Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

20 Mayıs 2024, 01:16:34

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,265
  • Latest: rizab
Stats
  • Toplam İleti: 8,828
  • Toplam Konu: 4,368
  • Online today: 119
  • Online ever: 554
  • (18 Mayıs 2024, 06:22:10)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 100
Total: 100

Sınıf arkadaşından Sayın Baykal’a mektup, Sami Selçuk, Star Gazetesi

Başlatan kilimanjaro, 11 Ağustos 2009, 09:42:01

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Sayın Baykal, Bu sayfalarda, genelde güncel siyasetin dışında kalan konular ele alınmaktadır.

Bugün bu kurala uymayacağım.

Bu satırları okumak inceliğinde bulunursanız nedenlerini anlarsınız.

Bildiğiniz gibi Batı toplumlarının başarılarının temelinde yatan en büyük özellik "dia" toplumu olmaları, diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanmalarıdır. "Yaşamda ve Avrupa kültürünün oluşmasında en önemli şey, der Edgar Morin, çeşitliliklerin, çelişkilerin, yarışların, bütünleyiciliklerin verimli buluşmaları, yani onların diyalogudur."

Gerçekten sağlıklı toplumun önkoşuludur, alt yapısıdır, diyalektik, diyalog.

Doğu toplumlarının başarısızlıklarının temelinde yatan en büyük özellikleri ise "mono" toplumu olmaları, diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanamamalıdır.

Sağlıksız toplumun alt yapısıdır, diyalektikten, diyalogdan yoksunluk.

Bugünlerde sağlıksız toplumun bu alt yapısının çarpıcı bir örneğini yaşıyor Türk halkı.

Sayın Baykal,

Sınıf arkadaşlarım benim eş düzeylerim ve eş değerlerimdir. En yakınlarımdır. Pençelerini gösterdiklerinde bile onlara kızamam. Dostça yaklaşırım. "Sen" diye seslenirim, hep.

Görüşlerinden ötürü insanlara zaten kızılmaz ki!

İnanın düşüncelerimden dolayı, ilkel olma pahasına, bana sövenler bile beni kızdırmayı başaramadılar, bugüne dek.

Ama siz, üzülerek belirteyim ki, bir ölçüde başardınız, bunu. Hem de yasal (meşru) bir Partinin Başkanıyla T. C. Başbakanının görüşmesinin teroristlerle pazarlık anlamına geldiğini söyleyerek başardınız.

Bu yüzden size "siz" diye seslenmek gereğini duyuyorum.

Çünkü ben üzüldüğümde insanlara böyle seslenirim.

Sınıfımızın en yakışıklıları, Türkçeyi en güzel konuşanları arasındaydınız. Hâlâ da öylesiniz.

Onlarca yıldır siyasettesiniz. Siyasetin kirletemediği bir Genel Başkansınız.

Dost da, düşman da biliyor, bunları.

Bu niteliklerinizle sınıf arkadaşınız olarak sizinle her zaman kıvanç duydum.

Dahası siz, sadece sıradan bir (ana) muhalefet partisinin Başkanı da değilsiniz.

Cumhuriyeti kuran, Cumhuriyetle yaşıt, Türkiye'nin en eski Partisinin başındasınız.

Üstelik Atatürk'ün yerinde oturuyorsunuz.

O Atatürk ki, "çağcıl uygarlık düzeyini aşma" amacını gerçekleştirmek için yola çıkmış; çalınmış yitik yüzyılları devrimlerle kısaltıp kazanmaya çabalamış; demokrasinin ön koşullarını yaratmıştı. "Cumhuriyeti biz kurduk. Gelecek kuşaklar demokrasiyi gerçekleştirmeli" diyordu.

Bu, bir dilek değil, hepimiz için, özellikle kendi Partisinin mensupları için bir buyruktu.

Atatürk devrim yapmanın mantığını çok iyi biliyordu: "Halka karşın halk için".

Demokrasinin mantığını da çok iyi biliyordu: "Halk tarafından halk için". 

Denedi. Ama başaramadı.

"Önce halkı yetiştirelim. Sonra demokrasiye geçelim" dedi yazıklanarak.

Kucağında büyüttüğü, üzerine onca titrediği Cumhuriyete karşın şunlara diyebilen bir büyük demokrattı, Atatürk: "Biz öyle bir rejim istiyoruz ki, ileride hükümdarlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler".

Bu inanılmaz çaptaki ufka, ne 1961 ne de 1982 anayasalarını yapanlar ulaşabildiler.

Ben de Atatürk'ün bu sözlerini okuduğumda gözlerime inanamamıştım. Gerçi Voltaire'in sözlerini biliyordum. Ama bilmenin yetmediğini, onları özümseyemediğimi, içselleştiremediğimi Atatürk'ün söylediklerini okuyunca anladım.

Çağ dışı, yetersiz demokrasi anlayışımdan da utandım.

Herkes yanılabilir.

Ama "insandan umut kesilmez".

Sayın Baykal,

Sizin çok güzel doğruları savunduğunuzu da gördü, bu halk.

Ve sizi alkışladı.

Umutlar yeşerttiniz. Bekledi.

Anadolu bilgelerinin 13. ve 14. yüzyıllardaki başkalıkların, farklılıkların birlikte yaşamaları, çoğulculuk özlemlerini, "Gel, ne olursan ol, gel; kâfir de olsan, bin kez tövbeni bozsan da yine gel. Bizim dergâhımız herkese açık" diyerek dile getirdikleri felsefeyi dirilteceğinizi söylediniz.

Ayrı zamanlarda gerçekleşen iki söyleşinizde, "Laiklikte devlet, dediniz, tarafsız kalmalıdır, dinin dışına çekilmelidir. İdeal olan, bu konuların tamamen sivil örgütlere bırakılmasıdır. Türkiye'de (de) din ve dinin örgütlenmesi, dini hizmeti sivil topluma bırakılmalıdır. Her din, kendi kurumlaşmasını, ibadet, din adamı ve din eğitimi ihtiyacını kendisi karşılamalıdır (...) Türkiye'de yaşanan gerçek bu değildir, devlet bu işe müdahildir. Geçiş döneminde ise devlet dinlere eşit davranmalı, eğer kaynak dağıtacaksa bu eşit ölçülerde yapılmalıdır. Devlet, kişinin inancını, etnik yapısını görmemeli, merak da etmemelidir. Mümkün olsa da devlet bir din jandarması, yönlendiricisi olmaktan kurtulsa. Resmileştirilmiş bir din, dine de saygısızlıktır. Devlete de, inanca da saygı duyuyorum. Ama bunlar birbirini etkilememelidir." (Cumhuriyet, Yeni Şafak, 18.10.2000; Radikal, 27.8.2001).

Hepsi doğruydu bu görüşlerin.

Gerçekleşselerdi, "halk tarafından halk için" mantığı yaşama geçmiş; partiniz de devletin, bürokrasinin değil, halkın partisi olacaktı.

Olamadı. Çünkü arkası gelmedi.

Neden Anadolu Rönesansının dilini unuttunuz?

Neden o çağcıl, o demokratik, o doğru laiklik anlayışını savunmaktan, dilinize bir daha almaktan vazgeçtiniz?

Hatta sadece vazgeçmediniz. Geriye dönüşler bile oldu.

Ama neden? Kimler sizi engelledi? Neden dünyayı iyi okuyamayanlara, çağcıl uygarlığın yürüyüşünü kavrama gücü olmayanlara ödün verdiniz ya da onlarla birlikte yola çıktınız, onları yanınızdan yörenizden uzaklaştırmadınız?

Bütün bunların, Atatürk'ün son amacıyla, Atatürkçülükle bağdaştığını öne sürebilir misiniz?

Biliyorsunuz, demokraside sorunlar halka açık diyaloglarla çözülür.

Karşılıklı görüşleri tart(ış)madan, birbirimize biçtiğimiz kimliklerle, önyargılarla, içgüdülerle, "onunla konuşursam ne derler?" kaygısıyla birbirimizden uzaklaşırsak elbette üretken/üretici olamayız.

Hatta tüketici bile olamayız.

Çünkü üretemeyince elinizde tüketeceğiniz bir şey olamaz ki!

O zaman sorunları çözerek, iç barışı kotararak ilerlemek de elbette olanaksızdır.

Bunları her gün yaşamaktan, gözlemekten derin kaygı duymaktayım.

Bu tür toplumlar, öz değerlerini toprağa gömerek avunurlar. Kendilerini de aldatırlar. Çünkü içe patlamalara gebedirler.

Sayın Baykal,

Gelecek yazımda da size güller atmayı sürdüreceğim.

Bunlar sizi incitmemeli.

Ne de olsa siz Hallâcı Mansur değilsiniz.

Saygılar, sevgiler, değerli sınıf arkadaşım.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/sinif-arkadasindan-sayin-baykal-a-mektup-haber-206900.htm
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Sayın Baykal, Geçen yazımda size güller atmayı sürdüreceğimi söylemiştim.

Sözümü tutuyorum.

Ama bu kez gülleri, aynı kuşaktan bir yaşıtınız olarak atacağım.

İzninizle geçen yazımda kaldığım yerden başlayayım.

Sayın Baykal,

Tarih, Lyotard'ın dediği gibi, ilk günahtan bu yana insanın özgürleşmesi yönünde gelişmiştir. Biz Türkler de, elbette bu tarihin dışında, tarih dışı bir toplum değiliz.

AB ile değerlerimizi yeniden gözden geçirme, hukukumuzu yeniden düzenleme, demokrasimizi yeniden kurma dönemindeyiz. Yüzyılın son kuşağının çağ dışı kalıplarıyla, yapay düşsel vaatleriyle, ötekileştirmeyi kışkırtan ve akılcılığı çığ gibi ezen, içi boş, tekelci, demagojik yurtseverlik söylevleriyle toplumların oyalanamadığı baş döndürücü bir hız çağında yaşıyoruz.

Öyle ki, Kanada saniyede 360 trilyon bilgi akışını gerçekleştiren dizgeyi yaşama geçirdi.

Günümüzde ortaya atılan görüşler daha bilgisayara girmeden eskiyor.

Giordano Bruno'nun "karşıtların birliği/çakışması" (coincidentia oppositorum) düşüncesi Heraklit'ten bu yana toplumlara çeki düzen vermekte. Aristoteles'in "en büyük uyuşmalar, karşıtlıklardan doğar" sözü sürgit geçerli.

Kimileri bunları beğenmeyebilir, hatta görmezlikten gelebilir. Ama toplumsal yasalar kimseyi dinlemez. Bize karşın hükmünü yürütür onlar.

Bize düşen en az hasarla ilerlemek.

Strinberg, "Şam'a Doğru" yapıtında bir karaktere şunları söyletir: "Sav, onamadır. Karşısav, yadsımadır. Bireşim, kavramadır. Her şeyi onayarak başlarız. Yadsıyarak yaşarız. Kavrayarak bitiririz. O yüzden tek yanlı olma. 'Ya o, ya bu' deme. 'Hem o, hem bu' de."

Evet, Sayın Baykal, biz aynı kuşağın çocuklarıyız. Yaşıtız. Olgunluk çağını çoktan, Türkiye'deki yaş ortalamasını da yenilerde aştık. Şimdi yalın ve bilgece konuşma, kavrayarak bitirme ve " hem o, hem bu" deme zamanı.

Kartlar karıldı. Destedeki bireysellikler örselenip, biçimsiz bir yığına dönüştürülmeden, başkalıkların bütünü bozmayacak biçimde, dengeli ve birbirleriyle bağlantılı olarak kartları dağıtma zamanı.

Ve de dikkatli, duyarlı olma; aklın, sağduyunun, sağgörünün, vicdanın bileşkesini alma zamanı.

Unutmayalım. Herkes her şeyi görüyor, işitiyor. Körler de görürler. Âşık Veysel, kördü. Ama doğa üzerine en güzel felsefi şiirleri üretti. Sağırlar da işitirler. Beethoven sağırdı. Ama en güzel ezgileri dünyaya armağan etti.

Sayın Baykal, gözlerinizi ve kulaklarınızı kapatsanız bile görüşmediğiniz kişilerin karşınızda durduklarını görecek, söylediklerini işiteceksiniz. Başkalıklara hem alışacaksınız, hem de onların, en uçtakilerin bile yan yana durabildiklerini göreceksiniz.

Bu nedenle gelin, en iyisi diyalektik ve diyalojik yöntemleri işletin. En karşıt ve uç görüşte duran insanlarla yüzleşin. Söyleyeceklerinizi yüzlerine karşı söyleyin. Onların söyleyeceklerini de dinleyin ve değerlendirin. Onları sorgulama sağanağına tutma fırsatını kaçırmayın. Görüşlerini didikleyin. "Hamama girenin terlediğini", "herkesin kendi çarmıhını sırtında taşıdığını" ne siz unutun, ne de onlar unutsunlar. Yararını göreceksiniz.

Ortak olan ve olmayan noktaları saptamanın biricik yolu budur.

Biliyorsunuz, Sokrates kendisini öldürecek zehir hazırlanırken bir flüt parçasını öğrenmeye çalışıyordu. "Bunun neye yararı olacak?" diyenlere şu yanıtı vermişti: "Ölmeden önce öğrenmeme".

Belki siz de, görüşmediğiniz insanlardan bir şeyler öğrenebilir, bir çıkış yolu bulabilirsiniz.

Ama görüşmemekle, yüzleşmemekle bu yararlara kapıyı kapatmış olacaksınız.

Yazık değil mi?

Geçmişimizde, her tür görüş ve inançtaki insanlarla diyalog kurarak toplum dinamizmini gerçekleştiren ve kurtuluş savaşını kazanan bir Atatürk örneği varken, niçin Türkiye birbirini görmeyen ve dinlemeyen körlerin ve sağırların akıl tutulmasına kilitlensin?
Unutmayalım. Demokrasi; sivil toplum ve çoğulculuk bağlamında, uygarca bir arada yaşama sanatıdır, becerisidir.

Bunların çoğu, çevirdiğiniz Sartori'nin yapıtında da var zaten.

Sayın Baykal,

Kabul edelim ki, bellek ve okuma açılarından Türk toplumu henüz yazı toplumu evresinde değil. Söz toplumu evresinde. Belleği zayıf. Söz toplumlarında büyük devrimcileri bekleyen bir tehlike vardır: Sanallaşmak/düşselleşmek.

Atatürk'ün sanallaşmasını, düşselleşmesini önlemek, onun somut uygulamalarından ders alarak örnek olmak,  her şeyden önce kendi Partisine düşer.

Özetlemek gerekirse, kim ve hangi görüş ve inançta olursa olsun, en uçtakiler bile, yan yana gelmeli, konuşmalı, birbirini dinlemeli, önyargısız tartışmalılar. Buluşanları seyredenler, birbirlerini satılmış birer hain ya da düşman gibi görme saçmalığından vazgeçmeli; dünyayı ve yaşamı karşıt ideolojilerden değerlendirenler, birbirlerinin gözlerine bakarak kardeşçe konuşmayı, barış içinde tartışmayı başarmalılar.

Mehmet Akif'le Tevfik Fikret'i, Nazım Hikmet'le Necip Fazıl'ı yan yana tartıştıramayan bir toplumda, yalnızca ak/kara karşıtlığına indirgeme ve kavga vardır. Üreten akıl, gri alan ve barış yoktur. Böyle bir toplum, ortak değerleri, bireşimleri yakalayamaz. Ötekilerle berikiler atomlaşır, "biz" olamazlar. Klişelere, kalıplara, sloganlara tutsak kıldıkları gerçeklerle, "kahrolsun" çığlıklarıyla kendisini tüketir, ilerleyemez, böyle bir toplum.

Şu anda Türkiye'nin en önemli sorunu; geçmişinde karmaşık bir soy kütüğü ve kökeninde "insanın kendi kalabilme hakkı" bulunan, vaktiyle sözcük başına beş kuruşluk cezalar, dil yasakları gibi yanlışlarla beslenip canavarlaştırılan sorundur.

2000'de bir konuşma yapmak için Diyarbakır'a gittiğimde sorunun çapını anlamıştım. Üç büyük salonda beni dinleyen insanların gözlerinde, özgürce kendi kalabilme haklarının ve umudun yanıp sönen kıvılcımlarını gördüm.

Haklıydılar.

Eğer sorumlu bir siyasetçi olsaydım, bu yanlışlardan dolayı halkımın önünde göğsümü gere gere devletim adına özür dilerdim.

Birilerine yaltaklanmak için değil, çözümü kışkırtmak ve devletimin gücünü ve büyüklüğünü ele güne kanıtlamak için.

2006'da Barış Toplantısında hep Türkçe yazan, Türkçenin yaşayan en Büyük Ustası Yaşar Kemal'le yirmi sekiz yıl sonra buluştuk, özlemle söyleştik. Konu yine aynıydı: İnsanın kendi kalabilme hakkı. Bu büyük hak.

Haklıydık.

Büyük Usta zaten sürekli konuşuyor, çiçeklerin çeşitleri çoğaldıkça zenginleşeceğimizi vurguluyor. "Çiçeklere kıymayın!" diye haykırıp duruyor.

Haklı.

Şimdi hem tam demokrasi zamanı, hem de kırılanları onarma, ezilenlerin gönlünü alma zamanı, Sayın Baykal. 

Ortam elverişli. Kimilerinin bu ortamı görmezlikten geldiği günlerde Türkiye; içleri alev alev yanan acılı anaların, şehitlerin anaları Nihanlar ve Akgüller ile dağda ölenlerin anaları Hayriyeler ve Sakinelerin kucaklaşmalarına, barışın simgesi ak başörtülerini takas edişlerine tanık oluyordu.

Bu fırsat kaçırılmamalı.

Doğan çözüm umudu engellenmemeli.

Beklentiler karabasana dönüştürülmemeli.

Saygılar, sevgiler değerli yaşıtım.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/bir-yasitindan-sayin-baykal-a-mektup-208203.htm
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Sayın Baykal, Bu size son mektubum.

İzninizle burada bir ayraç açmak isterim.

Geçen salı günkü mektubum üzerine, öncekinde olduğu gibi, beni çok arayan oldu. Ama biri vardı ki onu yazmadan edemeyeceğim.

Kimse kıskanmasın. Türk ve dünya yazınının yaşayan en büyük adı: Yaşar Kemal.

Baba ocağında yalnızca Kürtçe konuşan, ama elliye yakın dünya diline çevrilen öykülerini, romanlarını, söyleşilerini Türkçe yazan, Karacaoğlan dilinin erişilmez doruğu Büyük Usta, "Beni iki yerde ağlattın" diye saat 19'da başladığı konuşmasını bitirdiğinde saat 20'yi geçiyordu. Neler anlatmadı ki!...

O konuştukça acıların, sevinçlerin, umutların salıncağında gidip geldim. Hele orman uğultusunu bastıran aslan kükremesiyle birçok kez yinelediği bir sözü vardı ki, ruhumun kılcalları titriyordu: " Türkler ve Kürtler için en büyük yıkım, diyordu, ayrılmaktır. Bu akılsızlığa kimse kalkışmamalı." Bu yazıları kimilerine yollamamı istedi. Ona, "sağlığına dikkat et. Ülkenin sana çok gereksinme duyduğu günleri yaşıyoruz" dedim. Başka ne diyebilirdim ki?   

Sayın Baykal, bu mektupları okumanın hiç okumamaktan daha yararlı olacağını düşüneceğinize inandığımı belirterek satırlarımı sürdürmek istiyorum.

Bu son mektupta son gülleri atanlar, meslektaşlarınız, daha çok eski Romalı hukukçular olacaklar.

Her şeyden önce başkalarıyla görüşmeden hüküm kurmanızı, hatta bunu bir tür hükümlülük kararına dönüştürmenizi hukuka da uygun bulamıyorum. 

Çünkü binlerce yıldır uyuşmazlıkları diyalektikle, tartışmayla, yüze karşılık, sözlülük, dolaysızlık/doğrudanlık ilkelerine yaslanan duruşmayla iki yanı mutlaka dinleyerek çözen; bu ilkeler kimileyin zor kullanılarak çiğnendiğinde " zor karşısında hukuk çaresizdir" (contra vim non valet ius) ilkesinden yola çıkan hukuka göre, bir insan; bir suç işlemekle suçlansa, yani sanık bile olsa, "eylemi/suçu yasal olarak saptanıncaya dek suçsuz/masum sayılır".

Bu "suçsuzluk karinesi ilkesi", 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları ve 1948 BM İnsan Hakları Evrensel bildirgeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de yerini almıştır, Anayasamızda da (m. 38/4). Ancak kötü bir anlatımla. Çünkü, Anayasamız, küresel anlatımlardaki " suçsuz sayılır" sözcükleri yerine "suçlu sayılmaz" diyerek sadece ulus üstü hukuka ters düşmekle kalmamış, henüz hüküm giymemiş kişinin yalnızca suçlu sayılmadığını belirterek ve bir bakıma suçsuzluğun kanıtlanacağını anıştırarak, sanığın korunması aşamasına geçen çağcıl yargılama hukukunun da gerisine düşmüştür.

Bu ilkeyi tamamlayan bir ilkeye daha değinmek gereğini duyuyorum ve geçiyorum: "Yargı hükmü olmadan kimse cezalandırılamaz" (nemo damnetur nisi per legale iudicium).

Sayın Baykal,

Terörle iç içe olduğunu söylediğiniz Parti hakkında yargı henüz hükmünü vermedi.

O halde sizden "suçsuzluk karinesi ilkesi"ne duyarlılıkla uyduğunuzu sergileyen görüşler, ilkeli duruşlar beklemek toplumun hakkı değil mi?

Bırakalım yargı bu konuda hukukun ne dediğini söylesin önce. Çünkü unutmayalım ki, "Hukukun ne dediğini söylemenin, verilen hüküm uygulanmadığı zaman bile arındırıcı ve iyileştirici bir değeri vardır" (Paul Ricúur).

Tam da bu noktada dile getirilecek bir şey daha var.

Varsayalım ki bu Parti hüküm giydi. 

O zaman bile hukuk şunu söylüyor: "Yargılanmış şey, gerçek sayılır" (res iudicata pro veritate habetur).

Dikkat ediniz. "Gerçektir" değil. "Gerçek sayılır" deniyor.

Çünkü ucu açıktır verilen hükmün. Bir başka hükümle kaldırılabilir yargılanmış şey.

Ama kaldırılmadığı sürece herkes yargılanmış şeye göre davranmak zorunda.

Bu Partinin zaman zaman teröre karşı çıktığı, ama belli bir terör örgütünü kınamadığı doğru.

Ama yine de siz hukukun şu genel kuralını uymalısınız: "Olaylar varsayılmaz, kanıtlanır" (facta non praesumuntur, sed probantur).
O halde varsayılanları bir yana, kararı da mahkemeye bırakalım.

Çünkü mahkemede hüküm kuracak olan "yargıç(lar), hesap yap(a)maz(lar)" (judex est lex loquens). Şu ya da bu kaygılarla, önyargılarla karar ver(e)mezler. "Kanıtları tartarlar, ama (asla) saymazlar" (argumente non sunt numeranda sed ponderanda).

Unutulmamalıdır ki, o Parti ve Başkanı da hukukun koruması altındadır. Çünkü hukukun üstünlüğüne inanan bir hukukçu bilir ki, çok ağır bir suç işlemiş olsa bile, hiç "kimse hukukun korumasından yoksun kılınamaz" (justitia nemini neganda).

Yıllarca yasa koyucu olarak yasalar yaptınız. Biliyorsunuz, o "yasalar koyucusunu (da) bağlar" (leges suum ligent latorem),

Ve "hiç kimse yasa(lar)dan/hukuktan daha akıllı olduğunu düşünmemelidir" (neminem opertet esse sapientiorem legibus).     

Değerli Baykal,

Size iki bin yıl öncesinden bu yana geçerli olan hukukun iç diliyle seslenmeye çalıştım.

Sizin iki kimliğiniz olduğunu biliyorum: Hukukçu ve siyasetçi.

Lütfen siyasetçi kimliğinizin hukukçu kimliğinizi yutmasına izin vermeyin.

Bu ilkelere insanlık nice ağır bedeller ödeyerek ulaştı ve yaşattı onları. Yaşatmak zorunda da. "İnsan derisiyle kaplanmış anayasa"larda görebilirsiniz hepsini.

Siz de yaşatın onları. Savunun. Hukukçu olarak esasen göreviniz de, ödeviniz de bu.

Biz hukukçular şunu asla unutamayız: "Yasaya/hukuka dayanmadan konuştuğumuzda yüzümüz kızarır" (erubescimus, cum sine lege loquimur).

Son diyeceklerim, yineleme pahasına şunlar, Sayın Baykal,

Herkesle görüşün. 2408 yıl önce ölen Sokrates'in insanlığa armağan ettiği diyalojinin ve aynı yaştaki hukukun ilkelerine kıymayın.

Konuşacağınız kişi belki pişman olmuştur, tövbe de etmiştir. Fark etmez ki. Bin kez tövbesini bozmuş olsa da onunla bir dergâhta buluşun, yüzleşin. Sokratesçi yöntemle onu sorgulayın. Hesaplaşın. Ne diyecekseniz yüzüne karşı söyleyin.

Sayın Başbakan önce "görüşmem" demişti. Sonra bu yanlışından döndü. Siz de dönün. Bu, erdemdir.

Sayın Baykal,

Biliyorsunuz, demokrasi uzun soluklu, sürekli yarışlar rejimidir.

Ancak sağlıklı ve doyurucu bir yarış, sık sık birbirini geçebilen yarışçılar arasında olur.

Yarışçılardan birinin ötekini geçmeyeceği önceden kesinlikle belli ise o yarış, göstermelik bir oyuna dönüşür.

Türkiye'de yaşanan, işte tam bir göstermelik demokrasi oyunu.

Çünkü sizin Partinizin iktidar Partisiyle yarış içinde olduğu söylenemez.

Oylarınız, o Partinin oylarının ancak yarısına ulaştı ulaşacak.

Buna yarış denilebilir mi?

Partinizi başa baş yarışan bir öğe durumuna getirmek zorundasınız.

Bu sadece Partinizin yararı için değil, iktidarın ve ülkenin yararı için de böyle.

Çünkü hiçbir iktidar, iktidar seçeneği olmayan bir partiyi ciddiye almaz. Bu yüzden de başına buyrukluğa kayma tehlikesinin kıyısında dolaşır. Yanlışlar yapabilir.

O zaman hepimiz yitiririz.

İktidar da, ülke de, Partiniz de.

Gelin, iktidarla gerçek üstü, bedensiz, bezdirici çene yarışını bırakın.

Sorunları nasıl çözeceğinizi halkımıza duyurun.

Siz de kazanın. İktidar da kazansın. Ülke de.

Gerisi, kırık dökük boş söz ve hovardaca enerji savurganlığı.

Sayın Baykal,

Bütün mektuplarımda bir sorunu anlamak ve çözmek için, ilkin sarsıntıdan doğrudan zarar görenlerle konuşmak, görüşmek gerektiğini açıklamaya çalıştım.

Takdir sizin.

Saygılar ve sevgiler, değerli meslektaşım.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/iki-bin-yil-oncesi-romali-hukukculardan-sayin-baykal-a-mektup-209477.htm
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.