Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

07 Mayıs 2024, 08:40:05

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 134
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 118
Total: 118

İşe iade açabilir miyim?

Başlatan Ebaba, 22 Eylül 2020, 16:50:14

« önceki - sonraki »

Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım


ATATÜRK GELDİĞİ GİBİ GİTTİ
Sen bu yurdu kurtardın
Türkiye Cumhuriyeti'ni  kurdun
Tarihe ismini
Altın harflerle yazdırdın, diyerek,
Bir marş söylüyordum.
*            *            *            *
Birden odanın ortasına
Bir bomba düştü
Ortalığı toz-duman kapladı
Göz gözü görmez oldu.
*            *            *            *
Ben askerde havancıydım
Bombalara alışıktım
İleri gözetleyiciydim
Belimde kasatura
Elimde telsiz, göğsümde dürbün
Havan atışı yaptırmak için,
Dağa, tepeye çıkardım
Havan ile hedefin uzaklığını
Hesap eder, ikinci atışta
Hedefi 12'den vururdum.
*            *            *            *
Tepemden bombalar geçerdi
Ben bombadan korkmam
Bomba benden korkar, derdim.
Ben Türk Askeri'yim.
Türk Askeri hiçbir şeyden korkmaz.
*            *            *            *
Dediğim doğru çıktı
Türk Askeri korkmadı
Odanın ortasına bomba düştüğünde
Oturduğum yerden ayağa kalktım
Her türlü saldırıya hazırdım.
*            *            *            *
Göz gözü görmeye başladığında
Odanın ortasında bir kahraman belirdi
Ben bu kahramanı çok iyi tanıyordum
O kahraman Mustafa Kemal Atatürk
Bunu biliyordum.
*            *            *            *
Atatürk sağa- sola bakındı
Benden başkasını göremedi
Sen kimsin, adın ne,
Bugünün tarihi nedir, diye sordu.
*            *            *            *
Ben Serdar Yıldırım,
Bugün 29-Mayıs-2021 dedim.
*            *            *            *
Atatürk: Türk Askeri bombadan korkmaz
Türk Askeri yenilmez
Türk Askeri esir düşmez
Türk Askeri galip gelir
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyar, dedi.
*            *            *            *
Odanın ortasına bir bomba daha düştü
Ortalığı toz-duman kapladı
Göz gözü görmez oldu
Atatürk geldiği gibi gitti.
*            *            *            *
Bir saat kendime gelemedim
Odanın ortasında dört döndüm
Ben kendimi gerçek sanırdım
Atatürk gerçeği karşısında
Hayal bile değilmişim.
*            *            *            *
Şimdilerde Anadolu'da
Atatürk, en büyük önder ve lider
Türk insanı vatanını çok seven
Atatürk'e minnettar.

SON

------------------------------------------------------

TAARRUZ KEMAL 
Siz Avustralya yerlileri
İngilizler tarafından Anadolu'ya yönlendirilen
Türkler, boyun eğmedi, diyen
İngilizlerin esiri.
*       *        *        *
Siz özgür ve mutlu yaşıyordunuz
Hayattan bambaşka bir gelecek umuyordunuz
Hayat, sizin bir kilonuzu bir pula satmadı
Özgür bedenlerinizi  yetmiş kiloluk bir İngiliz'e esir etti.
*       *        *        *
Kitaplar yazar, gazeteler yazardı
Anadolu' da bir Taarruz Kemal var derdi
Haksızlığa boyun eğmez, derdi
Yenilmez yener, ezilmez, ezer de geçer derdi.
*       *        *        *
Taarruz Kemal, Anadolu'yu yurt olarak benimsemiş
Sınırları çizmiş, biz bu sınırlar içinde
Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz, demiş.
Siz şimdi aldatan İngiliz'e mi inansanız
Yoksa kahramanca savaşan Taarruz Kemal'e mi inansanız?
*       *        *        *
İngiliz sizi zorladı, gemilere bindirdi,
Hedef Çanakkale'dir dedi.
Taarruz Kemal yok artık, dedi.
Göğsüne gelen bir kurşunla layığını buldu, dedi.
*       *        *        *
Siz havanızı basarak, naralar atarak,
Anzak Koyu' ndan Anadolu' ya ayak bastınız
Anadolu insanı bizden korksun, dediniz
Katliamlar yapmaya hazırdınız.
*       *        *        *
Türk Ordusu' nun başında
Alman komutanlar vardı
Bunlar Türk Ordusu'nu geri çekerek
Rahatça çıkartma yapmanıza izin verdi.
*       *        *        *
Aradan bir gün geçti
Taarruz Kemal geldi, dediler
Almanlar, bütün cephelerin komutanlığını
Taarruz Kemal'e bıraktı, dediler.
*       *        *        *
Size bir bezginlik çöktü
Bu yenilmez, bizi perişan eder dediniz
İngiliz Komutan çok uğraştı
Bu Kemal o Kemal değil, dedi.
*       *        *        *
Mustafa Kemal Çanakkale' ye geldi
Türk Ordusu'nu düzene soktu
Oralarda saklanacak yer bulamadınız
Birçoklarınız gemilere binip, kaçtınız.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım


BEN MUSTAFA KEMAL OLSAYDIM
Selanik'te doğsaydım
Şemsi Efendi İlkokulu'nda okusaydım
24 yaşında yüzbaşı olsaydım
Yurdun kurtuluşu yolunda adım atsaydım.
*                *                *                 *
Tayin olduğum her yerde
Suriye'de, Sofya'da
İki-üç subay arkadaşım bile olsa
Örgütlenseydim, onlarla haberleşseydim.
*                *                *                 *
Sonunda Çanakkale'ye gelseydim
Komutayı ele alsaydım
İngiliz, Fransız savaş gemilerini
Boğazın karanlık sularına gömseydim.
*                *                *                 *
19-Mayıs-1919' da
Samsun'a çıksaydım
Amasya Tamimi'ni yayımlasaydım
Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapsaydım.
*                *                *                 *
Ben Mustafa Kemal olsaydım
Bunları başarabilseydim
Böylesine büyük ve görkemli olabilseydim
Tarihe ismimi altın harflerle yazdırabilseydim.
*                *                *                 *
Bu yazdıklarımı ben başaramazdım
İki kişiyi bir araya getirip örgütleyemezdim
Conkbayırı'nda gece saat 04:30'da
Hücum deyip ileri atıldığımda
Asker peşimden gelmezdi.
*                *                *                 *
Ben Mustafa Kemal olmaya özendim
Keşke Mustafa Kemal olsam dedim
Dünyada yaşayan insan neslinin
Mustafa Kemalci olması tek dileğim.
*                *                *                 *
Ey gelecek yeni nesiller
İnsan evlatları, Türk çocukları
Mustafa Kemal Atatürk'ü unutmayın
Özgür ve bağımsız kalın.
*                *                *                 *
Kimse size baskı yapamaz
Böyle düşüneceksin diyemez
Beyninize pranga vuramaz
Çağ dışı bir yaşamı bugüne uyarlayamaz.
*                *                *                 *
Dün yoktur, kaybolmuştur
Bugün Atatürk vardır
Yarın yine Atatürk var olacaktır
Atatürk sonsuza kadar var olacaktır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 

KARANLIK BENDEN KORKTU
Yazan Ve Okuyan: Serdar Yıldırım
https://youtu.be/VNJDgoLi7Bo

-------------------------------------------------------------

KARA KALPAKLI ATLI
Karşıdan gelen bir atlı
Atlı kara kalpaklı
Bakışları pek dertli
Çehresi çok sertti.
*        *        *        *
Atlı geldi, attan indi.
Bendeki merak dindi.
Beynimdeki düşman sindi.
Çünkü gelen bir dosttu.
*        *        *        *
Ben O'nu tanıyordum.
Her an adını anıyordum.
Mustafa Kemal diyordum.
Mustafa Kemal Atatürk diyordum.
*        *        *        *
Atatürk beni tanımadı.
Sen de kimsin böyle, diye sordu.
Gelecekten geldiğimi söyledim.
Tarih 11-10-2020 dedim.
*        *        *        *
" Demek 100 yıl sonrasından geldin.
Dur, hiç boşuna konuşma
Beni tanıdın, kim olduğumu biliyorsun
Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorsun. "
*        *        *        *
Evet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.
Bundan gurur duyuyorum.
Önderim, liderim de sensin
Seni yere- göğe sığdıramıyorum.
*        *       *        *
" Demek başardım, bunu biliyordum.
Türkiye Cumhuriyeti kurulacak diyordum.
Yedi değil, yetmiş düvel gelse de
Zafer kazanacağımdan emindim.
*        *       *        *
İçerideki düşman dışarıdakinden hırslı
Özgürlük ateşini söndürmekte kararlı
Padişahtan umudunu kesen herkes
Benim hür bayrağım altında toplanmalı.
*        *       *        *
Ben Anadolu'nun Türk Yurdu olmasında kararlıyım.
Bunun için gereken ne varsa yapacağım.
Planlarımı zafer üstüne kurgulayacağım.
Baskı altındaki milletlere örnek olacağım. "
*        *       *        *
Sen çok yaşa emi yüzyılın savaşçısı
Anadoluyu işgal etti, düşman ordusu
Yoktur Türk Askeri'nde düşman korkusu
Çoktur düşman askerinde Mustafa Kemal korkusu.
*        *       *        *
Kara kalpaklı atlı
Topuktan gelen bir selam verdi.
Atına atladığı gibi
Doludizgin uzaklaştı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------

TÜRK DEVRİMİ
Devrim, karanlığın yok olması
Aydınlığın başlamasıdır
Devrim, yeniliklere ayak uydurmak
Çağdaşlaşmak, medenileşmektir.
*            *            *             *
Yüzyıllar ötesinde kalmış fikirler
Zamanla geçerliliğini kaybeder
Yeni düşünceler ortaya çıkar
Bu değişim sonsuza dek sürer.
*            *            *             *
Büyük Vatan Şairi Namık Kemal
Millete hizmet yolundan asla vazgeçmedi
Magosa zindanlarında bile
Vatana hizmetten bahsetti.
*            *            *             *
1840-1888 yılları arasında
Dünyadan bir Namık Kemal geçti
Atatürk, lise yıllarında Namık Kemal'in
Fikirleri beni çok etkilemiştir, dedi.
*            *            *             *
Atatürk'e göre, Türkiye Cumhuriyeti
Sınırları içinde yaşayan herkes Türk'tür.
Bu cumhuriyette yaşayanlar
Türklüğüyle övünmelidir.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------

SAVAŞ KAHRAMANI ATATÜRK
Dünyanın gelmiş, geçmiş
En büyük savaş kahramanı
Kimdir diye sorsalar
Mustafa Kemal Atatürk derim.
*            *            *             *
Dünyanın merkezi konumundaki
Anadolu'da, binlerce yıldır
Yüzlerce medeniyet gelmiş, geçmiş
İki binli yıllarda Anadolu'da yaşayan insanlar,
Bu medeniyetlerin kaçta kaçını biliyor?
*            *            *             *
Dünyanın pek çok ülkesinden
Daha fazla nüfusa sahip İstanbul
28-9-2021 tarihi itibarıyla 16 milyon
Kazdıkça altından medeniyet çıkıyor.
*            *            *             *
Dünyanın en büyük medeniyet
Başkenti İstanbul'dur.
Zamanın durduramadığı
Saatlerin sessiz çaldığı İstanbul.
*            *            *             *
İstanbul'u ilk fethedeni herkes biliyor
İstanbul'u ikinci kez fetheden Atatürk'tür.
İstanbul bir daha düşman eline geçmemeli
İstanbul özgür olmalı, Türk olmalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım 


Serdar Yıldırım


DEVRİM ATEŞİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
Dünya Halkları' nın kardeşliği için,
Çalışan devrimciler,
İnsanlığın geleceğine ışık tutan,
Kültür yolunu aydınlatan,
Baskıdan, zorbalıktan uzak,
İnsan yaşantısına karışılmaz,
Bilinci üstüne kurulan,
Atatürkçü fikir ve düşünce sistemi.
*                *                *                *
Bir arkadaşımla akşamdan başlayan,
Sabaha kadar süren konuşmalarda,
İlk zamanlar beni sessizce dinleyen,
Ayakkabı tamircisi arkadaşımın,
Gecenin bir vakti aniden beliriveren
Çakmak çakmak bakışları:
Yediğime, içtiğime kimse karışamaz.
Bu konuda teklif bile sunulamaz,
Dediğini unutamadım.
*                *                *                *
Kırtasiye dükkanımın yanına
Tamirci dükkanı açtığında,
Hayatın akışına kapılıp,
Savrulup gitme durumu vardı.
Zamanla gerçekleri öğrendi, bilinçlendi.
Araştırdı, anlattıklarımın doğruluğuna inandı.
Atatürk, en büyük devrimcidir, dedi. 
Devrimciliğin önde gelen savunucusu oldu.
Sonraki konuşmalarda bir ben söyledim, bir o anlattı.
Anlattıklarıyla kültür yolunu aydınlattı.
*                *                *                *
Aradan 5 yıl geçti.
Arkadaş, o dükkandan taşındı.
Ben anılardan rahatsız oldum.
Ayları gün diye hesap ettim.
Ben de dükkanımdan taşındım.
*                *                *                *
Sonradan görüşmemiz devam etti.
Genelde ben arkadaşı yeni dükkanında rahatsız ettim.
Akşamdan sabaha konuşmamız devam etti.
Engelleri yıktık, kötüleri cezalandırdık.
*                *                *                *
1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim.
Yayınevleri beni pas geçti.
İngiliz, fransız olsan,
Hikayelerini kitap olarak basardık.
Türk'sün, yazdıklarını çöpe at dediler.         
*                *                 *                *
3-Eylül-1997 yılında Ayla ile evlendim.
38 yaşındaydım, internet böylesine yaygın değildi.
1999 yılında oğlum Serkan dünyaya geldi.
Birkaç ay sonra tamirci evime geldi.
Araba almış, yanında 4 işçi çalıştırıyormuş.
Bankada param var, iki katlı villa aldım, dedi.
Nasıl böyle zengin oldun, dedim.
Hep senin anlattıkların,
Soruları cevapladım, olayı çözdüm, dedi.
*                *                *                *
Ben soruların cevabını bulamadım.
Babam öğretmendi, zor geçiniyordu.
Ben şimdi zar-zor geçiniyorum.
Ben devrimciyim ve Atatürkçü kalmak istiyorum.
*                *                *                *
Neden bunları yazıyorum?
Önemli olan, insanlığın geleceği.
Hiçbir canlı isteyerek dünyaya gelmez.
Milliyetini, dinini seçme şansı yoktur.
Bütün dinler, taraftarına cennet vaat eder.
Her din kendi dininin en üstün olduğunu öne sürer.
*                *                *                *
Şu son 3 yıldır sadece Atatürk Şiirleri yazıyorum.
Kıyısından, köşesinden olaya girmek zorundayım.
Bazı konularda yapılan hataları onarmak zorundayım.
İnsanlığın geleceği üstüne yapılan kurgunun ayarını yapmak zorundayım.
Bu fikirleri yüzlerce, binlerce insana ulaştırmak zorundayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım    4-8-2020

------------------------------------------------------------

BİR MUSTAFA KEMAL YARATMAK
Gerçeğinin tıpatıp benzeri
Beyni akıl dolu, oldukça zeki
Yaşadığı çağın çok ilerisinde
Dünya durdukça ışığıyla
Evreni aydınlatacak
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
*            *            *            *
Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyan
Biz bu sınırlar içinde özgür ve
Bağımsız yaşamak istiyoruz diyen
Kurtuluş Savaşı'nı başlatan
Onca yokluğun arasında kaybolmayan
Türkiye Cumhuriyeti'ni yoktan var eden
Savaş meydanlarının yenilmez armadası
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı olan
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
*            *            *            *
Bir kurtarıcı olarak Çanakkale'ye gelmek
İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden ziyade
Bir buçuk yıl acımasız doğa koşullarıyla ve
Karla, kışla mücadele etmek
Tabancasından çıkan tek bir kurşunun izini sürmek
Düşman gemilerini Çanakkale'nin
Karanlık sularına gömmeden
Yağmur ve kar bulutlarını
Paramparça eden
Bir Mustafa Kemal yaratmak.
*            *            *            *
Kağıt önümde,  kalem elimde
Yeni bir şey yok dünümde, bugünümde
Aydınlık yarınlar vardır geleceğimde
Adım Serdar Yıldırım der, coşar, çağlarım.

SON


Serdar Yıldırım


YA ATATÜRK OLMASAYDI?
Anadolu'da kilise çanları çalardı
Etnik azınlık Türkler, bundan rahatsız olurdu
Camiler kiliseye çevrilirdi
Ezan sesi duyulmazdı.
-            *            *            *
Papazlar, hayata yön verirdi
Krallara taç giydirirdi
Beşe bölünen Anadolu'da
Beş krallık hüküm sürerdi.
-            *            *            *
İngiliz, Fransız, İtalyan
Anzak ve Yunan Krallığı
Anzaklar kimdir derseniz
İngilizler tarafından
Çanakkale'ye getirilen
Avustralya yerlileri.
-            *            *            *
Ey şimdiki zamanda yaşayan insan,
Sen hayatta olmazdın
Baban, annen var olmazdı
Onlar bu dünyaya gelmezdi
Seni dünyaya getirmek için,
Geleceği ezmezdi.
*            *            *            *
Atatürk ilkeleri ve devrimleri
Işığında yolunu aydınlat
Sana başka önder gerekmez
Tek önderin Atatürk olmalı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım

FAKİR BABASI
Çocukluğu yoksulluk içinde geçen bir adam çok çalışarak zengin olmuş. Hanlar, köşkler yaptırmış. Tarlalar, bahçeler satın almış. Yıllar önce yalınayak gezdiği günleri ve o günlerde: " Allah'ım, bana yardım et. Beni yoksulluktan kurtar, zengin et. Söz veriyorum, helal para kazanacağım, kimseye kötülük yapmayacağım. Zengin olursam, yoksullara yardım edeceğim ve hiç kimsenin yalın ayak gezmesine izin vermeyeceğim " diyerek ettiği duayı unutmuş. Kazanmak, hep kazanmak, daha fazla kazanmak istemiş. Gözü paradan-maldan başka bir şey görmez olmuş. Masraf olmasın diye  evlenmemiş. Kırk yaşına girdiği gün atlara binip adamlarıyla birlikte kasabaya giderken yolda yaşlı bir adam görmüş. Yaşlı adamın ayakkabısı yokmuş, yalın ayakmış. Zengin adam atından inmiş, yaşlı adamın yanına gelmiş:
" Beybaba, neden yalın ayak gezersin? "
" Ah oğlum, fakirim, ayakkabı alacak param yoktur."
" Ne yer, ne içersin? "
" Halime acıyanlar olur, bir dilim ekmek, bir kap yemek verirler. Dereden, gölden su içerim. Günde bir öğün yemek yeter bana. Ayakkabım olsaydı halime şükrederdim."
" Bu haline mi şükrederdin? Şükredecek halin mi kalmış senin? "
" Oğlum, sen zenginsin herhalde."
" Eh, zenginim, ne olmuş? Çok çalışıp helal para kazandım. Zengin olmak suç mu? "
" Gel bir ayakkabı alıver bana, sevaptır. "
" Allah'tan iste. Ben dilencileri sevmem. "
" Oğlum, ben dilenci değilim. İlk defa birinden bir şey istedim. Hani dedim yardım etmek istersin belki. "
" Hayır, yalan söylüyorsun. Dilencisin sen. Ona, buna yardım etseydim zengin olamazdım. "
Daha sonra zengin adam atına binmiş. Adamlarıyla birlikte giderken, yaşlı adam arkasından:
" Zenginler de yalın ayak gezer, bunu unutma " diye bağırmış.
Aradan aylar geçmiş. Zengin adam daha da zenginleşmiş ve o ülkenin en zengin adamı olmuş. Fakat yaşlı adamın son sözü hiç aklından çıkmamış. Bir gün yalın ayak gezmemek için hanlarına, köşklerine yüzlerce çift ayakkabı doldurmuş. Mağaralara, ağaç kovuklarına tahta sandıklar içinde ayakkabı saklamış.Toprağa ayakkabı gömmüş. Artık huzur bulmuş çünkü malını, mülkünü kaybetse,  parası kalmasa bile oraya-buraya sakladığı ayakkabılar ona ömrünün sonuna kadar yetermiş.

Bu arada zengin adamın başına bir dert peydah olmuş. Ayak tırnakları gün geçtikçe uzuyormuş, ama kesilmiyormuş. Hani demiri kesen alet bile faydasız olmuş. Özel ayakkabı yaptırmış, daha büyük, daha büyük derken, ayakkabılar ağır gelmeye başlamış. Sonunda iki yol kalmış: Ya  yürümeyecek oturacak, ya da yalın ayak gezecek. Oturmayı denemiş ama bu ona çok zor gelmiş. Başlamış yalın ayak gezmeye. Önceleri biraz sıkılmış, utanmış, fakat zamanla alışmış. Yalın ayak gezdikçe ayak tırnakları gittikçe kısalmış ve eski haline dönmüş. Zengin adam ayak tırnaklarının iyice kısaldığı günler ayakkabı giyerse, ertesi sabah uyandığında ayak tırnakları uzamış oluyormuş. Günlerden bir gün adamlarıyla birlikte giderken yaşlı adam karşısına çıkmış. Yaşlı adamla zengin adam arasında şu konuşmalar geçmiş.

Yaşlı adam: " Oğlum, bana ayakkabı alır mısın? " diye sormuş.
Zengin adam: " Aman beybaba, ne demek? İstersen sana yüz çift ayakkabı alayım. "
" Oğlum, ben yüz çift değil, bir çift ayakkabı istedim. Yalın ayak gezmek kolay değildir. Bunu ayakkabısı olanlar bilemezler. Bilmem anlatabildim mi? "
" Anlattın beybaba, hem de çok iyi anlattın. İleride bir ayakkabıcı var. Önden sen buyur da oradan sana ayakkabı alayım. "
" Ah oğlum, beni ne kadar sevindirdiğini tahmin edemezsin. Allah da seni sevindirsin. "
Yaşlı adam ayakkabıcıdan bir çift ayakkabı seçip giymiş ve zengin adamla vedalaştıktan sonra yürüyüp gitmiş. Zengin adam o günden sonra fakirlere yardım etmiş, hanlarında, köşklerinde barındırmış. Onlara her gün bedava yemek vermiş. Güzel elbiseler,  ayakkabılar dağıtmış, adı fakir babasına çıkmış. Fakir babası bir gün ayakkabı giymeyi denemiş ve aradan günler geçtiği halde ayak tırnaklarının uzamadığını görmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım

HIRSIZIN AŞKI
Genç manken defilelerde boy gösteriyor ve televizyon reklamlarında oynuyordu. Bakışı, duruşu, yürüyüşü inanılmaz bir karizmaydı. Özel olarak düzenlenen davetlerde ilgiyi üzerinde topluyordu. Genç kızlar, onu yakından görebilmek için, birbirlerini ezerlerdi. Sonra da kim en çok yanına sokuldu, kim elini tuttu tartışması başlardı:
" Hiç boşuna konuşmayın, ben bir karış yanına geldim. "
" O da bir şey mi? Teni tenime değdi. Eliyle kolumu elledi. Sıcaklığı hala üstümde. "
Genç manken bir gün yakın arkadaşlarından şöyle bir teklif aldı. Bikini defilesi vardı ve mutlaka gelmeliydi. Bizimki önce gitmem dedi, naza çekti ama sonunda gitti. Podyuma ilk çıkan manken kız, görülmemiş güzellikte: Dört renkli saçları ( sarı, mavi, yeşil, kırmızı ) edalı bakışları, hak etti alkışları. Manken kızın güzelliği karşısında beyninden vurulmuşa dönen genç mankenin gözü diğerlerini görmedi. Sessizce yerinden kalktı, kulise doğru yöneldi. Onun geldiğini gören kulis görevlisi kapıyı ardına kadar açtı. Manken kızla kısa bir görüşme yaptı ve kalbini çalarak kaçtı. Manken kız avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
" Hırsız var! Kalbimi çaldı, kaçıyor. "

Kuliste bulunan manken kızlar, onu durdurmaya cesaret edemedi. Sonrasında ne mi oldu? Teklifler çoktu, genç manken ilk uçakla Paris'e uçtu. Orada defileye çıkacaktı. Kalpsiz kalan manken kız ikinci uçakla Paris'e uçtu. Çıktığı ilk defilede gencin kalbini çalarak İstanbul'a döndü. Tabi diğer uçakla genç manken peşinden. Bu iki hırsız birbirlerine kalplerini geri vermediler. Söz, nişan faslını atlayarak üçüncü gün evlendiler. Mankenliğe devam ettiler. Bir farkla: Genç gelin artık bikini defilesine çıkmıyordu.
Siz siz olun kalbinizi çaldırmayın. Eğer çaldırır da çalanın kalbini çalamazsanız yandığınızın resmidir. Kalbiniz hırsızın elinde sızlar durur.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım


MEZARDAN UZANAN EL 
Serdar on iki yaşındaydı. Bir yıl vardı ki, mahalle arkadaşlarıyla şehir dışındaki top sahasında maç yapmaya gidiyorlardı. Birkaç günde bir öğleden sonra maç yapmaya giderken ağaçlıktan dolanıp top sahasına varıyorlardı. Aslında kestirmeden gitmek vardı ya o zaman  mezarlıktan geçmek gerekiyordu. Bu işe istekli olan yoktu. Bazen maç uzuyor, karanlığa kalıyorlardı. Çocuklar evlerine geç kalmamak için, mezarlıktan geçelim diye maç bitiminde atıp tutuyorlardı ama mezarlık kapısına gelindiğinde sesler kesiliyordu.   Bir iki derken,  bir akşamüstü  karanlığa kalınmıştı. Dönüşü yok mutlaka mezarlıktan geçiyoruz diyenler  mezarlık kapısına gelindiğinde susmuştu. Serdar duruma el koymak ihtiyacını hissetmişti. " Arkadaşlar, arkamda tek sıra olun. Ben sizi mezarlıktan geçiririm " dedi. Hafif ay ışığı vardı ve kesme taşlardan yapılmış mezarlık içindeki dar yolu aydınlatıyordu. Çocuklar sessizce Serdar'ın peşi sıra ilerlediler. Yolun yarısına gelinmişti ki yan taraftaki mezarlıktan bir el uzandı. " Tut elimi, benim elimi tut " diyordu derinden gelen bir ses. Serdar irkildi. Yüreği ağzına gelecekmiş gibi oldu.  Arkasına baktı. Kimse yoktu. Hani arkadaşları neredeydi? Geriye dönüp kaçmaya başladı. Hızla mezarlıktan çıktı. Hedefi top sahasıydı. Oraya ulaşmak istiyordu. İki kere arkasına bakmıştı. Gördükleri tarifi imkansız şeylerdi. Peşinde ölüler vardı.

Top sahasına vardığında bugünkü maçta gol attığı kalenin içine yattı. Arkasında kalenin filesi vardı. Uzanıp tutmaya çalışan olursa fark ederdi. Tehlike gelse gelse önden gelirdi. Böyle bir şey olursa o zamanda ona göre davranırdı. Kalenin içine girdiği andan itibaren peşindekilerin kaybolduğunu anladı. Yine de her an tetikteydi. Gözleri dört bir yana fır dönüyordu. O gece sabaha kadar bekledi. Güneşin doğuşunu görmek kimseyi Serdar kadar sevindiremezdi. Derin bir oh çekti ve  mezarlıktan geçerek evine vardı. O el uzanan mezar sessizliğin sesini dinliyordu. Bir hareket yoktu.

Eve giderken ileride Namık'ların evinin önünde bir polis arabası duruyordu. Galiba yirmi-yirmi beş adam ve kadın vardı. Polisler onlarla konuşuyordu. Eve girdi. Annesi, babası evdeydi. "Oğlum nerede kaldın? Bütün gece neredeydin? " diye sordular. Olanları anlattı. Babası öğretmendi. Polislerin yanına götürdü. Olayın tek görgü şahidiydi. Polisler, anlattıklarını dinlediler. Zabıt tuttular. Daha sonra evine geldi. Yemek yedikten sonra uyudu. Ertesi gün kaybolan çocukların aileleri bir evde toplandılar. Olanları onlara da anlattı. Sorulan soruları cevapladı. İnanan da vardı, inanmayan da. Şu bir gerçekti: Ortada kaybolan on dört tane çocuk vardı. İşte buna hepsi inanıyordu.

Mezarlıkta ve top sahasında yapılan araştırmalar sonuçsuz kaldı. Aradan bir ay geçti. Bir ateş yanmıştı ve alev alev yanan ateş sönmüştü. Olanlar unutulmaya başlamıştı. Araştırmalar sırasında dikkatini mezarcı Mahmut çekmişti. Mezarcı Mahmut, Serdar'ın anlattıklarını doğruluyor ve daha önce de o mezarın yanında  çocukların kaybolduğunu söylüyordu. Mezarlık içindeki evine gitti. Onunla uzun uzadıya konuştu. Mezarcı Mahmut o mezar alıcı dedenin mezarı diyordu. Doksan iki yaşında ölmüştü. Öteki kaybolan çocuklar geri gelmedi, bunlar da geri gelmez diyordu.   Serdar ve ailesi dört yıl sonra o şehirden taşındılar. Aradan uzun yıllar geçti. Namık, Hikmet, Vahdettin, Mesut...tam otuz beş yıldır yoktular. Serdar geçen yazın yıllar sonra ilk defa o mezarlıktan geçti. Mezarcı Mahmut çoktan ölmüş, vasiyeti üzerine alıcı dedenin mezarının üstüne gömülmüştü. Bu işlemden sonra burada hiç çocuk kaybolmamıştı. Serdar mezarlıktan ayrılırken, çocuk konuşmaları, gülüşmeleri duyar gibi olmuştu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


Serdar Yıldırım


ATATÜRK: SONSUZA KADAR KALBİMDESİN
Ey tarihin kaydettiği büyük komutan!
Bu vatanı kurtardın diye sana şükran borçluyum.
Temelleri çok sağlam Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdun.
Gösterdiğin olağanüstü kahramanlığa minnettarım.

Ey tarihin kaydettiği eşsiz devlet adamı!
On beş yıl onurlu ve şerefli bir yönetim gösterdin.
Başarılarından dolayı seni alkışlıyorum.
Gönlümden derlediğim bir demet çiçeği armağan ediyorum

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
KARDEŞİM MUSTAFA
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma 1874 tevellütlü Selanikli Ahmet 9 yaşındaydı. Yanında 8 yaşında olan kardeşi Ömer ve 2 yaşında olan Mustafa vardı. Askercilik oynuyorlardı. Ahmet kardeşlerini uygun adım yürütürken, sol sağ, sol sağ yarın bayram olsa diyordu. Aradan zaman geçti. Ömer yoruldu, eh Ahmet de yoruldu. Dön, dön, nereye kadar. Mustafa yorulmadı, dönmeye devam etti. Ahmet, Mustafa'ya laf olsun diye seslendi: Mustafa, bir otur, dinlen. Sen döndükçe biz yorulduk. Sonunda Mustafa söz dinledi ve bir köşeye oturdu. Ahmet ile Ömer daha sonra kalktı ve yürümeye devam etti.
-------------------------------------------
O Mustafa sonradan Mustafa Kemal oldu. Yurdu düşmanlar istila edince özgürlük savaşını başlattı. Savaştı ve galip geldi. 8 yıl ailesinden uzak kaldı. Yorulmadı. Türkiye Cumhuriyet'ini kurdu. Tarihe adını altı harflerle yazdırdı:  Mustafa Kemal Atatürk

Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------------

ZÜBEYDE HANIM'IN ÇOCUKLARI
Ahmet, Ömer ve Mustafa evin bahçesinde oynuyordu. Birden ortalık Ömer'in çığlıklarıyla inledi. Yetiş Ahmet abi, beni arı soktu. Ahmet yakındaydı, yerden bir dal parçası alıp, kardeşi Ömer'in çevresini saran yaban arılarına saldırdı. Yaban arıları sağa-sola kaçıştı. Ömer hızla eve girdi ve kapıyı kapadı. Biraz sonra Ahmet de eve girdi ve odasına saklandı. Bahçede Mustafa kalmıştı. Mustafa 2 yaşındaydı ve hayata dolu gözlerle bakıyordu. Yıllar sonra Mustafa Kemal adını alacak ve vatanına saldıran düşmandan kaçmayacaktı. Tıpkı 2 yaşında yaban arılarından kaçmadığı gibi.   

----------------------------------------------------

KOBRA
Yıl 1883. Ali Rıza Bey 44 yaşında, oğlu Ömer 8 yaşındaydı. Birlikte yenice tayin edildiği Çayağzı'ndan Selanik'e dönüyordu. Ali Rıza Bey birden patika yolda bir kobra gördü. Kobra diklenmiş ve yerden yüksekliği 1.5 metre kadardı. Ali Rıza Bey, oğlunu kolundan tuttu: Dur Ömer. Bu kobra yılanı. Çok sinirli. Üstüne yürümek yanlış olur. Belki yakında yavruları vardır. Çevresinden dolaşacağız.
Ali Rıza Bey ile Ömer geniş bir yay çizerek kobrayı arkalarında bıraktılar ve Selanik Yenikapı'daki evlerine  döndüler. Ali Rıza Bey kobra olayını anlattığında Zübeyde Hanım şöyle dedi: Baba oğul çok büyük tehlike atlatmışsınız. Böylesi zehirli bir yaratıktan uzak geçmek doğrudur.

--------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABLASI FATMA
Fatma, Selanik'teki evde oyuncaklarıyla oynuyordu. Pek çok oyuncağı vardı ve en çok annesinin yünden ördüğü oyuncak bebeğini seviyordu. Bebeğiyle konuşuyordu ama onun karşılık vermemesi Fatma'yı üzüyordu. Fatma'nın bir gün canına tak dedi ve annesine seslendi:  " Anne, bu bebek konuşur diyordun ama şimdiye kadar benimle hiç konuşmadı. "
Annesi Zübeyde Hanım:  " Kızım, belki bugün konuşacak ve sana merhaba diyecek. Ne biliyorsun? "
" O zaman konuşsun ve bana merhaba desin. "
Zübeyde Hanım, sesini incelterek ve çocuk sesi taklidi yaparak konuştu: " Fatma, nasılsın? Ben senin bebeğinim ve seni çok seviyorum. "
Fatma beyninden vurulmuşa döndü ve bebeğinin konuşması onu çok sevindirmişti. Annesine seslendi: " Anne, duydun mu? Bebeğim konuştu ve ben şimdi çok mutluyum. "
Fatma dört yaşındaydı ve hayata gülen gözlerle bakıyordu. Bebeği işte konuşuyordu. Fatma bebeğiyle Selanik sokaklarında özgür ve mutlu olarak koşabilecekti.

------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ AHMET
Annesi oğlunu bakkala yollarken: Ahmet, dededen yarım kilo yoğurt alıver, dedi. Akşama size bir sürprizim var. Hamur işi hazırlayacağım ama pide mi, börek mi, asla tahmin edemezsin.
Bunun üzerine Ahmet: Yoğurt alırım ama hani para? Sen para vermezsen, ben yoğurt alamam. Pidedir, börektir hazırlayamazsın.
Zübeyde Hanım: Aman oğlum, elimde hazır para olmasa ben senden yoğurt almanı ister miyim? Al şu paraları, yeter de artar bile.
Ahmet tencereyi alıp bakkala doğru yola çıktı. Paralar cebinde şıngırdıyordu. Bakkaldan içeri girdiğinde bir heykel gibi donakaldı. Dede, tezgahın üstüne kollarını koymuş, başını elleri arasına almış, uyukluyordu. Ahmet sessizce bekledi. Sağa-sola bakındı. Ekmek dolabını açıp kapadı. Bez perdeyi açtı. Peynir almaya geldiğinde dede oradan peynir verirdi. İki teneke vardı. Biri açıktı ve bir miktar peynir satılmıştı. Bakışları tezgaha yöneldi. Kavanozlar içinde türlü tevir şekerleme vardı. En çok sevdiği pişmişti. Bu yumuşak şekerlerden her gün bir kavanoz yese bıkmazdı. Sonradan dede uyandı. Ne oldu, oğlum, ne istemiştin, dedi.
Ahmet: Ben yarım kilo yoğurt alacaktım, dedi.  Ahmet yoğurdu aldıktan sonra eve doğru yöneldi. Annesi pide veya börek hazırlasa ne fark ederdi? İkisi de hazır yemekti ve yanında ayran olsa cana can katardı.

--------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ABİSİ ÖMER 
Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma Ömer 8 yaşındaydı. Kuşpalazı (difteri) salgını vardı. O günlerde Mustafa 2 yaşındaydı.
Bir gün Mustafa Kemal'in abisi Ömer yaşıtı Celal ile evlerinin bahçesinde geziniyordu. Celal birdenbire: Bak Ömer, şu yılanı görüyor musun? Ben bu yılanı alır, parmağımın ucunda sallarım, dedi. Yılan dediği parmak kalınlığında, iki karış boyundaydı.
Ömer: Aman, Celal, bırak yılanı gitsin, sana ne zararı var, dedi.
Celal: Öyle deme Ömer, bu yavru yılan büyür, piton olur. Sen 2 metre olsan, bu yılan 10 metre olur. Yıllar sonra sen adam olsan da fark etmez. Bu yılan seni yakalar ve yutar, dedi.
Aradan dakikalar geçti. Celal, yavru yılanı sallamaya devam etti. Ta ki Celal'den bir ah sesi duyulana kadar. Ömer hızla sağına döndü. Celal diz çökmüştü ve sağ eli morarıp şişmeye başlamıştı.
Ömer, yılanın başını tuttu ve sıktı. Yılanın gücü azalmıştı. Sol eliyle yılanın kuyruğunu tuttu. Ters istikamette döndürerek, Celal'le yılanı birbirinden ayırdı. Yılanın başını taşla ezdi. Bir koşu gidip babası Ali Rıza Bey'i yardıma çağırdı. Ali Rıza Bey, Celal'in koluna ısırığın biraz yukarısından mendiliyle sıkma uyguladı. Kanayan yeri emdi, tükürdü. Bu işlemi defalarca tekrar etti. Baygın Celal kendine gelmeye başladı. Ali Rıza Bey'in dudakları hafiften şişmeye başlamıştı.
Bir kaç gün sonra her şey normale döndü. Celal olanları unutmuş, hayatın akışına kapılmış, savrulup gidiyordu. Ömer, arkadaşını kurtardığı için, babasına teşekkür etti. Geri planda olanların takipçisi Mustafa geleceği şekillendireceği günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: HASİBE NİNE
Bir gün bakla tarlasından çiftliğe dönüyordum. Toprak yolun kenarındaki eski, tek katlı, ahşap bir evde yaşayan Hasibe Nine'ye uğradım. Hal hatır sordum. Yalnızlığını paylaştım. Testiyi alarak yakındaki dereden su doldurup getirdim.
Hasibe Nine: " Sağ ol evladım!  Sen olmasan şurada açlıktan, susuzluktan kıvranacağım. Bana ekmek, yemek, yoğurt getirirsin. Suyumu doldurursun. "
Ne demek efendim? Bu benim insanlık görevim. İnsanlar yardımlaşmalı, yiyeceğini paylaşmalı. Şu güzelim dünyada hoşça vakit geçirmeli, dedim.
" Benim Mustafam, neler de bilirmiş? Çok bilgiliymiş. Civan boylum benim. Gel de ninen sarılsın sana. "
Hasibe Nine'ye sarıldım ama birdenbire ağlamaya başladı.
Ama neden ağlıyorsunuz? Yoksa canınızı mı yaktım?  dedim.
" Yok evladım, canımı yakmadın. Ben yalnızlığıma ağlıyorum. Yaşlı insanlar, yalnız kalırlar. Yalnızlık zor evladım, çok zor. "
Daha sonra en iyi dileklerle oradan ayrıldım. Çiftliğe doğru yoluma devam ettim. Birden ilerideki çimenlerin arasında uçamayan bir güvercin gördüm. Güvercini alarak çiftliğe götürdüm. Dayım, güvercinin incinmiş olan kanadını tedavi edip, sardı. Birkaç günde iyileşir, dedi.
Ertesi gün güvercini Hasibe Nine'ye götürdüm. Onu bir kafese koydu. İyileşince bırakırım, dedi. İyileşince bıraktı ama güvercin biraz uçtuktan sonra geri döndü. Hasibe Nine'yi çok sevmişti ve ondan ayrılmamaya kararlıydı. Orada olduğum zamanlarda güvercin etrafımda uçuyor ve beni saygıyla selamlıyordu.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: CUMHURİYET İLAN EDERDİM
Mustafa bakla tarlasında bekçilik yaparken, diğer yandan yeni arkadaşlar ediniyordu. Bunlardan biri de Süleyman'dı. Süleyman komşu çiftliğin sahibinin oğluydu. Fırsat buldukça Hüseyin Ağa'nın çiftliğine gelir, Mustafa'yı bulur ve aralarında oynadıkları oyunlara katılırdı.
Bir gün Süleyman yine oyuna katıldı. Koştu, yoruldu. Yarıcı çocukları gidince Mustafa ile Süleyman bir ağacın altına oturdular.  İlk soru Süleyman'dan geldi: Mustafa, sence bu padişahlık ne zamana kadar sürer?
" Çok sürmez. Sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürür ama üç yanlışın götüreceği doğru yoksa, ben padişah olsam ne olacak? Osmanlı İmparatorluğu uçurumun kenarında. "
Süleyman:  " Bravo Mustafa, her sözünün altına imzamı atarım. Bir de padişahların hanımlarından bahsetsen. "
Mustafa:  " Yıkım kararı alırsın. Osmanlıyı ben yıkamam ama düşmanlar yıkar. Padişahlar, Türk kızları dururken, yabancı kızlarla evlendiler ve çöküşü hızlandırdılar. Bir de saraydan çıkmayan padişahlar var. "
Daha sonraki günlerde bu konu konuşulmaya devam etti.   Bir akşamüstü Süleyman, Hüseyin Ağa'nın çiftliğine geldi ve Mustafa'yı buldu. Babasıyla bazı konularda anlaşamadığını, bir tartışma sonunda babasının kendisini çiftlikten kovduğunu söyledi. Babasının son sözleri şunlar olmuştu:  " Süleyman senin padişah karşıtlığını anlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu ne güzel yönetiliyor. Artık bu çiftlikte yerin yok senin. "
Babasının bu sözleri üzerine Süleyman tasını, tarağını toplamadan yola çıktı ve komşu çiftliğe doğru yöneldi. Orada özgün düşünme yeteneğine sahip bir arkadaşı vardı ve Mustafa, onu sokakta bırakmazdı. Gerçek arkadaş zor günde belli olurdu. İyi günde pasta ikram eden, kötü günde lokmanı elinden alana ben gerçek arkadaş demem diyordu, Süleyman.
Mustafa, Süleyman'ı güler yüzle karşıladı. Süleyman olanları anlatınca çok üzüldü. Daha sonra ikisi birlikte Zübeyde Hanım'ın yanına gitti ve arkadaşının yatıya kalması için, gerekli izni alması zor olmadı.

Akşam yemeğinden sonra Mustafa ile Süleyman, sohbete daldı. Konu yine ülkenin geleceğiydi. Bir ülke yönetiminde sadece koltuk sahipleri söz sahibi olmamalıydı. Her vatandaş yönetime karışır, fikir ileri sürer ve yorum yapardı. Padişah, kral, imparator, halkın sesine kulak vermezse tacını, tahtını verirdi.  Bir aralık Süleyman şöyle bir soru sordu: Arkadaş, bilmem inanır mısın, tıpkısının aynısı ben de seninle aynı düşünceler içindeyim. Temsilde, ülke yönetimini sana bıraksalar, yönetim düzenin nasıl olurdu?
Mustafa:  " Ben Cumhuriyet ilan ederdim. Millet Meclisi olmalı. Burada çeşitli vilayetlerden gelen temsilciler olmalı. Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli. "
Mustafa ile Süleyman sonraki iki gün birlikte vakit geçirdiler. Pek çok konuda fikir alışverişinde bulundular. Çiftliğin avlusunda gezdiler, dolaştılar, yoruldular. Daha ertesi gün Mustafa komşu çiftliğe giderek, Süleyman'ın babasıyla bir görüşme yaptı ve Süleyman'ı affetmesini istedi. Baba, Mustafa'ya, sen çok zeki ve dünyada eşi bulunmaz bir çocuksun. Seni kıracağıma kafamı kırarım, dedi ve oğlunu affettiğini söyledi. Çiftliğe geri dönen oğlunun fikirlerine her zaman önem verdi. Anlattıklarını dikkatle dinledi.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994




Serdar Yıldırım


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: CİVCİVLER HOROZ OLDU
Dayımın çiftliğinde günler birbiri ardına geçip giderken, bir gün dayım torba dolusu civcivle çıkageldi: Koş Mustafa koş, bak sana civciv getirdim. Onları besle, büyüt, dedi. Ben bir sandalyeye oturdum. Saydım, civcivler on taneydi. Makbule ile Naciye civcivleri besleyip büyütmeme yardımcı olacaktı.
Geçen günlerle birlikte civcivlerin azalmaya başladığını fark ettim. Çiftliğin bahçesinde dolaşan bir kedi vardı ve civcivleri o kapıyordu. Çiftliğe geldikleri ilk gün orta yere bıraktığımızda dört civciv yanıma geliyordu. Beni tercih etmeyenler, Makbule ile Naciye'nin yanına gidiyordu. Kedi onların civcivlerini yedi. Bana inanan dört tanesini büyüttüm. Hepsi horoz oldu.

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: EVCİLİK ANISI
Çocukluk çağında yaşadığım unutamadığım anıların başında evcilik anısı vardır. Selanik'te sekiz on yaşları arasında komşu kızları evlerinin önüne kilim serer ve evcilik oynardı. Türk çocukları değil ama ermeni ve rum çocukları bunlara rahat vermez, tepelerine dikilir, alay ederdi. Ermeni Krikor: Vay Fatoş, kurmuşsun evini, bakarsın rahatına. Şu kıza çocuğum dersin, yoktur bunun babası?
Rum Yorgo: Olurum ben o çocuğa baba. Yeter ki kapın açık olsun.
Fatoş, sonunda alaylardan bıkmış ve evcilik oyununa bir baba aramış. Sonunda beni buldu. Olanları anlattı. Biz evcilik oynarken, baba olur musun, dedi. Ben hiç düşünmeden evet dedim. Olaylar gözümün önünde cereyan ediyordu ve görünen köy kılavuz istemezdi.
Ertesi gün Fatoşların evinin önüne kilim serilmişti. Temsilde anne Fatoş ve iki kızı yemek yapıyordu. Ben kilimin ortasında oturuyor ve baba rolündeydim. Ermeni ve rum çocuklar gelip geçiyor ve bana bakıyorlardı. O gün tek laf atan, ileri geri konuşan olmadı. Selanikli Mustafa derlerdi bana. Sonraki günlerde çağırdığı zaman Fatoş'un yardımına koştum. Baba rolü oynadım. Bu zaman süresince sataşma olmadı. Ermeni ve rum çocuklar, dilleri damaklarına yapışmış vaziyette geçip gittiler.

--------------------------------------------------------------------------

DÜŞMANIM ÇOK ŞU ANDA
İki yaşındaki Mustafa abisi Ahmet ile Selanik'in toprak sokağında gidiyordu. Şu temmuz sıcağında deniz kıyısı en iyi yerdi. Ege denizi, adaları çok olan prima bir yerdi. Görkemli bir dev, adadan adaya ayak basar, ayağını suya değdirmeden Girit'e ulaşırdı.
Ortaçağ kalığı zihniyete bel bağlamadan, özgün fikir üreten Selanik'in yıldız çocukları, atılım içindeydi. Aralarında tartışma oluyordu. Bugünkü konuşmaların odak noktası: Dünya dursa ne olurdu? Birkaç saattir süren fikir ayrılıkları neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, Ahmet ile kardeşi Mustafa ufukta göründü. Çocuklar, bunlar Ahmet ve Mustafa. Olayı onlara anlatalım, onlar ne derse kabullenelim, düşüncesinde birleştiler.
Dünya dursa ne olur sorusuna Ahmet: Dünyadaki yaşam son bulur, dedi. Bak biz de öyle dedik, siz karşı çıktınız, diyenler sesini yükseltince tartışma giderek alevlendi. Bunun üzerine Ahmet, iki elini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra herkes sustu. Ali şöyle dedi, Veli böyle dedi, demeyi bırakalım ve Mustafa'ya kulak verelim. Mustafa ne derse o olsun,  tamam mı, deyince herkes tamam dedi.
Ahmet: Mustafa dünya dursa ne olur? diye sordu.
Mustafa: Dünya durmaz, döner, dedi ve bütün ağızlar açık kaldı.

---------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - ÇİĞDEM TOPLADIK
Bir kış günü sabahı saat 8 sularında Zübeyde Hanım uyanmıştı. Sağa-sola bakındı. Ali Rıza Bey derin uykudaydı. Gümrük memuru olduğu için, geç yatmıştı çünkü ertesi gün tatildi. Öğleden önce kalkmazdı. Zübeyde Hanım çocukların odasına yöneldi. İki yaşındaki Mustafa yatağında uyuyordu. Abileri Ahmet ve Ömer yataklarında yoktu. Beyninden vurulmuşa döndü. Kim, neden yavrularını annesinden ayırırdı? Bu durum inanılmaz bir vurdumduymazlık değil miydi? Kim, ne isterdi bir çocuktan? Diğer odaya baktı. Bahçeye çıktı. Sarışın, mavi gözlüm dediği , canları Ahmet ile Ömer ellerinde birer toprak tencere olduğu halde geliyordu. Oğulları yanına gelince Zübeyde Hanım sordu: Sabahın körü yatağınızda yoksunuz. Bu tencereler de neyin nesi? Bunların içinde ne var?
Ahmet: Anne, gece çiğ yağdı, biz de çiğdem topladık. Hani saksıdaki güllerim, sümbüllerim soluyor dediydin ya, biz de bu durumun önüne geçmek istedik.
Zübeyde Hanım'ın izin vermesiyle oğulları saksılara çiğdem döktü. Aradan günler geçtikçe solmaya yüz tutan güller, sümbüller canlandı, çiçek açtı.

-----------------------------------------------------------------

GÜVERCİN YAVRULARI
Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer, Selanik'teki evlerinin bahçesinde geziniyordu. Bu bahçedeki ağaçlara nedense güvercinler daha çok konardı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte güvercinler yumurtlar ve günler sonra yumurtadan yavrular çıkınca bunları besler, yavrular büyüdükten sonra yuvadan uçup giderdi. Ahmet ile Ömer bu durumu alkışlardı.
Yıl 1883. Ahmet 9, Ömer 8 yaşında. Bir ilkbahar sabahı. Ahmet sabah erkenden kuş cıvıltılarına uyandı. Kardeşi Ömer'i uyandırıp birlikte bahçeye çıktı. Günlerdir takip ettikleri güvercin yuvasındaki 4 yumurtadan 4 yavru güvercin dünyaya gelmişti. Anne ve baba güvercin yavrularına yiyecek bulmak için, uçup gitti. Aniden gökyüzünde bir kartal belirdi ve dönerek alçalarak yuvanın başına kondu. Bir kaç dakika sonra yuvada yavru kalmamıştı.
Ahmet ile Ömer bu durumu korku dolu gözlerle izledikten sonra eve kaçtı ve bahçe kapısını içeriden kilitledi. Tam doymayan kartal bahçe kapısına doğru hamle yaptı ve kapıya çarpıp yere düştü. Daha sonra uçup giden kartal bir daha oralarda görünmedi. 

------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU:  İYİ YÜREKLİ KIZ
Atatürk'ün ablası Fatma dört yaşındaydı. Bir bebeği vardı, onunla oynuyordu ama bu yetmiyordu. Canı çok sıkılıyordu.Mutfakta yemek pişiren annesinin yanına gitti. Anne, yanına geldim ama bana masal anlatmanı istemiyorum. Bana anlatacak bir hikayen var mı?
Annesi: Aman kızım, ne demek? Sen iste yeter ki benim masallar kadar anlatacak hikayelerim de pek çoktur. Bir adam varmış, insanları çok severmiş. Fakirlere yardım etmek istermiş ama cebinde parası yokmuş. Ah, bir param olsa da şu dünyada fakir kalmasa, diye düşünürmüş. Bu adam sonunda altmış dört yaşına girmiş. Ben en azından bir bu kadar daha yaşarım, dermiş.
Bir gün bu adam yol kenarından giderken, ilaç satan bir dükkanın önünden geçiyormuş. Orada çalışan tezgahtar on altı yaşlarında bir kızmış. Bu adama gülümsemiş ve selam vermiş. Adam da gülümsemiş ve kızın selamını almış. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş.

Bir gün bu adam dağda, bayırda gezerken bir sandık altın bulmuş. Sandığı sırtladığı gibi evine taşımış. Zaman içinde altınların bir kısmını harcamış. Kalanı son nefesini vermeden önce iyi yürekli kıza bağışlamış. İyi yürekli kız altınların kimden geldiğini anlayamamış ama yıllarla altınları harcamış. Köşklerde yaşamış.
Fatma: Anne, hikaye çok güzeldi, demiş. Mutfaktan çıkmış, odasına gitmiş. Acaba ben de günün birinde böyle bir sandık altın bulabilir miyim, diye düşüncelere dalmış.

--------------------------------------------------------------------------

ARKADAŞIM MUHAN    Atatürk'ün abisi Ahmet 9 yaşındaydı.
Selanik'te komşu kadınlar bir evde  toplanmıştı. Aralarında güncel olayları konuşuyor ve dedikodu yapıyordu. Evin oğlu Muhan, Ahmet ve bir arkadaşı ayrı odada akılları yettiğince devlet yönetimi üzerinde fikir üretiyor, yorum yapıyordu. Ahmet, bu gidişat kötüdür, sonuç karanlıktır. Mutlaka aydınlığa çıkılması gerekir, diye anlatırken, Muhan sözünü kesti: Senin aklın kesiyor da yöneticinin aklı kesmiyor mu? O kadar yardımcısı var. Bunlar boşa mı kürek çekiyor? dedi.
Ahmet: O ve onlar, bu durumu fark ediyordur ama önlemini almıyordur. Bu düzenin değişmesini istiyordur. Benim annem Türk ve ben yönetici olsam benim destekçim olurdu. Eğer annem fransız veya italyan olsa beni yanlış yönlendirirdi. Bilmem anlatabildim mi? dedi.

Ahmet sözlerini bitirdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Diğer arkadaşı Muhan'a lavabonun nerede olduğunu sordu. İkisi birlikte odadan çıktı. Ahmet yalnız kalmıştı. Muhan'ın üstüne oturduğu minder Ahmet'in ve arkadaşının minderinden daha büyüktü. Ahmet minderini bırakıp Muhan'ın minderine oturmak istedi. Minderi kaldırdığında altında kağıt para olduğunu gördü. Anında minderin üstüne oturdu ve içini bir korku kapladı. Bu para kaybolursa ve sonradan sen aldın derlerse,  ne yapardı? Korku dolu gözlerle hayata bakarken, iki arkadaşı az sonra geldi. Ahmet'in ağzını bıçak açmadı ve onlar gündelik konulardan konuştu. Daha sonra annesi Zübeyde Hanım odanın kapısını açıp, haydi Ahmet, gidiyoruz, dedi. Arkadaşları odadan çıkınca son bir kez minderin altına baktı. Para orada duruyordu. Gönül rahatlığı içinde odadan çıktı ve annesiyle birlikte eve doğru yürüdü.

--------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: GERÇEK BİR HİKAYE
Atatürk'ün ağabeyi Ahmet masalları sevmezdi. Bire bin katılarak anlatılan ve çocukların hayal dünyalarını olumsuz yönde etkileyen masallardan hoşlanmazdı. Devler ve cüceler, dünyada bir zamanlar yaşamışlardı. Sen on metrelik bir devi bir buçuk metre boyundaki Keloğlan'a rakip olarak gösteremezdin. Annesi Zübeyde Hanım mutfaktayken, Ahmet geldi: Anne, gerçekten yaşanmış bir hikaye biliyorsan anlat yoksa konuşmasak da olur. Ben burada sessizce oturur ve senin yemek yapmanı ilgiyle izlerim, dedi.

Annesi: Aman oğlum, sen iste, ben sana istemediğin kadar gerçekten yaşanmış hikaye anlatırım. Şu yaşadığımız zaman diliminde bir Mehmet Bey varmış. Bu Mehmet Bey'in buğday, arpa tarlaları, üzüm bağları, portakal, elma, armut bahçeleri bulunuyormuş. Hanımının adı Asiye'ymiş. Uzun boyluymuş. Asiye Hanım'ın da tarlaları çokmuş. Bunların Emin, Zehra, Remziye ve Recep adında dört çocuğu varmış.  Emin zaptiye ( polis ) olmuş. Evlenmiş, çocukları olmuş. Zehra da evlenmiş. Damat bey Nurettin çok hayırlı biriymiş! Zehra'nın babası ve annesi ile sohbeti koyulaştırmış. Babam benim, canım annem ile başlayan afralı tafralı konuşmalarıyla Mehmet Bey ve Asiye Hanım'dan tapuları birer birer almış. Bunun üzerine Nurettin tarlaları, bahçeleri satmış ve lokantalarda, gazinolarda herkese yemek ve içki ısmarlamış. Lokantaların önüne masa, sandalye koydurmuş. Ali gel, Veli gel diyerek evine, işine gideni yolundan döndürmüş. Onları beslemiş.

Aradan günler, aylar geçmiş. Paralar suyunu çekmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım'ın elinde sadece bir buğday tarlası kalmış. Daha sonra bu damat İstanbul'a taşınmış. İki oğlu, bir kızı varmış. Ailesiyle birlikte uzun yıllar yaşamış. Sonradan hepsi aramızdan ayrılmış.
O son kalan buğday tarlasının ortasına ekilmediği bir yıl adamın biri bir ev yapmış. Tarla sahipliymiş. Mahkeme olmuş, kadıya gidilmiş. Adam, boş tarla, ne bileyim, sahipsiz sandım. Yeter ki evimi yıkmayın, demiş. Mahkeme uzamış, gitmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Nice kadılar, hakimler gelmiş, geçmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım bu dünyadan göçünce mirasçıları olan çocukları ve torunları mahkemeye çağrılır olmuş.
Ahmet: Anne, öyle bir hikaye anlattın ki benim dünyamı değiştirdin. Bambaşka bir Ahmet oldum. Şu an kendimi yüz yaşında hissediyorum. Yüz yıl daha yaşar mıyım, bilinmez. Sen böyle hikayeler aklına geldikçe bana anlat. Ben ilgimi senden esirgemem.

SON

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994




Serdar Yıldırım


ARAP DEDE
Bundan yıllar önce ben on iki yaşındayken annemle bir yaşlı kadının evine misafirliğe gitmiştik. Ev iki katlı ahşap bir evdi. Girişte kocaman tahta kapı vardı. Kapıdan girince zemin kat topraktı. Birkaç adım sonra tahta merdiven önüne geliniyor ve yukarı çıkılıyordu. Zemin katın ortasında kenarları demir, tahtadan kocaman bir kapak dikkatimi çekti. Demek ki, oradan yeraltına iniliyordu. Acaba orada ne vardı?
Yukarı çıktık. Nasılsın, iyi misin faslından sonra, annemle o yaşlı kadın koyu muhabbete daldılar. Çay, bisküvi ikramı derken, yaşlı kadın Arap Dede'den bahsetmeye başladı ve şunları söyledi: " Arap Dede, benim kocamdı. Yıllar önce vefat etti. Evin yanındaki İnegöl Sinan Bey camisinde imamlık yapıyordu. Vasiyeti üzerine girişteki zemin katın altına gömüldü. Oradaki tahta kapak mutlaka dikkatini çekmiştir, Serdar. "
" Girişte hemen fark ettim. Orada mı yatıyor Arap Dede? "
" Sen çok uyanık bir çocuksun. Bu anlatacaklarımı unutma. "
" Hele sen anlat. Merak etme unutmam. "
" Her sabah zemin katın altına inip Arap Dede'nin kabri başında Fatiha okurum. Takunyalarının biri orada, biri buradadır. Onları yan yana koyarım. Su ibriği yarıya kadar su doludur. Onu tekrar ağzına kadar doldururum. Duvarda tahtadan bir askı vardır. Orada asılı ıslak havluyu temiz, kuru bir havluyla değiştiririm. Kısaca Arap Dede gece kalkıp abdest alıp, namaz kılıyor. "
Derin bir sessizlik oldu. Birkaç dakika konuşan olmadı. Sessizliği yaşlı kadın bozdu: " Hadi desen ki Arap Dede kalkmıyor, farz et ki, fareler diyelim, fareler takunyaları /Takunya: Tahtadan yapılmış bir tür terlik / dağıtıyorlar. İbrikten su içiyorlar. Birazını yere döküyorlar. İbriğin etrafı hep ıslak oluyor. Yerden belki 1.5 metre yüksekteki havlu nasıl ıslanıyor, duvara asılı askı kuru olduğu halde? Ben inanıyorum Arap Dede'nin geceleri kalkıp abdest alıp namaz kıldığına. "
Olayı yıllar içinde bilmem kaç defa tanıdıklara, arkadaşlara anlattım. Bir kişi bile çıkıp böyle şey olmaz demedi. Nedeni bilinmez bir korku duydukları kesin. İnsanlar nedense böylesine dini konuları derinlemesine irdelemeye yanaşmıyorlar. Hoca, imam, hafız gibi dini konularda eğitim görmüş insanlarla konuşurken bir konu hakkında çerçeveyi genişletmeye çalıştığımda: Sus, öyle şeyler söyleme, günaha girersin diye tepki gösterenlerle ve çatılmış kaşlarla karşılaştım. Benim kalbimde kötülük yok niye günaha gireyim? Araştırmak, soruşturmak, öğrenmeye çalışmak kötü bir şey mi? Soru sormayan ne öğrenmiş? Her neyse ben de yıllardır Arap Dede'nin geceleri kalkıp namaz kılıp kılmadığını gerçekten merak eder dururum.

BİTTİ

Yazan: Serdar Yıldırım


antalyalı33

Öncelikle selamlar sağlık sıhhat diliyorum herkese, İnternette bir grup ile oyun oynuyoruz buranın marketinde oyun için emtialar satılıyor, filo arkadaşımın bi tanesi bana internetinin an olarak kötü olduğunu işlemi gerçekleştiremediğini ,hesabının bilgilerini vererek ,kartın orada kayıtlı olduğunu sadece söylediği ürünleri sepete ekleyerek ödeme butonuna basıp işlemin tamamlanacağını tarif etti, bende aynen dediği gibi alışverişi tamamladım. Daha sonra duydum ki bankayı arayıp bilgisi haricinde karttan alış veriş yapıldığını ve iptal edilmesini istemiş,(Alışverişe aracılık eden Kıbrıs limasol da bir Amerikan firması)Karakolda da arkadaşı varmış şikâyetçi olacağını ip adresi falan bulacağını söylemiş. Kendisi ile görüşemiyorum farklı şehirlerdeyiz, telefonlarıma da cevap vermiyor, ben bu durumdan tedirgin oldum sizce ne yapmalıyım ,başıma bir iş gelir mi ? saygılarımla..

antalyalı33

Esenlikler diliyorum Hocam 5 aylık Basit yaralama cezamı mükerrer olarak 25.07.2019 tarihinde bitirdim..daha sonra 23.09.2019 yılında verilen 1 yıllık mükerrer denetimli serbestlik cezasını da 23.10.2020 de bitirdim bu benim ilk tekerrürlü cezam oldu .. olası bir 2.tekerrlü ceza almamam için süre ne zaman biter ,yani 3 yıl suç işlememe koşulu 5 aylık cezamı bitirdiğim 25.07.2019 tarihimi ele alınır yoksa 1 yıllık mükerrerliere özgü denetimli serbestlik bitimi 23.10.2020 olarak mı ele alınır 2 tekerrür oluşması için Teşekkürler..

antalyalı33

Esenlikler diliyorum Hocam 5 aylık Basit yaralama cezamı mükerrer olarak 25.07.2019 tarihinde bitirdim..daha sonra 23.09.2019 yılında verilen 1 yıllık mükerrer denetimli serbestlik cezasını da 23.10.2020 de bitirdim bu benim ilk tekerrürlü cezam oldu .. olası bir 2.tekerrlü ceza almamam için süre ne zaman biter ,yani 3 yıl suç işlememe koşulu 5 aylık cezamı bitirdiğim 25.07.2019 tarihimi ele alınır yoksa 1 yıllık mükerrerliere özgü denetimli serbestlik bitimi 23.10.2020 olarak mı ele alınır 2 tekerrür oluşması için Teşekkürler..

Serdar Yıldırım


AVCI GEORGE ( HUNTER GEORGE )
Yıl 1915. İngilizler, Çanakkale'ye ingiliz donanmasını getirdi. Yetmedi. Fransız donanmasından yardım istedi. Fransız gemileri, Çanakkale'ye geldi. İngiliz gemileriyle birlik olup Türk tabyalarını dakikada insan büyüklüğünde 60 mermi atan toplarıyla dövmeye başladı. Türk siperleri giderek boşaldı. Savaşan askerler azaldı. Siperler, gerilere çekildi. Sonradan Mustafa Kemal geldi. Özgürlük ve bağımsızlık savaşçısı Mustafa Kemal. Türk topçularına ateş emrini verdi. Ateş, ateş, ateş dedi. Öncesinde alman komutanlar vardı ve Türk topçularına ateş etmeyin, bekleyin diyordu.

İngilizler baktı, Çanakkale geçilmez. Bunun için bir engel var: Mustafa Kemal. Londra'da başbakan Winston Churchill  bakanlarıyla bir toplantı yaptı ve sonuç: Avcı George, Çanakkale'ye yönlendirilecekti. O, uçan kuşu vururdu değil ki, Mustafa Kemal'i vurmasın. Avcı George, Hindistan'dan yeni gelmişti. Bana bir hedef gösterin ikinci kurşuna gerek kalmaz, diyordu. Avcı George gece yarısından sonra Çanakkale'ye geldi. Yanılma payının sıfır olduğu ve hedefin kesinlikle imha edileceği sözünü verdikten sonra karanlığa doğru adım attı. Ben bir dünya yaratırım ve yarattığım o dünyanın ilk hayranı ben olurum, diyordu.  Dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Çimen ve ot yedi. Aradan günler, haftalar geçti. Artık ingilizler bile onun nerede olduğunu bilmiyordu.

Günlerden bir gün ingiliz ve fransız savaş gemileri Türk siperlerini yoğun bombardıman ateşine tabi tutmuştu. Mustafa Kemal bombalardan korkmuyor, sağa sola emirler yağdırıyordu. Mustafa Kemal olmasaydı Çanakkale destanı yazılamazdı.

Bir gün avcı George'den telsiz mesajı geldi:  Bombardımanı kesin. Tepeye çıkmış ve olanca ağırlığıyla Türk siperlerini göz hapsine almıştı. Mustafa Kemal namlunun ucundaydı ve tetiği bir kez çekmesi sonun başlangıcıydı. Avcı George tetiğe bastı, bir kez daha bastı. Mustafa Kemal çok hareketliydi, atışlar boşa gitmişti. Yazıklar olsun diyerek tüfeğini yere attı. Hedef büyüktü ve vuramadığı için, kendine lanet etti.  Bombalar, evet, bombalar. Belindeki kemere bağlı duran iki bomba. Doğumu İstanbul'du. 15 yaşında ailesiyle birlikte Londra'ya göç etmişti. Bir Türk kadar Türkçe'yi iyi konuşuyordu. Londra'da üniversitede okurken tüfek atışlarına merak sarmış ve kısa zamanda ingiltere şampiyonu olmuştu.  Bel kayışında takılı iki bombayı ellerine aldı. Tepeden ağır adımlarla aşağı, Türk siperlerine doğru yürümeye başladı. Türk siperlerindeki asker ve subaylar, iki elinde birer bomba olan ve Türkçe konuşan askere bir anlam verememişti.

Avcı George sonunda Mustafa Kemal'in karşısına çıktı. Sol elindeki bombayı cebine koydu. Sağ elindeki bombanın pimini çekti ve attı ama bomba patlamadı. Birkaç asker, tüfeğini George'ye doğrulttu. Ellerini kaldır, diye bağırdı. Tüfekler üstüne çevrilince Avcı George şaşırdı. Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştı.  Bir yerlerde bir şeyler bunu kolluyor, diye düşündü. İkinci bombayı atsam nafile, o bomba da patlamayacak, diye düşündü. Geriye doğru on adım attı ve ikinci bombanın pimini çekti. Bomba korkunç bir gürültüyle patladı. Artık ortada  ne avcı vardı ne George vardı.

SON




hukukcu18

Yeni Avukatlık Kanunu İhtiyacı ve Temel Yaklaşımlar Çalıştayı, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu tarafından Çankaya Köşkünde düzenlendi.

Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili  Mehmet Uçum'un başkanlığında gerçekleştirilen çalıştaya Adalet Bakanı Yılmaz Tunç,  Adalet Bakan Yardımcısı Niyazi Acar, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyeleri Ayşe Türkmenoğlu, Mustafa Akış, Uğur Kızılca, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, Adalet Bakanlığı yetkilileri, akademisyenler, TBB Başkan Yardımcısı Av. Gürkan Altun, Genel Sekreter Av. Veli Küçük, İstanbul 2 no'lu Baro Başkanı Yasin Şamlı, TBB Başkan Danışmanı Av. Dr. Kasım Akbaş, Hukuk Müşaviri Av. Seray Şenfer, TBB Kamu Avukatları Komisyonu Sözcüsü Av. Makbule Karaoğlan ve stajyer avukatları temsilen de Stj. Av. Gülşah Birler katıldı. Çalıştaya ayrıca Adalet Bakanlığı yetkilileri ve akademisyenler de katılım sağladı.

Çalıştayda, anayasal perspektif açısından avukatlık ve yeni avukatlık kanunu ihtiyacı, avukatlığın niteliği ve meslek özellikleri, bağlı çalışan avukatlar, avukatların sosyal ve ekonomik sorunları, stajyer avukatlar, kamu avukatları, anayasal perspektif açısından meslek örgütleri ile baroların niteliği ve işlevleri konularında görüş alışverişinde bulunuldu.

Hukuk Politikaları Kurulunca yapılan çalışmaların akademik ve fikri nitelikte olduğu, avukatlık hukuku reformuna katkı sunmayı amaçladığı açıklandı.

Kaynak: https://www.adaletmedya.net/yeni-avukatlik-kanunu-calistayi/

hukukcu18

Yeni Avukatlık Kanunu İhtiyacı ve Temel Yaklaşımlar Çalıştayı, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu tarafından Çankaya Köşkünde düzenlendi.

Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili  Mehmet Uçum'un başkanlığında gerçekleştirilen çalıştaya Adalet Bakanı Yılmaz Tunç,  Adalet Bakan Yardımcısı Niyazi Acar, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyeleri Ayşe Türkmenoğlu, Mustafa Akış, Uğur Kızılca, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, Adalet Bakanlığı yetkilileri, akademisyenler, TBB Başkan Yardımcısı Av. Gürkan Altun, Genel Sekreter Av. Veli Küçük, İstanbul 2 no'lu Baro Başkanı Yasin Şamlı, TBB Başkan Danışmanı Av. Dr. Kasım Akbaş, Hukuk Müşaviri Av. Seray Şenfer, TBB Kamu Avukatları Komisyonu Sözcüsü Av. Makbule Karaoğlan ve stajyer avukatları temsilen de Stj. Av. Gülşah Birler katıldı. Çalıştaya ayrıca Adalet Bakanlığı yetkilileri ve akademisyenler de katılım sağladı.

Çalıştayda, anayasal perspektif açısından avukatlık ve yeni avukatlık kanunu ihtiyacı, avukatlığın niteliği ve meslek özellikleri, bağlı çalışan avukatlar, avukatların sosyal ve ekonomik sorunları, stajyer avukatlar, kamu avukatları, anayasal perspektif açısından meslek örgütleri ile baroların niteliği ve işlevleri konularında görüş alışverişinde bulunuldu.

Hukuk Politikaları Kurulunca yapılan çalışmaların akademik ve fikri nitelikte olduğu, avukatlık hukuku reformuna katkı sunmayı amaçladığı açıklandı.

Kaynak: https://www.adaletmedya.net/yeni-avukatlik-kanunu-calistayi/

Serdar Yıldırım


DEVE KERVANI
Eskiden, İran'da, İsfahan şehrinde, Cemal adında kervancı bir genç yaşardı. Kervan sahipleri kervanlarını çok güvendikleri Cemal'e gönül rahatlığıyla teslim ederler ve onun kervandaki malları kendi malıymış gibi koruyup, gözeteceğini bilirlerdi. Günlerden bir gün, Cemal İsfahan'dan kuzeydoğudaki Meşhet'e gitmek üzere, kumaş yüklü deve kervanıyla yola çıktı. Kervan birkaç gün sonra Deştikebir Çölü'ne vardı. İlk bakışta uçsuz bucaksız gibi görünen 400km.lik bir kum yığını. Oralardaki bir kuyudan su tedarikini yapan kervan çöle girdi. Aradan bir hafta geçti. Kervan dıştan bakıldığında çölde ağır ağır ilerliyordu, her şey yolundaydı. Ama içten içe kaynayan bir kazan gibiydi. Bu kazanı başdeve kaynatıyordu. Başdeve kervandaki yirmi devenin başıydı. Mola verildiği zaman devamlı konuşur, bir şeyler anlatır, ötekiler de sessizce dinlerlerdi. Başdeve üç dört gündür havadan sudan konularla konuşmaya başlıyor, sonradan sözü liderlik konusuna getiriyordu. Koca kervanı neden bir eşek peşinden sürüklüyordu? O en önde olmasa olmaz mıydı? Sanki o olmasa kervan gideceği yere varamayacak mıydı?

" Ben " diyordu başdeve, " Mısır'a gittim, Arabistan'a gittim, Yemen 'e gittim, Anadolu'ya gittim. Yüce dağlar aştım, susuz çöller geçtim. Binlerce, on binlerce kilometre yol kat ettim. İran'da gezmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı. Bu Deştikebir Çölü'nden defalarca geçtim. Benim gibi doğuştan lider varken başınızda küçük eşek kim oluyormuş? Boy yok, post yok, bir de kervanın en önünde gider. Onun liderlik neyine? Gelin şu eşeği defedelim başımızdan. Lider ben olursam eğer her türlü iyiliği bekleyin benden. Yoruldum diyenin yükünü sırtımda taşıyacağım..."

Başdevenin aynı tarzdaki konuşmaları sonraki günlerde devam etti. Kervandaki develerden birkaçı önceleri eşeğin gitmesini istemediler:   " Kime ne zararı var garibin? " dediler. " Bırakalım önde o gitsin, bizi Meşhet'e götürsün. Zaten hiçbir işimize karışmıyor. Molalarda bir kenarda tek başına oturuyor. Belli ki bir derdi vardır, kimselere anlatamaz. Durup dururken günahını almayalım. "

Başdeve böyle diyenlere karşı çıkıyordu:  " Garip mi? Neresi garip bunun be? Acınmaz böylesine. Onun yemini, suyunu biz taşıyoruz, bir de kaprislerine boyun eğecek değiliz. Nerede oturursa otursun, önemli olan,onu kervandan uzaklaştırmak. "
Sonunda başdevenin kesin kararlılığı karşısında direnci kırılan birkaç deve, istemeye istemeye eşeğin gitmesine razı oldu.

Bir gece develer eşeğin yanına gittiler ve kervanda kendisini istemediklerini söylediler. Eşek bu duruma karşı çıktı. Olmaz dedi, ben bu kervanı terk etmem dedi, bensiz Meşhet'e varamazsınız dedi, pusulayı şaşırır, çölde kaybolursunuz dedi. Eşeğin sözlerine kulaklarını tıkayan, onun tepinmesine aldırış etmeyen develerin küfür derecesine varan hakaretleri karşısında eşek, " Ne haliniz varsa görün " diyerek çekip gitti.

Ertesi gün başdeve çalımla yürüyordu kervanın önünde ve arada bir arkasına bakıp gururla gülümsüyordu. Başdevenin fazlaca böbürlenmesi kervanın zararına oldu. Kervan ilk günden başlayarak hedefinden adım adım uzaklaştı ve güneybatıya doğru geniş bir yay çizerek, Kuhistan Çölü'nün ortalarına kadar geldi. Günlerdir diğer develerin ikazlarına aldırış etmeyen başdeve sonunda liderliği kaybetti. Pusula şaşırılmış, kervan Kuhistan Çölü'nde kaybolmuştu. Yol yok, iz yok, ne tarafa gidilmeliydi acaba?..

Günler sonra eşek çıkageldi. Develer sessizce eşeğin arkasında tek sıra oldular. Eşek şaşkın şaşkın etrafına bakınan başdeveye, " Sen en arkada yürüyeceksin " dedi. Sonra kervan Meşhet'e doğru yola çıktı.

Kervan Meşhet'e doğru yola çıkmıştı ama başdeve hırsından kuduruyordu. " Vay küçük eşek, vay...Demek sende böyle numaralar da varmış. Kovulduğun kervana geri dönecek kadar yüzsüzmüşsün. Bizi takip ettiğini nasıl oldu anlayamadım. Bilsem peşimizden geleceğini ne yapar eder seni engellerdim. Aldım mı ayağımın altına hamur gibi yoğururdum. Belki şimdi sen önde ben arkadayım ama buna güvenme. Hele bir Meşhet'e varalım sonrası kolay. Nasılsa İsfahan'a dönüşte kuyruğunu koparır öne ben geçerim, çünkü kuyruksuz eşeğin peşinden hiçbir deve gitmez. " Kervan on gün sonra Meşhet'e vardı. Cemal kumaşları kervan sahibinin oradaki dükkanına teslim etti ve develere baharat yüklendi. Eşek önde, develer arkada, İsfahan'a dönüş yolculuğu başladı. İlk günler pek sesi soluğu çıkmayan başdeve sonraki günlerde ileri-geri konuşarak develeri kandırmak için çaba sarf etmeye başladı:  " Sayın arkadaşlar, geçmiş geçmiş, biz bugüne ve yarınlara bakalım. Öyle böyle Meşhet'e geldik, şimdi İsfahan'a dönüyoruz. Meşhet'e gelirken bir süre kervanın liderliğini ben yaptım. Aslında ben kervanı Meşhet'e rahatlıkla götürürdüm ya nedense eşek geldi, kervanı Meşhet'e o götürdü. "

Başdeve konuşurken develerden biri: " Eşek gelmeseydi biz Meşhet'e zor varırdık " deyince başdeve: " Sus, öyle anlamsız konuşma " diyerek deveyi azarladı. " Beni sen şaşırttın. Yok o yol yanlış bu yol doğru, yok oradan değil buradan gidelim diyerek yolu kaybettirdin. Benim yolum doğru yoldu, eğer sen karışmasan Meşhet'e eşeksiz giderdik. Eşek dedim de aklıma geldi, bu eşek molalarda neden yanımıza gelmiyor? Neden bizimle konuşmuyor? Çünkü eşek bizleri önemsemiyor, bizi küçük görüyor. Onun gözünde biz pire kadarız. Şimdi soruyorum: Kendini pire kadar gören ortaya çıksın. Ben pire kadarım desin. İçimizde böyle biri yok, olmadığına göre hepimiz eşekten üstünüz, lider de benim. "

Biraz önce başdeveye karşı çıkan deve: " Lider sen olamazsın, çünkü kervanın bir lideri var. Kervanın önünde giden liderdir yani eşek liderdir. "
Bunun üzerine başdeve ayağa kalktı: " Eşek olsa olsa senin liderindir. O ancak sana liderlik yapar. Sen bir hiç olduğuna göre eşek bir hiçin lideridir. Eşek bir hiçtir. "

"Hayır, eşek kanıyla, canıyla oradadır, ben de buradayım. Var olan bir şey hiç olamaz. Eşek hiç değildir, bense hiç değilim. "

Başdeve devenin sözlerine içinden güldü. Asıl amacı, eşeği ortaya çekip onunla kapışmaktı. Deve buna aracı oluyordu. Son söyledikleri gerekli ortamı hazırlamıştı. Başdeve ağzındaki baklayı çıkardı: " Eşek orada sen buradasın. Eşek niye orada gelse ya buraya. "
Deve, başdevenin niyetini anladı. Birden acıdı eşeğe. Durup dururken eşeğin başı belaya girecekti. Keşke başdeveye karşı çıkmasaydı. Onunla laf kavgasına girmeseydi. Artık geri dönemezdi: " Eşek buraya gelir. Dur, gidip çağırayım."

Deve, eşeğin yanına gitti: " Özür dilerim. Rahatsız ettim. Başdeve sizi çağırıyor. "
" Başdeve mi? Beni mi çağırıyor? Ne işi varmış benimle başdevenin? "
" Efendim, yola çıktığımızdan beri sizin önde olmanızı hazmedemedi. Kendi önde olsun istiyor. Amacı sizi kervandan uzaklaştırmak. "
" İyi işte ben gitmiştim ama kervan Kuhistan Çölü'nde kaybolmuştu. Geri dönmesem haliniz haraptı. "
" Bunu ben de biliyorum. Başdeveye yanlış yaptığını söyledim, onu uyardım. Tutturmuş bir liderliktir gidiyor. Sizi kıskanıyor. Az önce kervanı Meşhet'e götürürdüm diyordu. Ben eşek gelmeseydi biz Meşhet'e zor varırdık dedim. Siz gittikten sonra onu şaşırttığımı, bundan dolayı yolu kaybettiğini söyleyip beni azarladı. "
Deve diğer konuşmaları da anlattıktan sonra eşek: " Öteki develer neden başdeve ile birlik oluyorlar, ben onu anlayamadım? "
" Ben de anlayamadım. İki-üç deve gönülsüz dinliyordu onu ama şimdi sesleri çıkmıyor. Mola verildiğinde başdeve hep konuşuyor, kendini övüyor. Siz yalnız başınıza bir kenarda dinleniyorsunuz. Hiç kendinizden bahsetmiyorsunuz. Herhalde nedeni bunda aramak gerek."
" Demek istediğini anladım. Ben yıllardır kervan çekerim. Asla yolumu şaşırmadım, çünkü mola verirken gündüz güneşe, gece yıldızlara bakarak rotayı ayarlarım. Ne kadar yol gelindiğini, ne kadar yol gidileceğini hesap ederim. Molalarda sizin yanınıza gelip başdeve gibi lak-luk yaparsam yolu şaşırırım. Gel gidelim bakalım, başdeve ne diyecekmiş? "
" Efendim, isterseniz gitmeyelim. Başdevenin amacı kavga çıkarmak. "
" Korkma canım, başdeve de kimmiş? Ben onu suya götürür, susuz getiririm. Başdeve kazdığı kuyuya düşecek."

Eşek önde, deve arkada  yürüdüler. Bu sırada deve düşünüyordu. " Vay be, eşeğe bak. Canavar kesildi. Kim bilir kim bu? Rakibi bir başdeve değil ki, başdevenin arkasında on sekiz tane deve var. Ama herhalde eşek boşa konuşmadı. Başdeveyi tuzağa düşürecekmiş? Plan hazır demek. Efeler gibi yürüyor. Ben böyle eşeğin yoluna baş koyarım."
Deve: " Efendim, sonuna kadar yanınızdayım."
Eşek: " Sen cesur bir devesin. Doğruluktan ayrılma. Seni yardımcım yaptım. "
Deve: " Teşekkür ederim. Bu göreve layık olmaya çalışacağım."

Eşek başdevenin önüne gelince arka ayakları üstünde dikildi, ön ayaklarını beline dayadı, göğsünü şişirdi, kafasını yukarı kaldırdı, kaşlarını çattı:  " Evet, seninle konuşmak istiyorum, devecik. Kervandan ayrılıyorsun. Kervan, İsfahan'a gidiyor, sen Meşhet'e dönüyorsun."
Eşek öylesine sert konuşmuştu ki, başdeve şaşırdı. Eşek emir veriyordu. Başdeve kekeledi: " Devecik mi?! Kim devecik? Meşhet'e niye döneyim? "

Eşeğin korkusuzluğunu, başdevenin şaşkınlığını gören develer birer-ikişer eşeğin arkasında toplandılar. Bunda eşek olmadan İsfahan'a varamayacakları endişesi önemli olmuştu. Başdeveye kalsa o kervanı Hazar Denizi kıyılarına götürürdü. Yalnız kaldığını gören başdeve ses çıkaramadı. Daha sonra develer bir daha başdevenin sözlerine aldanmayacaklarını söyleyerek, onun da İsfahan'a gelmesini eşekten rica ettiler. Eşek, bu öneriyi kabul etti. Kervan, başka olay olmadan İsfahan'a vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım