Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

03 Mayıs 2024, 09:07:10

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 155
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 142
Total: 142

Türkler ve Kürtler ayrılıyor mu?, Cemal Demir, haber7.com

Başlatan Avukat, 08 Temmuz 2010, 01:38:08

« önceki - sonraki »

Avukat

Bugünkü yazısında Ertuğrul Özkök'ten okuduğuma göre önce Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı yazmış bu ''şahane'' fikri. Ertuğrul ağabey zaten sever ''orijinal'' fikirleri. Çoğu zaman, katılmasa bile şeytanın avukatlığını yapmak için tartışma konularını ortaya attığını bildiğimizden ben onun gerçekten ayrılma yanlısı olduğuna inanmıyorum.  Ama yine de tartışma davetine kendi çapımda icabet ediyorum.

Orhan Bursalı demiş ki: "Türk tarafının elinde tek koz var: Kürtlerin çoğunun ayrılmayı isteyip istemediği. Çünkü doğal veya anormal, tüm ayrılıkların, herkese bir faturası olacaktır. Bu nedenle, bu kozun güçlendirilmesi gerekir. Ayrılma kozunu, Türklerin ve Kürtlerin önüne koyalım"

Orhan Bey'i, Zaytung adlı web sitesinin taklit ettiği ve tamamen uydurma haberlerden oluşan Amerikan The Onion gazetesindeki uydurma satirik haberi, ''gerçekmiş sanıp'' Cumhuriyet Bilim Teknik'te hem de hiç kaynak göstermeden çevirip aynen vermesinden tanıyordum. Güya Amerikalı dinciler, evrime karşı çıktıktan sonra şimdi de yerçekimi olmadığını iddia ediyor, şeylerin üstün bir kudret tarafından gökyüzünden yeryüzüne itildiğini buna da zeki tasarımdan (İntelligent  design) mülhem, zeki düşüş (intelligent falling) diyorlarmış. Orhan Bey, ''dinci'' gördüğü herkesi saçmalık makamında yaşadığına ''kör bir iman'' beslediği için belki de, bu uydurma haberin de doğruluğunu araştırma gereği duymamış, vahim bir duruma düşmüştü.

Ertuğrul ağabey de, Orhan Bey'in düşüncesini, ''ezber bozan'' düşünce olarak takdim ediyor. Ama ben, Orhan Bey'in yazdığı herşeyin tastamam bir ezber üzerine kurgulandığını ve gerçekte bir ezberi korumayı amaçladığını düşünüyorum. Ezberi sürdürme çabası Orhan Beyinki... Şahsen, şiddeti övmediği sürece herşeyin ama herşeyin tartışılmasına karışılamayacağına inanan biri olarak saygı duyuyorum ama ben de birkaç ezberi sorgulamak istiyorum.

Kürtler ve Türkler ayrılmalı mı sorusundan önce öncelikle cevabı bulunması gereken soru şu: ''Kürtler kimdir, Türkler kimdir?''.

''Şu anda bu mektubu okuyan 75 milyon vatan evladı'' içinde bu soruya tamı tamına aynı cevapları verecek iki Kürt ya da iki Türk bulabileceğimize inanmıyorum. Türk ulusalcılarının kafasındaki ''Türkler'', ne kadar ''hayali bir cemaat'' ise, Kürt ulusalcıların kafasındaki ''Kürtler'' de o kadar ''hayali bir cemaat''. Haliyle, Kürt ulusalcıların kafasındaki Türklerin de, Türk ulusalcıların kafasındaki Kürtlerin de 'vehim' olduğunu söylememe gerek yok sanırım...

Ulusalcılık zaten doğası gereği vehimler üzerine kurulu bir paradigmadır. Gerçeklerden kopuktur. Güce tapması, varoluşunun mutlak bir militer unsura dayanması bundandır. Yeryüzündeki tüm ulusalcıklıklara, (Türkçülük, Kürtçülük, Siyonizm, Helenizm, Ermeni ulusalcılığı, Baas, Neocon vb...) , yönelmiş en büyük tehdidin 'gerçekler' olması bundandır.

PKK ve onun resmi ideolojisinin organik aydınlarına kulak verdiğinizde, aslında Kürtlerin büyük bölümünün ''işbirlikçi'' , ''ajan'', ''asimile olmuş'', ''yoz'' ya da ''yobaz'' olduğunu dinlersiniz. Şimdi bazı Kürtler herkesi Kürt düşmanı ilan etmeyi pek seviyor ama ben şahsen Kürtlere Apo kadar hakaret edeni görmedim, okumadım, duymadım. Çünkü vehmettikleri ''Kürtler'' ile ''gerçek Kürtler'' uyuşmuyor. Bunun sebepleri üzerine kafa yorabilecek formasyon ya da zaten gerçeğe ulaşmak gibi bir dert olmayınca, halkı yaftalayıp 'zor kullanarak sindirmek' tek çıkar yol kalıyor.

Ne tesadüf ki Türk ulusalcılar için de  Türklerin çoğu bidon kafalı, göbeğini kaşıyan ahmaklar sürüsü. Onun da PKK gibi, halkının 'güçten başka bir şeyden' anlamayacağına imanı bu yüzden... Devlet ya da örgütsel şiddete derin bağlılık ve imanları bundan...

Şimdi en fazla Türk ve en fazla Kürt kelimesine vurgu yapan kesimlerin kafasındaki Kürt ve Türk kelimesi bile birer vehimden ibaretken hangi Kürtler ve Türkler ayrılacak? Elbette ki Türk kökenli Kürt kökenli yoktur demiyorum. Vardır. Ama, gerçek Kürtlerin ve gerçek Türklerin gerçekleri, özlemleri, ihtiyaçları bize ulusalcıların çizdiklerinden çok farklı. Buna geleceğim ama bir soru daha sorayım; Ayrılık sorunu bitirecek mi?

Türkler için bitirecek mi? Kürtler için bitirecek mi? Allah korusun ama birgün ''bir şekilde'' ayrılsak bile bugünkü sorunlarımızın tamamını yaşadığımız coğrafyanın boyutunu küçültmekten başka hiçbir şey elde edemeyeceğiz. Yenilerinin eklenmesi bir yana mevcut sorunlar aynen devam edecek. Çünkü sorun 'ötekimiz' değil, 'kafa yapısı'.

Bu noktada Türk ve Kürt ulusalcı aydınları, çok küçümsedikleri halkın yarısı kadar bile gerçeklere vakıf değiller. Birer hayal dünyasında yaşıyorlar. 19'ncu yüzyılın sonu 20'nci yüzyılın başında takılıp kalmışlar. Bir Kürt ulusalcısı ile bir Türk ulusalcısının yazısında ''Kürt ve Türk kelimelerinin yeri'' dışında hiçbir farklılık olmaması bundan. Dünya, eşya, coğrafya, kültür algıları aynı. İkisininki de çağdışı.

Şimdi şehit haberlerinin geldiği böylesi acı bir günde belki yadırgayacaklar olacak ama bir başka ezberi daha reddettiğimi ilan etmek isterim. Türkler ve Kürtler ayrılmıyor aksine çok daha sıkı kenetleniyorlar. Yaşadığımız gerilim bu tarihi kenetlenmenin sancısı. Hep 1000 yıllık kardeşlikten bahsederiz ya... Türk kökenli diyeceğimiz insanlarla Kürt kökenli insanlar bu 1000 yıllık tarihin hiçbir diliminde bugünkü kadar içiçe olmadılar. Birbirlerine hiç bugünkü kadar yakın olmadılar. 1000 yıldır birbirlerinden, birbirlerinin zevklerinden, kültüründen, müziğinden hiç bugünkü kadar haberdar olmadılar.

İşte bu 'gerçek',  Türk ulusalcı çizgi ve onun aydınları ile Kürt ulusalcısı çizgi ve onun aydınlarının 'kurgusunu' fena halde bozuyor... 20'nci yüzyıla o kadar saplanmışlar ki, 20 yüzyıl kurgusu üzerinden, ''Kürtler ve Türkler arasında büyük bir kan uyuşmazlığı'' var sanıyorlar.

Ertuğrul Bey'in yazdığı gazetenin de Cumhuriyet gazetesinin de yıllardır ''irtica yükseliyor'' korkusu pompalamasının altında da bence benzeri bir cehalet yatıyordu; Türkiye cehaleti.

Türkiye'de çok daha fazla muhafazakar insanın görünür hale gelmesinin, İktidarda hangi parti olduğuyla uzaktan yakından bir alakası yoktu. Son 50 yılda ülkenin üçte ikisi köylerden şehirlere göç etmesiyle, şehirlerde ikinci üçüncü kuşağın okumaya iş kurmaya başlamasıyla alakası vardı. Dünyada, 19'ncu yüzyılın katı pozitivist anlayışının büyük bir erozyona uğraması da cabası...

Aynı mantık hatasını ben birçok dindar yazarda da okuyorum. ''40 – 50 yıl önce Kürt diye birşey yoktu'' , ''40 – 50 yıl önce Alevi diye birşey yoktu'' diye yana yakıla yazan, bütün olan biteni dış güçlerin casusluğuyla açıklayan bir Türkiye cehaleti... (PKK'nın değil genel olarak Kürtlerin, Alevilerin, dindarların taleplerinin dış mihraklardan alakasızlığından bahsediyorum)

20'nci yüzyılın Türkiyesi bir kurguydu. Türkiye'nin yüzde 80'i taşrada kendi halinde kendi karanlığında yaşıyordu. Kalan yüzde 10 – 20 ise birkaç büyük şehirde ''hayali Türkiye''lerinde yaşıyordu.

Ve 20'nci yüzyılın son çeyreğine kadar da  Kürtler ve Türkler büyük ölçüde hala ayrı yaşıyordu. Benim kuşağımdan bile birçok arkadaşımdan ''ilk kez bir Kürt görmelerinin'' hikayesini dinlemişimdir. Bin yıllık kardeşlik vardı ama, ayrı yaşıyorduk. Köyden kente göçle yanyana geldik. 1990'lara kadar bu doğal bir süreçti. Ancak 1990'lardaki ''Türkiye'nin İsrailleşmesi'' süreci, maalesef milyonları köylerinden köklerinden zorla koparıp Batıdaki büyük şehirlere savurdu.

Eşyanın tabiatında vardır. Her sosyal hareket bir gerilim yaratır. Ve hiçbir sosyal hareket, kitlesel göçün yarattığı gerilim kadar büyüğünü yaratamaz.

Edremit'te, Mersin'de, İzmir'de, Antalya'da gelen Kürt göçmenlerle çatışanlar ''ırkçı'' oldukları için bunu yapıyor değiller. ''Kürtlere karşı'' oldukları için bunu yapmıyorlar. Lazlar da aynı şekilde kitlesel olarak bu şehirlere göç etse, Çerkesler de göç etse, Orta Asya'dan da gelseler aynı olaylar yine yaşanacak. Bu eşyanın tabiatında vardır. Şehrin yerli ruhu her zaman için dışardan gelen yabancı ruhla çatışır. Ta ki bir sonraki kuşak yeni ve ortak bir ruh yaratana kadar.

Her iki tarafın ırkçılarının ve medyamızın bir ezberine daha gül atayım: Batı şehirlerinde bir Kürt – Türk çatışması yaşamıyoruz aslında, ''yerli – göçmen'' çatışması yaşıyoruz. Ve bu, ne kadar üzücü olsa da son derece doğal, son derece 'kaçınılmaz'. Sadece şiddetini düşürmenin yolunu bulabiliriz. Ama en azından bir kuşak için asla kaçınamayız.

Yani kalkıp da 'etnik savaş' yaşıyoruz diye paniğe kapılmaya gerek yok.

New York tarihini okuduğumda, her yeni göç dalgasında gelen göçmenlerle yerliler ve daha bir iki kuşak önce yerlileşenler arasındaki çoğu zaman kanlı gerginliklerin tarihiyle karşılaştım. New York'a göçen İrlandalıların aşağılanması, yerli İngiliz – Hollandalı kökenlilerle çatışmaları, sonunda yerli hale gelmeleri, nerdeyse 50 – 60 yıllık bir süreç... Derken aynı İrlandalıların ve çocuklarının, kitleler halinde gelen İtalyanları aşağılaması,  onların  çatışmaya başlamaları ancak günümüzde İtalyan ve İrlandalıların çocukları arasında en ufak bir sorun olmaması... Hatta, en büyük New York milliyetçileri İrlandalı ve İtalyanlar arasından çıkıyor. Batı şehirlerimize yeni bir göç dalgası olsun, bakın bakalım Kürt göçmenlerle Türk yerliler nasıl bir olup bu yeni dalgaya karşı direnç gösterecek...

Ki bu da yaşanacak. Vizelerin kalkması ile (ki bence çağı çok doğru okuyan bir çaba) önümüzdeki 10 – 15 yılda şehirlerimiz, komşu ülkelerden, Afrika'dan Asya'dan Orta Asya'dan gelecek yığınlarla dolacak.

Ben dindar çevreler ile seküler çevreler arasındaki gerilimi de aslında bir ayrışma ve kamplaşma gerilimi olmaktan çok, birarada yaşamaya başlama, kamusal alanı paylaşmaya başlama, birbirini tanıma süreci gerilimi olarak görüyorum.

Seküler ailelerin çocukları ile dindar ailerlerin çocukları internette forumlarda üniversitelerde, kendilerinden önceki kuşakların asla sahip olamadığı bir ötekini tanıma, gözlemleme, temaşa, dinleme imkanına sahip olarak büyüyor. Ama büyüklerimizin 'öğrenilmiş korkularından arınması' biraz daha zaman alacak. 'Mahallelerimizden çıktık'' karışıyoruz. Türkiye'yi derinden değiştiren gerçek şu ki ''birbirimizi tanıyoruz''.

Gitmeden çarmıha germek istediğim bir ezber daha var. Kürtler genetik olarak suça, yasadışılığa, mafyalığa eğilimli değiller. Şehirlerdeki suçları ''Kürtler'' değil, 'göçmenler' işliyor. ''Gangs of New York'' filmini seyredenleriniz bilir. Bir zamanlar ABD'nin New York, Boston gibi metropolleri İrlandalı sokak çetelerinin, mafyalarının kontrolündeydi. Günümüzde bu iki şehrin de asayiş gücünü büyük ölçüde İrlandalıların oluşturması çok ibretliktir. İtalyanlar büyük göç dalgalarıyla geldiği zaman, Amerikan metropolleri İtalyan mafyasının kontrolüne girdi. Çünkü göçmen kopuşun insanıdır. Zayıf karakterli olanları, her türlü çılgınlığı ve riski göze almaya hazırdır. İstanbul'a ilk kitlesel göç 20'nci yüzyılın ortasından itibaren Karadeniz'den gerçekleşti. İstanbul'un suç dünyası 60'larda, 70'lerde hatta 80'lerde Karadenizli mafya babalarının hükümranlığındaydı. Yani, bir etnik köken doğası itibarı ile suça meyyal olmaz. Göçün ve sosyal değişimlerin ceremesini yaşıyoruz. Kürtlerin çoğu 'gönüllü' olarak göç etmediği için de dozajı biraz yüksek bir kriminalizasyonu tecrübe ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu ağabeyin deyimiyle 'ilk ırkçı, ateşten yaratılmayı topraktan yaratılmaya üstün vehmeden' şeytan olsa da 'ulusalcılık' Fransız ihtilaliyle ortaya çıkmış bir algıdır. En başta adı yalandır. ''Bağımsız ve özgür bir ulus yaratmak'' iddiası yalandır. ''Hiçbir padişahın rüyasında göremeyeceği kadar kudretli, mekanize ve merkezi bir güç olan modern devletin ihtiyaçlarını ve amaçlarını gerçekleştirecek ''disiplinli'' bir halk yaratma çabasıdır ulusalcılık. Yunanistan'da da budur, İsrail'de de, Neocon Amerikasında da, Türkiye'de de...

Millet bundan farklı bir kavramdır. Uzun yıllar siyonizme uğrunda çalıştıktan sonra yanlışını görerek karşı kampa geçen önemli Yahudi filozof Martin Buber, siyonist ulusalcılığı kritize ettiği bir yazısında muhteşem bir millet tarifi yapıyor: Millet kavramı her zaman için tek bir şeyi ima eder: kader birliği.

Elbette ki çevremizdeki insanlarla kader birliğimiz sürecek ama daha farklı derin bir kader birliği de artık hızla hayatımıza giriyor. Eskiden bir virüsün dünyada yayılması ya söz konusu değildi ya da çok yıllar sürüyordu. Ancak önceki kış Meksika'nın ücra bir köyündeki bir çocuğun kaptığı bir virüs birkaç hafta içinde tüm dünyaya yayıldı. Neyse ki insanın bağışıklık sistemine çok ters bir virus değildi. Ama çok daha tehlikeli virüsler de yolda. Sevinçleri de, tasaları da, zevkleri de çok daha sınırötesi, çok daha küresel boyutta yaşayacağımız bir çağa giriyoruz. Artık tüm dünya ile kader birliği içindeyiz. Hala 19'ncu 20'nci yüzyılın ulusalcılık kalıplarıyla dünyayı algılayanlar, hem kendilerine hem ülkelerine yazık ediyor.

Sokaktaki Kürtle sokaktaki Türkün onca provakasyon, tahrik ve fanatik şiddete rağmen gerçek gündeminde, medyadaki ve aydınlar arasındaki kadar ''Kürt – Türk düşmanlığı'' oluşmamasının sebebi budur. ''Gelirden aldıkları pay, eğitimde fırsat eşitliği, sağlık imkanlarından yararlanabilme imkanları'' gerçek sosyal fay hattıdır. Ve bu fay hattının her iki yanında da Kürtler, Türkler, Aleviler, dindarlardan insanlar var...

Ulusalcılar zihniyetlerinin doğası gereği hep geçmişe bakar. Bu yüzden ne ulusalcılardan ne de PKK'cılardan nasıl bir gelecek vaadettiklerini ''somut tariflerle'' duyamayız. Allah en başta Kürtleri korusun PKK birgün hükmedeceği bir coğrafya bulsa kuracağı düzen, ''20'nci yüzyıl boyunca Türk, Kürt farketmez hep beraber yaşadığımız kurgusal tımarhaneden'' zerre farkı olmayacak, faşizan, çağdışı ve ilkel bir düzendir.

Ve sonunda ''kendilerini, anlayışlarını'' değiştirme, çağa uyarlama yolunda en ufak bir sinyal göstermeyen çevrelerin, son bir gayretle, madem eskiden olduğu gibi bükülmüyor kırıp iki parça yapalım noktasına gelmeleri kaçınılmazdır. Yani ''küçük olsun bizim olsun'' mantığı... Ama çağın, ülkeleri küçük de olsa onların olamayacak kadar değiştirdiğini göremiyorlar.

Bir de Kürtler ve Türkleri, ayrılma ile korkutup, 'kendilerine ve çağdışı anayasaya' mecbur etmeye çalışacaklar var. Asıl onlara karşı uyanık olmak lazım. Ben hiçbir Kürt ve Türkün Anayasa üniter yapıyı öngördüğü için birarada yaşadığını zannetmiyorum. Kaderleri onları bir yapmış. Dahası, parlak 'gelecekleri' onları bir arada tutuyor.

Türkiye, demokrasi ve hukuk yolundan ayrılmazsa, ''ayrılmak, bölünmek'' diye bir gündem asla olmayacak. Ben hiç umutsuz değilim. Bağnaz ulusalcıların bu bağnaz ''son çareleri'' de 'gerçeğe' çarpacak. Kürtler ve Türkler ayrılmıyor.

İletişim ve ulaşımdaki başdöndürücü gelişmelerle son 10 yılda iyice hızlanan 20 – 30 yıllık çalkantımız, tansiyonumuz, gerilimimize tek bir şey diyecek olsam, bu ne 'bölünme' ne 'kamplaşma' ne de 'ayrışma'dır. Bu tastamam 'normalleşme'dir.

Ertuğrul ağabeyin çarmıhta gördüğü şey ise, 'birliğimiz' değil, bir önceki yüzyıla ait çağdışı devlet ve ulus anlayışıdır. Vehimlerdir...

Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com
http://www.haber7.com/haber/20100706/Turkler-ve-Kurtler-ayriliyor-mu.php

kilimanjaro

Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız? Evet, faşist bir devlette yaşamak istemiyorsak Kürtlerle birlikte yaşamak zorundayız. Kürtlerin de 'kovulduğu' bir Türkiye, Türklerin değil derin devletin ve beyaz Türklerin Türkiye'si olacak.

Türklerin Kürtlerle birlikte yaşamasını tartışmaya açmaları boşuna değil. Derin devlet dağılıyor, imtiyazlı sınıflar ve zümrelerin 'üstünlükleri' sona eriyor. Varlık nedenleri olan Kemalist ve militarist devletin demokratik dönüşümünü engelleyemeyenler son hamlelerini yapıyorlar: bölünmeyi tartışmaya açarak, bölünmenin yaratacağı travmayı iktidara dönüş için kullanmak...

Açıkça ve altını çizerek söylüyorum; bu, derin devlet ile 'beyaz Türkler'in ortak projesi. Üstelik bu çabalar yeni değil, uzun zamandır sürüyor. Ben de çok yazdım; 'küçük Türkiye lobisi' dedim bunlara.

Türkiye'yi küçültmeye razılar. Küçük olsun, ama kendilerinin olsun istiyorlar. Üstelik küçülmüş, bölünmüş bir Türkiye'de halkın yaşayacağı büyük duygusal travmanın üzerinden 'Kemalist ve militarist' devleti yeniden dirilteceklerini hesaplıyorlar.

Ama bence yanılıyorlar. Bu ülkeyi küçültseler de devletin demokratik evrimini engellemeleri imkânsız. Projelerinin altında kendileri kalabilir. Bölünmenin yaratacağı büyük travma ve milliyetçi öfke üzerinden 'otoriter' bir iktidar yaratma hesapları yapanların sonu pek iyi olmayabilir. Bosna'da etnik temizliğin mimarı Miloseviç'in başına gelenleri hatırlamalarını salık veririm. Etnik temizlik yapan Miloseviç iktidardan, Savaş Suçları Mahkemesi'ne düştü.

Ne yapmaya çalıştıklarını anlamak zor değil tabii. Kemalist-militarist bir rejimin kurulmasının şartı, 'tek uluslu-tek dinli devlet' olmaktı. İttihatçıların izinden giden politikalarla gayrimüslimlerden 'arındırıldı' ülke. Böylece de dönüp Müslümanları baskı altına alan radikal-otoriter 'laiklik' politikaları uygulanabilir hale geldi. Şimdi sıra bir türlü 'asimile' olmayan Kürtlerden de kurtularak 'tek uluslu' devlet yaratmakta. Bugün bu ülkeyi biraz daha 'Türkleştirmek' istiyorlar, çünkü Türkleri 'derin devletin denetimi'ne almak için bu gerekiyor.

Nüfusun tektipleştirilmesi, dünyadan soyutlanmış otoriter bir devlet yaratmanın şartıdır.

Şimdi soruyorlar, Kürtlerle bir arada yaşamak zorunda mıyız? diye. Cevapları hayır. Kürtler Kuzey Irak'a gitsinler istiyorlar, başörtülüler de Arabistan'a... Türkiye de onlara kalsın; istedikleri gibi yönetsinler, yağmalasınlar... Koltuklarında rahat etsinler, muhitlerine kendilerine benzeyenlerden başkaları girmesin...

Devletin demokratik dönüşümünü engellemenin tek ve son yolu 'bölünmek' onlar için. Demokratik, kalkınmış, dünya ile bütünleşmiş ve farklılıkları çoğulculuk içinde tolere etmeyi öğrenmiş bir Türkiye yerine; küçülmüş, küçülmenin yarattığı travmayla 'Kemalist-militaristler'in peşine düşmüş bir Türkiye istiyorlar. İktidarlarını korumanın, pekiştirmenin başka yolunu bulamıyorlar. Devletin ideolojik denetim mekanizmalarının kırılması, toplumsal taleplere ve kimliklere duyarlı hale gelmesi, dolayısıyla 'niteliksel dönüşüm' geçirmesi, tercih ettikleri bir durum değil. 'Merkeziyetçi, otoriter ve seçkinci' model tamamen şeffaf, demokratik ve çoğulcu bir yapıya dönüşmeden süreci durdurmak niyetindeler.

Liberalleri yıllardır Kıbrıs meselesinde 'ver kurtulcu' diye eleştirenler bugün ülkenin yarısını PKK'ya verip, geri kalanında kendi mutlak iktidarlarını kurmanın hesaplarını yapıyorlar. Devletin demokratik dönüşümüne izin verip iktidarlarını kaybetmektense devleti küçültmek bunlar için daha 'makul' bir çözüm gibi görülüyor.

Kürt sorununun çözümüne karşı çıkıp bölünmeyi adeta kader haline getirenler de aynı çevreler. Değişmiş, demokratikleşmiş, iktidarı halka geçmiş, halkı birbiriyle barışmış, kaynaşmış bir Türkiye yerine 'küçültülmüş', küçültülürken de iktidar kündesine iyice alınmış bir Türkiye'yi tercih edenler bugün gemi azıya aldılar. Bu amaçlarına ulaşmak için seferberler... Medyada, dağlarda, bizatihi devletin içinde...

PKK ile derin devletin ve beyaz Türklerin aynı 'sonuç'ta buluşmaları şoke edici değil mi? Ülkeyi bu 'çıkar şebekesi'ne teslim etmek istemeyenlerin Kürtler ve Türklerin birlikte yaşayabileceklerini göstermesi gerek. Ya birlikte demokrasi içinde yaşayacağız ya da faşist iki devlette...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1003864&title=ya-birlikte-yasayacagiz-ya-da-fasist-iki-devlette
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

'Demokratik Özerklik gündemi'ne, BDP'nin bir halkla ilişkiler kampanyası olarak bakmak lâzım. BDP, Türkiye'nin geneli ve oradan kendi seçmen kitlesi için başarılı biçimde gündem oluşturuyor.

Daha ötesi Türkiye konuşuyor ve tartışıyor. Türkiye, bu tartışmaları olgunlukla sürdürecek bir basiret sergileyebilirse, işte o zaman Türkiye'nin birliği sarsılmaz bir güç kazanacak. Türkiye'nin bölünmesinin konuşulabilmesi, Türkiye'nin bütünlüğünü sürdürme yeteneğini geliştirme fırsatı veriyor. Ne güzel! Aslı astarı olmayan korkularımızla yüzleşiyoruz. Bölünmeyi savunanların, birliği ve bütünlüğü savunanlar karşısında şansı var mı? Federalizmi veya özerkliği savunanların dayandığı sağlam bir temelden bahsetmek mümkün mü?

Kürt siyasal hareketi, Marksist-Stalinist bir örgüt olan PKK'nın hegemonyasında ve şiddet yöntemleriyle büyüdü. Bu yüzden modası geçmiş bir yığın sosyalist kavram ve model, Kürt ulusalcılığını reel dünyanın dışına sürükledi. 'Artık yeter' (edi bes'e) sloganı, Meksika'daki Zapatista ayaklanmasından alınma. KCK, 1917'nin Bolşevik Sovyet modelinin bir taklidi. Kürt ulusalcılığı, Kemalist-laik-jakoben geleneği taklit ediyor. Demokratik Özerklik, evrensel insan haklarının dışında bireyi baskı altına alan ve kültürel taleplere odaklanan grup haklarının peşinde. Bir de gerçekler dünyası var. Türkiye'de Kürtlerin bölgesel dağılımı grup haklarına dayalı örgütlenmeleri de, coğrafî veya siyasî çözümleri de imkânsız hale getiriyor.

Bütün bunların anlaşılması, gerçek ihtiyaçlar ekseninde Kürt siyasetinin kendini yeniden oluşturabilmesi için her şeyin konuşulması ve tartışılması gerekiyor. Bütün bu fırtınalar arasında BDP'nin kurduğu ve sürdürdüğü dilin yapıcı bir dil olduğunu teslim etmek lâzım. MHP'nin ve CHP'nin ortaklaşa geliştirdiği dil de, korkuları temsil etmesine rağmen demokratik bir tartışmayı sürdürebilecek sınırları aşmıyor. Hükümetin dili de öyle; zaman zaman diğer aktörlere balans ayarı vermeye çalışan sorumlu ve dengeli bir dil kullanıyor.

Konuşacağımız şeyler ise çok. Mağdur, acılı ve şikâyeti olan Kürtler daha net konuşmaya başladılar. Sıkıntıyı yaşayan ve canları yananlar onlar olduğu için daha hazırlıklı ve birikimliler. Yine de özgür bir tartışma ortamında doğru bildiklerini gözden geçirmeleri gerekiyor. Etnik temelli grup haklarının Kürtlere ne kazandıracağını ve ne kaybettireceğini öncelikle Kürtlerin kendi aralarında müzakere etmeleri lâzım. Etnik kimlik üzerine oturan örgütler, bireyin etnik kimliği dışındaki tercihlerine özgürlük tanımıyor. Etnik kimliği fetiş haline getirerek bir grup baskısı aracına dönüşüyor. İnsanları hayatın her alanında etnik kimlikleri ile var olmaya zorluyor. Bir tür totalitarizm üretiyor.

Federalizmin veya kültürel özerkliğin, yerel yönetimler dışında bireyin hayatına ve ülkenin geri kalanı ile ilişkilerine neler getirip neler götürdüğünü kimse yeteri kadar bilmiyor. 'Kültürel haklar' gibi edebiyatı çok yapılan bazı kavramların içi bomboş. Bu tabir grup haklarının konusunu oluşturduğu için özerkliğin anahtarı durumunda. 'Kürtlerin kültürel hakları' dendiği zaman kim, ne anlıyor? Dil dışında Kürtleri, ülkenin geri kalanından ayıran kültürel farklılık var mı? Var dediğimiz kültürel farklılıklar bile etnik değil bölgesel nitelik taşıyor. Aynı bölgede yaşayan Kürt, Türk, Arap aynı kültürü paylaşmıyor mu?

Kürt sorunu bütünüyle bir Kürtçe sorunu. 87 yıldır içinden geçtiğimiz tecrübe, Kürtçenin özgürce tasarrufunun; yaşaması ve gelişmesi için devlet desteğinin, Kürtlerin kendilerini bu ülkenin eşit ve onurlu vatandaşları olarak hissetmelerinin ön şartı olduğunu gösterdi. O zaman Kürtçe sorununa, diğer siyasî tartışmalardan farklı yaklaşmamız lâzım. Kürtçe sorunu çözüldüğü zaman diğer siyasî sorunların tamamı, sabun köpüğü gibi sönecektir. Geriye ideolojiler dünyamıza renk katan marjinal Kürt ulusalcıları kalacaktır. Kürtçe sorununun çözümünün ise tek ölçüsü var: Kürt vatandaşlarımızın dillerini kullanmak ve geliştirmekle ilgili bütün taleplerinin karşılanması. Resmî dil tartışması, bu ihtiyacın kendisini değil siyasî sömürü alanını gösteriyor. m.turkone@zaman.com.tr

m.turkone@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1070975
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.