Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

07 Mayıs 2024, 10:49:44

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 134
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 122
Total: 122

Hayatı neden acılaştırmak gerekir?, Hekimoğlu İsmail, Zaman Gazetesi

Başlatan kilimanjaro, 12 Ağustos 2012, 02:34:05

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Gençlerle yaptığımız bir sohbette onlara dedim ki; Muhyiddin Şekûr'un, Su Üstüne Yazı Yazmak isimli kitabında şöyle bir hikâye bulunuyor:

"Çok zengin ve mağrur bir kral bir gün atının üzerinde hiç aldırışsız arşınlarken, kralın atının önüne başında kavuğu ile bir derviş çıkar. Kral hiddetle kılıcını çeker, yoluna çıkmaya kimin cesaret edebildiğine şaşırmıştır. "Sen kim oluyorsun da benim yolumu kesiyorsun!" diye bağırır. Derviş yavaşça başını kaldırır ve kral böylece, kılıcı hâlâ elinde, ölümün yüzünü görür. Aslında yolunu kesen kişi derviş değil, kralın ruhunu almaya gelen ölüm meleği Azrail (as) imiş.

Gelenin kim olduğunu anlayan kral, "Ne olur birkaç dakika olsun zaman ver de, bazı işlerimi tamamlayayım." diye yalvarır. Melek, tek kelime konuşmadan kralın yüzüne bakar ve başını "hayır" manasında yavaşça kaldırır. Artık kral için vade dolmuştur. Krala yeryüzünde bir başka nefes daha verilmez..."

İnsanlar dünyaya neden gönderilmiş?

Bu sorunun doğru cevabını bulamayanlar ölüp de melekler ona, "Hayatını neyle tükettin?" diye sorunca, "Eyvah!" diyecekler; "Biz neye çalıştık, sorular nereden çıktı!?."

Bu sebepten Peygamberimiz buyurmuş ki; "Hayatı acılaştıran ölümü sık sık hatırlayınız." Bunu söyleyince diyorlar ki; "Herkes hayattan keyif ve lezzet almanın peşinde. Hayatı neden acılaştırmak gerekir?"

Hayatı acılaştırmayan insan, canının istediği gibi yaşar. Podyumdaki manken gibi giyinir, sahnede yürür gibi gezer tozar, kelebekler gibi dans eder. Bu insan ölümü hatırlayınca hayatı acılaşır, "Böyle gitmez!" der. Çünkü insan ne kadar zevke düşüp hevasına uyarsa uysun, iman bir nokta gibi onun kalbinde yaşar. Bu sebepten Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; "Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynel yakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır."

75 yaşına gelen bir insan belki pek çok eğlenceler görmüştür, ziyafetlere katılmıştır, pek çok lezzetler tatmıştır. Fakat Üstad, dönüp arkasına baktığında imandan aldığı lezzetin 75 senedir görüp tattığı her türlü zevkin fevkinde olduğunu itiraf ediyor.

Kendi hayatımdan örnek vereyim:

1953'te kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Bir arkadaşa rastladım. Bana, "İki kız var. Gelir misin, birlikte takılalım." dedi. "Öğlen ezanı okunuyor, camiye gideceğim." dedim. Yıllar sonra arkadaşım, hadiseyi bana anlatıyor; o zaman kızlarla gezmeye gitmiş ama benim cevabımdan da etkilenmiş. "Allah Allah, demek camiye gitmeyi gaye edinenler de var." demiş. Sonra aklı başına gelmiş. Ona dedim ki, "İşlenmediği takdirde insanın insan olmasını engelleyen, gelişmesini, büyümesini, hürriyetini durduran, donduran tek bir günah var mıdır?"

Arkadaş, başını önüne eğdi...

Hayatını meyhaneye adayan arkadaşlarım da oldu, zengin olup keyif, konfor, lüks içinde yaşayan arkadaşlarım da... Rahatı kaçmasın diye ölümü hatırlamak bile istemiyor. Bana da hiç uğramıyor. Herhalde ölümü hatırlatırım da, huzurunu kaçırırım diye korkuyor. Ölünce evi, barkı, arabası, serveti hepsi bitecek.

Kabir kapısı kapanmıyor ve kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal, her ferdin en mühim meselesidir...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1297223



Göndereni düşündün mü, dertler hediye oluyor insana... - Hekimoğlu İsmail

Sabır, uçurumun kenarındaki insanla ilgilidir...

Uçurumdan uzaklaşamıyor, uçurumdan düşme ihtimali de var. Sabırla orada bekleyecek; tâ ki bir el ona uzansın. Bu durumda sabretmemek felakettir. Sabır, Hızır (as) gibi yetişir, elimizden tutar. Pek çok musibetlerden bizi kurtarır. İnsan pek çok felaketlere, musibetlere uğrayacak bir yaratıktır. Öyleyse sabır ile musibetleri tesirsiz hale getireceğiz. Vücudumuz bir gemiye benzer. Hayat denilen denizde, saadet-i ebediyeye gidiyoruz. Bid'at ve inkâr dalgaları gemiyi sallıyor. Menfaat ve zevkler tayfanın iş yapmasına mani oluyor...

Ben hayatımda bela görmedim diyebilirim. Çünkü bakış açım, o hadiseyi bana bela olarak göstermiyor. "Bunu bana gönderen, Allah'tır... Bu da geçer ya Hû..." deyip rahat ediyorum. Allah çok çeşitli nimetler yaratmış ki, O'nun yarattıklarından faydalandıkça şükredelim diye. Dertleri değil, şükredecek bunca nimeti görmek lazım. Mesela şu anda belediye başkanı bana bir kilo elma gönderse bu hediyenin maddi kıymeti çok küçük fakat ben de dahil bazıları şaşırır, "Belediye başkanı, ağabeyimize hediye göndermiş!.." der. Bu misalden gerçeğe gelirsek; Allah bana okuyan göz vermiş, problem çözen beyin vermiş. Hatta ben felcim; adam yerine koymuş hastalık göndermiş. Demek ki göndereni düşündün mü, dertler de hediye oluyor insana... Çok şükür ki Allah bizi insan yaratmış. İnsanlar içinde İslamiyet'le şereflendirmiş... Ne kadar şükretsek azdır.

1939'da Erzincan depremle yıkıldı. Şehir yıkıldı. Herkes için çok büyük bir felaketti, belaydı. Amma olan olmuştu. Ne geçmiş yılları çağırabilirdik ne de gelecek yıllara hükmedebilirdik. Yorganın altından çıktık, çorapsız ayaklarımızla karların buzların üzerinde yürüdük. Su yerine kar yedik. Yemek yerine elimize geçenle yetindik.. O felaket yılı geçip gideli elli sene oldu. Unutuldu...

Asıl musibet dine gelen musibettir. Mesela harf inkılabı beni o depremden daha çok sarsmıştır! Harf inkılabının açtığı manevi yaralar unutulmadı, tedavi olmadı, devam ediyor. Çünkü Fransızcaya, İngilizceye tanınan haklar Kur'an yazısına, Arapçaya tanınmadı. Kur'an, dinimizin kitabı. Arapça Kur'an'ın dili. Yabancı diller kültürleriyle beraber geldi.

Ahlaka etik dediler; ahlak gitti. Geriye ahlaksızlık kaldı. Ahlaksız kelimesi çok ağır olduğu için, etik kelimesine sığınıp, "etik dışı" dediler. Yani ahlaksızlık yokmuş, etik dışı haller varmış.

İslamiyet, insanı beyninden ve kalbinden yakalar. Ateistler dahi İslam'ın kurtarıcı vasfını tasdik ediyorlar. Ateist olduğunu söyleyen yüksek tahsilli bir şahıs bana şunları anlattı: "Ben plajların, meyhanelerin, barların olmasını isterim. Eğer İslamiyet bunları haram saymasaydı hemen Müslüman olurdum." Bu misalden de açıkça anlaşılıyor ki sevapla günahın, ibadetle ibadetsizliğin savaşı var. Canının istediği gibi yaşayanlar Allah'ın istediği gibi yaşamak istemiyorlar. Kötü alışkanlıklarına köle olanlar zincirlerini koparıp kurtuluşa gelemiyorlar. Ezan okunuyor: Haydi kurtuluşa... Demek ki kötü durumda olanlar var. Ezan onları kurtuluşa çağırıyor. Camiler Nuh (as)'ın gemisine benzer. Camiye gelin ki, haramların getirdiği perişaniyetten kurtulasınız. Camiye gelin ki kötü alışkanlıklardan kurtulasınız. Camiye gelin ki Müslüman olduğunuzu ilan edesiniz. Komünizm, materyalizm, modernizm gibi sosyal faaliyetler insanları camiden uzaklaştırdı. Kiliseler de boşaldı. Pek çok insan ipsiz sapsız kaldı. Asıl musibet budur... Zevklerine bağlı bir sürü insan...

İbadet etmeyen birisine sorsak; "Nasılsın?" "İyiyim." der.

İpek böceğinin kaynar sudan haberi yok, kozasını örüyor...

İpek böceği, hayatı boyunca mezarını yapmaya uğraşıyor...

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1273416
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.