam o kadar muhteşem yazmış ki, yeryüzünde tek bir İngiliz kalmasa Şekspir külliyatından yeniden bu dili ortaya çıkarabilirsiniz. Türk entelijansiyasının hala keşfetmemiş olmasını bir türlü anlayamadığım Henry L. Mencken, "Amerikan Dili" adlı 1921 yılı tarihli kitabında, karşılaştırmalı filolojinin kurucusu Jakob Grimm'in 18'nci yüzyıldaki bir kehanetine dikkat çeker ki etkileyicidir. O dönemde, İngilizce hala Avrupa'nın beşinci dilidir. 1801 yılı tarihli bir istatistiğe göre dünyada Fransızca konuşanların sayısı 31,5 milyon, Rusça konuşanların sayısı 30,7 milyon, Almanca konuşanların sayısı 30,3 milyon, İspanyolca konuşanların sayısı 26,1 milyon ve İngilizce konuşanların sayısı ise 20,5 milyondur. O tarih itibarı ile ABD nüfusu sadece 5 milyondur. Devir 17'nci yüzyıldan beri Fransızca'nın devridir. Avrupa, Ön Asya ve Afrika'nın 'lingua franca'sı Fransızcadır. İşte böyle bir dönemde bir Alman filoloğu olan Jakob Grimm, ekonomik, kültürel ve filolojik verileri dikkate alar ve der ki; "İngilizce, birgün dünyanın baş dili olacak. Refah, bilgelik ve ekonomik şartlarda, diğer hiçbirinin onunla rekabet şansı bulunmuyor." Ancak, tohuma bakarak ağacı ve meyveyi sezebilme basireti herkese bahşedilmiş bir nimet değil.
19'ncu yüzyıl İngilizce'nin yavaş yavaş dünya siyaset ve edebiyat sahasında yükselmeye başladığı yüzyıl oldu. 20'nci yüzyıl ise İngilizce'nin yüzyılı oldu. Sabrınızı daha fazla zorlamayayım ve İngilizce'nin nasıl ve niçin dünya dili haline geldiği konusunda paylaşacaklarımı bir sonraki mektuba bırakayım.
Cemal Demir - Haber 7

http://www.haber7.com/haber/20090602/Dunya-dili-Ingilizce-nasil-dogdu.php
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

 "Dilimizin hazinelerini yabancı sahillere gönderebilir miyiz? Batı ufkunda henüz tanımlanmamış ülkelere, bu en büyük gururumuzla ulaşabilir miyiz? Oraları bizim aksanımızla güzelleşir mi?"
Samuel Daniel'in 1590'lı yıllarda yazdığı şiirinde sorduğu bu soruların cevabını alamadan öldü. Aksan kısmı dışında rüyaları gerçek oldu. Bugün, batı ufkunda beliren dünyanın süper gücü İngilizce konuşuyor. Dünyada ana dili İngilizce olan 400 milyona yakın insan var. Çince ve İspanyolca'dan sonra üçüncü sırada ama etkisi onlarla kıyaslanmayacak derecede fazla. Yeryüzünde İngilizce bilen insan sayısının 1,5 milyarı aşkın olduğu tahmin ediliyor. 2020 yılında İngilizce konuşan ya da öğrenen insan sayısı 2 milyarı geçecek ve bunların sadece yüzde 15'ini anadili İngilizce olanlar oluşturacak.

Her toplumda, "why (neden)" diyenler de var, "why not? (neden olmasın)" diyenler de... Vay natçı Samuel Daniel ile de aynı dönemde yaşayanların çoğu için bu ulaşması imkansız bir rüyaydı. İngilizcenin bilinen ilk gramercilerinden Richard Mulcester, "Dilimiz İngilizce, bu adanın dışına yayılamaz" diye ahkam kestiğinde tarihler 1582'i gösteriyormuş. Bu söz söylendiğinde Şekspir 16 yaşında olmalı. Ama onun da İngilizce'nin yerine bakışı çok farklı değil. Venedik Tüccarı adlı eserinin kadın karakteri Portia, genç İngiliz Baron Falconbridge'den bahsederken, "Ona bir şey demiyorum. Ne o beni anlar ne de ben onu. Çünkü ne Latince biliyor, ne Fransızca ne de İtalyanca..." diye yakınıyor. İngilizce, 18'nci yüzyıla kadar Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça ve İtalyanca'nın gerisindedir. Avrupa akademileri, İngilizce'den başka bir dil bilmeyen yazara, akademisyene acımaktalar.

Peki ne oldu da, İngilizce bugünkü etkinliğine ulaştı?
Bu soruya çok net cevaplar verenler var. Bir uçtakilere göre elbetteki sadece emperyalizm ve sömürgecilik sayesinde İngilizce bu kadar etkin hale geldi. Diğer uçtakilere göre ise İngilizce'nin bir dil olarak potansiyel ve yetenekleri, diğer Avrupa dillerine göre öğrenme kolaylığı sayesinde bu gerçekleşti.

Gri sahalarda top koşturan bir oyuncu olarak böylesine net iki cevaptan da tatmin olmamı beklemeyin lütfen. İki görüşün de kısmen doğrular içermekle beraber fena halde eksik olduğunu düşünüyorum. İngilizce'nin uluslararasılaşmak için gerçekten de zaman içinde edindiği kendine özgü yetenekleri var. Ancak bir bilimsel gerçek de var: "Ne kadar özel ve güzel olursa olsun hiçbir dil, durup dururken uluslararasılaşmaz!". Bu noktaya geleceğim ama önce adadan çıkıp okyanuslara açılmak lazım.

Sömürgecilik ve emperyalizmi denkleme katmadan İngilizce'nin bugün ulaştığı noktayı açıklamak büyük cehalet, fazlasıyla etnosentrik. Ayıptır günahtır. Var böyle 'kıl' Anglosaksonlar... Hikayeyi biliyorsunuz, Britanya Krallık Donanması, dünyanın dörtte üçünün su ile kaplı olduğunu erken farketti ve denizlerin hakimi haline geldi. 1588 senesinde "Armada" olarak bilinen İspanya Donanmasını bozguna uğrattı ve sonra da dünyaya açılmaya başladı. 1607 senesinde ilk İngiliz kolonisi Kuzey Amerika'da kuruldu. 1652 yılından itibaren kabul edilen İngiliz Seyrüsefer Kanunları(Navigation Acts) İngilizlerin denizlerdeki hakimiyetini pekiştirdi. Britanya İmparatorluğu bu kanunlarla, İngilizlere ait olmayan ve İngiliz müretebattan oluşmayan hiçbir geminin, imparatorluğun ve kolonilerinin limanlarını kullanamayacağını ilan etti. Bu kanunlar, o zamana kadar açık denizlerde İngilizlerle başa baş giden Hollandalıların, denizlerdeki hakimiyetini bitiren süreci başlattı. Artık, Hong Kong'tan, Port Said'e, New York'tan Ümidin Burnuna İngiliz gemileri ve İngiliz lisanı dolaşıyordu.
Ancak İngilizce sadece Britanya'nın eski ya da yeni kolonilerinde yayılmadı. Örneğin, Çin, Polonya ve Japonya hiç İngiliz kolonisi olmadıkları halde, İngilizce'nin yoğun etkisi altına girdiler. Ben Lincoln Barnett'in 1945 tarihli kitabında okudum, Tokyo'da yayınlanan English Journal'ın 1928 Nisan ayı sayısında yayınlanan makalesinde Sanki Ichikawa, son 3 ayda yayınlanan bütün Japon dergi ve gazetelerini taradığında 1400 İngilizce kelime tespit ettiğini yazıyormuş. İngilizce konuşan nüfus oranı, örneğin İskandinav ülkelerinde, eski İngiliz kolonileri ile kıyaslanamayacak oranda yüksek.
Üçüncü dünyada modern devletlerin ortaya çıkışı da İngilizce'ye yaradı. Bazı ülkelerde nerdeyse yüzlerce dil konuşulunca, bu ülkelere bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da resmi dil olarak İngilizce'den uzun süre vazgeçemedi. Çünkü kimse kimseyi anlamıyordu (Bakınız Zambiya ya da bakınız Hindistan).

Amerika icat oldu, dilin terazisi bozuldu

19'ncu yüzyılda ise İngilizce'nin tarihinin diğer önemli aktörü ABD sahne almaya başladı. ABD nüfusu İngiltere nüfusunu 1860 yılında geçti.
19'ncu yüzyıl İngilizce'nin ilk büyük sıçramasını yaptığı asırdır. Yüzyılın başında yani 1800'de İngilizce, Avrupa dilleri arasında hala beşinci sıradaydı. 1900 yılında ise, İngilizce, en yakın rakibi olan Almanca'nın neredeyse iki katına ulaşmıştı. 20'nci yüzyılın başında Avrupa tamamen büyük savaşın cenderesine girdi. Birçok muteber linguistik uzmanı, her iki dünya savaşının İngilizce'yi dünya dili haline getiren sıçramalar olarak görüyor. Dünyanın süper güçleri olan İngiltere, Fransa, Osmanlı, Almanya ve Rusya bu savaşta birbirini tüketti. Savaşa son dakikada girerek hem ekonomik zayiattan kendini koruyan hem de Avrupa'nın hamisi rolüne soyunan ABD, artık ağırlığını dünya sahnesine koymaya başlar. İcatların, teknolojik gelişmelerin, modern medyanın döl yatağı olmakla da dünyaya, "gözden uzak olanın gelişmeden ırak olmayacağı" sözünün hakikatini öğretir. 1919 yılında toplanan Versailles Konferansı ise, İngilizce'nin diplomasi dili olmadaki ilk sıçramasıdır. Konferansın üç büyüğünden ABD Başkanı Woodrow Wilson ve İngiltere Başbakanı Lloyd George, İngilizce'den başka bir dil bilmiyordu. Üçüncü büyük Fransa'nın Başbakanı Clemencau ise, akıcı şekilde İngilizce konuşabiliyordu. İngilizce konferansın resmi dili oldu. Diplomasiye rengini vermeye başladı. 1930'lere kadar dünyanın 'lingua franca'sı Fransızcaydı. Daha 1931 yılında bile, bir ya da birden fazla resmi dili olan 330 uluslararası organizasyonun yüzde 78'inde bu dillerden biri Fransızca, yüzde 58'inde İngilizce'ydi. O tarihten sadece yarım yüzyıl önce, resmi dili Fransızca olmayan tek bir uluslararası kuruluş yoktu. O tarihten sadece yarım yüzyıl sonra ise tam tersi...

Futbol asla sadece futbol değildir

İngilizce'yi dünyanın "de facto" dili haline getiren en önemli etkenlerin bana göre en önemlilerinden biri de, İngilizce konuşan ülkelerin, bilim ve teknoloji sonra da başta Hollywood olmak üzere eğlence, spor ve entelektüel alanlardaki baş döndüren üretkenlikleri oldu. 1970'lerin sonu, 1980'li yılların başında Anadolu'nun ücra bir köşesinde geçen ilk çocukluğumun "favori" oyununu hatırlayınca hayret ederim. Sokakta tarlada bahçede oynadığımız oyunda, top ele çarpınca "ent (hand)" , kenardan dışarı gidince "taç (touch)", dışarı gidince "avut (out)" , köşe atışı olunca "korner (corner), kaleye topu göndermeye "şut (shot)", topun gelişine vurmaya "vole (volley)" , tersten çift ayak vurmaya "rövaşata (reverse-shot)", serbest vuruşa "frikik (free-kick)", ceza alanı dışında kural ihlaline "faul (foul)", ceza alanı içindekine "penaltı (penalty)" , sayıya "gol (goal)", golcüye "forvet (forward)" , devre arasına "haftaym (half-time)", bütün bu faaliyete "maç (match)" ve hepsine birden futbol (foot-ball) derdik de İngilizce konuştuğumuzu bilmezdik.

Bugün günlük İngilizce gazetenin yayınlanmadığı bir dünya başkenti yok gibi. Radyo da İngilizcenin yayılmasında rol oynadı. 1940'lı yıllarda yani radyonun altın çağında dünyadaki radyo yayınlarının yüzde 60'ı İngilizceydi. Aynı yıllar mektubun da dünyadaki en yaygın iletişim aracı olduğu yıllardı ve dünyadaki mektupların yüzde 70'inden fazlası İngilizce yazılıyordu.
İngilizce günümüzün teknolojik hükümdarı internetin de en yaygın dili. Dünyadaki internet kullanıcılarının yüzde 40'a yakını İngilizce kullanıyor. Bilgisayar programlarının ve video oyunlarının ezici çoğunluğu İngilizce. Hiçbir gemi kaptanı biraz İngilizce bilmeden denize açılamaz. Yine 1920'lerde basireti olan "istikbalin göklerde" olduğunu görüyordu. İngilizce göklerin de dili olunca istikbalin de dili oldu. Evet, havacılık dünyasının da resmi haberleşme dili o gün bugündür İngilizce.

Kelime fethi mi kelime istilası mı?

İngilizce'nin kendine özgü bazı yetenekleri de bugünkü seviyesine ulaşmada rol oynadı. Beni en çok büyüleyen özelliği ise yabancı dillerden kelime almada ve farklı ağızlara uyum göstermedeki esnekliği. İngilizce'ye yabancı dillerden geçmiş kelimelere "loanwords" deniyor. Önce, kısa bir paragraf daha açacağım.

Bugün birçok ülkede konuşulan dilin kurallarını koyan, gramerini ve yabancı kelime girişini kontrol eden resmi ya da özerk kurumlar var. Franszıca (L'Academia Française), İspanyolca (Real Academia Espanola), Almanca(Rat für Deutsche Rechtschreibung), İtalyanca (Academia della Crusca), Türkçe (Türk Dil Kurumu) ve daha birçok büyük dil için bu tür kurumlar var. Bunun dışında birçok dilde, "yabancı kelime" hassasiyeti üst seviyede. Fransa'da günlük hayatta art arda İngilizce kelimeler başgösterince, 1963 yılında ünlü Fransız akademisyen Rene Etiemble, yıllarca çok satan listesinde kalacak "Parlez Vous Franglais? (Franglizce konuşur musunuz?)" adlı kitabını yazarak savaş başlattı. Kitabı okumadım ama bizdeki 'Bye Bye Türkçe'nin erken bir versiyonu olsa gerek.     

Yeryüzündeki bütün büyük diller içinde, dilin kurallarını ve gramerini koruyan, ve yabancı dillerden kelime girişini kontrol eden bir kuruma sahip olmayan tek dil hangisi biliyor musunuz? İngilizce!
İngilizce ta gelişme dönemlerinden beri hiç bu tür çabaların içinde olmadı. Aksine, yabancı kelimeyi gördüğü yerde kapıp onu da İngilizceleştiren bir felsefeye sahip. Fransızca'nın bütün gelişimi, Akademi üyesi 40 tutucu entelektüelin ufkuyla ve üretimiyle sınırlı. İngilizce ise tamamen doğal akışı içinde büyüyen bir dil. Sokaktaki zenci de dilin üretiminde rol oynuyor, yeni İngilizce öğrenmeye çalışan Çinli de, ve hatta Amerika'ya karşı savaşan Iraklı direnişçi de... Sadece geçen yıl 20 bin yeni kelime eklenmiş dile. Geçen yıl Pekin Olimpiyatı sırasında, Çin'de her yere asılan İngilizce uyarı tabelalarının bilinen dil ve gramere aykırılığı ile ilgili tartışma çok ilgimi çekmişti. Kendini dil polisi gibi gören birkaç kişi, Çin'den bu tabelaları düzeltmesini isteyince, en büyük tepki Amerikalı entelektüellerden geldi. Gerekçeleri çok ilginçti; "Bunun yanlış, sizinkinin doğru olduğunu nerden biliyorsunuz?". İngilizce bu adaptasyon yeteneğiyle şimdiden birçok yavru dil üretmiş durumda. Çinglizce (Chinglish), İspanglizce (Spanglish), Singapur İngilizcesi (Singlish), henüz zayıf olsa da Türk İngilizcesi (Turklish), Hint İngilizcesi (Hinglish), Japon İngilizcesi (Engrish) vs... Bu yan lisancıklardan geçen birçok dünyalı, ana akım İngilizce'ye kendi kendine ulaşıyor. Ve herkes yanında gelirken üç beş kelime de getiriyor. Fransızca'nın etnosentrik bakışına taban tabana zıt. Anglosakson dil anlayışı, kurumsal bir otorite marifetiyle dili güya sadeleştirerek ve özüne döndürerek, "dünya dili" olmanın imkansız olacağını savunanların ağırlığı altında. Bu iki görüşten hangisi doğru elbette tartışılır ama hangisinin başarılı olduğunu tartışmaya gerek var mı?   

İngilizcenin kökenini oluşturan Keltik ve Anglo Sakson dillerinden günümüze ulaşan kelimeler İngilizce'nin dörtte birini ancak oluşturuyor. İngilizce'deki kelimelerin yüzde 30'unu nerdeyse tamamen Hıristiyanlık ile beraber Latince'den geçmiş kelimeler oluşturuyor. Eski Fransızca, Viking Dili ve Anglo-Norman Fransızcasından gelen kelimeler de nerdeyse yüzde 30'u oluşturuyor.

Ben daha tek bir İngilizce filolugundan, Fransız Akademisinin tutucu üyeleri gibi, "Dilimiz Fransızca'nın Latince'nin istilasına uğradı, temizleyelim safkan dilimize dönelim" gibi tarihsel gelişim açısından gülünç olacağı açık bir itiraz duymadım, okumadım, görmedim.

Daha tek bir ateist İngilizce filolugunun, dili Hıristiyansızlaştırma ve bu kapsamda tüm Latince kelimeler yerine, tarih öncesi Germen kavimlerin dilindeki kelimelerden ya da karnımızdan yeni kelimeler üretme" gibi ultra modern bir çağdaşlaşma çabası görmedim, duymadım, okumadım.

Daha tek bir muteber İngilizce uzmanından, "İspanyolca, Kızılderili dilleri, göçmenlerin ana dilleri, dilimize tehdit. Onları yasaklayalım" dediğini, görmedim, okumadım, duymadım. Aksine, bu dillerin hepsini ana nehre durmadan kaynak taşıyan çaylar gibi görüyorlar.

But you know very well you're talking bosh

ABD'ye geldiğimden beri en büyük merakım, "18'nci, 19'ncu ve 20'nci yüzyılın ilk yarısında buralarda ne oldu?" sorusuna cevap aramak. "Biz neden bu haldeyiz, buralar neden bu halde" sorusuna kendimce yanıtlar arıyorum. Bu sebeple, kütüphanelerin kitapçıların köşelerinde kalmış tozlu 19'ncu yüzyıl, 20'nci yüzyılın ilk dönem kitaplarıyla yatıp kalkıyorum uzunca bir süredir. Ve sıklıkla tanıdık dostlara rastlıyorum bu kitaplarda. Bir dönem, yani bizim de dünyaya katkı yaptığımız dönemlerimizde, Türkçe'den de epey kelime girmiş İngilizce'ye. Dilde sadeleştirmeyle Türkçe'yi yaşayan bir tarihin birikimi olmaktan çıkarıp, etnik bir dile dönüştürme yoluna girdiğimizden beri dünyanın önde gelen dillerine kattığımız kelime sayısı bir elin parmağını geçmez her halde. Sadece Türkçe kökenli kelimeler değil, İngilizce'deki Arapça, Farsça, hatta bazen Hintçe ve Rusça kelimeler bile Osmanlılar aracılığıyla İngilizce'ye geçmiş. Bazı Türkçe kelimeler ise, değişik Avrupa dillerine uğradıktan sonra İngilizce'ye ulaşmış.
"Airan'ı (ayran), yoghurt'u (yoğurt), shish kebab'ı çoğumuz duymuşuzdur. Ama, mesela, özellikle ABD'de okumuşların, hoşçakal yerine kullandığı "so long" kalıbının, aslında "selam"ın zaman içinde değişmiş hali olduğunu pek bilmeyiz. Yeni nesil bilmez ama atalarımız sadece bir yere girdiklerinde değil, ayrıldıklarında da "selamun aleyküm" ya da "selam" derdi. ABD'de bugün bile, özellikle okumuş çevrelerde "kismet (kısmet)" cari bir kelime. Biz bile tomurcuk çayının meşhur meyvesine bergamut diyoruz ama hangi İnglizce sözlüğü açarsanız, kökeninin Tükrçe "bey armudu" olduğunu söyleyecek size.

Özellikle İngiltere İngilizcesinde bir dönem sıkça kullanılmış, "bosh" da bizim 'boş'tan başkası değil. Mesela George Gissing'in 1884 tarihli The Unclassed adlı romanının 16'ncı bölümünde, Abraham, "But you know very well you're talking bosh (Ancak çok iyi biliyorsun ki boş konuşuyorsun)" diye bağırır muhatabına. Bunu dedikten sonra, İngilizce'de saçma anlamına gelen "kibosh" kelimesini de hatırlatmaya gerek kalır mı bilmem. Bir dönem burda kafelere "cafeneh" derlermiş. Bizim kahvane'nin bozulmuşu. İki cümle önce kahvehane yerine kafe dediğimi de görmüşsünüzdür. Bu neyin bozulmuşu bilmiyorum.

Yine bir dönem İngilizce'nin en önemli eksikliklerinden birini tamamlamaya çok yaklaşmışız. Bu dilde amcaya da dayıya da "uncle" diyorlar. Biz Türklerin günlük konuşmada huzurumuzu bozan bir durum. Bana nedense hep farklı tatları var gibi gelen dayı sevgisi, amca sevgisini ayrı ayrı vurgulayamam, tıkanırım. 19'ncu yüzyıl İngiliz edebiyatını dayıyı, Kuzey Afrika üstünden "dey" olarak sokmayı başarmışız ancak, dayılık günlerimiz geride kalınca kelime de revaçtan düşmüş.
İzmir'in eleme incir'i bir zamanlar o kadar popülermiş ki, "eleme fig" olarak yerleşmiş İngilizce'ye.

Terimin 19'ncu yüzyıla ait olduğunu hemen baştan belirteyim de her hangi bir alınganlığa yol açmıyayım, "bashawism" diye bir politik tanımlama bile olmuş. Artık bazı Osmanlı paşaları nasıl bir izlenim bırakmışsa paşavizm kavramını, hiyerarşik tiranizme karşılık olarak kullananlar olmuş Anglo Sakson dünyada. Gavur işte, torba değil ki bi tarafını büzesin. Gavur dedim de, Lord Byron'ın meşhur The Giaour şiirini bilirsiniz. Gavur, giaour kimliğiyle geçmiş bu dile. Biz de gavuru bir zamanlar sadece ateşe tapanlar, putperestler için kullanırmışız da, uygarlığımızla beraber hayatın ve hakikatin nezaket, detay ve inceliklerini de kaybettikçe "ha gavur ha kafir ha gayrı müslim deyip" Müslüman olmayan herkes için kullanmaya başlamışız. Kalyon kelimesini İtalyanlardan almışız ama, kalyoncu bizim malımız. İngiliz gemicilerde kalyon mürettabatını galiongee (kalyoncu) diye çağırımış, hey gidi... Ordu kelimesi de Polonya üzerinden İngilizce'ye geçmiş, bir başka askeri sözcük. "Horde", ordunun bozulmuş hali. "H" harfi bölüğe Polonya nizamiyesinde katılmış.

Eğer birgün Amerikan anayasasının yazılması aşamasında yayınlanan ünlü Federalist Makaleleri (The Federalist Papers), okurken Alexander Hamilton'un bazı bazı janizaries'tan verdiği örneklere rastlarsanız, sözlük karıştırmayın. "Janissary" bizim "yeniçeri" ve bazen "seraglio" dedikleri bizim "saray" işlerine bazen de elitizme atıfla kullanırlar.
Bunlar, dalkavuk ya da uşak anlamına kullandıkları "lackey" kelimesini, Fransızlardan onlar da İspanyolların 'lacayo'sundan almışlar. İspanyollar ise bizim "ulak"tan almış bu haberi.
Bakır kalayına, yaldıza "latten" derler ya, bunun hikayesini okumaya korkuyorum. Bizim tüccarlar, "altın" diye satmışlar muhtemelen kaplama madeni.
Yine bizim "odalık" kelimesi, Fransızca'da "odalisque" olmuş, İngilizce'ye de aynen geçmiş.

New York'a yolunuz düşerse, birbirinden nefis "pastrami" mekanları var. Bir de pastırmanın hasını tatsalar, akılları başlarından gider. Kısmetse birgün Kayseri'de... Eğer pastrami açlığınızı bastırmazsa, tavuk "shawarma" da yiyebilirsiniz. Ya da tavuk "çevirme" demeliydim ama Amerikalılar böyle deyince anlamıyor. Yanına da "tzatziki (cacık)"...
'Bashi- bazouk'tan (başıbozuk) , chibouk'a (çubuk), lavash'tan paklava'ya, kielbasa'ya (külbastı) kadar daha sayması epey vakit alacak birçok kelime...

Bu kelimeleri kuru gurur ya da hamaset olsun diye saymadım. İki şeye dikkat çekmek istedim; Birincisi konumuz olan İngilizce'nin kelime almadaki iştah ve yeteneği. Diğeri Osmanlı döneminde, benyelmilel planda daha etkili bir kültürel varlığa sahip olduğumuz gerçeği... Bu noktada yiğidin hakkını vermek de boynumun borcu olsun; Dünyanın kelimesini derme ve kendi kovanında bal yapma hususunda dünyada İngilizce kadar yetenekli tek dil Osmanlıca olmuş. Osmanlı'nın "küresel" olma iddiasına ve yeteneğine bu kadar erken çağlarda uyanmasına hayranlık duymamak mümkün değil. Beş para etmez ucuz bir hamaset ve anakronik bir entelektüalizmin, ondan da anakronik bir hümanizmin değersiz ve sığ tartışmalarıyla yabancılaştığımız Osmanlı, "kayıp bir uygarlık" gibi orda yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Elbette, Osmanlı'nın yeniden ihyasından bahsetmiyorum. Ama o adamların ufkunun, çoğulculuğunun, kültürel genişliklerinin, entelektüel rahatlıklarının onda birine ne sağcımız ne solcumuz ne de futbolcumuz sahip. Ve ben maalesef bu gerçeği, İstanbul'da değil Amerikan kütüphanelerinde yuttuğum tozlarda keşfettim maalesef.

Maalesef, bu mektupta da İngilizce'nin geleceği, küresel tek dil haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında paylaşacaklarımı aktarmayı başaramadım ve mücadeleyi kaybettim. Bu mektup geride kaldı. Artık Çarşamba günü yazacağım mektuba bakıyorum. Kısmet!   
Cemal Demir - Haber 7

http://www.haber7.com/haber/20090608/Ingilizce-nasil-dunya-dili-oldu-2-.php
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Ben mektubumu yazmaya başladığımda 1 milyonuncu kelimeye 9 saat 10 dakika 25 saniye kaldığını haber veriyordu kronometre. "The Global Language Monitor(GLM)", Teksas merkezli bir dil, analiz, teknoloji kuruluşu. Paul Payack adında teknoloji uzmanı bir amatör dil bilim meraklısı tarafından yönetilen organizasyon, 2006 yılından beri sürdürdüğü "1 milyon kelimeye doğru" kampanyası ile biliniyor.
Kampanyanın bu kapsamda, "languagemonitor.com" adlı web sitesinde 2 yıldır geriye dönük çalışan bir saati var ve işte bu kronometreye göre 10 Haziran 2009 Çarşamba yani bugün, Londra saati ile sabah 10:22'de İngilizce "1 milyon kelimeye sahip bir dile dönüşecek". Payack ve ekibi, geri sayımı dilin gelişimi üzerinde yaptıkları araştırmalarla hazırladıkları bazı özel bilgisayar programlarına dayandığını savunuyor. Ancak, bu sayımı muteber bazı dil bilimcilerin eleştirdiğini de ekleyeyim. Onlara göre, dile giren çıkan kelime sayısını böylesine teknolojik bir analizle tespiti mümkün değil.

Üç mektuptur İngilizce'nin macerası içinde dolanıyorum. İngilizce'nin gelişiminin ana hatları konusunda bütün dil uzmanları mutabık. Ancak, İngilizce'nin bundan sonra alacağı yol konusunda farklı görüşler var. Mario Pei, 1965 tarihli "Dilin Hikayesi" adlı klasik kitabının son bölümünde, Roma İmparatorluğunun zayıflamasıyla beraber, Latincenin nasıl, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca şubelerine ayrılarak farklı vadilerden tarih içinde yola devam ettiğini hatırlatır. Amerikan imparatorluğunun dili İngilizce'nin de benzeri bir akıbet yaşayıp yaşamayacağını tartışır. 20'nci yüzyıl içinde "İngiltere İngilizcesi(King's English)" ile Amerikan İngilizcesi arasında oluşan fark 40 yıl önce böyle bir ihtimali akla getiriyor. Bu zaviyeden bakınca, günümüzde İngilizce'nin farklı milletlerden insanlarca konuşulan versiyonları da bunu destekleyen bir gelişme olarak görenler var. Fakat profesör Pei o dönemde televizyon, radyo ve genel olarak medyanın rolüne dikkatimizi çeker ve özetle der ki, "Bu medya organları, dilin uluslararası bir standardını oluşturacak ve bunun dünyanın her yerinde kabul görmesini sağlayacak. Ulaşım ve iletişim çağında, insanlar evlerinden hiç çıkmasalar bile bu standardize edilmiş uluslarası dilin etkisinden kurtulamayacak".

İnternet İngilizce'yi de yutuyor

Hollywood ve televizyonun İngilizce'nin küreye yayılmasında oynadığı rol herkesin malumu. 1990'lı yıllarda buna internet de eklenince, "İngilizce, gelecekte insanlığın tek dili olacak" iddiasında olanların sesi daha gür çıkmaya başladı. İnternetin ilk 15 yılında uluslararası makineyi "domine" eden İngilizce, internetin şimdiden sosyo kültürel ve ekonomik düzenlere olan etkisi sebebiyle, en şüphecimizin bile aklına "acaba?" sorusunu düşürmedi değil.

Ancak son yıllarda bu öngörülere uymayan tuhaf gelişmeler oluyor. Tarihin en etkili ve kitlesel ansiklopedi hareketlerinden biri olan Wikipedia'daki maddeler, artık 200'ü aşkın dilde ulaşılabilir durumda. Wordpress adlı popüler blog sitesindeki İngilizce olmayan blogların oranı sadece son iki yılda yüzde 36'ya yükseldi. Ve şahsen gelecekte çok şeyi değiştireceğini düşündüğüm bir teknolojik atılımın ilk işareti, "Google translate" hayatımıza girdi. Google, şimdi tam 41 dilde anında tercüme hizmeti sunuyor. Tercüme edilmesini istediğiniz metni kopyala yapıştır yapıp tıklıyorsunuz ve istediğiniz dildeki tercümesi bir kaç saniyede karşınızda. Yüzünüz gülüyor değil mi? "Haklısınız, bire bir kelime çevirisinin sebep olduğu evlere şenlik metinler" gerçekten de komik. Ama merak etmeyin uzak olmayan bir gelecekte, yüzünüz bu kez keyiften gülecek. Şu anda yüzlerce yazılım uzmanı, sadece kelime çevirisi değil, "deyim, günlük konuşma, kalıp ve gramer anlayışıyla" da çeviri yapabilen bir yazılım geliştirmek için harıl harıl çalışıyor. Bu yazılımı başaranın internetin kralı olacağını görmek için deha olmaya gerek yok.

Elbette hiçbir zaman, bir dilden bir dile mükemmel çeviri mümkün olmaz ama yakın gelecekte sahip olacağımız tercüme teknolojisinin, uluslararası bilginin, ortak düşüncelerin, kültürlerin yayılmasına yapacağı muazzam katkı, her şeyi değiştirecek. Öylesi bir atmosferde ise, dünyanın her coğrafyasında kabul görebilecek yeteneğe uygun fikri, felsefi, bilimsel ya da sanatsal doğurganlığı olan diller ve kültürler, bir anda kendilerini önde bulacak. "Coğrafyasına sıkı sıkıya bağlanmış", 19'ncu, 20'nci yüzyılın kavram ve tartışmaları içinde boğulan etnosentrik diller ve kültürleri çetin bir yaşam mücadelesi bekliyor.

Günümüzde dünyada kaba bir tahminle 6 bin dil konuşuluyor. Böyle giderse, 21'nci yüzyıl içinde bunların yüzde 90'ının nesli tükenecek. Dilsel çoğulculuk, tabiatın biyolojik çoğulculuğundan daha hızla eriyor. Gerçi bu arada, büyük diller de metropoller içinde yeni versiyonlarını üretiyor bir yandan. Bu durum ve internetteki dilsel çoğulculaşma, "İngilizceyi geleceğin tek dili gören" iddiayı eritiyor. Buna, derin değişimlere yol açmaya namzet ekonomik kriz ve değişimleri de eklemek lazım. Sadece ABD'de yılda 70 bin'e yakın ilköğrenim öğrencisi okullarında Çince dersi alıyor artık. Sadece ABD'ye özgür bir durum değil. Çin hükümetince 66 ülkede kurulan Konfiçyus Enstitülerinde milyonlarca dünyalı Çince öğreniyor. 2010 yılında dünya üzerinde yabancı dil olarak Çince öğrenmeye çalışan kişi sayısının 100 milyona ulaşması bekleniyor. Nüfus bakımından yakın geleceğin lideri Çince görülürken, Hindi/Urdu, İspanyolca ve Arapça'nın da yakın gelecekte İngilizce ile aynı seviyeye geleceği öngörülüyor.

"İnsanoğlu birgün aynı dili konuşacak mı?" sorusu her gündeme geldiğinde dil bilimciler hemen anlatmaya başlar... Eski Ahit'in Tekvin(Genesis) bölümündeki meşhur hikayeyi çok duymuşuzdur bu sebeple. İnsanoğlu Tanrıya ulaşmak için Babil Kulesini inşa etmeye başlar. Tanrı, insanoğlunun bu kendini beğenmişliğine ceza olarak, Hz Adem'den beri aynı dili konuşan insanoğluna birbirini anlamama cezası verir ve 72 dili yaratır. İşte insanoğlu o gün bugündür, Babil'den önceki o ilk kutsal dili arıyor. Ya da en azından, tıpkı Babil'den önceki gibi herkesin aynı dili konuştuğu bir dünya hayaliyle yaşıyor. Şüphesiz İngilizce, bir ulusun ya da kültürün dilinin bu evrensel dil olma başarısını yakalayıp yakalayamayacağı ile ilgili bize önemli bir tecrübe sergiliyor. Hatta, 1930'lu yıllarda Charles Kay Ogden, uluslararası iletişim dili olacağı iddiasıyla "Basic English" denen dil oluşturur. Basitleştirilmiş bu dilin, dünya hükümetinin resmi dili olacağı öngörülüyordu. Hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler'e de teklif edildi ancak, BM üyeleri bu teklifi reddetti.

Bunun yanında yüzyıllardır, birçok kişi de, insanlığın evrensel dili olabileceği iddiasıyla, yapay diller üretiyor. Bunların sayısı 700'ü geçmiş durumda. Bunlardan özellikle Esperanto (Umudun Dili), yaygınlık kazanmayı başardı.

Gülün adı var devleti yok

Yahudi kökenli Polonyalı bir göz doktoru olan L. L. Zamenhof'un 1887 yılında 28 yaşındayken yayımladığı kitapla bu yapay dilin hikayesi başladı. Zamenhof'un kitabını, Esperanto dilinde "Doktoro Esperanto Ümidin Doktoru)" müstear ismiyle yazması sebebiyle dil bu şekilde anılıyor. Cermen, Latin ve Yunan kökenli dillerdeki kelimelerden türetilen bu dilin basit birkaç gramer kuralı ve yazıldığı gibi okunan bir alfabesi var.

"Esperanto estas la moderna, kultura lingvo por la internacia mondo. Simpla, fleksebla, praktika, solvo dela problemo de universala interkompreno..." Sanırım her hangi bir Batı dili bilen herkes bu Esperanto cümleyi anlamıştır. Henüz hiçbir devlet resmi olarak bu dili tanımış değil. Tabi, 'Gül Adası Cumhuryeti'ni saymazsak. Bir grup Esperantist, Adriyatik Denizinde İtalya'nın 11 km açığında kurdukları yapay adada, 24 Haziran 1968 günü "Respubliko de la Insulo de la Rozoj (Gül Adası Cumhuriyeti)" adlı devleti ilan ettiler. Bu yapay devletin resmi dili de en az kendisi kadar yapay olan Esperantoydu. İtalya hükümetinin bu mikro devlete tepkisi yapmacık olmadı. Donamma bombalarıyla yapay devlet Adriyatik'in dibine gönderildi.

Bugün dünyanın bütün önde gelen ülkelerinde ya da dillerinde Esperanto kurslar var. Dünyada 2 milyon kişi bu yapay dili değişik seviyelerde konuşabiliyor. Artık ana dili Esperanto olan binlerce kişi de var aramızda. Şüphesiz ana dili Esperanto olanların en ünlüsü George Soros. Macar Yahudisi olan babası bir Esperantist idi ve büyüdüğü evde Esperanto dili konuşuluyordu. Kendisi büyüyünce yabancı dil olarak "paranın dilini" öğrendi.
Bu dilde yazılmış ya da basılmış 25 binden fazla kitap var. Konuşanların genelde eğitim ve gelir seviyesi yüksek kentliler olması sebebiyle dünyadaki birçok turizm dairesi ya da acentesi, emlak şirketi, Esperanto broşürler de yayınlıyor. Google arama motoru Esperanto dilindeki web sitelerinde de arama yaparken Wikipedia'nın Esperanto dili versiyonu da var. Esperantistlerin, temel amacı, yeryüzünde uluslarası iletişime olanak veren ortak dil olmak. Bu sebeple, "anadil değil, yaygın yabancı dil olduklarını" ısrarla vurguluyorlar.
Aslında Avrupa'daki ilk yapay dil Esperanto değil. Comenius devrimi Avrupa'sında 17'nci yüzyılda uluslararası yapay dil arayışı da başladı. Sir Francis Bacon, Çince karakterlere dayanan bir dil icat etmeye çalıştı. 1629 yılında ise aydınlanmanın büyük filozofu Decartes, kavram ve kelimeleri rakamlarla anlatan bir dil icat etti. Sonra bu yönde art arda girişimler oldu ancak hiçbiri başarılı olamadı. Bacon'dan günümüze kadar yüzlerce dil icat edildi. Uluslarası mal, bilgi ve insan sirkülasyonunun kendinden önceki çağlara göre olağanüstü bir hıza ulaştığı 19'ncu yüzyılda ise bu konuda adeta patlama yaşandı. Bopal, Spelin, Balta, Dil, Veltparl, Orba, Langue Bleue, Idiom Neutral, Novial, Ido, Neo, Loglan, interglossa, Monling ve daha nicesi çok fazla yayılmadan sahipleri ile beraber tarihin karanlığına gömülmüş yapay diller...

Esperanto dışında Avrupa'nın en ünlü yapay dili ise Volapük oldu. İsmini, "world (dünya)" ve "speak (konuşma)" kelimelerinin karışımından alan Volapük dili, 1880'li yıllarda Monsignor Schleyer tarafından icat edildi. Kelimelerinin köklerinin çoğu Latin ve Cermen dillerindendi.

Avrupa yapay diller açısından elbette verimli br kaynak oldu ama dünyadaki ilk yapay dil, Avrupa'da ortaya çıkmamıştı. Tarihin ilk kapsamlı yapay dili bilmeyenlerinizi oldukça şaşırtacak bir yerde, Osmanlı'da oluşturuldu. Osmanlının mirasçıları, diğer birçok Osmanlı hazinesi gibi bunu da Batılılardan öğrenecekti.   

Tarihin ilk yapay dili Baleybelen

19'ncu yüzyılın başlarında bir Fransız bilim adamı, Halep'te bulduğu el yazması kitaptan hiçbir şey anlamaz. Ne olduğunu anlamak için bir bölümünün kopyasını o dönemde Avusturya imparatorluğunun İstanbul büyükelçiliğinde görevli tarihçi Joseph Von Hammer'a gönderir. Ancak o da anlamaz ve dönemin doğu dilleri üzerindeki çalışmalarıyla tanınan ünlü linguistik uzmanı Fransız Silvestre de Sacy'e gönderir. Gazeteci oğlunun adı "Ustazade" olacak kadar doğu kültürüne vakıf olan Sacy, bu gizemli kitap hakkında ilk yazısını yazdığında 8 yıl geçmiştir. Ancak ona göre bu eser, "kayıp bir milletin ya da Kabalistlerin dilinde" yazılmıştı. Bu kitabın dilinin ve kim tarafından yazıldığının sırrının çözülmesi nerdeyse 150 yıl sürdü. Kitap, bir Osmanlı mutasavvıfı olan Muhyi-i Gülşeni'ye aitti ve müellifince "Baleybelen" adı verilen yapay bir dilde yazılmıştı.

1528 senesinde Edirne'de doğan ve tam adı Muhammed bin Fethullah bin Ebu Talip el Edirnevi olan Muhyi-i Gülşeni, Edirne'deki Üçşerefeli ve Bayezid medreselerinde başladığı eğitimini, İstanbul'da Sahn-ı Seman'da Ebussuud Efendinin öğrencisi olarak tamamlar. Ömrünün geri kalan kısmını Defterdar kardeşinin yanında geçirdiği Kahire'de Halveti tarikatının şeyhlerinden Diyarbekirli İbrahim Gülşeni hazretlerinin yoluna intisap ettiği için Muhyi-i Gülşeni adıyla biliniyor.

Baleybelen (Dilsizlere dil veren) adlı bu dile ait tam 10 bin kelimeden oluşan bir de sözlük hazırlamayı başaran Muhyi-i Gülşeni, "hem Batı hem de Doğu medeniyetlerinde uzun yıllar süren 'ilk ve ilahî dili' yeniden inşa etme çabalarına ilişkin ilk pratik tecrübenin sahibi" olarak itiraf edeyim beni hayretler içinde bırakıyor. Gülşeni, Sultan Üçüncü Murat döneminde Baleybelen dilini yapmaya başladığında daha Doktoro Esperanto'nun doğmasına 300 yıl var.

Kendisini "zebân-zede-i ebkemân" (dilsizlere dil veren)" olarak takdim eden Muhyi, bu ifadenin kurguladığı dildeki karşılığı olan Baleybelen ifadesini kullanır. İtalyan dil bilim uzmanı Alessandro Bausani, 1974 yılında Baleybelen'i tarihin ilk yapma dili ilan etti.

Ben, özellikle iki isme de hayranlığımı minnettarlığımı kayda geçirmek istiyorum. Birincisi Baleybelen ve müellifini 1 Şubat 1966 tarihinde ilk defa 20'nci yüzyılın en önyargılı entelicansiyasına "İlk Milletlerarası Dili Bir Türk icat etmişti" başlıklı yazısıyla tanıtan Mithat Sertoğlu( Hayat Tarih Mecmuası, Yıl 2, Sayı 1); diğeri, tam 5 yıl iğne ile kuyu kazar gibi uğraşarak hazırladığı 752 sayfalık "Bâleybelen – İlk yapma dil" adlı bilimsel çalışmayı 2005 yılında yayınlayan (Klasik Yayınları) değerli akademisyen Mustafa Koç. Konuya ilgi duymuyorsanız bile sırf çocuğunuz belki bir gün sorar diye kütüphanenize katmanız gereken bu ilk bilimsel Baleybelen çalışmasında Koç, Muhyî'nin oluşturduğu dil hakkında şunları dile getirdiğini aktarır: "Öyle müstakil bir dil oluşturdum ki böylesini ademoğlu yapmadı. Türkçe ve Farsça'yı bu dile aktardım, Arapça'nın dizilişini kullanarak bu binayı sağlamlaştırdım".

Bâleybelen'de, Arapça'da bulunan tensiye, müennes, kural dışı çokluk şekilleri gibi yapılara yer verilmez. Kelime köklerini ilhamla ya da diğer dillerden yaptığı alıntılarla belirler. "Bâleybelen'in söz dizimi Arapça'dan, kelime gruplarında Farsça'dan, genel yapı bilgisinde Türkçe ve Farsça'dan yararlanılmış. Ural-Altay, Hint-Avrupa ve Sami dilleri ayıklanarak Bâleybelen oluşturulmuş." Bir sufi olan Gülşeni'nin bu çalışmasında gayesi ise, Hakikatin batıni ilmini avamın nazarına vermeden konuşabilmeye imkan verecek bir "şifre dil" oluşturmak. Ömrü boyunca 200 eser daha yazan Muhyi Gülşeni 1605 senesinde vefat eder. Baleybelen dili de, keşfedilmeyi bekleyen kimbilir daha nice hazineler gibi yüz yıllık karanlığımıza gömülür.

Bir Amerikalı akademisyen arkadaşım, "tarihin iki numara ahmakları bir sosyo-politik düzene 'tarihin sonu' diyenlerdir" demişti. Ona göre bir numara ahmaklar ise iki numaradakilere inananlardı. Dilin hikayesi insan soyunun hikayesidir. İnsanlık olarak 'kutsal ortak dili' arayışımızın tarihi belki de... Onu bulunca yeryüzü cennet mi olacak yoksa ancak cenette mi bulacağız bilinmez ama kendi adıma, bu dünyada dilin tarihinin İngilizce ile bitmeyeceğine inanıyorum. Yeryüzünün neresinde olursa bir 'vay natçı' görünce içten içe sempati duyuşum bundan...

Harseb gevi Ya Muhyi-i Gülşeni! Tabli ?*
*Seni gördük Ya Muhyi-i Gülşeni! Hoşnut musan? (Baleybelen 'beginning' seviye talebesi)


CEMAL DEMİR – HABER 7
cemaldemir111@gmail.com


NOT: Mektubu kapattıktan sonra aklıma geldiği için zarfa yazıyorum. Baleybelen'in bilinen tek orijinal kopyası Paris'te Fransa Milli Kütüphanesi arşivindeymiş. Osmanlıca bilen meraklısı Princeton Ünversitesi Kütüphanesi dijital koleksiyonda "Kitab-i Baleybelen" adıyla kayıtlı online versiyonundan (http://diglib.princeton.edu/view?_xq=pageturner&_index=1&_inset=1&_start=1&_doc=/mets/islamic3s265.mets.xml) okumaya çalışabilir. Amerikan Kongre Kütüphanesinde de orijinal olmayan bir Baleybelen kitabı (sp2009000461 index numarası) var. Bu inanılmaz eser ile ilgili Türkçe bilgi o kadar az ki... Mustafa Koç hocaya ne kadar teşekkür etsek az. Ayrıca, Esperanto hakkında Türkçe bilgi ve ders almak isteyenler de şu adresten yararlanabilir: http://www.cursodeesperanto.com.br/bazo/index.php?tr

http://www.haber7.com/haber/20090610/Osmanlinin-mechul-hazineleri.php
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.