Son yazılar

Welcome to Hukuk Forum Sitesi - Hukuk ve hayata dair her şey!. Please login or sign up.

29 Nisan 2024, 16:55:42

Login with username, password and session length
Üyeler
  • Toplam Üye: 4,264
  • Latest: Elçin
Stats
  • Toplam İleti: 8,824
  • Toplam Konu: 4,365
  • Online today: 112
  • Online ever: 549
  • (13 Ocak 2023, 13:23:05)
Çevrimiçi Kullanıcılar
Users: 0
Guests: 98
Total: 98

Türkiye İslamı ve islamcılığın dünü, bugünü ve yarını, Ali Bulaç, Zaman Gazetesi

Başlatan kilimanjaro, 13 Ağustos 2012, 04:17:39

« önceki - sonraki »

kilimanjaro

Zaman Gazetesi yazarı kıymetli mütefekkir Ali Bulaç'ın 2012 yılında konuyla ilgili Zaman Gazetesi'nde yayınladığı köşe yazıları aşağıda toplanmıştır:

'Türkiye İslamı'nın üç versiyonu

Birbirinden farklı karakteristik özelliklere sahip oldukları yolunda yaygın bir kanaat varsa da, gerçekte Türkiye, İslam dünyasının bir parçasıdır.

Mısır, İran ve Türkiye'nin yakın tarihini dikkatle inceleyenler, her üç önemli beşeri havzanın ortak bir tarihi yaşadıklarını, aralarında sadece ihmal edilebilir kısa zaman (birkaç yıl) farkı olduğunu tespit edebilirler. Bu açıdan bugün İslam dünyasının içine girdiği yeni durumu anlamak, aslında Türkiye'nin de bundan sonra izleyebileceği seyri anlamak bakımından önemlidir.

Birbirine benzer beşeri havzaların değişme dinamiklerinde din, modernite, sosyo-kültürel değişim, ekonomi politikaları, bölgesel ve küresel faktörler rol oynamaktadır. Ortadoğu'da patlamalar yaşandıysa söz konusu dinamiklerin ürünü olarak vuku buldular. Ve bu süreçte İslamî/İslamcı akım ve hareketler önemli paya sahip bulunmaktadırlar. Yaşanan olaylar eşliğinde bizim de nerelere doğru gittiğimizi anlayabilmek için, yakın tarihin değişme seyrini izlemek lazım. Bu da son 20. yüzyıldan devraldığımız İslamî akım ve hareketlerini doğru biçimde takip etmekten geçer.

Türkiye'deki İslamî hareketleri tasnif etmek icab ederse, üç ana grupta toplamamız mümkün. Bunlardan biri "Politik Müslümanlık", ikincisi "Sosyal Müslümanlık", üçüncüsü de "Kültürel veya Entelektüel Müslümanlık".

İslam ve İslamî hareketler olgusunu Batılı kavramlarla izah ediyoruz, çünkü "modern durum"da modern toplum söz konusu. Modernizasyon yoluyla modernleştirilen toplumun kurgusunda modernliğin kendisi belirleyici faktör olarak rol oynamaktadır. Ancak Türkiye'de -ve aslında genel olarak diğer İslam ülkelerinde- yaşayan insanlar sonuç itibarıyla nominal de olsa ezici çoğunluğu Müslüman olduğu için Müslümanlıklarını modernlikle birleştirerek veyahut uzlaştırarak yaşamaya çalışıyorlar. Batılı kavramlarla İslam dünyasını anlamaya çalışmak, üstünkörü adres tarif etmeye benzer. Noktasal olarak adrese yaklaştıkça, kavramları değiştirmek gerekir, zira bize "ilme'l-yakin" olarak verilen fenomenin, "ayne'l ve hakka'l-yakin" gerçekliği bambaşkadır.

"Politik Müslümanlık" dediğimizde aklımıza ilk gelen 1969 yılında Milli Nizam Partisi (MNP)'nin kurulması ve bu hareketi rahmetli Necmettin Erbakan'ın başlatmış olmasıdır. Hareket siyasî bir dava ile ortaya çıktı. Yani o gün merkez sağda ve merkez solda kendini temsil etme imkânı bulamayan, dışlanan dindar grupların siyasette kendilerine bir mecra açma düşüncesi politik Müslümanlığın gerekçesi oldu. Erbakan ve arkadaşları, 1973 seçimlerinde Milli Selamet Partisi (MSP) olarak seçimlere katıldı. Ve Cumhuriyet tarihinde de ilk defa ilginç bir koalisyon ortağı olarak da, CHP'nin ortağı olarak iktidar oldu. 1977 seçimlerinde yine kısmi bir başarı kazandı. Fakat bu sefer Adalet Partisi (AP) ile koalisyon ortağı oldu.

Politik İslamî hareketin üçüncü önemli partisi Refah Partisi (RP)'ydi. Refah Partisi de 1995 seçimlerinde oyların yüzde 21'ini alarak büyük bir başarı kazandı. 1996'da da iktidar oldu. 6 milyon 100 bin civarında bir oy desteğine sahip RP, 28 Şubat darbesi ile ciddi bir kırılmaya uğradı. Arkasından Fazilet Partisi (FP) kuruldu. Daha sonra FP de kendi içinde "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu çizgiden ayrılanlar Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) adı altında bir parti kurdular. Hem iç hem de dış faktörlerin de etkisi ile 2002 Kasım seçimlerinde yüzde 34 oy alarak iktidar oldular. Hâlâ iktidarda bulunuyorlar. Üç dönemdir hem yerel yönetimlerde hem merkezî yönetimde iktidarlığını sürdürüyorlar. "Gelenekçiler" bölümünde kalan Saadet Partisi (SP), AK Parti'nin iktidar dönemi boyunca büyük bir varlık gösteremedi. O da kendi içinde SP ve Has Parti olmak üzere ikiye bölündü.

Türkiye'nin siyasî hayatında hayli etkili rol oynayan politik Müslümanlığın şu özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi; İslamiyet'e hizmeti birinci derecede siyaset seviyesinde görmektedir. İkincisi dindar mazbut hayat yaşayan kitleleri siyasete katmak istemektedir. Üçüncüsü de Türkiye'nin hem siyasî hayatını etkilemekte hem de siyasî hayatından etkilenmektedir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1290040&keyfield=


Sosyal İslam

"Sosyal İslam" adı altında topladığımız gruplar iki önemli mecrada akıyor: Biri tarikatlar, diğeri ise cemaatler. Bazı sosyal bilimciler bu iki versiyona "örgütlü din" adını veriyorlarsa da, tanımlama yanlıştır, zira tarih boyunca din daima örgütlü olmuştur. Dinî hayat cemaatten ayrı düşünülemez.

Gerek toplumsal gerekse tarihsel kimlikleri ve özellikleri dolayısıyla "tarikatlar"la "cemaatler"i birbirinden ayırt etmek icap eder. Her ikisi de belli bir gruplaşma ve ortak mahiyet iradesine dayanıyor olsa bile tarikatlar tarihsel bir temele dayanıp tasavvufla ilintilidirler, cemaatler ise modern kentin ürünüdürler.

Tasavvufun tarih içinde geçirdiğiüç aşamanın dikkatlice takip edilmesi bugünkü yapısına nasıl kavuştuğu hakkında bize bir fikir verebilir. İlk aşaması Efendimiz (sas) zamanında 'fiilî sünnet' halinde yaşanıp ismi konulmamış "zühd ve takva" hayatı. Bu özelliğiyle sünnetin bir parçası olarak Efendimiz'in ve sahabelerin hayatında devam ediyordu. Ancak Emevi iktidarlarının baskısı sonucunda bazı Müslümanlar gündelik hayattan elini eteğini çekme yolunu seçince, hem siyasî hayattan hem ekonomik faaliyetlerden, kısaca dünya meşgalesinden çekilip daha sistematik bir zühd ve takva hayatı yaşamaya başladılar. Bunu zaman içinde yabancı mistik ve gnostik disiplinlerle temasın da sonucunda "tasavvufun felsefileşmesi" aşaması takip etti. Bu süreçte diğer irfan ve hikmet ehli sufilerin yanında Muhyiddin İbn Arabi'nin önemli payı söz konusudur. Üçüncü önemli aşaması ise Selçuklu ve Osmanlılar döneminde tasavvufun "tarikatlar" şeklinde kurumsallaşmasıdır. Nitekim sosyal Müslümanlığın tarikat versiyonuna en önemli etkiyi yapan da muhakkak ki Osmanlı dönemindeki pratik uygulama, yani tarikatlardır.

1950'lerden sonra ortaya çıkan "cemaatler"in sözünü ettiğimiz tasavvuf tarikatları ile ilgisi ya yoktur veya zayıf karakterdedir. Bunlar büyük ölçüde göç sonucunda ortaya teşekkül etmişler, kente ait ve kent ürünü "yeni dinî cemaatler"dir. Cemaatler içinde Nur cemaatlerinin beslenme kaynağı Bediüzzaman Said Nursi olduğunu göz önüne alacak olursak, Said Nursi paradigmatik olarak tasavvufa veya tarikatlara karşı değildi, ancak "zamanımızın tarikat zamanı olmadığı" kanaatindeydi. Bu yönüyle bir parça Ahmet İbn Hanbel ve takipçisi İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin yaklaşımını benimsiyordu: Ruhi/enfüsi hayata ve derinliğe evet, "takva ve deruni zevkin felsefileşmesine" ve buna bağlı kurumsallaşmaya ve tarikata hayır!

Nur cemaatleri bu özellikleri dolayısıyla eşzamanlı olarak Mısır'da ortaya çıkıp (1928) zaman içinde bütün İslam dünyasına yayılan Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketiyle benzerlik göstermektedirler. Her ikisinde de, ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikrî, ahlakî ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Her ikisinde de "iman" dönüştürücü bir güç olarak tanımlanmıştır. Her ikisi de tarikatlardan farklı olarak göçün ve modern kentin ürünüdürler.

Türkiye özelinde Anadolu'nun her tarafından sanayi, ticaret, üniversiteler ve bürokrasinin toplandığı merkezlere doğru göç eden insanlar burada bir toplumsallaşma modeli olarak cemaatlerin ve tarikatların etrafında toplanmışlardır. Bu iki sosyal fenomen, gelen göçmenleri devletin emredici ve taşıyıcı modern araçları dışında yol ve yöntemlerle toplumsallaştırmışlardır. Bunların faaliyet alanları daha çok manevî ve ahlakî hizmetler olup kimisi Kur'an kurslarını eksen alıp (Süleyman Tunahan hazretlerinin hareketi gibi) faaliyetlerine devam etmiş, kimisi "de-modernist" bir yaklaşımla modern kentin kalbinde "geleneksel hayat biçimi"ni devam ettirmiş (Mahmut Ustaoğlu Hocaefendi), kimisi Bediüzzaman'ın kaleme aldığı risaleleri temel alıp hizmet yolunu seçmiştir.

Artıları ve eksileriyle bugünkü modern toplumsallaşma biçimini büyük ölçüde tarikat ve cemaatlere borçluyuz; siyasî İslam gibi sosyal İslam da kentin azami ölçüde şiddetten arındırılmış olarak yeni bir toplumsallaşmaya sahne olmasını sağlamışlardır. Devlete veya laik sol, sağ ve milliyetçi ideolojilere kalsaydı, Türkiye'nin Suriye, Mısır, Cezayir veya başka yerlerde yaşanan şiddet ve teröre kitlelerin bulaşması işten değildi.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1290753&keyfield=


Bağımsız İslami gruplar

İslami hareketlerin üçüncü önemli mecrası "bağımsız kültürel-entelektüel mecralar"dır.

Söz konusu bağımsız birimler kendi aralarında organik olmadıkları gibi örgütlü de değildirler. Birden fazla, belki yüzlerce gruba ayrılabilmektedirler. İbrahim aleyhisselamın yıldızları gibi batar çıkarlar, ama tükenmezler. Daha çok vakıflar, dergiler, yayınevleri etrafında toplanırlar. Son zamanlarda bu mecralara internet siteleri eklenmiş bulunmaktadır.

Bağımsız ve bir ölçüde dağınık faaliyetlerde rol oynayan önemli faktör, İslami hareketleri fikri bakımdan beslemektir. Aktif, etkin ve üretkendirler. Ve geri planda da hem sosyal Müslümanlığı hem siyasi Müslümanlığı etkilemektedirler. "Siyasi Müslümanlık" aktif olarak siyasetle uğraştığından, "Sosyal Müslümanlık" da a) her biri "tek bir referans çerçevesi"ne dayandığından, b) "sosyal aktivite ve mobilizasyonu hedef seçtiği"nden c) modern dünyaya, bilime ve teknoloji uygarlığına eleştirel bakamadığından İslam'ın en geniş manada tefekkür ve entelektüel hayatında üretime katılmazlar, bu yüzden entelektüel yetiştirme potansiyelleri zayıf kalmaktadır. İslami entelektüel yetiştirme potansiyellerinden biri "ilahiyat fakülteleri"dir, ama ilahiyatçılar, "Batılı manada bilimsel yöntemi ve bilim adamlığı"nı önemsediklerinden yöntemin tuzağını fark edemiyor, akademizmin konformizmini aşıp bu misyonu yerine getiremiyorlar.

Bağımsız İslami grupların ortaya çıkışında rol oynayan önemli etkenlerden biri 1961 Anayasası'nın getirdiği kısmi özgürlüklerin belli bir program ve akıl çerçevesinde kullanılmasıdır. Tek parti döneminin yasağı ortadan kalkınca daha çok sol ve Kemalist aydınlara dönük düşünülen özgürlükler anayasada yer alınca, Müslüman gruplar da bundan bir şekilde istifade etmeye çalıştılar. Bu arada şehirlere gelen dindar ailelerin okullarda okuyan çocukları dünyayı az çok tanır hale gelmişlerdi. İşte bu ortamda geleneksel ailelerin Müslüman dindar çocukları gözlerini Ortadoğu'ya, İslam alemine çevirdiler. Bu süreçte ilk karşılaştıkları model Müslüman Kardeşler oldu.

İhvan'ın belli başlı fikir adamları Türkiye'deki İslami hareketleri bir şekilde etkilemeye başladı. Başka İslami gruplar da belli ölçüde etkili oldu. Ürdün merkezli Hizbu't-Tahrir, Pakistan Cemaat-i İslami, Vehhabi-Selefi çizgi, Hint yarım kıtasından Nedviler; sonradan ihtida bulmuş Batılı entelektüeller vs. Ancak Türkiye'deki İslami hareketlerin hem siyasi, hem sosyal ve kültürel versiyonlarını derinden etkileyen Müslüman Kardeşler'dir. Bu etkinin bazı anlaşılır sebepleri var:

1) Türkiye'nin Osmanlılar zamanında 400 sene İhvan'ın neşvünema bulduğu topraklarda Araplarla birlikte yaşamış, Mısır'ın ve diğer Arap ülkelerinin 4 asır Osmanlı idaresinde kalmış olması.

2) Arapçanın rolü. Türkiye'de medrese eğitimi almış, imam-hatipte, sonra ilahiyatlarda Arapça öğrenmiş insanlar İslami eserlere daha kolay ulaştılar. Batılı eğitimden geçip de İngilizce, Almanca, Fransızca bilenler ise Arapçaya ve Arapça yazılmış kitaplara iltifat etmediler.

3) Arap dünyasının geneli itibarı ile Sünni olması. Türkiye'deki Müslümanların da büyük bir bölümünün ana gövdesi Sünni'dir, bu en azından iletişimi ve erişimi kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Bağımsız İslami grupların gözünün İran'a ve Şiiliğin tarihi-İslami mirasına çevrilmesi 1979 İslam Devrimi'nden sonraya rastlar.

4) Müslüman Kardeşler'in 19. yüzyıl İslamcı mirasına sahip olması. Merkezi Mısır olmak üzere Arap dünyasında, Türkiye'de ve daha öncesinde Osmanlılarda İslamcılık akımı ilk defa İstanbul'da başlamıştı, sonra Mısır'a ve Hint yarım kıtasına geçti. Yeni Osmanlılar, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa... Arkasından Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal ve sonra Mehmed Akif. Dolayısıyla kolayca, 60'lardan sonraki Müslümanlar, İhvan'la aynı kökten beslendiklerinin farkına vardılar. Büyük bir arzu ve heyecanla, başta Seyyid Kutub olmak üzere, Muhammed Kutub'un, Hasan el-Benna'nın, Abdülkadir Udeh, Cezayir'den Malik Binnebi, Tunus'tan Gannuşi vd. önemli şahsiyetlerin kitapları Türkçeye tercüme edildi. Dikkat çekici nokta şu ki, İhvan'dan ilk ve seri tercümeleri yayınlayan Hilal Yayınları'nın sahipleri ve yayıncıları Risale-i Nur geleneğine bağlı zatlardı.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1292377&keyfield=


Seyyid Kutup ve Türkiye İslam'ı

Müslüman Kardeşler'in ortaya çıkışı ile Türkiye'deki Sosyal Müslümanlık arasında ilginç bağlar, yakın-uzak mesafeden benzerlikler söz konusudur.

1928'lerde Müslüman Kardeşler Hasan el-Benna'nın liderliğinde "politik bir hareket" olarak ortaya çıkmadı. Politikaya dolaylı yollardan atıflarda bulunuyordu. Sebebi Mısır'ın bir sömürge yönetimi altında olmasıydı. Sömürge yönetiminde yapılması gereken en önemli işlerden biri tabii ki sömürgeciliğe karşı savaşmak, bununla mücadele etmekti. Bu öncelikli bir hedeftir. Buna paralel ve belki de bundan önce yapılması gereken şey, sömürge yönetimin toplumun bünyesinde meydana getireceği tahribatları önlemektir. Bunun da büyük ölçüde ahlaki ve manevi takviye hareketi olması gerekirdi. Hasan el-Benna'nın başında olup formüle ettiği İhvan ve faaliyeti bu hedefi merkeze alıyordu. Toplumu fikri, ahlaki ve manevi bakımdan güçlü tutmak, direncini sürekli artırmak.

İhvan-ı Müslimin ancak Hür Subaylardan ve İhvan'ın belli başlı fikir adamlarının Pakistan'ın kuruluşu ve Ebu A'la Mevdudi'nin eserleriyle tanışmalarından sonra, yani 1950'lilerde politik bir hareket olarak kendini adeta yeniden tanımladı. Bu da Hasan el-Benna'ın şehadetinden sonrasına rastlar.

İhvan-ı Müslimin'in politik bir harekete dönüşmesi Seyyid Kutup gibi bir zatı ön plana çıkarmış oldu. Ve tabii bu Seyyid Kutup'un Türkiye'deki İslamcıları bu şekilde etkilemesinin önemli sebeplerinden biridir. Bu dönemde de Türkiye'de Müslümanlar siyasî faaliyetlere başlamışlardı. 1970'lerin başlarında MSP'nin gençlik teşkilatlarında İhvan'ın kitapları okunuyordu. Merkez sağ ve merkez solun dışında yani kapitalizmin, sosyalizmin, komünizmin ve milliyetçiliğin dışında kendine bir siyasî mecra arayan Müslümanlar için Seyyid Kutup'un formüle ettiği İslami hareket tam da uygun düşüyordu. Tefsirinin yayınlanmasıyla da Seyyid Kutup büyük bir kabul gördü. Seyyid Kutup'un kabul görmesinin diğer önemli bir sebebi, hem sosyolog olarak toplumu iyi tanıması, Batılı kavramları analiz edebilme formasyonuna sahip olması, hem de aynı zamanda İslami ilimlere vukufiyetidir. "Fi Zilal'il-Kur'an" adıyla tefsir yazabilecek kadar tefsir ilmine, geleneksel usule ve Kur'anî ilimlere vâkıf istisnai bir şahsiyettir.

Seyyid Kutup'un politik Müslümanlığı temsil etmesinin arkasında yatan başka bir sebep vardı. Hasaneyn Heykel'in iddiasına göre hapishanedeyken Mevdudi'nin kitapları ile tanışmış olması. İhvan, bir model arayışı içerisinde iken Hint yarım kıtasındaki Müslümanların Hindulardan ayrılıp bağımsız bir devlet kurma fikrine sahip olması ve bunu büyük ölçüde Mevdudi'nin formüle etmesi Seyyid Kutup'a çok cazip geldi. Hilafetin ilgasından sonra ilk defa kuruluş ideolojisi "İslam" olan bir "ulus devlet" kuruluyordu. Kutup da Mevdudi ile tanıştıktan sonra daha aktif bir siyasi Müslümanlık noktasına gelmiş oldu. Bu da Türkiye'de Seyyid Kutup'un ve Mevdudi'nin daha çok rağbet görmelerine etki eden bir sebeptir.

Seyyid Kutup'un dili anlaşılabilir ve kesindir. Gücünü inancından alır. Tartışmasız bir kavramsal çerçeve çizerek İslamiyet'in siyasî bir hareket olduğunu söyler. Ona göre modern toplum bir "cahiliye toplumu"dur. Cahiliye'yi -İslam öncesi cahiliyeye atıfta bulunarak- İslami hükümlerin dışında bir dünyanın kurumsallaşması ve hükümran olması manasında kullanıyor. Fakat Batılı İslamologların ve Batı medyasının iddia ettiğinin aksine, her ne kadar dilinde keskin kavramlar varsa bile Seyyid Kutup hiçbir zaman şiddet ve terörü önermiş değildir. Yani Seyyid Kutup siyasî İslam'ı temsil etmiştir. Fakat bunun şiddet ve terör yönteminin kullanılarak ulaşılabilecek bir hedef olarak takdim ettiği söylenemez. Tam aksine ona göre İslami hareketler Peygamber Efendimiz (sas)'in siretini takip ederek başarıya ulaşacaktır. Bu manada Seyyid Kutup ile Hasan el-Benna arasında belki dil ve anlatım farkı vardır, fakat mahiyet farkından bahsetmek mümkün değildir. Yakından ve dikkatle bakıldığında Seyyid Kutup ve Mevdudi'nin Türkiye Müslümanları üzerinde bıraktığı bu etki aynı zamanda hem Politik Müslümanlığın hem de Sosyal Müslümanlığın şiddetten ve terörden uzak durmasını sağlamıştır.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1293413&keyfield=


Başka etkiler

Müslüman Kardeşler'in etkisi olmasaydı belki de Türkiye'de İslami hareketler şiddete ve teröre yönelebilirdi.

Kuşkusuz, bir dönem teşehhüd miktarı İhvan'a uğrayan veya teşkilatta yer alanlardan teröre yönelen oldu, ama birkaç örnekte gözlendiği üzere İhvan -özellikle Mısır İhvanı- anında bu kişiler veya fraksiyonlarla yollarını ayırdı. Zulme, baskıya sabretti, temkin yolunu benimseyip bugüne gelebildi.

Türkiye İslam'ının da belirgin özelliklerinden biri her dönemde şiddetten ve terörden uzak durmasıdır. İslamcıların siyaset sahnesine çıkmaya başladığı 1970'lere baktığımız zaman -ki 70-80 arasında beş bin insan bu anarşi ve terör cehenneminde hayatını kaybetti-, sağcılarla solcular devamlı çatıştılar. Müslüman gruplar bundan uzak durdu. İronik olan şu ki, gerek sol ve sosyalist, gerekse sağcı ve milliyetçi kesimler bu dehşetengiz şiddet (anarşi) ve terörün tarafları ve suçluları iken, bugün Amerika'nın İslam dünyası üzerindeki hegemonik politikalarına ve Batı'nın İslamofobiasına lojistik destek sağlamak üzere "İslami terör"den bahsedebiliyorlar, Müslümanlara yeni bindikleri "liberal dolmuş"tan akıl veriyorlar.

Diğer bir nokta, İhvan'ın Nur hareketlerinin üzerindeki etkisidir; Nur hareketlerinin ortak özelliği, toplumu manevi ve ahlaki bakımdan takviye etmek, iktisadi bir hareketlilik içine sevk edip kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamaktır. Nihayetinde bu hareketlerin sosyal tabanı orta sınıf ve alt katmanlardan oluşur.

İhvan-ı Müslimin "ulusal ve ulusalcı (milliyetçi) bir hareket" değildir. İslam alemi ölçeğinde genel kabul görmesinin dinamiklerinden biri epistemolojik olarak Kur'an'ı, hayat tarzı ve örgütlenme modeli olarak Sünnet'i ve siyasi hedefleri itibarıyla ümmeti temel almasıdır.

Yine Türkiye İslami gruplarının içerisinde tasavvufa karşı nispeten daha yumuşak veya radikal/katı tutumların alınmamasının önemli sebeplerinden biri Hasan el-Benna'nın zühde ve takvaya verdiği önemdir. Türkiye'de sanki "selefi hareket" ile "sufi hareketler" birbirine taban tabana zıtmış veya sürekli birbirleriyle çatışıyormuş zannedilir. Ortadoğu Arap havzası söz konusu olduğunda bu belli ölçüde doğrudur. Türkiye'de durum biraz farklıdır. Hasan el-Benna'nın Risalelerini, derslerini, vaazlarını, konuşmalarını, hatıralarını takip ettiğimiz zaman şunu görüyoruz: El Benna İslam'ın ilk dönemlerindeki "zühd ve takva"yı öne çıkarır. Belki adını "tasavvuf" olarak koymaz. Fakat zühd ve takva olarak tasavvufu öne çıkarır. Zaten toplumu ahlaki ve manevi bakımdan takviye etmeyi hedefleyen her teşebbüs, mutlaka İslam'ın önemli beslenme kaynaklarından biri olan zühd ve takvaya başvurmak zorundadır. Bu manada İbn Teymiye'nin eserlerinde de kuvvetli temalar ve argümanlar vardır. İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye de aynı çizgiyi sürdürmüştür. İbn Teymiye'nin asıl mücadelesi dinin enfüsi ve deruni boyutu olan zühd ve takva değil, yerel şaman ve pagan inançların devamı olan ritüeller ve hurafeler, batıl inançlar, mezar ve türbe kültü gibi gayri İslami batıl inanç ve bid'atlardır. Daha gerilere gittiğimizde bunun izlerini Ahmed ibn Hanbel'de bulabiliriz. "Kitabu'z-Zühd" bunun kanıtıdır. Ahmet ibn Hanbel lafzi İslam'ın bir bakıma büyük imamı kabul edilir, ama zühd ve takvaya, İslam'ın manevi/deruni boyutuna yabancı değildir. Bu Türkiye'deki tasavvuf hareketlerinin Müslüman Kardeşler'in etkisinde kendilerini Kur'an'a ve Sünnet'e, yani ana akideye uydurmalarının önünü açmıştır. Türkiye sufiliği ve tarikatlar, bağımsız İslami kültürel/entelektüel grupların dolaylı etkisinde nispeten kendilerini Kur'an ve Sünnet çizgisi üzerinde gözden geçirme lüzumunu hissetmişlerdir.

Şaşırtıcı olsa da Müslüman Kardeşler modern İran İslamı üzerinde de belli bir etkiye sahiptirler. İslam devriminin önemli beslenme kaynaklarından biri İhvan'dır. Bunun somut örneği bugün Velayet-i Fakih konumunda olan Ayetullah Ali Hamaney'in Seyyid Kutup'un "İslam-Kapitalizm Çatışması" kitabını Farsçaya çevirmiş olmasıdır. İranlı Müslümanlar da 1960'lardan başlamak üzere hem Seyyid Kutup'un hem de Müslüman Kardeşler'in belli başlı kitaplarını okumuş, bu kitaplardan istifade etmeye çalışmışlardır.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1294294&keyfield=


İhvan ve Türkiye modeli

Son altı yazıyı Müslüman Kardeşler'in Türkiye İslam'ı üzerindeki etkilerine ayırdım. Tabii ki, 1924'te hilafetin ilgasından sonra İslam Dünyası başsız kaldığında her beşeri havza önce ortak bir çıkış yolu aradı, sonra bir miktar Cemalettin Efgani ve Mustafa Kemal'in zımni fikirlerine mecbur kalıp "önce kendi ulusal sınırları" içinde var olmayı, en sonunda imkanlar/konjonktür elverdiğinde İslami temelde birlik sağlamayı bir ideal olarak erteledi.

Bu fikri Efgani'den alıp Anadolu'nun verdiği mücadeleye adım adım katıldıktan sonra aynı mücadeleyi yürütme azmiyle Suriye'ye geçen Libyalı Şeyh Senusi'ye empoze eden Mustafa Kemal, Lozan masasında konuşulanlara uygun olarak yeni Türkiye'nin hem İslami geçmişiyle bütün bağlarını acıtarak kopardı hem de en azından yakın ve görünür jeopolitik tutumlar seviyesinde ülkeyi İslam aleminden uzak tuttu.

Bu ayrı bir konu ama, Mustafa Kemal'in Anadolu'nun fiziki varlığını koruma karşısında kabul ettiği Mustafa Kemal Kemalizmi geçici bir tedbirdi, bu yüzden en ağır reform olan laikliği 1937'ye kadar erteleyebildi. Ölümünden (1938) sonra başlayan Kemalizm, bu geçici tedbiri sadece ebedileştirmek istemekle kalmadı, ruhen içselleştirdi, "öğretilmiş çaresizlik" ideolojisi olarak topluma empoze edildi, bu bugün Ortadoğu'ya empoze edilebilir. Bu açıdan son 30 senedir -Özal ve Erdoğan üzerinden- yürürlüğe konulan Postkemalizm bir türlü rayına oturmuyor, zaman zaman kendilerinden yeni döneme geçmeleri istenen siyasi lider ve reformcular, farkında olmaksızın veya bürokratik merkezi kontrol eden sert çekirdeğin manyetik alanına girip eski devlet ideolojisine 'geri dönebiliyor'lar.

İhvan, Türkiye İslamı'nı ne kadar etkilemişse, Türkiye'nin henüz aralarında kesin, somut ve berrak sınırların çekilmediği "klasik Kemalizm ile Postkemalizm arası politik çizgisi" de Ortadoğu'yu etkileyebilir. Batı İttifakı'nın organik üyesi, küresel ekonomiye açık, orta sınıfları tehdit altında, yoksulları korumasız, kimlik krizi giderek derinleşen, ulus devlet içinde henüz iç reform yapamamış, laikliği hâlâ imtiyazlı zümrelerin hegemonya aracı olup dini idari, iktisadi, sosyal ve uluslararası politikalarda referans almayan bir modelin etkileri ne olur! Gerçi son zamanlarda İhvan -Erdoğan'ın onlara ısrarla laikliği önermesinden sonra- kafalarında beliren istifhamlara göre Türkiye modeli üzerinde daha etraflı düşünmeye başladılar; hatta içlerinde önemli gruplar acaba gözümüzü, muhafazakar demokratlığa evrildikçe daha seküler, daha Türk milliyetçisi ve otoriter devletçiliğe kayan "Politik Müslümanlığa" mı, yoksa toplumsal hayatı fikri, ahlaki ve manevi yönden güçlendiren Nur kökenli "Sosyal Müslümanlığa" mı çevirmeli diye yeni bir düşünce faslı açtılar. "Mısır'ın Erdoğan'ı" sloganıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan Ebu'l Futuh ikinci tura bile girebilecek oyu alamadı.

Şu veya bu, Mısır İhvanı kendine sağlıklı bir yol haritası çizerken Türkiye modelini her aşamada dikkatlice kritik edecektir, etmelidir. İkinci büyük tehlike Mısır'ın "Şii İran" veya "Vehhabi Suudilik" adı altında oluşturulan sun'i kutuplara karşı "Sünni Mısır" tuzağına düşmesidir. Üçüncü tehlike, liberallerin İhvan'ın iktidara gelme susuzluğu çeken konformist zümreleri üzerinde uygulayacakları projelerin farkına varmayıp dönüşmeleridir. Bu ameliye Türkiye'de uygulandı. Mustafa Erdoğan bunu şöyle ifade ediyor: "Tabii ki İslam başka liberalizm başka. Biri diğerinin alternatifi değil, birisi bir din, diğeri siyasi bir doktrin. Özal da muhafazakar, dindar bir adamdı ama liberalizme de sempatisi olan bir adamdı. Geleneksel olarak İslami kesim daha kolektivist fikriyata yakındı, biz bunu daha liberal yönde dönüştürebilir miyiz diye düşündük... İslami kesim üzerinde etkisi oldu." (Hülya Okur röportajı, Haberx, 24. 10. 2011.)

Dünyanın ve Ortadoğu'nun krizi bu yolla aşılamaz. Yeniden İslam'ın entelektüel kaynaklarına, yeni bir bakış açısı ve ruhla dönmek gerekir. Bu konuda "Küresel Bir Karşı Kültür" kitabının yazarı Susan Buck-Morss'a kulak verelim: "Karşı kültürün referanslarının mihenk taşları Agamben, Zizek, Derrida veya Habermas değil, Taha, Gannuşi, Ali Şeraiti ve Seyyid Kutup'tur." (Versus, İstanbul-2007, s. 3.)

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1295971&keyfield=


İslamcılığın seyri

1850'li yıllarda tarih sahnesine çıkan İslamcılık üçüncü neslin tecrübesiyle yürüyüşüne devam ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor.

Modern İslamcılık'ta Osmanlı-Türkiye, Mısır, İran ve Hind yarımkıtası havzaları belirleyici konumda rol oynamışlardır. En derin etkiyi Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu yapmış; bu Mısır, Türkiye ve İran İslamcılarının politik tasavvur ve projelerini dönüştüren "ilk modern olay"dır. Ancak politik tasavvurda meydana getirdiği köklü değişimin ötesinde Pakistan'ın ulusal politik bir coğrafya (ulusal varlık-aygıt) olarak şekillenmesi Hind yarımkıtası İslamcılığını diğer havza İslamcılığından bir ölçüde koparmaya sebep olmuştur. Zaman içinde "azınlık" konuma düşmeleri dolayısıyla Hind Müslümanları kendi içlerine çekilip bir tür bağımsız veya özerk politik iddialarından vazgeçmek durumunda kalırken, Pakistan bütün İslam hareketleri derinden etkileyen kurucu ideolojisi yüzünden asla altından kalkması mümkün olmayan sorunlar girdabına girmiş, derin bir kaosun içine sürüklenmiştir. Halen Pakistan'da kurucu ideolojisi İslam olan ulus devlet formu, can yakıcı sorunlarla çaresiz ve umutsuz olarak boğuşmaya devam etmektedir. Bunun kritiğini ayrıca yapmak gerekir. Bizim şimdilik üzerinde durmamız gereken Türkiye, Mısır ve İran tecrübesi ile bunca zaman yaşananlardan sonra geldiğimiz nokta ve bundan sonrası ise gelecek kestirimi olmalıdır.

İran İslamcılığı, "mezhep ve ulusal çıkar" handikabıyla karşı karşıya bulunuyor; gelecekte İslam devrimini, devrimin ilham kaynağı ve referans çerçevesini oluşturan İslamcılık, bu iki negatif faktörle daha çok yüzleşecek, gerilim yaşayacak gibi görünüyor. Türkiye İslamcılığı entelektüel hayatiyetini ve iddiasını kaybetmemekle beraber aktif politik formu "muhafazakârlık"a dönüşüyor, "liberal felsefe ve dini hayatın bireyselleştirilmesi, cinsiyetçiliğe prim vermesi dolayısıyla kendi içinde sekülerleşme ve Protestanlaşma" eğilimi içine giriyor. Müslüman Kardeşler'in seçimleri kazanması Mısır'ı yeniden tarih sahnesine çıkartıyor. Mısır'da İhvan'ın üzerine oturacağı eksen, bütün Arap âlemini ve İslam dünyasını ciddi manada etkileyecek, dönüştürecektir. Zira hemen hemen her Arap ülkesinde ve Müslüman bölgede İhvan'ın uzantısı partiler, aktif akımlar ve hareketler var. Bu açıdan eğer İslam, modern dünyada ontolojik, epistemolojik ve ahlaki çerçevede sosyo-politik referans olma iddiasını devam ettirme başarısını gösterebilirse, yeni bir bölgesel entegrasyonun birleştirici gücü ve ilham kaynağı da olacaktır. Ama İran Şiiliğe, Mısır Sünniliğe ve Türkiye Laik muhafazakârlığa evrilirse; İran, Türkiye ve Mısır ekseninde şekillenecek olan ulusal politikalar ve ulusal çıkar hesapları bölgeyi yeni bir çatışma sürecine sokacaktır.

Üçüncü nesil İslamcılar pek de erken bir zamanda üç gerilim alanı içinde ciddi bir sınavla karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar:

1) Hiç kuşkusuz küresel hegemonik güçler ve onların açık ya da örtülü desteğine sahip politik-askeri rejimlere karşı mücadele verip lojistik destek arayışına çıkarken, söz konusu desteğin onları düşman oldukları rejimleri devirdikten sonra hangi sosyo-kültürel ve politik-askeri angajmanlara sokacağı konusu. Suriye örneği bunun en somut ve can yakıcı örneği olmaya aday görünmektedir. Suriye'de ister Esed'i destekleyen İran'ın bölgesel ve küresel olarak Rusya ve Çin'le birlikte hareket etmesinin kendisine getireceği maliyet ile muhaliflerin karşıt konumda küresel ve bölgesel ABD, İngiltere, S. Arabistan, Katar ve Türkiye angajmanlarının onlara getireceği maliyet.

2) İslamcılar içeride ittifak arayışına çıkarken liberal, sol ve kısmen milliyetçi aydın ve güçlerle kurdukları politik ittifakın onların paradigmalarını, akaidlerini, toplum ve siyaset tasavvurlarını hangi yönde ve hangi derinlikte dönüştürdüğü konusu. Türkiye bu tecrübenin en somut -ve yer yer en trajik- örneğidir. Mısır'ı da bu sorun beklemektedir.

3) Ve elbette Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri hangi politik ve toplum tasavvuruna göre belirleyecekleri konusu.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1319963&keyfield=


İslamcılık nedir?

Bundan sonra bölgenin ve dünyanın gündeminde daha çok yer alacağı anlaşılan "İslamcılık" konusunda yaygın belirsizlik tanımda ortaya çıkan zorluktan kaynaklanmaktadır.

Üzerinde mutabakata varılan bir tanım olmadığından, esas itibarıyla "İslamcı" sayılan birçok kişi ve grubu, İslamcı ismini almaktan uzak tutar. Kimine göre liberalizm, sosyalizm veya milliyetçilik gibi bir "ideoloji", kimine göre belli bir yoruma ve doktrine indirgenmiş bir "siyaset veya siyasallaştırma" biçimidir. "Dinin siyasette istismarı" şeklinde görenlerin sayısı da az değildir.

Karışıklığı tümüyle gidermek mümkün olmasa da ana çerçeveye işaret edecek bir tanım yapmak mümkündür. Zaten tanım (tarif) sınırlar çizmek (tahdit)tir. Benim tanımım şudur:

İslamcılık, İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle "yeni" bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam'ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam'a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.

"Ed Din" olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve her Müslüman'ın farz-ı ayn hükmünde daveti, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman'ın "din algısı"nda sorun var demektir. Gayet açık ve tartışmasız ilahi hükümler hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine mebni olarak değişebilirler, ama ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten kaldırılabilirler.

Salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, "Allah'ın bizim için seçtiği ve kemale erdirdiği din" (5/Maide, 3) olmayıp muamelatı ve ukubatı ya iptal eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka bir telakki olup buna dinin "diyanet"e indirgenmesi denir. Din'in kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyasete, iktisadi hayata, devletler arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının düzenlenmesinde dinin referans alınmayacağını savunanlar, hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur'an'ın açık ifadesiyle "Kitab'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler"dir: "Yoksa siz, Kitab'ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.'' (2/Bakara, 85). Bu yüzden diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları gibi 'Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi' göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcı'dır. Elbette kendini 'İslamcı' olarak isimlendirmek zorunda değildir, ama dininin hayatla, insanla ve toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti; zaaflarına rağmen Osmanlı Daru'l İslam'dı. Var olan şey istenmez. Osmanlı'nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam'ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda:

1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe'li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir. b) Marksizm-sosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir.

2) İslamcılık 'müteal/aşkın olan'a 'var olanı aşmak' suretiyle uruc etme çabasıdır. Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu' değil, ahlaki/dikey olarak urucdur. İslamcılığın urucu, modern durumda Allah'a rucu'dur, bu açıdan Aydınlanma'nın domine ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür.

3) Belli başlı meşru versiyonları ıslah, ihya ve tecdittir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1321099&keyfield=


İslamcıların üç nesli

İslamcıların üç ana dönemde üç nesil olarak birbirlerini takip ettiklerini düşünüyorum: Birinci nesil İslamcılar 1850-1924; ikinci nesil İslamcılar 1950-2000 yılları arasında rol oynadılar. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar. Söz konusu kronolojinin kendine özgü bir mantığı var, uzun uzadıya anlatmanın yeri burası değil. Yakında yayınlanacak "İslamcıların Üç Nesli" adlı kitapta bunu anlatmaya çalışacağım, inşallah.

Anlaşılır olması bakımından her neslin diğeriyle ilişkisini ve kendi içindeki fikri ve politik konumunu ortaya koyabilmek için bazı kriterlere ihtiyacımız var. Ben söz konusu kriterleri "referans çerçevesi; politik tema-yönelim; önderlik profili" şeklinde belirleyebileceğimizi düşünüyorum. Buna göre:

1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi "Kur'an ve Sünnet'e dönüş"tür. Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar "içtihad kapısının açılması" ve "cihad ruhunun uyandırılması" hedeflerini öne çıkarıyorlardı. Onların bakış açısından içinde bulunduğu zayıf durumdan kurtulması için Osmanlı devleti reform yapacaksa ulemanın Kur'an ve Sünnet'e dönüp "içtihat yapma" zarureti var. İçtihat yapılmadığı zaman Batı'dan gelen reformlar olduğu gibi kabul edilecek, bu da laikliğe zihni ve hukuki müsait zemin hazırlayacaktır ki, aynen böyle olmuştur. "Cihad ruhunun uyandırılması"ndan anladıkları şey sömürgeciliğe karşı fiili savaş ve sosyo-ekonomik kalkınma hamlesinin manevi motivasyonu idi.

Birinci nesil İslamcıların politik tema ve yönelimleri "devletin kurtarılması" idi ki, söz konusu olan devlet kurucu ideolojisi ve meşruiyet çerçevesi İslam olan ve başında Müslümanların halifesi bulunan Osmanlı devleti idi. Devlet zaafa uğramıştı, onu Batı'yı olduğu gibi taklit ederek kurtarmak mümkün olamazdı, kurtuluş İslam'ın asli kaynaklarına dönmekte yatıyordu.

İlk nesil İslamcıların entelektüelleri, kanaat önderleri ve politik sözcüleri "ulema-aydın profili"ne sahipti. Hemen hemen hepsi İslami ilimlere, İslam tefekkürüne ve İslam tarihine vâkıf kimselerdi. Bunun yanında Batılı eğitimden geçmişlerdi. Her iki dünyayı az çok tanıyan bu insanlar hem Emevi-Abbasi uleması gibi kamusal alanda mücadele ediyor hem de Osmanlı resmi ulemasından farklı olarak "sivil karakterleri"ni koruyabiliyorlardı. Bu yüzden Osmanlı devlet yöneticileri ve resmi uleması onlardan hazzetmiyordu.

İlk nesil İslamcılar Çanakkale savaşının mağduru oldular, 1925 Takrir-i Sükun ve tek parti diktasıyla tasfiye edildiler. Söz konusu radikal tasfiyeden sonra İslamcılık 1950'ye kadar derin bir uykuya yattı.

1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi "modern-ulus devlet" oldu. İnsiyaki olarak meşruiyet krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler. Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu ya "İslami renge büründürüldü" ya da yan tarafa "icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar" ilave edildi.

İkinci nesil İslamcılarda ana politik tema ve yönelim "İslam devleti ve İslam toplumu"dur. Bu dönemde Türkiye, İran ve Afganistan'da totaliter-baskıcı rejimler İslam'a karşı tasfiye politikalarını "devlet merkezli" yürüttüler. Bu üç ülkenin dışındaki Arap ve İslam coğrafyası ise sömürgeciliğe karşı fiili mücadele vermekle meşguldür, sömürgecilikten kurtuluşun arkasından gelecek olan "yeni ulus devlet"ten başkası olmayacaktır. Bu zihni ve pratik konjonktürde hem hilafet ilga edilmiş hem baskı ve sömürgecilik altında inleyen Müslümanlar, ilk Hıristiyanların Roma'yı zihinlerinde yüceltip onu "dini Vatikan'da tecessüm ettirmeleri" gibi, modern ulus devleti İslamileştirme sürecine girmişlerdir. Bu nesil İslamcılarının önder profili İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekkürünü bilmeyen, İslam tarihiyle teması zayıf; ancak Batılı eğitimden geçmiş bilim adamı, mühendis, doktor, hukukçu, gazeteci gibi mesleklerden gelme "aydınlar, akademisyenler ve modern iktidarı hedeflemiş siyasetçiler"dir.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1321780&keyfield=


Üçüncü nesil İslamcılar

Türkiye ve İran'da üçüncü nesil İslamcıların dönemi 21. yüzyılın ilk yıllarında başlar.

Kesin tarih 1997'dir. Bu tarihte Türkiye'de 28 Şubat postmodern darbe, İran'da çapraz olarak Muhammed Hatemi cumhurbaşkanı oldu. Mısır'da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı'dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur.

"Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler" sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir. Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir. İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer.

Bu satırların yazarının da içinde aktığı mecrada hem şahit hem aktör olarak bir parçası olduğu ikinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi:

1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden "gelenek düşmanlığı"nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren "ümmetin örfü ve sahih gelenek" ile "gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm" arasında gerekli ayırımı yapmadılar. Bu onları tarihte birer bid'at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da "radikalizm"e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını "gelenek düşmanlığı" üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi.

2) İslamiyet'i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan "sivil İslam-resmi İslam" arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler.

3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.

4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur.

Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle:

a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; "birey, sekülerlik ve ulus devlet" parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır.

b) Bununla bağlantılı olarak Kur'an ve Sünnet'e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle "cihad" neredeyse "terör" addedilip unutturuldu.

c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden tanımlanmadı.

Bunlar "olması gerekenler"di. Yeterince olmadı. "Olan" şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için "iktidar için iktidar" ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1323302&keyfield=


Tutarlılık sorunu

Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır.

Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır. Referansını Batı Aydınlanması'ndan alan liberalizm, sosyalizm-Marxizm ve bütün versiyonlarıyla milliyetçilik ile İslamcılık arasında bariz fark bu noktada belirginleşir.

İslamcılık, "İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle İslam'ın ve Müslümanların yeniden ayağa kalkması, İslamî hükümlerin uygulanması, birlik kurması" ise (bkz. 21 Temmuz tarihli 'İslamcılık nedir?' yazısı), İslam'ın iki kaynağı Kur'an ve Sünnet hafızalardan tümüyle silinmedikçe; Müslümanlar tümüyle Allah'ın iradesine teslim olma davasından vazgeçmedikçe; vazgeçseler bile yeryüzünde tek bir Müslüman kendini İbrahim aleyhisselam gibi "tek başına ümmet" gibi gördükçe; İslamcılık da gündemde kalmaya devam edecektir. Bu manada İslamcılık bir tercih değil, dinî bir vecibe, akaide ilişkin bir zorunluluktur.

İlk iki neslin tecrübesinden ve üçüncü nesil İslamcıların geldiği nokta, bizi İslamcılığın öncelikle kendi paradigması, kurucu bilgisi ve fikriyatıyla yüzleşmesi gerektiğini göstermektedir.

Hangi cemaat, grup veya mezhep içinde yer alırsa alsın veya kendine "İslamcı" desin demesin, her Müslüman, İslam'ın dünya ve ahiret mutluluğunun, kurtuluş yolunun Allah'ın iradesine teslim olmaktan geçtiğini bilir. Şu var ki, biz soyut manada Allah'ın iradesinin ne olduğunu bilemeyiz, söz konusu iradeye teslim olmamızı garantileyen şey O'nun vahy aracılığıyla indirdiği hükümlerdir. Münzel hükümler, ilahi iradenin ete kemiğe bürünmüş formlarıdır. Şu halde samimi ve ihlaslı bir Müslüman bir yandan Kitap'ta yer alan hükümlere karşı çıkıp öte yandan Müslüman olduğunu iddia edemez.

Geçmiş toplumlarda "Allah'a ortak olma" suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah'ın varlığına inanıyorlardı ve O'nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?' diye soracak olursan, şüphesiz: 'Allah' diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?" (29/Ankebut, 61.) Onların itirazı sosyo-politik ve ekonomik hayat alanlarını düzenleyen ilahi hükümlere idi. Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irademiz ve aklımız hükmünü icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı.

Üçüncü nesil İslamcılığın önünde üç önemli gündem maddesi var:

a) Her Müslüman'ı kendi diniyle ciddi manada tutarlı olmaya, yüzleşmeye çağırması;

b) Bölge ve İslam dünyasının yeniden yapılandırılması için mümkün çözümler ve modeller geliştirmesi;

c) Yeryüzü ölçeğinde modernliğin sebep olduğu krizi aşma konusunda söyleyecek sözünün olduğunu somut olarak göstermesi.

Her Müslüman kendi inancıyla tutarlı olmak gibi itikadi-entelektüel ve vicdanî bir sorumluluğa sahiptir. Tutarlılığın ölçüsü Kitap ve Sünnet'teki hükümlere ilişkin zihnî tutumdur:

1) "Hükümlerin tarihsel ve toplumsal olduğu" fikri bugün dünya ölçeğinde akademik çevrelerin sistematik çabasıyla "hermönetik veya tarihselcilik" olarak Müslüman zihne zerk edilen küresel bir projedir. (Geniş eleştirisi için bkz. dunyabulteni.net'teki konuyla ilgili yazılarıma.)

2) "Hükümlerin bir bölümünün geçen ve değişen zamanda uygulama şansını kaybettiği" fikri, Allah'ın zaman-mekân bağımlı bir bilgi ve öngörüye sahip olduğunu ima eder ki, bu Müslümanların Allah inancı değildir.

3) "Hükümler ağırdır, uygulamak zor veya imkânsızdır" fikrinin gerisinde zımnen "istek ve tutkularımıza, güç ve iktidar hırsımıza, servet toplama, bedensel arzuları engelsiz karşılama, helal-haram demeden yaşamamıza, sömürme özgürlüğümüze din engeldir" diyen nefsin direnci yatmaktadır.

Zaman, tarih ve soyut toplumsal kurallar kaderimizi belirleyemez. Bir hüküm Kitap'ta yer almışsa, o hükmü uygulayıp uygulamamak muhataplara kalmıştır. Zaman, çoğunluk veya siyasilerin hükmü tatil etmesi o hükmün maksatlarıyla yürürlükten kalktığı anlamına gelmez. Bir nesil uygulamaz, başka bir nesil gelir uygular.

İslamcılıktan kopmuş muhafazakarlar, "ben dindarım, ama İslamcı değilim" diyenler ayrı bir fasıl. Üçüncü nesil İslamcılığın ilk sorunu şudur. İslam konusunda iç dünyamızda ne kadar tutarlıyız? Biz sahiden Allah'ın iradesine teslim olmak; yani adaleti tesis etmek, birlik olmak, iyiliği hakim kılmak ve yüksek bir ahlakî hayata ulaşmak istiyor muyuz?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1324299&keyfield=


İslamcıların 'din'i, muhafazakârların 'diyanet'i

Burada ele alacağımız "diyanet" devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı değildir. İnsanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir.

Müslümanlar arasında eğer "diyanet" aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüeller şeklinde tezahür ediyorsa, orada "din" zayıflamış demektir. Dini hüküm ve kuralların işlememesi dolayısıyla ortaya çıkan manevi boşluğu insanlar diyanet'le telafi etmek isterler. Tabii ki din ile diyaneti birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. Ama diyanet, temelde aksayan, koruyucu fonksiyon görmeyen maddi-somut hayat pratiklerinin açtığı boşlukta çıkar.

Diyanetin kitlesel gösteriye ve tüketime konu olmasının başka bir sebebi de var: Medya ve kitle çağında yaşıyoruz, küreselleşme ile her şeyi gösteriye dönüştüren, içini boşaltan tüketim kültürü ve liberal piyasa da sahte kutsallıklar yanında dini hayatı diyanete çevirmektedir. Bu apayrı bir fasıldır.

Bu başlıkta "din"den kastettiğim İslamiyet'in muamelat ve ukubata ilişkin hükümler mecmuası; adalet, özgürlük ve yüksek ahlaki hayattır. Mesela hüküm olarak sömürü, emeksiz kazanç; güvencesiz çalışma hayatı; rüşvet, yolsuzluk haramdır. Bunların kazanç elde etme ve yükselme yolunun seçildiği; herkesin "hak" olarak kendi "şahsi, ailevi, zümresel veya ulusal çıkarı"nı merkeze aldığı, sermaye ve statü bölüşümünde hakkaniyetin gözetilmediği bir ülkede, başaranlar vicdanlarını rahatlatmak üzere bol bol iane dağıtır, her sene umreye gider. Dinde aslı astarı olmayan kutsal geceler, kandiller, kutlu doğum haftaları icad edilir; Kur'an'da ve Sünnet'te karşılığı olmayan ritüeller ibadetmiş gibi abartılmış gösteriler eşliğinde televizyon ekranlarına, futbol stadyumlarına taşınır. Kısaca ritüeller dini hükümlerin yerini alır. Müslüman kitlelerin diyanete yönelmesi hem "din" yerine "diyanet"i ikame eder, hem günah duygusunu telafi eder, bu sayede liberal piyasanın çarkları işler. Böyle bir düzende vicdanlar, hükümetler ve küresel kapitalizm durumdan memnundur; çünkü diyanet, dinin üstünü örtmüştür.

Bu arada bir noktanın altını çizmeliyiz: Dinini ciddiye alıp dünyaya İslam bakış açısından bakanların (İslamcıların) AK Parti kurucularına ve teorisyenlerine şükran borcu var. Kuruluşta yetkililer "Biz gömlek değiştirdik, İslamcı değiliz, dini referans alarak siyaset yapmayacağız; paranın, ekonominin dinle ilgisi yok; AB ve IMF yol haritasını takip edeceğiz" deyip bunu içeride askerî-sivil bürokratlara, büyük sermayeye ve dışarıda küresel güçlere taahhüt ettiler. Teorisyenleri, yeni seçtikleri "muhafazakâr demokrasi"nin referans çerçevesini Anglo Sakson ve Amerikalı teorisyenlerine dayandırdıklarını; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuad Başgil gibi milliyetçi-muhafazakâr yazarlara yaslandıklarını beyan ettiler (Bkz. Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, 2003-Ankara, s. 25 vd.) Bu deklarasyon, dört büyük imamdan Gazali'ye, Muhammed İkbal'den Mehmet Akif'e, Mevdudi'den Seyyid Kutup'a uzanan tarihi ve çağdaş İslami/İslamcı referans çerçevesinin değiştirilmesi demekti.

Bunu beyan etmeleri iyi de oldu. Ama "muhafazakâr AK Parti"yi eleştirenler, partinin her nedense reddettiği İslamcılıklarını, referans almadığı dini temel alıp eleştiriyorlar. Mümtaz'er Türköne'ye ilk sorum: Bu hem AK Parti'ye hem İslamcılığa büyük haksızlık, İslam'a karşı işlenmiş 'büyük günah'tır. Eğer AK Parti, Kürt sorununu çözemiyorsa; Alevilerin cemevini kabul etmiyorsa; gayrimüslimlerin hâlâ vakıf mallarına el koyup okullarını açmıyorsa; vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratıyorsa; Ortadoğu ve Suriye konularında Türkiye'yi trajik noktaya getirdiyse; takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı zayıflatıyor, yoksul kesimleri dağıttığı ianelerle doyuruyorsa; toplumu ve aileyi çözüyorsa; kibre kapıldıysa; bir telefonla televizyon programlarını iptal ediyorsa bu "dini referans aldığı" veya "İslamcı olduğu" için değil, tam aksine öyle olmadığı, "muhafazakâr ve milliyetçi-devletçi" olduğu içindir. Dini sembollere vurgu yaparak diyanete sığınma çabası, sağcı-muhafazakâr-milliyetçiliğe özgü siyaset yapma yöntemidir. Bunun dinle, İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1325174&keyfield=
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Eleştiri adil değil

İslamcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ortadoğu'da süren derin toplumsal ve siyasî patlamalar tıpkı geçen yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi İslamî çıkış yolu konusunu bizzarure gündeme getiriyor.

Tarihin en yoğun hac ziyaretleri Hilafet'in ilga edildiği 1924 ve sonraki birkaç yılda olmuştur; zira dünyanın her tarafından Müslümanlar Hacc'da buluşup "Hilafetin olmadığı bir İslam dünyası nasıl olacak?" sorusunun cevabını aradılar.

Kimsenin kuşkusu olmasın, hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak; ne eski siyasî rejimler ve yöneticileri, ne haritalar. Ya geçen yüzyılı tekrar edip birbirimizi ifna edeceğiz ya da yeni bir çıkış yolu bulacağız.

Mümtaz'er Türköne, meselenin bu yönüyle ilgili değil, hatta bir miktar üstünü örtmeye, mümkünse bu toprakların yegane orijinal akımını tarihin müzesine göndermeye çalışıyor.

Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben "son Mohikan reisi" misali tek başına kalmış değilim. Bugün de yegane en güçlü entelektüel akım İslamcılıktır. İslamcı entelektüellerden farklı şeyler söyleyen de yok. Hayrettin Karaman Hoca kendine "İslamcı" denilmesinden onur duyan saygıdeğer bir alimimiz ve fakihimiz. Abdurrahman Arslan'ın kitaplarını okumamış bir Türkiyeli, dünyayı ve moderniteyi anlamış değil. Mustafa İslamoğlu ve Akif Emre hiç eğilmeden bükülmeden İslamcı bir perspektiften bize ufuklar çiziyorlar. Yusuf Kaplan sınırsız bir enerji ve gayret harcıyor. Müfit Yüksel ve Ömer Lekesiz daha doğru dürüst sahneye giriş yapmadılar bile. Ve yer darlığından isimlerini sayamadığım onlarca seçkin entelektüel. Bunlar müzelik isimler değil, devlet aydını olmadılar, stratejik hokkabazlıklarla da uğraşmıyorlar. Yol gösteren yıldızlar.

Eski İslamcıların kolayca "muhafazakâr-demokrasi"ye evrilmeleri onların tercihi ve sorunu. Onlara şükran borcumuz "Bizim çabamız iktidar olmaktır, bunun İslamcılıkla olmayacağına karar verdik, İslamiyet'i referans almıyoruz" demeleridir. Soru işaretini unuttuğum cümlede Mümtaz'er Türköne'ye sorum şuydu: İslamcılığı reddeden muhafazakâr AK Parti iktidarından niçin İslamcılığı sorumlu tutuyorsunuz? Bütün iyiler liberalliğe ve muhafazakârlığa, bütün kötülükler İslamcılığa. Bu adil değil. Hayatımız tercihimizdir, hepimiz seçimlerimizin ürünüyüz. Onlar "bir zamanlar İslamcı"ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular. Onların yapıp ettiklerini İslam'a ve İslamcılığa niçin fatura edelim ki? Onların galaksi değiştirmesi İslamcılığın bittiğinin mi göstergesi oluyor? Böyle bir çıkarsama olabilir mi?

Türköne'nin eleştirileri, İslam'ın ve toplumun asıl can yakıcı sorunlarıyla yüzleşmekten kaçanları rahatlatıyor. Bu sayede "Demek ki İslamî önermelerin uygulanabilirlilik şansı yokmuş, bir zamanlar iyiydi, zamanı geçti. Ne iyi! Bıraktık, iktidar olduk" diyebiliyorlar. Adına "meşruiyet krizini çözme" dediğimiz bu işlemi Y. Nuri Öztürk 28 Şubat'tan bu yana başörtüsü ve rahat hayat adına yapıyor.

Üç neslin kronolojisi içinde birbirinden farklı İslamcılıklar söz konusu. 1998'de Aksiyon Dergisi benimle yaptığı konuşmada "İslamî hareket devlete talip değil" demiştim (Sayı: 205). Konu "İslamcılık bitti" diye yansıtıldı. Hayrettin Karaman Hoca, "Bir İslamcılık biter diğeri başlar" diye bunu tashih ve tasrih etmişti. Elhak doğruydu. Benim kastım İslamcılığın bittiğini ilan etmek değil, kendi formülasyonuma göre "İkinci nesil İslamcılığın belirgin vasfı olan İslamî hareketin miadını doldurduğunu ve artık "ilk neslin devleti kurtarma" veya "ikinci neslin devlet kurma" çabasının "Üçüncü nesil İslamcılarda yerini küresel ve toplumsal konjonktürde devlet kavramının kendisini İslamî referanslardan hareketle devleti ve iktidarı dönüştürme çabası"na bırakması gerektiği konusuydu. AK Parti olarak ortaya çıkan "yenilikçi kanadı" bu yüzden destekledim, ama onlar modern krizi doğru analiz edemediler; ulus devletin, klasik politik kültürün, eski üretim biçiminin zamanını doldurduğunu fark edip yeni bir politik kültür, yeni bir örgütlenme modeli üzerinde yeni bir iktidar tanımı yapamadılar; verili devleti "iktidar için iktidar" arzusuyla temellük ettiler, iç ve dış hegemonik güçlerle "uzlaşma doktrini" geliştirip aynen Türköne'nin dediği gibi sıkışmış-kabz haline girmiş devlet iktidarına dini meşruiyet sağladılar, milyonlarca insanı bu söylemle mobilize ettiler ve sonraları kendilerini devletin sahipleri, derken devletin kendisi zannettiler ki geldiğimiz nokta ortada.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1326802&keyfield=


İslamcılık bir teoloji mi?

İslam "teoloji (ilahiyat)" değildir; çünkü beşeri idrakin üstünde olan Zat'la uğraşmaz; Zat'ın bilgisi ve tabiatı üzerinde tartışma Hıristiyanlığa aittir. "Tanrı'nın tabiatı" araştırmaya konu olmadığına göre, bu manadaki "tanrı bilgisi (teoloji)" de olmaz.

İslam bakış açısından epistemoloji ve bilme eyleminin anahtar terimleri olan "El ilm" Allah'tandır; Allah "Hayy" olduğu için biz hayat sahibiyiz ve bizim dışımızdaki varlıkların (melekler, cinler, hayvanlar, bitkiler) hayatı vardır. Allah "El âlim" olduğu için biz "biliriz", bilmek isteriz. Ama O'nun bilgisi mutlaktır, varlık âleminin bütününü -Meşşailerin iddia ettiklerinin aksine herhangi bir cüz'ü veya ufak bir alanı dışarıda bırakmamak üzere- ihata etmektedir. Bize sınırlı alanda tanınan imkânlar dâhilinde bilebildiğimiz O'nun vahy ile gönderdikleri ışığında "âlem"in "ilmi"dir. İkinci anahtar terim olan "ma'rifet"in konusu ise isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Her bir bilmeyi yerli yerinde kullandığımızda Ma'rifetullahı hâsıl eder. Bu türden bilmenin veya daha doğru deyişle anlama ve tanımanın öncesinde iki bilme çabasının daha başarıyla yürütülmesi gerekir ki, bunlar da nefsin bilgisi olan Ma'rifetünnefs ve varlık âleminin, yani maddi tabiatın, gözlem-deney ve çok yönlü bilimsel araştırmanın konusu olan Ma'rifetulhalk vardır.

Mümtaz'er Türköne soruyor: "Müslüman" sıfatı neden İslamcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın soruları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya 'hakikat' için diğer dinlerle değil dünyevi ideolojilerle savaşan bir 'izm' çıkıyor. İslamcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya çalışıyorlar."

Bu soruyu kurgulayan zihnin "dini dışarıya çıkaran seküler" veya kiliseyle özdeşleşmiş dine nazaran "din-dışı laik" alana hakikat değeri tanıdığı anlaşılmaktadır. Bu, Kur'an'ın tashih etmeye çalıştığı temel bir yanlıştır. İslam'ın sahih inancına göre:

1) Allah'ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur. Zira varlık âleminin bütününü O yaratmıştır, varlık "Nefesürrahman"dır. Hangi alan veya şey Allah'ın yaratması dışında kendi kendine var olabilmiştir ki, "din-dışı alan" olsun?

2) El Hayy O ise, hayatın kaynağı da O'dur; "O göklerin ve yerin nurudur." Varlık âleminde bir zerreciğin katrilyonda biri kadar enerji, hayat belirtisi varsa, hayatını Hayy isminden alır. Hayata hayat veren O olduğuna göre, nasıl biz insanlar, O'nun iradesi, emri ve hükmü dışında kendimizin arzularına, öngörmelerine ve keyfine göre özerk/otonom hayat alanları var edebiliriz?

Bu iki önerme "seküler olan"ın İslam içinde mümkün olmadığına işaret eder. Ama buna rağmen insanlar kendilerine ait, yani ilahi irade ve dini düzenlemenin dışında alanlar var ediyorlar ve dünyayı bu alanlar üzerinde kurguluyorlarsa, bunu Allah'a rağmen yapıyorlardır ki, bütün peygamber mesajlarının ana teması budur.

"Hakikat" için İslamiyet tabii ki dinlerin teolojisini sorgular. Örneğin sıkça üçleme (teslis) inancının varsayımlarını çürütür, fakat mukabil bir teoloji kurmuyor. İslamiyet'in tarihte diğer dinlerin teolojilerine karşı geliştirdiği akli burhan ve hüccetler "teoloji/ilahiyat" değil, "Kelam"dır. Kelam ise, Nefha-i ruh'un türevi olan aklın vahy ışığında varlığı, hayatı, insanı, mebde' ve meadı, ahlaki tutum ve fiillerimizi kavrama, anlama, düzenleme ve açıklama çabasıdır. Kelam ile teoloji arasında uçurumlar vardır. Ve bazı geç kalmış mutezili modernistlerin iddia ettiklerinin aksine İslam kelamı kendini tüketmiş değildir. Özellikle Eş'ari kelamı -ki Maturidi kelamı da ondan büsbütün kopuk değildir- pozitivizmin ve determinizmin çöktüğü bir dünyada fizik, biyoloji ve epistemolojinin gelip dayandığı ürkütücü belirsizliğe karşı bize bir bilgi ve zihin hazinesi sunmaktadır. "İslamcı" terimini de ilk kullanan İmam Eş'ari'dir (öl. M. 935) ki kitabının ismi "Makalatu'l İslamiyyin"dir.

İslamiyet'in işi "teoloji" değildir; hayat alanları dinden kopuk "dindarlık veya diyanet" de değildir. Bu dünya ile mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır. Türköne, bize diğer dinlerin teolojisiyle uğraşın, "dini hükümleri" bırakıp "dindarlık veya diyanet"le yetinin demeye getiriyor.

Üçüncü nesil İslamcılar, "teoloji"den-ilahiyatlardan uzak durup İslam Kelamı'nı bu dünyayı yeniden anlamak ve açıklamak üzere ihya etmelidirler.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1328758&keyfield=


İslamcılık ve ideoloji

Tabii ki İslamcılar vahy almıyor, zamanı okumaya ve vahyle belirlenmiş temel ilkeleri/nassları yorumlamaya, tarihsel ve toplumsal durumlara cevap vermeye çalışıyorlar.

İslamcıların vahyle ilişkileri, "metluv veya gayri metluv vahy"in ışığında, bize bağışlanmış düşünme melekesini, akletme yetisini kullanarak içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın sorunlarına çözümler arama çabasından ibarettir. Akıllarını vahyin ışığında kullananlar vahyin ve aklın nimetlerinden istifade edebilen kimselerdir.

Bu açıdan bakıldığında İslamcılık -yapılacak tanıma ve özellikle siyasetle ilişkilendirildiği forma göre- bir ideolojidir. Yasin Aktay'ın günün ayak oyunları ve atraksiyonları dışında siyaseti "bir fikrin tarafı olmak" şeklindeki tanımı doğrudur. Bu manada İslam'ın ilk siyasi fırkası Hz. Ali taraftarlığı olarak ortaya çıkmış bulunan Şia'dır. İslam tarihinde teşekkül etmiş bulunan mezheplerin aynı zamanda birer siyasi tercih ve bir siyasi fikir ve gruba taraf olmak olarak ortaya çıkmaları, siyasetin tarih açısından meşruiyetine önemli vurgudur. İdeolojiyi de, siyasi bir tercih ve tarafın akli huccet ve burhanlar desteğinde ifade edilmesi olarak görebiliriz.

"İdeolojiler"in ölen kötü ruhlar olduğu zannediliyor. Oysa (kendisi dışında kalan) ideolojilerin tümünün ölümünü ilan eden liberalizmdir. Liberalizm yayınladığı ölüm ilanıyla bizatihi kendisi ruhu dogmatizm olan bir ideolojiye dönüşmüş bulunmaktadır.

Ben "ideoloji"ye şöyle bir tanım getirilebileceğini düşünüyorum: "İdeoloji" Grekçe iştikakına uygun olarak "fikrin bilgisi"dir sadece. İslam açısından bir ideolojiden söz etmek icap ederse bu, tersinden "bilgi ve haberin fikri" olur ancak. Vahy aracılığıyla bize bildirilen bilgi ve haberlerin beşeri içtihadı, tefsiri, yorumu ve tevili demek olan entelektüel, sosyal, politik formları bizim ideolojimizdir. Fıkıh usulü kavramlarıyla isimlendirmek icap ederse bir İslamcı'nın ideolojisinin hüküm değeri "beşeri içtihat"tan ibarettir. Ama bu, Kantçı zihnin vahyi kendi bireysel süzgecinden geçirerek işine geleni alıp işine gelmediği şeyi dışarıda bıraktığı "eleştirel aklın işlemi" değildir. Bu manadaki bireyselliğin ve birey olmanın değeri yoktur. İslami epistemoloji içinde olup biten etkinlik vahyin ışığında aklın dünyayı kavraması, anlaması ve yorumlamasıdır.

Bu içtihat çabasında "görecelik" yoktur, İslamcıların da bilgileri ve fikirleri doğaları gereği mutlak değil zannidir, Mağrip'ten Endonezya'ya, Yemen'den Kırım'a Müslümanları içinde tutan bir ana çerçeve, sabit hudutlar (Hududullah), hükümler var. İçtihat ve yorumlar ana çerçeveyi, nassları buharlaştırmaz. Bu işlemde hakikat parçalanmaz, postmodern "ne olsa gider" veya liberal "kişisel tercihe veya bireysel akla göre"ye de yer yoktur. Beşeri içtihatları "belirleyen " Kur'an ve Sünnet (nass), "etkileyen " tarihsel ve toplumsal durumlar, akan zaman ve buna paralel hükümlerin illetlerine göre değişen karakteridir. İslamcılar "Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş" sabitesinin altını çizerlerken, Nesefi'nin "Hakaiku'l eşya-ı sabitetün: Eşyanın hakikati sabittir" ilkesini hatırlatıp nassların muhkemliğine işaret ediyorlar.

İslamcılık kendi içinde çoğulcudur. Totalitarizm, monarşi, dogmatizm ve mutlakiyetçilik türü zihni ve politik sapmalar Batı'ya aittirler; bu doktrinler ve sistemler Hakikat'e meydan okuma biçimleridir; bunlar İslam mirasına yabancıdır.

Mümtaz'er Türköne'nin içi rahat olsun, İslamcılarla ilgili yargılarını tashih etsin. Tarihselcilik, hermönetik veya modernizm gibi paradigma ve yöntemlerin dışında kendi asli ve sahih usulü içinde birbirinden hayli farklı İslamcılıkların olması tabiidir, zenginliktir. İslamcılık "dikey (tarihsel)" ve "yatay (çağdaş)" olarak da çoğulcudur ve farklılığa açıktır. Ebu Hanife'nin politik iktidar karşısındaki tutumu ile öğrencisi Ebu Yusuf'unki aynı değildir. Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis de öyledir. Bana göre Selefilerle Sufiler arasındaki farkın da hükmü budur. Modern zamanlara geldiğimizde Cemalleddin Efgani ile Muhammed Abduh'un, Seyyid Kutup ile Malik Binnebi'nin, Nedvilerinki ile Mevdudi'nin aynı zeminde farkları ne kadar meşru ise Türkiye ölçeğinde Milli Görüş, Nakşibendi, Nurcu veya Süleymancı İslam anlayışları da öylece meşrudurlar. Her biri birer ırmak gibi İslam'ın büyük nehrine akar. Biri biter, diğeri başlar ama İslam'ın iddiası, daveti, davası ve duası olan İslamcılık tarih içinde akmaya devam eder.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1330378&keyfield=


Modern yanılgı

İlk ve ikinci nesil İslamcılar modern dünyadan etkilendi, ancak modernitenin siyasetlerinden İslamcılar etki aldığı kadar etkilediler de: "Onlar size bir yara verdiyse siz de onlara yara verdiniz."

Özellikle ikinci nesil İslamcıların Batı'dan aldıkları önemli etki bir 19. yüzyıl Batı yanılgısı olan ekonomi politiğe, doğal sınırları ötesinde ve hak ettiğinden fazla önem arz etmeleridir. Zannedildiğinin aksine "ekonomi politik" sadece Marksizm'in değil, diğer sistemlerin de merkezî konusudur. Binlerce sene içinde teşekkül eden beşeriyetin örfü ve irfanını derinden yozlaştıran ekonomi politiğin haksız hegemonyası modern zamanlarda, bugün de liberalizmin baskın kültürel ortamında etkisini sürdürmektedir. İdeolojik mutlaklaştırmanın bir sebebi ekonomi politiğin merkezî öneme sahip kılınmasıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, modern ekonomiyi, üretim yapısını, bölüşüm düzenini, tabiatla ilişkisini, insan arzuları ile insan ihtiyaçları arasındaki mahiyet farkları ile bunlara bağlı büyüme ve kalkınma gibi konular üzerinden yeniden düşünmelidirler. Siyaseti de yeni baştan kelam ve fıkıh zemininde tanımlamadıkça hem ikinci nesil İslamcıların hatasını, hem kriz içindeki moderniteyi tekrar etmek durumunda kalacaklardır.

Kendi ideolojik ve politik okuma biçimlerini hakikatin merkezine koyan "bazı İslamcılar ve gruplar" eleştirilir. Ancak bütün İslamcı akımları bir torbaya doldurup eleştirenlere şu sualleri sorma hakkımız var:

1) Sizce bu zihnî sapma, mutlaklaştırmayı reddeden İslam'ın kaynaklarından mı, yoksa modern olandan mı beslenmektedir?

2) İslamcıları eleştirenlerin referans aldıkları modern dünyanın kendisi mutlakçı değil mi? Batı aydınlanması, Hıristiyanlığı sekülerleştirmekten başka neyi orijinal olarak üretti ki? Şeytan'ın Allah'ı taklit etmesi gibi modernite, Katolik Kilisesi'nin mutlak hidayetini aklın ve bilimin kurtarıcılığına havale etti. Ortaçağ'da Kilise'ye bağlanan kurtuluyordu; modern zamanlarda kurtuluş liberal kapitalizme veya Marksist sosyalizme (Komünist Partisi'ne) bağlanmaya dönüştü. Burjuvazinin aklî ve bilimsel başarıları ile proletarya sınıfının kurtarıcı misyonu, yeryüzüne bir kere daha geleceği umulan Mesih'le yer değiştirdi.

3) Mümtaz'er Türköne, bize ait olmayan bir misyonu İslamcılara mal etmektedir ki, o da "ahirete ait cennetin yeryüzüne taşınması"dır. Beşeriyetin tarihi yönelimini bu hedefe kilitleyen modernliktir. "İlerleme inancı"na göre tarihin finalde veya proletaryanın kuracağı komün toplumda "yeryüzü cenneti" kurulacaktır. Müslümanlar bilir ki, biz "dünya gurbeti"ndeyiz, çölde seyahat eden bir bedevi gibi vahada dinleniyoruz. Asıl ait olduğumuz yer burası değil, "ahiret yurdu"dur. Cenneti özleriz, o yüzden durmadan gelişmek, kemale ulaşmak isteriz, insan-ı kâmil olmak isteriz. Ama hep canımız sıkılır, çünkü mükemmel bir varlıkta ama kusurlu bir dünyada yaşıyoruz. Kusur ve eksiklikler yeryüzünde değil, ahiretteki cennette tamamlanacaktır. Bu dünyaya gelişimizin anlamı ve amacı budur.

4) Acaba liberal, solcu-sosyalist veya milliyetçiler ideolojilerini mutlaklaştırmıyor mu ki, İslamcıları bu konuda eleştiri hakları olsun? Modernizmin tekil gerçeklik dünyasıyla beraber postmodernizm Hakikat'i parçalarken, İslamcılardan başka kim "Hakikat'in tekliğine karşılık gerçekliğin çokluğuna ve ifadenin çoğulculuğu"na zihni ve politik kapı arayabilir? Postmodernizmin sizi içine ittiği derin ve ürkütücü kaostan başka bize sunduğunuz ne var?

5) İslamcıları "cemaatçi yapı, ataerkil kültür, hiyerarşik düzen ve değişime zorunlu olarak maruz kalmış kitleler" olarak tasvir eden Mahçupyan ve diğerleri, bu son derece şaibeli ve şüpheli argümanları postmodernizmden devşirirlerken, nasıl oluyor da kendi sol-sosyalist veya milliyetçi geçmişlerini unutabiliyorlar?

6) Modernitenin etkisinde kendini mutlaklaştırma yanılgısına düşenler sadece görünür aktif veya siyaseti önceleyen İslamcılar değil, mezhepler, tarikatlar ve bilumum cemaatlerdir ki, bu genel bir yanılgı, modernliğin İslam içinde üretilmesi hatasıdır.

İçimizi karartmaya gerek yok, zira İslamcı olsun olmasın, Kur'an ve Sünnet'i referans alan her fert, grup, akım veya cemaat İslam'a yeniden dönüp kendini kritik edebilirse, görüşünü ve yorumunu tashih edebilir. Pekiyi, sol-sosyalist, liberal, muhafazakâr veya milliyetçiler neye dönüp de kendilerini tashih edeceklerdir? Onlar için bir şifa kapısı kalmış mı?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1331681&keyfield=



İslamcıların söylemleri

Buradaki "söylem" kelimesini "görüş, tez" manasında kullanıyorum. Tarihte bu kullanımın somut örneğine Sünni kelam ekolünün büyük kurucularından Hasan el Eş'ari'de rastlamaktayız ki, bir eserine "Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin" adını vermiştir. "Makalat" kelimesini kullanan başkaları da var elbette.

Söz gelimi istinsahını 996/1588'de tamamlayan Yunus bin Veli'nin esere verdiği isim de "Adab-ı Makalat"tır. (Bkz. Dr. Ahmet Kayasandık, Adab-ı Makalat (Konuşma Adabı), İstanbul-2012.) Kummi'nin de "Kitabu'l-Makalat"ı vardır. Anlamı söz, söyleyiş, söyleme, laf, lakırdı, kelam demektir. Kavramsal olarak tez ve görüşü ifade eder.

Eş'ari'nin kullandığı ikinci terim olan "İslamiyyun"un bugünkü Arapçada tam karşılığı "İslamcılar"dır. Kitap "İlk Dönem İslam Mezhepleri" adı altında Türkçede yayımlandı (Çev. M. Dalkılıç-Ö. Aydın, Kabalcı, İstanbul-2005). Yakın tarihte kelime ağırlıklı olarak siyaset yoluyla İslam'ın temsili veya "resmi İslam"ı, yani Müslümanlığı politik toplumun/devletin kurum ve kuruluşları aracılığıyla yaşatma, toplumsal ve ekonomik bir düzen formuna sokma çabasını ifade ettiğinden Eş'ari'nin fikir ve kelam zemininde yapmak istediklerinden bir miktar farklılık göstermektedir. Bizim kavramsallaştırmamıza göre İslamcılığı salt "siyasi olan"a veya "resmi İslamcılık"a hasretmek yanlıştır; bir de "sivil İslam" versiyonu bulunmaktadır. (Bkz. A. Bulaç, Nuh'un Gemisine Binmek, İstanbul-2012.) Her iki İslamcı versiyonun da alt versiyonları, tezleri ve bu tezleri savunan çok sayıda İslamcı gruplar, akım ve hareketler söz konusudur.

Filhakika içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal durumun yeterince farkında olan Müslüman fikir ve ilim adamlarının yapmak istedikleri ile geçmişte büyük ekol kurucusu âlimlerin yaptıkları arasında mahiyetçe fark yoktur. Dün İmam Eş'ari, İmam Gazali, İbn Teymiye, İmam Rabbani vd. her ne yapmak istemişlerse, modern zamanların İslamcıları da aynı şeyi yapmaya çalışmaktadırlar.

Eş'ari'nin 40 yaşından sonra Mutezile'den ayrılması Ehl-i Sünnet kelamının bağımsız bir ekol şeklinde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bugün fizik biliminde meydana gelen değişimlerin determinizmi yıktığı, pozitivizme son verdiği bir dünyada nedensellik (illiyet)le ilgili görüşleriyle öne çıkan Eş'ari, başta Mutezile olmak üzere, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Gulat-ı Şia, Hariciler, Mürcie, felsefeci, Aristocu-Meşşai, Brahman, tabiatçı, mülhid, zındık, deist, agnostik, putperest, ateist, tehasuhçu, bid'atçı vb. fırka ve akımlara karşı İslam akidesini ve âlem tasavvurunu tam bir vukufiyetle savunmuştur. Eş'ari'nin "Makalat"ta kullandığı yöntem, onun izinden giden İmam Gazali tarafından "Makasidu'l-Felasife"de kullanılmıştır ki, yöntemin esası muarız ve muhalif doktrin ve görüşlerin mümkün mertebe değer hükmü belirtilmeden tasvir edilmesine dayanır. Gazali, bu yöntemi öylesine başarılı kullanmıştır ki, kitabı 17. yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde Meşşai felsefenin ders kitabı olarak okutulmuştur. Oysa Gazali, "Tehafutu'l-Felasife" kitabıyla belki bir daha ayağa kalkmamak üzere Aristoculuğu yere sermiştir.

Eş'ari ve Gazali'nin usulüne göre, muarızları önce tanımak ve anlamak, sonra eleştirmek gerekir. Bunu yaparken de ehl-i kıble'yi tekfir etmemeli, kendi tezini ve görüşünü hakikatin merkezine koyup mutlaklaştırmamalı; farklı İslami yorum, tefsir ve okuma biçimlerini asla ve usule uygun oldukları sürece meşru görmeli; dinin hakikatlerini süfli siyaset ve dünyevi çıkarlar uğruna suiistimal ve istismar etmemelidir. İslamcı olmak demek "Müslüman" olduğunu iddia eden kimselerin başkalarından farklı görüşlere, tez ve söylemlere sahip oldukları anlamına gelir; yoksa dini marjinalleştirmek, hakikati temellük etmek veya farklı düşünen insanları din dairesinin dışına atıp tekfir etmek değildir. Mesela Gazali, Meşşaileri 20 meselede eleştirirken 17'sinde hatalı düşündüklerini, 3'ünde ise savundukları görüşün onları İslam'ın dışına çıkarma özelliğine sahip olduğunu belirtir. Onun eleştirdiği "felsefe" değil "filozoflar/felasife"dir.

İslamcılar kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımlamıyorlar, askerî saldırılara karşı nefsi müdafaada bulunurlarken kendi sahih geleneklerine yaslanarak fikrî, sosyal ve ahlakî alanlarda da tezlerini savunup meydan okuyorlar. Eş'ari ve Gazali bugün yaşasaydı, aydınlanma felsefesi ve ondan neş'et eden akımlar, sekülarizm, pozitivizm, materyalizm, feminizm, milliyetçilik, sosyalizm-Marxizm, kapitalizm, liberalizm vb.leriyle uğraşacaklardı.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1332316



Karşıtlık

Eş'ari'nin "Makalat"ta, Gazali'nin "Makasıd"da yapmaya çalıştığı şey, İslam inancına yönelen saldırılara karşı akideyi savunmaktır. Her ikisi ve onları takip edenler bir yandan dış dünyadan -Hind, İran, Babil, Mısır, Yunan- gelen felsefi ve teolojik etkilere karşı koyarlarken, diğer yandan ya bu İslam dışı inanç ve fikirleri İslami form altında savunanlara karşı Kur'an ve Sünnet'in çizdiği genel dairenin içine sokmaya veya din ve mezhep kisvesine bürünüp İslam şeriatını ve Müslümanların birliğini bozmaya kalkışanlara karşı koymaya çalışıyorlardı.

İmam Eş'ari'nin, eleştirdiği fırka ve gruplara "İslamiyyun (İslamcılar)" demesi manidardır. İslamcıların görüşlerine, savundukları tezlere-söylemlere -her birini kendi içinde tasvire, objektif anlatıma ve tanıtıma tabi tutarak- "makalat" adını vermiştir. Onu takip eden Gazali de, aynı usulü kullanıp eleştirdiği Yunan metafiziği etkisindeki zatları "felasife (filozoflar)" isimlendirip gayesinin "felsefe"nin kendisi olmadığını ihsas etmiştir ki, onun da kitabına seçtiği isim "Makasidu' felasife"dir. Kısaca Eş'ari'nin "makalat"ı ile Gazali'nin "makasıd"ı aynı muhteva ve kavramsal çerçeveye sahiptirler.

Eş'ari ve Gazali, Müslümanların askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak hakim oldukları bir dönemde bu önemli gayreti gösteriyorlardı. Biz ise son 300 yıldır sürekli yeniliyoruz. Şu var ki, bizim yenilgimiz askeridir; fikri-entelektüel veya kelami-felsefi değildir. Eğer bazı İslamcılar da Batıcılar -liberaller, solcular ve milliyetçiler gibi- fikri olarak yenilgi psikolojisi içine girmişlerse, bu onların diğerleri gibi İbn Haldun'un dediği "mağluplar galibi taklid eder" hastalığına yakalanmışlar demektir. Bu baptaki Müslüman fikir adamları, bilginler ve kanaat önderleri kendi dinlerinin özüne, köklerine ve zengin tarihi miraslarına dönebilirlerse, kısa zamanda şifa bulabilirler, ama eğer İslamiyet'i -kendi zihin dünyalarında-, liberalizme, sosyalizme, milliyetçiliğe, feminizme açık hale getirirlerse bunun çaresi yoktur.

Bu da bize, İslamcılara haksızca yöneltilen "tepkisellik" eleştirisinin tashihe muhtaç olduğunu göstermektedir. Müslümanlar tabii ki askeri, politik ve ekonomik sömürgeciliğe, işgallere karşı tepki gösterecekler, cihad edip daru'l-İslam'ı müdafaa edeceklerdir; ama bu onların fikren yenildikleri, meydan okumalarını "Batı'ya tepkisellik" üzerinden kurguladıkları anlamına gelmez. Batı, nasıl kendini oryantalizm yaparak "Doğu karşıtlığı" üzerinden tanımladığından kendine zarar veriyorsa, Müslümanlar da oksidentalizm yapmak suretiyle kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımladıklarında kendilerine zarar vereceklerdir.

Mümtaz'er Türköne, bize "kendinizi karşıtında tanımladığınız Batı değişti", derken iki hata yapıyor:

1) "Batı Batı'dır", değişmedi. Batı ya "Aydınlanma'nın karanlığı"ndan çıkıp sahih vahyin nuru içine girer ve tarihsel-felsefi mirasını yeni bir kritiğe tabi tutar ya da yıkıcı, nihilist, sömürgeci ve çatışmacı tutumunda devam eder. Batı değişseydi, en hafifinden İslam topraklarını işgal edip Müslümanlara bunca acıyı yaşatmazdı. Batı, sadece askeri olarak saldırıp kaynakları yağmalamakla yetinmiyor; bizden dinimizi "özel alana hapsetmemizi, marjinalleştirmemizi ve izafileştirmemizi" istiyor. Böyle bir dinden geriye zulme, haksızlıklara, sömürüye itiraz etmeyen, küresel hegemonyaya uyum gösteren şeriatsız -cihadsız soyut bir inanç kalır ancak.

2) İslamcıları soyut "Batı-karşıtlığı"yla suçlamanın arka plandaki psikolojik zemini milliyetçiliği, liberalizmi ve solu-sosyalizmi evrensel doğrular, tezler katına çıkarma ihtiyacından neş'et eder. Tabii ki bilgi, bilimsel çalışmalar, beşeri tecrübe ve bunlar arasındaki interaktif ilişkilerde, her şey mutlak ak ve kara değildir, arada gri alanlar söz konusudur. Ama temelde belirleyen konumundaki akideler arasında gri alanlara karşı çok dikkatli olmak gerekir: İlk insandan son insana kadar tevhid-şirk, iman-küfür, hak-batıl, adalet-zulüm, güzellik-çirkinlik, ahlak-tereddi arasında karşıtlık ve çatışma ortadan kalkmayacaktır.

Haramların kanıksandığı, günahın estetize edildiği, münkerlerin özgürlükler adı altında yüceltildiği bir dünyaya itiraz etmiyorsanız, akideniz buharlaşır. Böyle zamanlarda harama karşı helali, münkere karşı ma'rufu, günaha karşı ahlakı yüksek sesle, dışlayarak, teberri ederek narkoz yemiş zihinlere hatırlatmak (zikr) gerekir.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1333913



İsimlendirme

Kendini "Müslüman" sayan herkes Müslüman'dır. Esas olan beyandır. Efendimiz (sas), Medine'de bildiği halde münafıkları deşifre edip İslam dairesinin dışına çıkarmadı, çünkü "Müslüman" olduklarını söylüyorlardı. Ama Kur'an "İlahi hükümlere tam teslimiyet" içinde olmayanlara "İslam olduk deyin, iman ettik demeyin, çünkü iman henüz kalbinize girmedi." (49/Hucurat, 14) buyurur ki, bizce İslamcılık "hükümlere tam teslimiyet ve İslam'la beraber iman ve ihsan"ın bir arada bulunmadıkça mümkün olmaz.

"Ben İslamcı değilim" diyene yakından bakmalı, hangi saiklerle kendini bu isimlendirmeden uzak tutuyor. Eş'ari, bugün neredeyse küfür ve sapkın (heretik) kabul edilen nice fırka, mezhep ve inanç grubunu, "Müslüman olduklarını iddia etmeleri" hasebiyle "İslamiyyun (İslamcı)" kabul etmiştir, Gazali de öyle.

19. ve 20. yüzyıl boyunca uğradıkları ağır yenilgiler, süren işgaller, sömürü, ötekileştirilip küresel olarak şeytanlaştırılmaları vb. sebeplerle Müslümanların Batı'ya kızgın oldukları doğrudur; Batı'nın fikir ve kültür kaynaklarından beslendikleri oranda ikinci nesil İslamcılarda da bir ölçüde hoşgörüsüzlüğe, tekfircilik ve dışlama rastlanması da doğrudur. Ama bu şifa bulması kolay bir hastalıktır. Tedavisi Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş ile Eş'ari ve Gazali gibi tarihsel büyük şahsiyetlerin usulünü takip etmekten geçer. Kur'an bize iki ana parametre verir:

1) "Hidayet Allah'tandır; insanların çoğu iman etmeyecek, akletmeyecek ve şükretmeyecek; şu halde siz sadece hatırlatın, tebliğinizi yapın; insanların çoğu hidayette değildir diye kendinizi hırpalamayın."

2) "Fikri, itikadi, politik ve sosyal alanlarda her ne konuda ihtilafa düşmüş de anlaşamıyorsanız, bunun hükmünü (en doğru ve nihai kararı) Allah ahirette verecektir. Siz güzel sözle, öğütle ve hikmetle tebliğe, güzellikte yarışa devam edin." Bu uyarılar, İslamcıları totalitarizmden ve "baskıyla hidayet"ten uzak tutar.

Bu açıdan, birilerinin kendini "İslamcı" isimlendirmesi diğerlerini rahatsız etmemeli; eline siyah fırça alıp İslamcıların yüzüne sürmemeli (Bkz. Uğur Kömeçoğlu'nun asabi yazısı, 17 Ağustos, Zaman); çifte standarda da sevk etmemeli. Mesela "cı-cu" türü ekler dolayısıyla "İslam/cı" isimlendirmesine karşı çıkan biri kendine "Nurcu, milliyetçi, sağcı" denildiğinde aynı tepkiyi göstermiyorsa bu zatın kendini iç tutarlılık açısından gözden geçirmesi gerekir.

Ben tanımımı 21 Temmuz tarihli yazımda yapmıştım. Hayrettin Karaman Hoca da şöyle der: "Her Müslüman aynı zamanda 'İslam davasının da mensubu olarak' İslamcıdır. 'İslamcı plan, program, yöntem ve davranış', amaçtan sapmaksızın içinde bulunulan şartlara göre farklılık gösterebilir, ama farklı İslamcı gruplar kardeştirler, ictihad farkları kardeşliğe zarar vermez, vermemelidir." (Yeni Şafak, 12 Haziran 2012). "Kendi halinde 'Müslümanca' yaşamaya çalışan, İslam'ı kendi aile hayatında bile yaşatmayı dert edinmeyen Müslümanlara 'İslamcı' demiyorum. İslam'ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam'ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dâva edinen, bu dert ve dâva uğrunda maddî ve manevî fedâkârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum." (Yeni Şafak, 16 Temmuz 2012.)

Kendi tanımımdan üç gaye çıkarıyorum:

a) Dünyanın Kur'an ve Sünnet perspektifinden okunması;

b) Bireysel, ailevi, toplumsal, bölgesel ve küresel ölçeklerde Müslüman'ca bir hayatın mümkün hale getirilmesi. Siyaset bunun yegane değil, ama etkili enstrümanlarından biridir;

c) İslam Birliği'nin kurulması (İttihad-ı anasır-ı İslam).

Bu üçüne hangi inanmış Müslüman karşı çıkabilir ki? Yöntemini bir kenara bırakacak olursak Said Nursi hazretleri "İslam âleminin üç hastalığı var: Cehalet, yoksulluk ve tefrika" derken bu ideallerden bağımsız mıydı? Ya da "Şeriat'in bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir." (Tarihçe-i Hayat, İstanbul-1998, s. 53) derken İslamcılardan farklı bir şey mi söylüyordu?

Türköne'nin diğer dinler için "Hıristiyancılık, Yahudicilik nerede?" sorusuna gelince. Yahudi partilerin ezici çoğunluğu Tevrat ve Talmud'u esas alır. Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Demokrat partiler de programlarının girişinde şu ibareyi yazarlar: "Hıristiyan değerlerine göre siyaset yapmak ve ülkeyi yönetmek üzere..."

NOT: Okurlarımızın Ramazan Bayramı'nı kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1334971



Tartışma bitti, defter yeniden açılıyor

Denir ki "medya çağı"nda önemi ne olursa olsun, bir konu 23 günden fazla gündemde kalmaz, yaklaşık üç haftadan sonra ilgi azalır.

İslamcılık Ramazan boyunca (dört hafta) gündemde kaldı. Tartışmaya değerli entelektüeller, köşe yazarları, akademisyenler katıldı, her geçen gün biraz daha tartışma genişledi. Hamdolsun, her Ramazan'da yapılmak istendiği gibi "Nasıl oruç tutulmaz?" diyebileceğimiz şeytani tuzaklara, insanların içine kuşku, vesvese, şüphe düşürmek isteyen hannaslara kimse iltifat etmedi, faydalı bir konuyu konuştuk. Ufuk Yayınları bu tartışmayı kitaplaştırıyor, inşallah ben de gelen eleştirilere yeri geldikçe cevap vermeye çalışacağım. "Müslüman veya İslamcı" olup da belden aşağı vuranları, edebe riayet etmeyenleri, entelektüel meczupları, asabi mütecavizleri ve laik olup kibar üslup kullanmayanları muhatap almayacağım. Kadın olsun erkek olsun, böyleleri allame-i cihan olsa muhatap alınmayı hak etmiyor.

Bu konu kesinlikle entelektüel bir merak saikiyle değil, bizzarure gündeme gelmiş bulunmaktadır. Sebebi şu:

1) Birinci ve ikinci İslamcı nesillerin yaşadığı tecrübenin ciddi bir muhasebeden geçirilmesi gerekir. Bundan sonra ne "olması gerekir" sorusunun cevabı "bugüne kadar ne oldu"da saklıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, seleflerinin hatasını tekrar etmemeli.

2) Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme adım atmaktadır. Milliyetçi, sol-sosyalist ve liberal reçetelerde ısrar edilmesi durumunda dini, etnik, mezhebi ve sosyal-sınıfsal çatışmalar daha da derinleşip artacaktır. Bu kavşak noktasında Yusuf Akçura'nın sözünü ettiği "üç tarz-ı siyaset" değil, iki tarz-ı siyaset söz konusudur. Ya İslam'ın kaynaklarına dönerek sorunlarımızı anlamaya, tanımlamaya ve çözmeye çalışacağız ya da birbirimizi ifna edeceğiz.

3) Modern dünya derin bir krizden geçerken, Aydınlanma'nın fikri/felsefi kaynakları bize bir çıkış vaat etmiyor. Özgürlük, refah ve güvenlik azınlık bir nüfusun imtiyazı haline geldi; çatışma insanın içinde, tabiatla ve diğer insanlarla sürüyor. Vahyin sahih zabıtlarına dönüp varlık âlemi, dünya ve hayatın anlamı üzerinde düşünmek lazım. Bu uygarlık ömrünün sonuna gelmiş bulunuyor. Bölge ve dünya daha derin krizlere doğru gidiyor. Ahlaklı ve adaletli yaşama sanatı ve yolunun bulunmaması durumunda insanın ve canlı hayatın ölümü gerçekleşecektir. Kalbi ölenin zekâ ile donatılmış beynini nefsinin sufli arzularının emrine vermiş olması, onun "hayat" sahibi olduğunu göstermez.

Süren tartışmada kendimizi eleştirdik. Şöyle bir tablo çıktı:

İslam dünyasının Batı karşısında aldığı yenilgiler birinci nesil İslamcıları modern dünyaya cevap bulmaya yöneltti. Bu anlaşılabilir bir hamleydi. Ancak onlar, yenilgiden İslam'ı sorumlu tutmuyorlardı, "Kur'an ve Sünnet'e dönüş, içtihat kapısının açılması ve cihad ruhunun uyandırılması"yla tekrar üstün gelebileceğimizi savunuyorlardı. Batıcılar ise İslam'ı sorumlu tuttular.

İkinci nesil İslamcılar, Batı'nın İslam içinde üretilebileceğini; bilimin, teknolojinin, modern iktidar ve ulus devletin, eğitimin, ekonomik modellerin İslamileştirilebileceğini, söz konusu yapı ve modellerin İslami versiyonlarının olabileceğini düşündüler. Tabir caizse yenilgiyi onlar da bir ölçüde kabul ettiler ve fakat mağlupların 'Müslüman' kalarak galipleri taklit edebileceklerini düşündüler. Bunun da ciddi bir muhasebeye tabi tutulması gerektiğini anlıyoruz.

Üçüncü nesil Müslümanlar kritik bir kavşak noktasında bulunuyor. Ya İslam'ın özüne, kendi sahih köklerine dönüp bir yandan gelenekleriyle barışacak, diğer yandan modern dünya ile de -şairane, sanatçı duyarlılığı veya retoriklerle değil- tefekkür ve bilgi seviyesinde temas kurup yeni bir dünyanın kapısını aralayacaklar veya dinlerini Katolikler, Ortodokslar, Museviler, Budistler, Taoistler, Shintoistler gibi reforma uğratıp Protestanlaştıracaklardır. Bundan liberal hegemonya altında hakikatin parçalandığı postmodern bir dünyada izafileşmiş, marjinalleşmiş, özel alana çekilmiş bir nominal Müslümanlık kalacaktır. Bir bakmışsınız karşınıza diyanetinden kuşku duyulmayan yazar ve kanaat önderleri çıkmış şöyle bağırmaktadırlar: "Bayım devir değişti, o hükümlerin bugün tatbik ve yaşama şansı kalmamıştır; senin dediğin İslamcılık siyaset yapmaktır, sen dini ideolojileştiriyorsun, dini bu işlere karıştırma."

Ramazan'ın bereketiyle güzel bir tartışma oldu. Defter yeniden açılıyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1335460



Bize Said Halim Paşa lazım!

Türkiye ve İslam dünyası yeni bir döneme adım atıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda üretilip 20. yüzyılda tüketilen felsefe ve sistemler bizi derin bir krizin içine itmiş bulunuyor.

Adına "Arap baharı" denen büyük sosyal patlamalar ve arkasından gün yüzüne çıkan değişim ihtiyacı yeni kavram ve modellerle sorunlarımızı anlayıp çözüm arama ihtiyacını gündeme getiriyor. Din, mezhep, etnik ve sosyal-sınıf çatışmalarını tarafları tatmin edecek biçimde sona erdirmenin yolu liberalizmden veya sosyalizmden geçmiyor. Hangi kavmi veya etnik grubu esas alırsa alsın, milliyetçilikten hiç değil.

İran'ın kendini gözden geçirmesi gerekir, devrimin ilk yıllardaki ideallerine dönüp Türkiye ve Suudi Arabistan'ın hatasına düşmemeli. Mezhep merkezli bölge siyasetinin İran'a da faydası yok. Suudi Arabistan, Amerika'yı arkasına alıp Vehhabi-selefi bir din yorumuyla bölgeyi doğru algılayamaz. İran ve Şii husumeti, onu İsrail ve Batı dünyası ile derin sorunlar yaşayan dünya Müslüman kamuoyunun, ümmetin ma'şeri vicdanının dışına iter. İlahi yasa herkes için işler: "Kim bir zalime yardım ederse, Müslümanları bırakıp haksızın, mütecavizin yanında yer alırsa, Allah onu kendisine musallat eder." Bunun yakın tarihteki en dramatik örneğini Irak'ta ve Saddam Hüseyin'in başına gelenlerde müşahede ettik.

Sahneye yeni giriş yapmakta olan Mısır büyük bir şans. Eğer orada İhvan, herkesi kendi mezhebinde ve dininde özgür bırakıp -Ömer bin Abdulaziz, Alparslan, Selahaddin Eyyubi gibi- İslam'ın büyük şemsiyesini açabilirse -ki bu Sünniliği ideolojileştirmeden ve jeo stratejik bir malzeme kullanmaktan uzakta durmayı gerektirir- bir anda bölge ülkelerini peşine takacaktır.

Türkiye dramatik bir konumda bulunuyor. Bir parçası olduğu ve kendisinin sebebiyet verdiği bölge sorunlarını çözemediği için NATO'yu, BM'yi müdahaleye çağıran, bir anda İran, Irak ve Suriye ile savaş eşiğine gelen bir konuma düştü. 20. yüzyıla geri dönmüş olduk. "Arap baharı" yükselen yıldız olan Türkiye'yi bölgenin dışına çıkarıyor. Arap baharını doğru okuyamadığı, yanlış partnerlerle iş tuttuğu ve dünyaya bir Müslüman gibi bakamadığı için bölgeyi kasıp kavuran etnik ve mezhep çatışmasının tuzağına düştü.

Kendi Kürt sorununu çözemiyor, her geçen gün soruna yeni boyutlar ilave ediyor; dün Kuzey Irak'ı nereye koyacağını bilemiyordu, bugün buna Kuzey Suriye eklendi. İçeride PKK ile boğuşurken paradoksal biçimde Batı'yla olan angajmanları icabı Irak ve Suriye'de otonom-özerk bölgeler, sonra federasyonlara varacak sürece katkı sağlıyor. Bölgedeki etnik ve mezhep çatışmalarında siviller hayatını kaybediyor; benzer şekilde Suriye ve Irak'taki gibi Türkiye'de de bombalar patlıyor, masum insanlar hayatını kaybediyor. Terör, şiddet, kin ve nefret hepimizi kasıp kavuruyor.

2004'te başlayan reformlar durdu. 14 Temmuz 2011 Silvan olaylarından bu yana yanlış Suriye politikasının ceremesini ödüyoruz. G. Antep en dramatik son örnektir. Eğer Suriye ve Irak'ta doğru politikalar takip etseydik, Ergenekon davasını kesintiye uğratmayıp 'Kürt ayağı'nı da ortaya çıkarabilseydik bu derin kaos olmayabilirdi. Mezhep ve etnik çatışma tuzağına düştük.

Mezhepçilikten umut bekleyen herkes sukut-u hayale uğrayacaktır. Hepimiz geçen yüzyılın başlarında Derviş Vahdeti'nin dediğini tekrar etmeliyiz. O "Bugün ırkımızı unutmalıyız" diyordu, bizler de "Bugün ırkımızı ve mezhebimizi unutmamız gerekir" diyebilmeliyiz. Geçen yüzyılda Müslümanlar ırklarını unutmadılar, koca bir imparatorluk ve ümmet parçalanıp darmadağın oldu. Bugün aynı hatayı tekrar edecek olursak, bir kere daha darmadağın olacağız, birbirimizi yiyip bitireceğiz. Sünni ve Şii, Vehhabi ve Sufi; Türk ve Kürt, Arap ve Fars, Alevi ve Nusayri hepimiz Allah'ın birliği inancı tevhidde ve kainat kadar geniş İslam dairesi içinde bir arada ve barış içinde yaşayabilmeliyiz. Bizim dünyamızda Yahudi'ye, Ermeni'ye, Hıristiyan'a ve başka inançtan insanlara da onları üzmeyecek, haklarını ihlal etmeyecek, ikinci sınıf insan ve grup konumuna düşürmeyecek onurlu yer olmalıdır ve vardır.

Derin bir krizden geçerken İslamcılık tartışması akla Said Halim Paşa'yı getiriyor. Bize "Buhranlarımız"ı isabetle ve dirayetle teşhis eden büyük devlet adamı bir Said Halim Paşa lazım. Türkiye içinden çıkarır, hatta AK Parti de!..

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1336361



İttihad-ı İslam

Abdülhamit'in önde gelen muhaliflerinden biri olan Ali Suavi, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hakka'l yakin yaşamadı, ama siyasi ve toplumsal olayları doğru okuyup net öngörülerde bulunması dolayısıyla ayne'l yakin gördü. Vefatının (1878) üzerinden 30 yıl sonra Osmanlı Mondros mütarekesini imzaladı.

Balkanlar'dan sonra sıranın Ortadoğu'ya ve Afrika'ya geleceğini tahmin etmek zor değildi. Bunu Abdülhamit de görüyordu, hatta günün birinde Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı Vilayet-i Sitte'nin dahi elden çıkabileceğini hesap edip meseleyi İttihatçılar gibi 'katliam' yaparak değil, bölgeye imparatorluğun başka bölgelerinden -mesela Yemen, Libya vd.- Müslüman nüfus transferiyle çözebileceğini düşünüyordu. Ama padişah dahi yönetici kademesinde ne yapılması gerektiği konusunda berrak, gerçekçi, fizibilite değeri olan proje-program sahibi kimse yoktu. Padişahın projesi, çöküşü geciktirip bu arada idari ve sosyal kurumları modernleştirmekten ibaretti, yeni idari yapılanma arzularını kaale almak istemiyordu.

Ali Suavi'ye göre olayların nasıl bir seyir takip edeceğini zamanında kestirip ona göre tedbir almayanlar, sonbahar yaprağı gibi kuvvetle esen rüzgara kapılıp giderler. Osmanlı Devleti'nin ıslahı ve ülkenin bütünlüğü herkesin kaygısıdır, var olan idari sisteme parlamento getirmek önemli bir adım olacaktı, hatta bununla da yetinilebilirdi, çünkü "bir devletin, 30-40 milyon reayenin hayat ve mematı üç-dört kimsenin elinde olmaktansa, birkaç yüz kişiden müteşekkil bir heyetin (meclis) elinde olması akla daha uygundur."

Ama Osmanlı'nın sorunu bununla bitmeyecekti. Asıl merkezin dışında vuku bulmakta olan gelişmelere karşı önleyici tedbirler almak gerekirdi ki, bunlardan en önemli olanı, Afrika'daki Tunus, Trablus ve Mısır'ın günün birinde Cezayir gibi Osmanlı Devleti'nden kopma ya da koparılma noktasına gelmeden gerçekçi bir adım atmaktı. Mısır yöneticilerinden Riyaz Paşa'ya gönderdiği mektubunda bu görüşlerini dile getiren Suavi'ye göre Osmanlı'nın bu geniş sahayı elinde bulundurması açıkça anlaşılmıştır, sömürgeci Avrupalılardan önce davranıp bir "Afrika Devleti" adı altında Osmanlı'ya bağlı bir otonom yönetimin oluşturulması ve bunun bizzat Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilmesiydi. Cemal Kutay, 1908'deki vahim hatayı Suavi'nin çok önceden gördüğünü belirttikten sonra bunun bir "basiret" olduğunu söylemektedir. İyi niyetine rağmen Abdülhamit, kendisini etten duvar gibi ören belli bir zümrenin dargörüşlülüğünün dışına çıkıp olup bitene eleştirel bakan İslamcılara kulak asmadı.

Bugün de yazık ki benzer bir süreçten geçiyoruz. Kürt, Alevi, gayrimüslimlerin durumu, bölge politikaları, Suriye'de takip ettiğimiz hatalı politikalar dolayısıyla komşularımızla içine düştüğümüz durum tarihin acı verici biçimde tekerrür etmekte olduğunu gösteriyor.

Yeni çıkan tabloya bakalım: Irak mezhep ve ırk temelinde üçe bölündü; Suriye benzer bölünme sürecini takip ediyor. Onlarca çeyrek ve yarım kubbeyi birleştirici tek bir kubbe bulunamazsa, Türkiye ve İran da aynı akıbete uğrayacak. Eğer İran Rusya'ya, Türkiye Batı'ya güvenip siyasi birlik ve toprak bütünlüğünü koruyabileceklerini düşünüyorlarsa, bizatihi parçalanmanın ve bölünmenin hakiki faktörlerinin bunlar olduğunu bilmek lazım. Daha geniş, daha kapsayıcı, daha birleştirici bir şemsiyeye, kucaklayıcı bir kubbeye ihtiyacımız var.

Kabul etmek ve görmek lazım ki, Ortadoğu denen büyük coğrafyanın tam kalbinde 25 milyon Kürt yaşıyor. Ve Kürtler dört parçaya bölünmüş eski statülerine artık rıza göstermiyorlar. Ama onlar da bilmeliler ki, Adem ve Havva'nın yüce Allah'ın uyarılarına rağmen acı meyveyi yiyip dünyaya indirilmeleri gibi, "Her ne olursa olsun, önce bizim de Araplar, Farslar ve Türkler gibi bir ulus devletimiz olsun, sonra oturup birliği düşünürüz" diyecek olurlarsa, büyük bir hatayı tekrar edecek, hem kendilerine hem başkalarına acı yaşatacaklardır. Tabii ki, Türkler, Araplar ve İranlılar da artık hiçbir sorun çözmediği ve eskisi gibi devam etmesi mümkün olmadığı anlaşılan ulus devlet, mezhepçilik ve milliyetçilik ısrarlarından vazgeçmelidirler. İslamcılar bütün kavimleri, dinleri ve mezhepleri içine alacak büyük bir bölgesel entegrasyon öneriyor; İttihad-ı İslam'ın bugünkü tercümesi budur.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1337213



Dünden bugüne İttihad

19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı yönetimi Hıristiyan tebaasının üzerinde yaşadığı toprakların çoğunu kaybedince geriye kalan Müslüman nüfusu bir arada tutacak çareler aramaya koyuldu.

O günkü uluslararası konjonktürün telkinleri ve yönlendirmeleri ne olursa olsun, II. Abdülhamid'i İttihad-ı İslam (Panislamist) politika izlemeye sevk eden asıl sebep içeride ve dışarıda devletin içine girdiği zaafı giderme çarelerini İslam dininin imkânlarında aramak olmuştur. Abdülhamid İslami/İslamcı politikalar takip ederken üç önemli gayeyi tahakkuk ettirmeyi umuyordu: (1) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutacak birleştirici unsur; (2) Bir din olarak İslamiyet'i 'kalkınma ve modernleşme'de motive edici güce dönüştürme; bu sivil İslamcıların üç ana hedeften biri olan "cihad ruhunun uyandırılması" ilkesinin iktisadi kalkınmaya bakan yüzüyle örtüşme halindeydi. (3) İmparatorluğun İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı dünya üzerindeki varlığını koruma aracı.

Hareket noktası olarak Abdülhamid doğru yerdeydi; fakat padişahın İslamcılık veya İslam Birliği üzerinden varmak istediği hedefler tartışmalıydı, bu yüzden Abdülhamid'in projesi muvaffak olamadı. Sebebi şuydu: (a) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutmak istiyordu, ama yaptığı reformlar felsefi ve idari referanslarını Avrupa'da yükselip Osmanlı'ya ulaşan "ulus devlet" fikrine dayanıyordu. Başka bir deyişle "İslamcı" görünüyordu, ama sosyal, iktisadi, idari reformları modern Batı'dan alınma idi. Tıpkı bugünkü AK Parti iktidarının "dindar-muhafazakâr siyasi kimliği"ne rağmen AB reform paketi dışında bir reform ve değişme projesinin olmaması gibi. (b) Kalkınma ve modernleşmede İslamiyet'ten istifade etmek istiyor, bu arada kültürel formları ve geleneği koruyordu, ama attığı adımlar dinin meşrulaştırıcı gücünü kullanarak dini zaman içinde etkisizleştirecek süreçleri açıyordu; (c) İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı "İttihad-ı İslam"la Osmanlı'yı korumaya çalışıyordu, ama İttihad projesi "farklı unsur"ların varlığına yeterince özerk alan, idari özgür imkânlar tanımıyordu. Oysa zamanın İslamcıları "İttihad-ı İslam"dan, "İttihad-ı anasır-ı İslam"ı anlıyorlardı ki, Ali Suavi ve başkalarında bu fikir, gevşek markaj politikalarla farklı devlet entitelerinin kurulmasına kadar uzanıyordu. (d) Abdülhamid "İttihad-ı İslam"ı, merkezi ve merkeziyetçi, bir tür homojen, sıkı markaj ulus devlete uyarlamayı hedefliyordu; "İttihad-ı anasır-ı İslam" ise, bizim tarihsel geleneğimize ve Osmanlı'nın siyaseten merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi gevşek markaj tarihsel İslam modeline dayanır.

Padişah, zamanının İslamcılarını yönetimden uzak tuttu, onlarla müşavere etmedi. Ancak zaman Abdülhamid'i değil, İslamcıları haklı çıkardı. Cumhuriyet döneminde süren sert mücadele ortamında rahmetli Necip Fazıl'ın Mustafa Kemal'e ve Ermeni-Yahudi propaganda makinesinin üretimi olan "Kızıl Sultan"a karşı icad ettiği "Cennetmekân Uluhakan Abdülhamit Han" profili bir yana, gerçek kişiliği ve hayatıyla Abdülhamid kamusal hayatında İslamcı ve doğuluydu, özel hayatında batılı zevklere sahipti. Tam aksine Mustafa Kemal ise kamusal hayatında batıcıydı, özel hayatında ise tipik bir doğulu gibi yaşıyordu. Bu da tarihimizin garip paradokslarındandır.

Her neyse olan oldu, bugüne geldik. Dün ile bugün arasında bir muhasebe yapmak icab ediyorsa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan bizler, geçen yüzyılın başlarında yaşayan Müslümanlardan daha avantajlı sayılırız.

1) Geçen yüzyıl, tarihsel olarak diğer imparatorluklar gibi -Avusturya/Macaristan, Rusya'yla beraber- Osmanlı da çökme ve dağılma sürecine girmişti. Bugün dünya küreselleşmeyle beraber bölgesel entegrasyonlara doğru gidiyor.

2) Geçen yüzyılda ulus devlet akılları baştan çıkaracak bir cazibe konusu ve idealiydi; bugün miadı ve modası geçmiş bulunuyor; sorun çözmüyor, çatışmalara sebebiyet veriyor.

3) Geçen yüzyılda modernizasyon politikaları sorgulanamazdı, bugün modern durumda modernitenin yol açtığı krizlerin aşılması için türlü çareler aranıyor.

4) Dinin tarihten silineceği düşünülüyordu, bugün toplumsal ve kamusal hayatta çoğulculuğun ancak dinle mümkün olabileceği anlaşılmaya başlandı. Mevcut dinler içinde de en yüksek imkân ve potansiyel İslam'ın kaynaklarında bulunuyor.

5) İslam Dünyası milliyetçiliği, sosyalizmi ve liberalizmi tecrübe etti. Sonuç iflas. Bütün yollar İslam'a ve İslam Birliği'ne çıkıyor.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1337825



Bitirenler

Somut verilere dayanmayan değerlendirmelerde bulunanların önemli bir bölümü "İslamcılık bitti" derken, aslında "bitmeli" diyenlerdir. Buna olayların tahrifi yoluyla bilginin suistimali adını veriyorum.

Sosyal bilimciler bunu çokça yaparlar. Sözde nesnel olarak "olanı tasvir ediyoruz" derken, gerçekte "olması gereken"e atıfta bulunuyorlar, ama bunu yaptıklarını kabul etmezler, çünkü açığa çıkması durumunda söz konusu yöntem onların akademik ve bilimsel kariyerlerine halel getirir. Modern devlet ve bir şekilde iktidarla ilişkili olan bütün bilgi üretim süreçlerinde bu yöntemin tahrifatı ve suistimali söz konusudur, zira üniversiteler ve akademik çalışmalar olmasa modern iktidar mümkün olamaz.

Yakından bakalım: İslamcılığın bitmesini isteyenler, bugün meydanı liberal kapitalizme ve eğer dirilebilirse sosyalizme bırakmak istiyorlar. Ulus devlete ve kolektivizme meydan okuyan liberalizm ile vahşi piyasaya meydan okuyan sosyalizm, her ikisi de 'sistem-içi kavga'nın taraflarıdır. Sisteme kendi içinden tehdit gelmez. Tehdit bir başka paradigmadan eleştiri getiren muhaliflerden gelir.

İslamcılığı nefret diliyle eleştirenlerin bir bölümü tabii ki her türlü versiyonuyla milliyetçi ideologlar ve siyasetçilerdir. Milliyetçiler, hem koca imparatorluğun parçalanmasında öncü rol oynadılar hem bugün Müslümanların ümmet olarak birleşmesine engel olmaya çalışıyorlar. "Nice Müslüman ve dindar" var ki, açık reddine rağmen özünde milliyetçidir, en azından "Türkiye'nin liderliğinde İslam Birliği" fikrine sahiptir.

İslam âlemini sıkı markaj politikalarla kıskıvrak yakalamış bulunan küresel güçler (AB ve Avrupa), ehlileştiremedikleri takdirde İslamcı akımları ötekileştirirler, 'terörist' ilan ederler, bu doğaldır, zira ancak seçeneksiz kalması durumunda Müslüman toplumlara boyun eğdirilebilir. Bunun tercümesi İslam'ın Batı'yla uyumlu hükümetlere, küresel ekonomiye entegre olmuş ulusal pazara, ahlaki hayatı paramparça eden bireysel özgürlüklere, dinin kişisel tercihe indirgenip diyanetle sınırlandırılmasına, şirretliğin saldırı ideolojisi olan feminizme, İsrail'in zulümlerine meşruiyet ve hoşgörü sağlamasıdır. 2001 yılında Mustafa Karaalioğlu'nun teşvikiyle Yeni Şafak'ta başlattığımız ve yine bugünkü gibi dal budak salan İslamcılık tartışması sürerken, Cengiz Çandar, Amerika'nın başını çektiği yeni dünya düzenine uyum sağlamayacak olurlarsa, İslamcıların 21. yüzyılın 'Kızılderilileri' olmaları ve 'soyları'nın tükenme ihtimali olduğunu" yazıyordu (14 Ekim 2001, Y. Şafak). (NOT: Mustafa Karaalioğlu, unutmuş olabilir, benimle ve Yalçın Akdoğan'la tam sahife yaptığı "İslamcılık" röportajı ve arkasından kaleme aldığı "Üçüncü nesil İslamcılar" başlıklı yazısını (Y. Şafak, 6 Haziran 2001) bugün sipariş yazılar yazdırdığı Mehmet Ocaktan'a okutsun.)

"İslamcılık bitti" diyenlerin bir başka bölümü bundan bir süre önce iktidar umudunu gördüğünde İslamcılıktan çarçabuk istifa edenlerdir, bunlar zamanı kollayanlar olarak her dönemde kazanan ata oynarlar. Bu istifanın gerekçesi, reel politik veya toplumsal kapasiteyi zorlayan ideal politik İslamcılık değil, insanların servet ve statü (cah-u mal) ile sınanmalarıdır. (Bkz. 18/Kehf, 32-34; 41/Fussilet, 50; 37/Saffat, 51-61. ayetlerde anlatılan dramatik sahneler.) Zamanında dini ve İslamcılığı istismar etmiş olanlar, şimdi bu defterin bir daha açılmasından rahatsızlık duymaktadırlar. "Mesele kapanmıştı, bu konu nereden çıktı?" diye söyleniyorlar.

Batı'da, özellikle Amerika'da yaşayan Müslümanların başka ve anlaşılabilir endişeleri var: Bizim "İslamcılar" dediğimiz şey "İslamist"lerdir ki, Hegelyen imaj üretimi yapan Batı medyasının çizdiği resme göre İslamcılar terörist, fanatik, fundemantalist, Batı ve uygarlık düşmanı nefret objeleridir.

Cemaat, tarikat, grup, örgüt saikiyle başından beri kendilerini İslamcı çizgiden ayırmış kimseler vardır, onlar temel tez olarak zaten İslamcılığın iyi bir şey olmadığını savunmaktadırlar. İslamcılıktan hiç hazzetmeyen ulusal ve uluslararası birtakım güç odakları var ki, bunlar sahte din ve suya sabuna karışmayan diyanet ve dindarlığı bir lütuf olarak kabul etmemizi istemektedirler.

Mümtaz'er Türköne İslamcılığı "Büyük Doğu" mecmuasına benzetir. Tashihe muhtaç bir teşbihtir bu: Büyük Doğu kendi döneminde elbette değerliydi; ama İslamcılığın fikri ve bilgi birikimi değildi; İslamcılığın polemiği ve şiiriydi.

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1338944
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Modernliğin ötesi

1998'de İngiliz The Guardian'ın "çağın olağanüstü düşünürü", Amerikan The Wall Street Journual'ın "Siber-uzayın ilk büyük filozofu" ilan ettiği Manuel Castelles, referanslarını İslam'dan alan İslamcı akımların bizi "geçmişe dönük bir projeye çağırmadıklarını, aksine hiper-modern, modernlik-üstü bir dünyaya işaret ettiklerini" söylüyordu.

Bu sözleri bir 'durum tespiti' olarak anlamalıyız. İslamcılığın 19. yüzyılda "modern bir durumda ve modernliğe bir cevap olarak" doğduğu yönünde genel bir kabule sahip isek "modernlik, post-modernizm ve hiper-modern durum" söz konusu oldukça İslamcılık da var olacaktır, zira doğası bunu gerektirir. Ve eğer hiper-modern duruma cevap verilecekse bu cevap sadece İslamcılardan gelir. Bunun Müslümanlığın kendine "bir öteki inşa" edip tepkisellik ve karşıtlık şeklinde tanımlaması yanlıştır. Esasında "tepkisellik ve karşıtlık" argümanı da çok anlamlı değildir. Zira tevhid inancını, adaleti ve yüksek ahlakî hayatı tebliğ eden bütün peygamberler şirke, zulme ve ahlakî yozlaşmaya tepki göstermiş, "Hakk"ın tesisi durumunda "batıl"ın ortadan kalkacağını bildirmişlerdir.

Modern dünyanın saldırısı sadece eşitsizliklere, adaletsizliklere; kitlesel yoksullaşmaya ve çatışmalara; maddî tabiatın ve canlı hayatın tahribine sebebiyet vermesinden ibaret değildir. Dini izafileştirmek, marjinalleştirmek, bireysel akla ve vicdana indirgemek istiyor. Hakikat'in tekliğine ve tek olana çok ve çoğulcu yollardan gidildiğine; ana akımın sekülerlik değil, ed-Din olduğuna ve bireysel akıl ve vicdanın üstünde evrensel kriter ve hükümlerin bağlayıcılığına inanan Müslümanlar -ki bu inanç yoksa 'iman' da yoktur- modernlikle hesaplaşma içinde olacaktır. Eş'ari'den Gazali'ye, İbn Teymiye'den İbn Arabi'ye Molla Sadra'dan Şah Veliyullah'a ve Said Nursi'ye bütün Müslüman müceddit, ıslahatçı ve ihyacı âlim ve müçtehidin mesleği ve yolu bu olmuştur.

Müslümanlar her ne ile suçlanıyorlarsa (fundamentalizm, fanatizm, terör, radikalizm, mutlakiyetçilik, teokrasi, totalitarizm, monarşi, ırkçılık vs.) bunların arkatiplerini Batı tarihinde ve modern Batı'da bulmak mümkün. Bu virüsler bize oralardan geldi.

Söz konusu olan Müslümanlardan çok İslam'dır. Baudrillard, Batı'nın kendisiyle mücadele halinde olduğu aktörler değil, İslam'ın kendisi olduğunu söyler. Baudrillard'a göre "Amerika ve Batı bir gerçeği anlamıyor: Esas mesele bir çeşit düşmanlıktan ziyade, kendi benmerkezcilikleri, bencillikleridir. Buna İslamiyet itiraz ettiği için Amerikalılar dünyada İslamiyet'i bloke ve nötralize etmek istiyorlar. Amerikalılar mert kahramanlar gibi savaşmıyorlar, imha ediyorlar ve misyoner gibi çarpışıyorlar. Müslümanlar, bu virtüelleştirilmiş bilinmezlik ve simülasyonlarla dolu hayat tarzının içine çekilmek istemiyorlar. Biz Batı'da bu yüzden Müslümanları hor görebiliyoruz. Ama artık Batı bir kültüre sahip değil. Hakikat'in özlemini duyuyoruz. Bu profesyonelce virtualize edilen dünya ile barışık değiliz." (Der Spigel, 4 Şubat 1991).

Müslümanların meydan okuyuşu ve Batı'da yaşamaları kendi kusur ve zaaflarını hatırlamalarına, kendi gerçekleriyle yüzleşmelerine yol açıyor. Batı, İslam'a baktıkça kendi zayıflıklarını hissediyor, bu yüzden bastırmak istiyor. Batı, İslamiyet'i kendine benzetmedikçe, Protestanlaştırıp sekülerleştirmedikçe rahat edemeyeceğini düşünüyor. 1990'da Papa Vatikan'da Kardinaller toplantısında şöyle diyordu: "Bildiğim ve olayların seyrinden keşfedebildiğim kadarıyla Ortadoğu'da İslam'a karşı bir komplo hazırlanmış durumda. İslam'ın Avrupa'ya ulaşmasının engellenmesi amacıyla terörizm ve fanatizm bahanesiyle ABD'nin liderliğindeki komplo 1991'de uygulanmaya konulacak." Bernard Lewis, Huntintong, Fukayama vd.'nin doktrinleri, İslamafobia ve İslam ülkelerinde süren işgaller, sivil katliamlar, etnik ve mezhep kışkırtıcılığı ve yağmaların bilinenden farklı açıklaması var.

İslamcıları, kendi dar siyasî ve aktüel gündemleri içinden bakarak eleştirenlerin hiper-modernliğin ötesine geçerken süren derin krizin ve İslam'ın krizden çıkışta sunduğu imkânların yeterince farkında olduklarını sanmıyorum.

Not: İslamcılık tartışmasına değerli kalemler katıldı, özellikle Hayrettin Karaman Hoca ve Yasin Aktay tartışmaya hem derinlik hem zenginlik kattılar. Eleştiriler de geldi; Türköne'ye yeri geldikçe atıfta bulundum. Mahçupyan'ın eleştirilerine yazı takvimim içinde cevap vermeye çalışacağım, inşallah.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1339760


Ne kadar 'milli'?

İslamcı akımlara yöneltilen eleştirilerden biri "milli" olmadıkları konusudur. Bunu iki düzeyde ele almak mümkün:

İlki, Türköne'nin Cemaleddin Efgani üzerinden İslamcılığı "Kökü dışarıda bir ideoloji" (19 Ağustos) olarak tavsif edip itibarsızlaştırmaya çalışması. Efgani'yle ilgili ibretlik spekülasyonların patenti şimdiki zamanda M.Şevket Eygi'nin elindedir. Tartışmayı adresinde yapmak lazım.

Diğeri "milli" kelimesinin Arapça iştikakı, Kur'an ve Sünnet'teki kullanımı ile fıkıhta kazandığı hukuki muhtevanın tamamen dışındaki kullanımı. Modern ulus devlet inşa etme süreçlerinde, yeni kurulan devletler kendilerine "ulus" inşa etme çabalarının hasılası olarak "millet ve milli" kelimelerini suistimal ve tahrif etmişlerdir; farkında olsunlar olmasınlar bazı Müslümanların da bu anlamda "millet ve milli" kelimelerini kullanmaları, "Ehl-i Kitab'ın kendi kitaplarını tahrif etmeleri, kelimelerin anlamlarını değiştirmeleri"yle eşdeğer bir inhiraf ve tahrifattır. Zira Arapça iştikak, Kur'an ve Sünnet ile fıkıhtaki kullanımıyla "millet" sayısal insan topluluğunu, ulus, kavim, ırk veya etnik grubu değil, "din ve şeriat"ı ifade eder. (Detaylı bilgi için bkz. A. Bulaç, Modern Ulus Devlet, 3. bsm, İstanbul-2007, s. 135-155.)

Modern anlamında "milli" olan hiçbir zaman ümmete, halka ve yönetilenlere ait olan değildir. Devletin yönetilenler üzerinde yurttaşlık bağlamında giydirmeye çalıştığı kendi resmi, hukuki, kültürel formasyonudur. Bunun modern zamanlardaki çarpıcı formülasyonunu İtalyan faşizminin babası Mussolini'nin yaptığı sıralamada bulabiliriz: Önce ordu, sonra devlet, arkasından ulus (millet). Yani ordular önce devlet kurar, devletler ulus/millet inşa eder. Türkiye ve İslam dünyasındaki sıralama da öyledir, bütün milliyetçilikler bu şablona uyarlar.

Bu anlamda İslamcıların "kökü dışarıda ideoloji"yi temsil etmiş olmaları bu bakış açısının, 19. yüzyıldan kalma ve tamamen "bize özgü düşünce ve ideoloji" zihni alışkanlığının süregelen etkisidir. Bütün ulus devletlere bakın, hepsinin "bayrakları ve milli marşları" vardır, hepsi kendilerine özgü "milli kültür ve kimlikleri"nin olduğunu savunuyor ki, ortak noktaları bu fikri ve zihni kabulü Batı milliyetçiliğinden ortaklaşa iktibas ve ithal etmiş olmalarıdır. İslam'ın menşei bir bölgeye, bir kavme ait değil, ilahidir. Hayrettin Karaman Hoca, "İslamcılığın kökü İslam'dadır ve bitmez" diye bunun güzel bir açıklamasını yaptı (24 Ağustos, Y. Şafak).

Bazen milliyetçi refleksler insanı tuhaf savunma mekanizmaları icad etmeye sürükler. Mesela "En iyi Müslümanlık Türkiye'de yaşanır, siz bakmayın Suudi Arabistan ya da İran'ın şeriatle yönetildiklerine" söylemi bunlardan biridir. Bu İslamiyet'i temellük yoluyla başka tür milliyetçiliktir. İslam'ın en iyi yaşandığı yeri tespit etmenin dört kriteri vardır:

a) Toplumsal ve kamusal alanda İslami hükümler uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu?

b) Dini hayat; ibadetler seviyesinde ne kadar yaygın yaşanıyor? Mesela namaz kılma, oruç tutma oranları, camilerdeki doluluk, beş vaktin cemaatle kılınması ve münkerlerin (alkol tüketimi, çıplaklık, faizli ekonomi) alenen işlenmesi vs.

c) Tarihten gelen âdet ve geleneklerin ne kadarı İslam'ın ruhuna uygun? Yeni hayat ve oturma biçimleri İslam'dan mı besleniyor, yoksa dış dünya tarafından mı domine ediliyor?

d) Ülke; devlet olarak uluslararası camiada kimlerle ittifak içindedir, politik ve jeostratejik tercihlerini kimlerden yana yapmakta ve hangi devletlerle iş tutmaktadır? Bu dört kriteri herhangi bir ülkeye uygulayalım, ortaya çıkacak sonuç İslam'ın ne kadar doğru ve yaygın yaşandığı sorununun da cevabı olacaktır.

İslam içinde "milli" olan "dini", yani "İslami olan"dır. Kim İslamiyet'i referans alarak konuşuyorsa bizim için makbuldür, düşünceleri bizim öz malımızdır. Bu açıdan Seyyid Kutup ve Malik Binnebi, Mevdudi ve Ali Şeriati, Muhammed İkbal ve M. Bakır es Sadr, İzzetbegoviç ve Nedvi; Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı ve Abdurrahman Arslan kadar milli ve yerlidirler. İslamcıların milli olanı, dine ve ümmete ait olan herkestir. Ebu Hanife, Gazali, İbn Teymiye, Şah Veliyullah Dehlevi, Molla Sadra, Mevlana, Ahmet Yesevi, Yunus vd.'nin Türk, Arap, Fars, Kürt olmalarının hiçbir önemi yoktur.

Hem liberalizm, sosyalizm ve milliyetçiliklerin neresi "milli" ki, İslami düşünce hasılası "milli" olmasın?

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1340377


Yenildik mi, geri mi kaldık?

Abdurrahman Arslan, son iki yüzyıllık tarihimizin ana temasını –mealen- şöyle özetler: "Bundan önce de Müslümanlar yenildi. Mesela Moğol istilalarında, Haçlı seferlerinde. Ama yere düşen hiçbir Müslüman ayağa kalktığında yenilgimin sebebi dinimdir demedi.

İlk defa 19. yüzyılda Osmanlı yenildiğinde sebebini kendi dininde aradı." (Bkz. Umran Dergisi, İslamcılık özel sayısı, sayı: 215, Temmuz-2012.)

Yenilgiyi kabullendikten sonra cevabını aramaya başladığımız soru şu oldu: "Neden yenildik?" Sorunun cevabı çarçabuk bulundu: "Çünkü geri kaldık?"

Ancak bundan önce sormamız gereken sual şu olmalıydı: "Batı karşısında yenildik mi, geri mi kaldık?" İki sorunun birbiriyle bağlantılı olduğu doğru olsa da hangisinin diğerini belirlediği son derece önemlidir. Şöyle ki:

Eğer Batı karşısında askerî olarak yenildiğimiz bir hakikat ise –ki Karlofça Antlaşması'nı imzaladığımız 1699'dan bu yana askerî sahadaki yenilgimizi kabul etmiş bulunuyoruz- neden yenildik, sorusunun cevabı üzerinde odaklanacağız. Öyle de oldu.

Karlofça'da kabullendiğimiz yenilgiden sonra ilerleyen zamanda –bariz olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında- Batıcıların ve onlarla eşzamanlı ilk iki nesil İslamcıların tereddütsüz verdikleri cevap "geri kalmışlığımız"dır. Görülüyor ki bu iki soruya cevap arayanları kategorik olarak "Batıcılar" ve "İslamcılar" şeklinde iki gruba ayırmamız güç. Zira "yenildik" diyen iki gruptan biri olan Batıcılar (Türkçüler, liberaller, sosyalistler) ve İslamcılar da yenilgimizi aynı sebebe, yani "geri kalışımız"a bağlamaktadırlar.

Sebepleri bilinebilen bir yenilgi karşısında ne yapılır? Tabii ki sebepler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Fakat bu zannedildiği kadar kolay bir işlem değildir, bu kararı vermek ruhsal ve zihinsel bir tutum değişikliğini gerektirir. Burada ya İbn Haldun'un işaret ettiği ruh halini kabulleneceksiniz, yani "mağluplar galibi taklid eder" deyip size ait ne varsa ortadan kaldırıp, galip Batı'yı taklid edeceksiniz veya başka bir yol bulup takip edeceksiniz. Kesin olan şu ki, "kendiniz (Müslüman, Osmanlı, Doğulu)" kalarak düşmanı taklid edemezsiniz. Galibi "düşman" olarak da görüp taklid edemezsiniz. Sizi yenen Batı hem referansınız, yani örnek alacağınız model, size yol gösterecek rehber, size kuvvet ve nusret kazandıracak güç kaynağınız olacak ve fakat aynı zamanda zihninizde onun "düşman" vasfını korumaya devam edecek! Bu tam bir kişilik parçalanması, Daryüs Şayegan'ın deyimiyle "bilinç yarılması"dır. Böyle bir çatışma hali insanı ruhsal olarak hasta eder. Bu açıdan bakıldığında bizim Avrupalılaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve yeni versiyonuyla Batı ile uyum politikaları ve küreselleşme, kısaca otoriter modernleşme projelerimizin tamamı kültürel olarak şizofreniktir.

Batıcılar söz konusu bilinç yarılmasına, şizofreniye muztar olmamak için çareyi suçu İslam dinine yıkmakta buldular; İslam'dan neş'et eden akıl, bilgi ve yaşama biçiminden vazgeçip, kendilerini galibin aklına, bilgisine, medeniyetine ve iradesine teslim ettiler. Batıcıların bu karar ve projesine "Osmanlı/Türk modernleşmesi" diyoruz. Bu projenin Saray/iktidar seçkinleri tarafından belirlenmesi, Avrupalılaşma/Batılılaşma olarak tanımlanması ve ana karakteristiğinin "din-dışı" tayin edilmesi tesadüfi değildir.

Şu noktayı da hatırlatmak lazım: Osmanlı Sarayı ve üst sınıfı uzun zamandan beri tefessüh etmiş, İslam'a olan itimadını-özgüvenini kaybetmiş, İslamî hayatı terk etmiş; zulüm ve istibdat, eşitsizlik ve adaletsizlikler, ahlakî dejenerasyon alıp başını gitmişti. Bu haliyle köklü bir arınma-tezkiye sürecinden geçmeden zaten İslam dininin özüne; hayat, kuvvet, nusret ve zafer veren hükümlerine dönemezdi. Kendi suçu ve günahının cezası olarak Osmanlı yenilince suçu ve kusuru amellerinde arayacağına yenilginin sebeplerini İslam dinine mal etti. İşte tam bu ruh ve zihin halinde Osmanlı'nın iktidar seçkinleri galiplerin ideolojisine kendilerini teslim edip dini bir kenara bırakma kararı aldılar.

Batıcılar bütün siyasî versiyonlarıyla geri kalışımızı İslam dinine bağlarken, İslamcılar "geri kalışımız"dan İslam dinini değil, biz Müslümanların tarihte dini yanlış anlama biçimini, dolayısıyla tarihsel mirası (türas) ve geleneği sorumlu tuttular.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1342470


Neden geri kaldık?

Batıcılar ve İslamcıların üzerinde anlaştığı ortak nokta "geri kalışımız" olduğuna göre, bunun "terakkide geri kalma"da vücut bulduğu açıktır.

Hüküm cümlesi şöyle kurulmuştur: "Batı karşısında geri kaldık!" Batıcıların teşhisine göre, suç ve kusur İslam dininde olduğuna göre, İslamiyet'i etkin olup düzenleme talebinde bulunduğu her alandan tasfiye etmedikçe eski gücümüze kavuşamayız. Radikal Batıcılara göre -Abdullah Cevdet vd.- bu pozitivizmi ve materyalizmi resmi görüş ilan etmekle; diğerlerine göre reform yapıp onu -Hıristiyanlıktaki gibi- vicdan işlerine çekmekle olur. Ziya Paşa bunu şöyle özetler: "İslam imiş devlete pa-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı."

1850-2000 arası zamanda ilk iki nesil İslamcılar kendi aralarında iki gruba ayrılır:

1) Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid'at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşailik yerine Eş'raliğin revaç bulması, Mutezile'nin mahkûm edilmesi, Gazali'nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Cemaleddin Efgani'den Abduh'a, Mehmet Akif'ten Muhammed İkbal'e, S. Ahmet Han'dan Said Nursi'ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür.

2) Geri kalışımızın sebebi İslamiyet'in "yanlış veya eksik anlaşılması" değil, İslamî hükümlerin gereklerini yerine getirmeyişimiz, İslamiyet'i bir hayat nizamı olarak yaşamayı terk etmemizdir. Atalarımız İslamiyet'i doğru anladı, ama yaşamadılar, dinî hayatı ihmal ettiler. Bu grubun en tipik temsilcisi Mustafa Sabri Efendi'dir (1869-1954.)

Mustafa Sabri Efendi'ye göre, geçmiş Müslümanların dini yanlış anlamaları söz konusu değildir. Onlar yalnız dinin emirlerini gerektiği şekilde yerine getirmediler (Dini Mücedditler, İstanbul-1977, s. 118). Eğer geçmişte Müslümanlar dinî vazifelerine fiilen ve amelen riayet etmemeye alışmamış ve itikatça dine bağlılıklarını gevşetmemiş olsalardı bu hale düşmezdik (İnsan ve Kader, çev. İsa Doğan, İstanbul-1989, s. 298; Dini Mücedditler, s. 18.)

Mustafa Sabri Efendi; Muhammed Abduh veya Said Nursi'nin aksine pozitif bilimlere pek iltifat etmez, dinî hakikatleri veya imanın düsturlarını maddî tabiat olayları üzerinden göstermeye kalkışmaz. Açıkça "Kur'an, bir fen kitabı olmadığı gibi, fenlere mutabakattan gelecek şerefe de muhtaç değildir" der. "Kur'an, insana insanlığını öğretir; yüksek bilgiler verir, cismanî hastalıklardan ziyade ruhî hastalıklara çare gösterir." (Meseleler, sadeleştiren: O. Nuri Gürsoy, İstanbul-1978, s. 32.)

Mustafa Sabri Efendi'nin teşhis ve tespitleri önemlidir. Ancak o da yenilgimizin sebebini "geri kalışımız"da bulur, geri kalışımızı İslamiyet'i hakkıyla yaşamayı bir kenara bırakmamızda arar. Bu, onun da sorunlarımıza Batı'nın "ilerlemeci tarih görüşü" içinden baktığını göstermektedir. Anahtar terim "terakki"dir: "Müslümanların terakki yolunda geri kalmaları dinlerinden değil kendilerindendir" der. (Meseleler, s. 29)

İslamcıların "mağlupların galipleri taklid etmesi" kuralını aşıp "Hayır biz Batı karşısında geri kalmadık, askerî ve ekonomik olarak yenildik" deyip ilk iki neslin yanlış sorusunu gündemlerine almaları 1990'lara rastlar. (Bkz. A. Bulaç, Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, 3. bsm, İstanbul-2006; s. 207 vd.).

Batıcılar veya ilk iki nesil İslamcılar, prensipte Batı karşısında geri kaldığımızı kabul ettikleri için, Batı ile aramızdaki mesafeyi –kimi dini tamamen terk ederek, kimi tarihsel tortularından temizleyerek veya amelî olarak yaşayarak- kapatabileceğimizi savunur. Bu süreçte her iki kanadın paradigması "bilim, medeniyet, akıl, teknoloji ve ilerleme" parametreleri üzerinde inşa edilecek, dolayısıyla herkes bu beş ileri umdeye ulaşabileceğimiz konusu üzerinde kafa yoracaktır.

Üçüncü zamanda şunu idrak ettik: Her iki kanadın hareket noktası iki açıdan yanlıştır: a) İlk düğmeyi yanlış iliklemeniz gibi, bir kere soruyu yanlış sormuşsanız ilanihaye yanlış cevaplar bulmaya çalışırsınız. b) Sizin kendinize özgü bilgi/ilim, medeniyet, akıl, teknik ve tarih görüşünüz yoksa, sonuna kadar Batı'yı geriden takip edeceksiniz; bu sizin Avrupalılaşma demek olan asrileşmeden bugünkü küreselleşmeye kadar modernliğin her aşamasında dünyanın hegemonik güçlerine bağımlılığınızın sebebi olacaktır. Çünkü siz bunları üretmiyorsunuz, üretildikleri merkezlerden iktibas edip tüketiyorsunuz.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1343211


Çağdaş mezhepler

Yakın tarihin yazılmış en iyi mezhepler tarihi Mısırlı alim Muhammed Ebu Zehra'nın "İslam'da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi"dir. Orijinal adı "Tarihu'l-Mezahibi'l- İslamiyye"dir.

Sıbgatullah Kaya'nın Türkçe seçtiği başlık muhtevaya tamı tamına uygundur. Bu muhalled eserin tafsilatını yine aynı büyük alimin 8 imamın hayatını inceleyen daha büyük eseridir: Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, Ahmed ibn Hanbel, Ca'fer es Sadık, İbn Hazm, İbn Teymiye ve İmam Zeyd.

Ebu Zehra'nın söz konusu dev çalışmasının arka planında hiç şüphesiz Şehristani'nin "El-Milel ve'n-Nihel"i; El-Bağdadi'nin "El-Fark Beyne'l-fırak"ı; Eş'ari'nin "Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin" vb. yüzlerce değerli eser var. Büyük alim Suphi es-Salih'in "İslam Mezhepleri ve Müesseseleri"; Dr. İrfan Abdülhamid "Dırasat fi'l-Firak ve'l-Akaid el-İslamiyye"; Neşet Çağatay-İ. Agah Çubukçu'nun "İslam Mezhepleri Tarihi" ve diğerlerinin ana çerçevesine baktığımızda şunları görüyoruz:

1) İslam'ın fıkıh, kelam ve siyasi tarihi fırkalar ve mezhepler tarihidir. Adı geçen mezhep ve fırkalar iyi bilinmeden İslam tarihi bilinemez; Müslüman dünya ile ilgili düşünce, felsefe çalışması yürütülemez, Müslüman toplumların sosyolojisi anlaşılamaz.

2) Mezhepler ve fırkalar kendilerini daima İslam'ın iki ana referans kaynağına Kur'an ve Sünnet'e dayandırmışlar, tez ve görüşlerine bu iki kaynaktan 'meşru, ikna edici' deliller bulmaya çalışmışlardır.

3) Mezhepler ve fırkalar diğerlerinden farklı görüş ve fikirler geliştirirlerken, kendilerine göre belli bir usul geliştirip takip etmeyi ihmal etmemişlerdir. Ünlü oryantalistlerden Julius Welhaussen (Bkz. "İslamiyet'in İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri" ve W. Montogomery Watt da (bkz. İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri" aynı fikri paylaşırlar.

Farklı mezhep ve fırkaların ortaya çıkmış olması postmodern zamanlardakine benzer, birden fazla paradigma veya hakikatin parçalanıp her bir parçanın kendini mutlaklaştırması, diğerleriyle eşit olduğu iddiasında bulunup çoğulculuğu 'ne olsa gider, her şey görecelidir' ilkesine dayandırması demek değildir. Kabul gören muteber fıkhi ve kelami mezheplerin ilim ve hilim sahipleri kendilerini mutlaklaştırmadan uzak tutmaya özen göstermişlerdir. Farklı yorum, içtihat ve teviller bir ve tek olan hakikate birden fazla usul, yol ve okuma biçimiyle gidilebileceğinin göstergesidir. İslam'ın akidesi, temel hükümleri izafiliğe kurban edilemez, çünkü İslam'ın asla buharlaşması mümkün olmayan sabiteleri vardır.

Bu açıdan şu söylenebilir ki, Sünni ve Şii iki büyük İslam ekolü, kökleri göklerde Levh-i Mahfuz'da olup Kur'an vahyi ile gövdesi yeryüzüne inen, Hz. Peygamber Sünnet'i ve Sireti'yle dal budak salıp meşru usulle ortaya çıkmış bulunan ameller, yorumlar, teviller, içtihatlar ve ibadet şekilleriyle meyve veren devasa kutlu bir ağacın iki büyük bölüm halinde çatallaşmasıdır. Bazı çınarlar, gövdenin bitiminden başlamak üzere iki ana yeni gövdeye ayrılırlar ki tarihte ve hakikat-i halde –benim acizane kanaatime göre- Sünni, Şii, Zeydi, Zahiri ve İbadi mezhepler bu kutlu ağacın ayrı tezahürleridir. Tasavvuf ve irfan alanında tarikatların kendilerini Hz. Ali'ye ve Hz. Ebu Bekir'e dayandırmaları da bu çerçevede ele alınabilir. İlahi hikmet menşe'li İslami felsefe ekolleri dahi öyledir.

Siyaseti dinin ruhuna baskın kılmadan, siyaset yapayım derken dini maddileştirip dünyevileştirmeden yürütülecek bir siyaset, dinin olmazsa olmaz şartıdır.

Bu manada siyasi ve fikri bir hareket olarak İslamcılığa eleştiri yöneltirken "Müslümanlık yetmez mi, İslamcılığa ne gerek var?" veya "Hz. Muhammed (sas) İslamcı mıydı?" diye sormak çok anlamlı değildir. Yaşadığımız zamanda bizzarure ortaya çıkan İslamcı akımlar, fırkalar, sosyal gruplar, cemaatler ve tarikatlar çağdaş mezhepler hükmündedirler. Elbette Hz. Peygamber (sas) "İslamcı" değildi; ama hiç şüphesiz Sünni veya Şii; Hanefi veya Şafii; Eş'ari, veya Maturidi; Mutezili veya Cebri, Vehhabi veya Selefi; Nakşi veya Kadiri; Nurcu veya Süleymancı de değildi. Bu saydıklarımızın hepsi kendilerini onun vahy olarak getirdiği Kur'an'a ve Sünneti'ne refere ediyorlar, dün Müslümanların yaptıkları iş meşru ve doğruydu, bugün de öyledir.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1348616


Yıldızlarımız çarpışmaz!

Allah, varlık, insan, tarih, hayatın anlamı, yaratılışın hikmeti, mebde-mead ve fiillerimizin ahlaki değeri konularında bilgi (ilim) sahibi olmak isteyen bir ilim talibinin yöneldiği birkaç gaye vardır:

Hakikat'e ulaşma çabası (Nazari-teorik ilke); elde edilen bilgiyle yaşama azmi (Ameli-pratik ilke); doğru ilmi bir bütün ve kendi tabii hiyerarşileri (itikad, ahlak, ibadet, muamelat ve ukubat) takip edilerek toplu(m) halinde yaşanması mecburiyeti (Ahkamı tatbik ilkesi); bilgiyi ve ahlaki erdemleri aktarma görevi (Tebliğ, irşad ve Emri bi'l ma'ruf-Nehyi ani'l münker ilkesi); zorba ve sömürücülere, Daru'l İslam'ın bağımsızlığına ve zenginliklerine göz diken harici düşmanlara karşı koyma vecibesi (Hak'ka ve halka karşı sorumluluk olan cihad ilkesi.)

Bu beş ilke arasında öncelik ve önem konularında farklı tercihler yapılmıştır. Kimine göre sosyal ve siyasi hedeflere ulaşıldığında diğerlerinde de maksad hâsıl olacaktır. Genellikle İslamcıların siyaseti öncelemeleri bu fikirden kaynaklanır. Bunun kurucu fikri Cemaleddin Efgani'ye aittir. Maksadın yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru ve köklü eğitimle hasıl olacağını düşünenler ise, ruhi ve manevi reformları, iman ve ilim eğitimini esas almışlardır. Bunun da kurucu fikri Muhammed Abduh'tur. Bu iki ana akım Sünni ve Şii dünyada hâlâ paralel olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Bazı âlim ve mütefekkirler ya da cemaat ve gruplar her iki dönemi kendi hayatlarında yaşamışlardır. Mesela Said Nursi Hazretleri bunun tipik misalidir. Üstad siyasi ve içtimai hizmeti öne çıkaran kimliğiyle Mütareke yıllarına kadar Cemaleddin Efgani'nin çizgisinde iken (Eski Said), bu yıllardan sonra Muhammed Abduh'un çizgisine geçmiş, hattı hareketini değiştirmiştir (Yeni Said).

Benim acizane risalelerden anladığıma göre her iki dönemde Said Nursi'nin hedefi tekti: İslam'ın hayat bulması, Müslüman dünyanın eski izzet ve kuvvetini kazanması, İslam Birliği'nin kurulması. Siyasetin bu işte sonuç vermeyeceğine kanaat getirince imanı dönüştürücü bir güç olarak yeni bir tanımsal çerçeveye oturtmak istedi. Buna sadece siyasetin tabii yetersizliğinin farkına varması değil, yanlış ellerde, muhterislerin dilinde nasıl fitne, husumet ve sufli çıkar çatışmalarında kullanıldığına, tefrikaya yol açtığına şahid olunca Muhammed Abduh'un siyasetin kötülüğüyle ilgili sözünün ilk bölümünü söylemek zorunda kaldı: "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım." Abduh (öl. 1905) bu sözün tamamını şöyle söylemişti: "Euzu billahi mine'ş Şeytani ve'ssiyase ve men sase ve yesus ve saisin ve mesus."

Müslüman Kardeşler 1950'ye kadar Abduh'un yöntemini takip etti, 1950'den sonra Efgani çizgisine kalboldu. Bu yöntem farklılığı Seyyid Kutup'un "siyaseti ve sosyal hayat'ın dönüşümü"nü esas alan fikri ile "medeniyet"i esas alan Malik Binnebi'nin fikri arasında bir kere daha belirginleşti, geniş bir tartışma alanı başlattı. Bu yöntem farklılığı kıyamete kadar sürecek, İslam'ın zenginliği olacaktır.

Nasıl aklı başında bir Hanefi, "Ebu Hanife'nin içtihatları mutlak ilmi ifade eder, İmam Şafii veya İmam Malik de kim oluyormuş" demiyorsa, aradığı bilgileri, hakikatleri ve lezzeti Risaleler'de bulan bir şakird de "Seyyid Kutup veya Mevdudi, Üstad'la mukayese mi edilir" demez. Kutup ve Mevdudi de tefsir sahibi âlim, fazıl, mücahid ve saygıdeğer şahsiyetlerdir.

İslam âlimlerini birbiriyle çatıştıranların bir bölümü mezhep ve grup taassubunda olanlar; kendi şahsi ve nefsani duygularını mutlaklaştıranlar, çıkar ilişkilerini alimleri paravan kullanarak sürdürenlerdir. Kimileri hasetçilik, kimileri milliyetçilik gibi kalp ve beyin hastalığına yakalanmışlardır. Kimileri ise "müşevvik ve muharrik fitneciler"dir, günümüzde Abdullah ibn Sebe rolünü oynamakta; Kissinger'in "Bundan sonra çatışma bizlerle onlar arasında değil, Müslümanların kendi aralarında olacak" dediği küresel doktrine lojistik destekler sağlamaktadırlar.

Biz Said Nursi'yi de, Mevdudi ve Seyyid Kutup'u da bu dinin İslam denizine akan nehirleri olarak görür, hepsine hürmet gösteririz. Her üçü de tefsir sahibidirler, eserleriyle bizi aydınlatırlar. Bizim gökkubbemizde yıldızlar birbiriyle çarpışmaz, yol gösterir. Kim onları çarpıştırmaya kalkışırsa, Mele-i a'la'nın kanallarına girmeye çalışanların üzerine akıp onu yakan şihab benzeri ateş fırtınalarına maruz kalır, göklerin ateşi onu yakar.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1349248


Din ve siyaset

"Din-siyaset ilişkisi"ni nasıl anlamalı? Bu, modern zamanlarda her din mensubunun, özellikle Müslümanların zihnini fazlasıyla meşgul eden bir sorudur.

Geleneksel toplumlarda dinin şu veya bu biçimde mutlaka siyasetle ilişkisi olmuştur. Ya doğrudan din adamları yönetim aygıtını ellerinde bulundurup siyasi mekanizmayı işletmiş veya yöneticiler din adamları zümresinin desteğini alarak yönetimlerine kutsal-aşkın bir meşruiyet bulmaya çalışmışlardır. Japon Shintoizmi'ne göre yönetimin tepe noktasında imparator olmalı, çünkü "güneşin oğlu"dur, kutsallığını ve meşruiyetini buradan alır. Kadim Hind'de en tepede, yönetici sınıf Brahman'ın başından yaratıldığına inanılan din adamları bulunur. Askerler, tüccarlar, çiftçiler ve işçiler tanrısal bedenin daha alt kastlarında bulunurlar. Paryaların herhangi bir kutsal karşılığı yoktur, zira Brahman'ın herhangi bir yerinden yaratılmış değiller. Sasani İran'a göre yönetici Kisra'nın damarlarında "tanrının kanı" akar, tabii ki kral Kisra olacaktır. Roma'da Sezar ve Mısır'da Firavun kendileri tanrılık iddiasında bulunurlar vs.

Din-siyaset ilişkisinde karşılaştığımız modern sorunun temeli Batı'nın geçirdiği trajik tecrübenin ürünüdür. Sanki biz de benzer sorunları yaşamışız gibi, Avrupa'nın devletle yaşadığı sorunlar bizim önümüze de konuyor. Batı-dışı dünyada yöneticiler kendilerini mutlaka dine ve kutsala refere etmişlerdir. Hıristiyanlık döneminde de Katolikliğin etkisindeki krallar ve imparatorlar, meşruiyetlerini Tanrı'nın Hıristiyanlığı korumak üzere papaya verdiği "iki kılıç"tan birini ellerinde bulundurmalarından alıyorlardı. Birini elinde bulunduran papa, ikinci kılıcı cismani iktidarın başına vermişti, bu yüzden devlet kiliseye ve din adamları sınıfına tabi olmalıydı; "krallar Tanrı'nın yeryüzündeki serfleri"ydi.

Kanaatimce tarihte ilk defa İslamiyet, yönetimi ve yöneticiyi kendinden menkul kutsallıklardan tecrit ederek, siyasetin yapımını yönetilenlerin icab ve kabulüne, yani rızaya dayandırdı. Hz. Muhammed (sas) istisnai bir şahsiyetti, O Allah'tan aldıklarını tebliğ ediyor, İlahî koruma altında vahyin fiilî tatbikatını-somut pratiğini gösteriyordu. O'nun dünyadan irtihalinden sonra yerine Hz. Ebu Bekir (ra) 'seçim'le işbaşına geçti ve ancak biat aldıktan sonra 'halife' oldu. İlk zamanlarda ona "Allah'ın halifesi" dendiyse de, o itiraz edip "Ben Allah'ın halifesi değilim, Rasul'ün halifesiyim." dedi. Hz. Ömer (ra) "Rasul'ün halifesinin halifesi" oldu. Dile ağır geldiği için kısaca yöneticiye sadece "halife, imam veya emir" denmekle yetinildi. Devlet başkanının "Hz. Peygamber'den sonra gelen yönetici" sıfatını kazanması İslam'da teokrasinin teşekkülüne mani oldu. Yazık ki Muaviye'den sonra Emeviler, Bizans geleneği -Jüstinyen'in sıfatı- olan "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi sultan" unvanını aldılar; Osmanlı padişahları da bunu -Zillullah fi'l arz- beis görmeden alıp kullandılar.

Belirtmek gerekir ki, yöneticinin kendisinin halk-yönetilenler tarafından seçilerek başa getirilmesini temel alan hilafet yönetimi -dört halife de böyle başa geldi- her ne kadar 'teokrasi'yi önlediyse de, yönetimin kendisini laikleştirmedi veya siyasetin yürütüleceği alanın 'seküler' olabileceği fikrine kapı aralamadı. Evet, yöneticiler halkın iradesiyle seçilmeli, 'biat' adı altında yöneticilerle hukukî-siyasî sözleşme imzalamalı, ancak ister yönetimin ve yasamanın referans alacağı kaynak ister üzerinde mutabakata varılacak sözleşme (biat) hükümleri İslamî bilinen açık hükümlere aykırı olmamalıdır. Bu manada İslam'da yönetimin asli ve sahih karakterinin "Allah'ın muradına ve halkın iradesine dayalı" olduğunu, olması gerektiğini söylemek mümkün.

İncillerde yer alan bir söz Hıristiyan tarihinin açılımıdır: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin." Bir yerde tanrı Sezar'a hâkimse, orada devlet Kilise'ye bağlıdır, buna "teokrasi" denir: Bir yerde Sezar tanrıya hâkimse, kilise devlete bağlıdır, buna da "Bizantinizm" denir. Bir yerde tanrı ile Sezar birbirlerinden ayrılmışlarsa, orada din/kilise devletten ayrılmıştır. Buna da "laik model" denir.

Bugün dinin siyasetten ayrı olmasını savunan iki ana fikir var: Birini laikler, diğerini "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırız" sözünü asıl bağlamından çıkaranlar. Bunun kritiğini önümüzdeki yazıda ele almaya çalışacağız.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1351898


Şeytan ve siyaset

Abduh ve Bediüzzaman'ın "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım" demiş olmalarının "din-siyaset" bağlamı içindeki yeri nedir?

Abduh'a ve Üstad'a bu ağır sözü söyleten sebebi (illet) anlamak için yine Üstad'ın tabir caizse hermönetiğine başvurmak lazım. Üstad sözün belâgatini sağlayan temel unsurları şöyle sıralar: (a) "Mütekellim" (söyleyen, yazan, kim, özne?), (b) Muhatap (dinleyen, okuyan, kime söylenmiş?), (c) "Maksad" (gaye, amaç, ne için söylemiş?), (d) "Makam" (konu, ne makamda söylemiş?) (Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale, 6. Katre.)

Mısır'ın sömürge döneminde bazı zayıf kişilik sahiplerinin siyaset yoluyla İslam'ın bilinen ahlak ilkelerini kendi şahsi ikballeri uğruna kullanmaları Abduh'a bu sözü söyletmiştir. Toplumun asıl zihinsel ve ahlaki olarak dönüşümü gerçekleşmedikçe iyileşme olmayacağını düşünen ve siyasette kötü örneklere muttali olunca Said Nursi de siyasetten Allah'a sığındı.

Demek oluyor ki her iki şahsiyete bu sözü söyleten önemli bir illet (negatif sebep) olduğu anlaşılıyor. "Hükümler illetlere mebnidir" kaidesince, söz konusu hüküm illeti sürdüğü müddetçe kendisi de baki kalır. Ancak mesele, siyasetin kendisi (liaynihi/bizatihi) değil, istismarıdır (ligayrihi). "Eşya dünyasında aslolan ibahe"dir, "mübah" olan şeye "habis" bulaştığı zaman liaynihi değil, fakat ligayrihi münker veya habis olur. Nesne ile sıfat ayrıdır. İnsan soyut bir varlıktır, iyi bir sıfatı aldığı zaman övülür; kötü bir sıfatı edindiğinde yerilir. İnsanı iyi veya kötü yapan sıfatlardır. Adil insanı iyi yapan adalettir, zalim insanı kötü yapan zulümdür.

Liaynihi siyaset farzı ayındır, bir grup insan yapıyorsa yeterlidir (farz-ı kifaye). Yönetim olmadıkça güvenlik sağlanmaz, toplumsal ilişkiler sürmez, siyaset istismar edildiği zaman haram olur. Hatta Maverdi, Gazali ve İbn Teymiye sırf bu yüzden, bu işler aksamasın mülahazasıyla zorba (cair) yöneticiye cevaz vermişlerdir. Eşyada kötülüğe, "iyi olan"ın suistimali (yanlış kullanımı) yol açar. Allah iyiliği yaratmıştır, yarattığı şeyin iyi ve faydalı olarak nasıl kullanılacağı yolunu göstermiştir, insanlar iyi olanı yanlış kullandıklarında kötülük yapmış olurlar. Bu yüzden "iyilikler (hasenat) Allah'tan, kötülükler (seyyiat) bizden"dir.

Böyle olunca "siyaset yoluyla dünyevi vasıtaların uhrevi gayelerin yerine geçmesi, araçların amaç haline getirilmesi" veya dinin siyasette istismar edilmesi bir kusur ise bu siyasetin kendisinden (zati tabiatından) değil, yanlış kullanımından (ligayrihi olarak sui-isti'malinden) kaynaklanır. Hakikati itibarıyla aracın kendisi gereklidir, amacın yerine geçtiğinde kötülüğe sebebiyet vermektedir. Aracı amacın önüne geçirenler tabii ki hata yapar, ama hata aracın tümden neshedilmesini gerektirmez. Bir hedefe yöneldiğimizde her halükarda bir araca ihtiyacımız olacaktır, hata şu ki asli hedefi unutup aracı fetişleştirmektir.

Tarihte hangi mezhep aynı zamanda siyasi değildir? Uğradığımız ağır hasarlara rağmen bugün de sosyo-politik talepleri "dinin dili"ni kullanarak ifade edenler çıkıyorsa, bu henüz gelenekten tümüyle kopmadığımızın sıhhat ifade eden işaretlerindendir. Dünün mezhepleri ve fırkaları bugünün akımlarıdır. Hem biz "siyasi değiliz, İslam'a hizmeti siyasette bulmuyoruz" diyen gruplardan hangisi yeri geldiğinde "siyasetin dışında kalabilmiş"tir?

Modern devlette siyaset bir tercih değil, zorunluluktur. Üstad da DP'nin ortaya çıkışıyla siyasete ilgi duymaya başlamış (1944), "Dindar demokratlar, hususen Adnan Menderes gibi zatların hatırları için 35 seneden beri terkettiğim siyasete bir iki gün baktım." (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Y., s. 749) demiştir. Kendi usulü içinden doğru yapmıştır, çünkü o tarihte illetin değiştiğine hükmetmiştir. Üstad'ın siyasetin kendisini kötü görmediğinin işareti, "İttihad-ı İslam Partisi yüzde 60-70'i tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyaset başına geçebilir" (Emirdağ Lahikası, s. 746) demiş olmasıdır. Demek ki bu orana ulaşıldığında mani zail olmuş olur: "Mani zail oldukta memnit avdet eder." Bir şeyin sıhhat ve cevazına engel teşkil eden şey ortadan kalkınca engellenen şey avdet eder. Bu bize Üstad'ın fikir ve hükümlerinin ebedi ve evrensel değil, tarihsel-dönemsel olduğunu gösterir. Aksi olamazdı, çünkü her müceddit Kur'an'ın ebedi hakikatlerini ve ilahi hükümleri kendi döneminde yeniden ve bir kere daha ifade eder. Tecdid bir keşf-i kadimdir.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1352454


Siyasetten kaçabilir miyiz?

Abduh, Hasan el Benna, Yeni Said, Nedvi, Malik Binnebi ve bu çizgide yer alan ıslahatçı ve ihyacıların "siyasete ilişkin görüşleri"ni çoğu zaman yanlış anlıyoruz. Yaygın kanaate göre, sanki bu zatlar siyaseti bizatihi (liaynihi) kötü, dine ve dindarlara zarar veren bir meslek olarak görmüşlerdir.

Şüphesiz öyle değil. Onların yapmaya çalıştığı şey alem tasavvuru, akidesi ve ahlaki hayatı çökmekte olan Müslüman dünyanın ıslahı, ihyası veya İslam'la kendini yenilemesi (tecdit) işine çalışırken, işe siyasetten başlamasının yanlışlığına vurgu yapmaktır. Diğer dikkat çektikleri husus, siyaseti ilk sıraya koyanların bazılarının ve zaman zaman İslam'ın bütününü siyasete indirgemeleri hatasına düşmeleridir.

İşe "iman"dan başlanması bir tercihtir ve en doğru tercihtir. Ama bu siyasetin kendisini önemsizleştiren, gereksiz veya zararlı kılan bir tercih değildir. Kaçınılması gereken siyaset,

a) İslami değerleri referans almayan;

b) İslami idealleri ve ümmetin maslahatını, birlik ve gücünü hedeflemeyen;

c) Şahsi, zümresel, sınıfsal, grup, ulusal, etnik, mezhebi, salt dünyevi çıkar ve başarılar uğrunda dini istismar eden, dini araçsallaştıran siyasettir.

Elbette bu siyasetten ve Şeytan'dan Allah'a sığınmalıdır.

Üstad'ın, Yeni Said sıfatıyla işe "iman"la başlaması son derece doğru ve isabetli bir hattı harekettir. Zira imanını kaybetmiş bir toplumun ne ahlakı, ne ameli hayatı ne idealleri İslami olur. Üstad'ın "Şeriat'ta yüzde 95 ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde 5 siyasete mütealliktir" sözünü "söyleyen, muhatap, maksad ve makamı demek olan zamansal bağlamı"nı göz önüne almayıp pozitivizm etkisindeki aydın selefiler gibi tamamen literal alacak olursak, Üstad'ın İslamiyet'i 20 ana dilime ayırdığını ve ancak 1'ini siyasete tahsis ettiğini düşünürüz. Oysa hadis ilmindeki "terğib ve terhib"de kullanıldığı üzere, müjdeleme-teşvik etme-özendirme veya korkutma-caydırma-vazgeçirme amaçlı olarak "kesretten kinaye" ifadeler kullanılır. İfadeler elbette mübalağa sigasıyla gelirler. "Şunu yaparsan 70 bin sevap kazanırsın" gibi. Üstad'ın burada kullandığı "yüzde 5" aynı çerçevede "kılletten kinaye"dir. Benim şahsi kanaatim öyledir, ben öyle anlıyorum. Eksik ve yanlış olabilir.

Durum bu merkezde olmakla beraber, bugün çok yönlü, rafine ve nüfuz edici-yaygın hakimiyet alanı içinde yaşadığımız modern devlet, dini hayatını özgürce yaşamak isteyen veya şiddet ve zor kullanmadan ideallerini gerçekleştirme mücadelesi verenlere "yüzde 1 siyaset"le yetinme imkanı vermiyor. Bana göre, yüzde 1'lik siyaseti ihmal edebileceğimizi kabul ettiğimiz andan itibaren, dinin asıl-ana gövdesi addettiğimiz iman, ahlak, ibadet ve zarurat-ı diniye olan yüzde 99'luk muamelatı da farkında olmaksızın modern devletin düzenleme ve belirleme gücüne terk etmiş oluyoruz. Üstad ve çağdaşlarının siyaseti geri plana ittikleri dönem ile bugünkü dönem arasında mahiyet farkı var, aslında modern ulus devletin ilk teşekkül aşamalarından itibaren bu böyleydi, ancak bizim zihin iklimimize intikali ancak yeni hissedilmeye başlandı. Şartlara bağlı illetler tamamen değişmiş bulunmaktadır.

Siyaset sosyolojisi siyasetin toplumsal bağlamını ele alır. A. Orum'a göre, siyaseti belirleyen toplumsal şartlardır. Toplumsal diğer olaylar siyaseti etkiler, siyaset tarafından etkilenir. Bu böyle olmakla birlikte bilim, teknoloji, iletişim, ulaşım, yoğun kent hayatı, yasama meclislerinin giderek güç kazanması ve planlama marifetiyle siyaset toplumu belirlemeye başlamış bulunuyor. Gücü yeterse toplum siyaseti etkilemek istiyor. STK'ların etkinliğinin artması, yerel inisiyatifler, marjinal grupların daha çok çıkan sesi, karar süreçleri üzerinde katılım arzuları, anayasalara getirilmek istenen istisnalar modern toplumda giderek boğucu hale gelen siyaset ve liberal devletin müdahaleciliğine karşı görece özerk-sivil alan arayışını ifade ederler. Kısaca öyle bir döneme girdik ki "siyasetten kaçamıyoruz."

Zeyl: Sözün bağlamını bilmeden beni "cahillik, iftira atmak, Üstad'ı anlamamak, gündemde kalmak istemek"le suçlayanlara Tabiat Risalesi'nin girişinden hazineler değerinde bir armağanım var: "Risale-i Nur'un mesleği nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir."

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1353832


Yeni politik kültür

Modern paradigmanın parçalanıp her bir parçanın özerkleştiği postmodern zamanda siyaset üzerinde yeniden düşünme zarureti var.

Sol, milliyetçi ve liberal siyaset felsefesi yeni dönemin önümüze koyduğu sorunları çözecek modeller geliştiremiyorsa, modern dünyadan aldığı etkiler kadarıyla klasik İslamcılık da yeni duruma cevap verebilecek durumda değiller.

İsteyen eskiden kalma malzemeyle siyaset yapabileceğini düşünebilir. Ancak kendini empoze eden somut tarihsel ve toplumsal durum şu ki, yeni bir politik kültürün eşiğindeyiz. Bir kere 18. yüzyılın rasyonalizmi ve 19. yüzyılın pozitivizminin arka planını beslediği siyaset çoktan geride kalmış bulunuyor. Demokrasilerin doğdukları Batı dünyasının özel şartlarında güvenliklerini laiklikte aramaları bugün bize çok şey ifade etmiyor. Laiklik sekülarizmi, sekülarizm nihilizmi doğurdu. Ekonomik, sosyal, askeri ve uluslararası ilişkilerde devletlerin veya hükümetlerin aldıkları merkezi kararların hem ulusal hem bölgesel ve küresel düzeyde doğurdukları derin etki, liberal tezin salt bir iddia olduğunun yeterince göstergesi. Merkez Bankası'nın alacağı bir karar "serbest" zannettiğimiz piyasayı bir anda etkiliyor; Obama'nın veya Romney'nin seçilmesinin Ortadoğu'ya farklı etkileri ve maliyeti var. Şu halde "ideolojilerden ve müdahaleden bağımsız birey kararları veya serbest piyasa" tezi, liberal felsefenin ideolojisi ve politik ikna aracından ibaret.

Ulus devletler zayıflıyor, tümden ortadan kalkmasalar da egemenliklerinin bir bölümünü yerel ve yöresel olana, küresel ve bölgesel aktörlere devretmek zorunda kalıyorlar; bu da bizzarure siyasi olarak merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini zaruri kılıyor. Üretim yapısı kökten değişti. Elimizdeki politik malzeme bunu yeniden formüle etmeye yetmiyor. Modernizme göre olan model politik, sosyal ve kültürel –kaba veya rafine- merkeziyetçiliği; postmodernizme göre olan model ise parçaların her birini özerkleştiriyor, ayrıştırıyor, sonra kutuplaştırıp çatıştırıyor. Çatışma dinler ve mezhepler; etnik gruplar, erkekler ve kadınlar; zenginler ve yoksullar; farklı kültürel gruplar arasında vuku buluyor. Postmodern durum, askeri müdahalelerin ve darbelerin önünü kapatıyor, 15 milyonluk bir kenti hiçbir askeri cunta tam olarak denetleyemez, hiçbir ideoloji de farklı sosyal ve kültürel grupları görece tatminkâr bir şemsiye açmadıkça kendi hegemonyası altında birlik ve uyum içinde tutamaz. Askeri müdahaleden ümidini kesen devletlerin derin güçleri denetimi eğitim, medya, stk'lar, demokratik örgütler, sendikalar ve popüler kültür üzerinden sürdürmek istiyorlarsa da, sivil eğitim talebi, sosyal medya-internet, kontrol dışı toplumsal gruplaşmalar ve ister faydalı ister zararlı-yıkıcı marjinal gruplar söz konusu denetimi imkansızlaştırıyor.

Dünün tehdit tanımında yer alan sorunlar nitelik değiştiriyor. Terör tanımı devletlere göre farklı, terörü siyaset aracı kullananlara göre farklı yapılıyor. Silahlanma, küresel-bölgesel ve ulusal eşitsizlikler; yaygın uyuşturucu ve alkolizm; cinsel sapmalar; çevrenin tahribi, ekolojik sorunlar ve küresel ısınma; erkek-kadın arasındaki fıtri ilişkinin bozulması; uyuşturucu, silah, kadın ve insan kaçakçılığı; organize suç örgütlerinin artan etkinliği; gençlere ve çocuklara yönelik faaliyet gösteren sapkın tarikatlar, sektler, satanist akımlar; sinema, televizyon üzerinden empoze edilen pop ve top kültürün zihni çökertmesi; Batı'nın kendi demokrasi modelini ve kültürel değerlerini "liberal müdahaleci"liğe gerekçe gösterip ülkeleri işgal etmesi; savaşlarda sivillere verilen zarar; milyonlarca insanın göçmen/mülteci durumuna düşmesi; Batı'da gelişen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamfobia vb. sorunlar. Modernliğe göre kurulmuş demokrasiler bu konularda bize bir çıkış yolu gösteremiyor.

Bize Müslümanlığı siyasete karıştırmadan dindarane hayat yaşamakla yetinin diyenler dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamıyorlar. Hem sorunların akut hale gelmesine sebep oluyorlar hem insanlığı İslam'ın yeni bir politik kültür geliştirme imkânından mahrum ediyorlar. Küresel durumda din, felsefe, siyaset, iktisadi ve sosyal hayat birbirinden ayrı düşünülemeyecek çerçevede entegredirler. Dini bunlardan ayırdınız mı, ruhunu ve aklını iptal ettiğiniz insanı –beşeriyeti- kendi dramı ve trajedisiyle baş başa bırakmış olursunuz.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=1354823
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.

kilimanjaro

Ankete dayanan saha çalışmaları uzunca bir dönem modern dünyaya ait olduğu düşünülen kategoriler üzerinden tasarlandı. Yaş, cinsiyet, eğitim ve gelir seviyesi bir toplumu analiz etmenin anahtarları olarak görüldü.

Bugün de aynı sorular soruluyor ama artık çeşitli tutumlar ile bu ölçütler arasında anlamlı bağlantılar kurulamıyor. Modern tahayyülün bireyi tanımlayan kriterlerinin çözüldüğü bir süreçten geçmekteyiz. Bugün daha ön plana çıkan ve anlamlı çıkarsamalara zemin sağlayan ölçüt ise kimlik... Hangi yaş, eğitim, cinsiyet veya gelir seviyesinde olursa olsun, belirli bir kimliği taşıyanların siyasete ve ideolojiye dokunan hemen her konuda büyük çapta ortak bir algılama içinde olduklarını görüyoruz. TESEV/KONDA işbirliği ile gerçekleştirilen saha çalışması şu an için Türkiye'deki siyasi kimliklerin en önemli beş tanesini şöyle gösteriyor: Atatürkçü (yüzde 26,5), İslamcı (yüzde 17,8), muhafazakâr (yüzde 14,6), milliyetçi (yüzde 14,2) ve demokrat (yüzde 6,7). Bunlar kişilerin kendileriyle ilgili adlandırmaları, kendilerini nasıl gördükleri.

Anket sorularının kimlikler çerçevesinde irdelenmesi, ilginç imkânlar sunuyor. Kimlikler arası ne türden yakınlaşmaların olduğunu, dolayısıyla çeşitli sorun alanlarında muhtemel toplumsal koalisyonları öngörme ve anlama fırsatı sağlıyor. Bu yazıda farklı kimliklerin bazı ideolojik konulardaki tutumlarını ele alacağım. Sonraki birkaç yazı ise rejim, devletçilik, laiklik ve milliyetçilik açısından bakıldığında, kendilerini belirli kimliklere dahil olarak algılayan grupların nasıl bir yelpaze oluşturduğunu irdelemeye çalışacak.

Ancak bu analize girişmeden önce belki çoğumuz için şaşırtıcı bir tespit yapalım: Normatif, yani 'olması gerekenin' sorulduğu birçok konuda kimlikler arasında neredeyse hiçbir fark yok. Örneğin 'anayasal hak ve özgürlükler Terörle Mücadele Kanunu veya benzeri hiçbir özel kanunla sınırlandırılamaz', 'kalkınma için doğadan hiçbir şekilde fedakârlık yapılamaz', 'cumhurbaşkanı, hükümet, ordu dahil hiçbir kurum yargı denetimi dışında bırakılmamalıdır' ya da 'anayasa Türkiye'nin imzalayacağı uluslararası anlaşmalar ve evrensel ilkelerle uyum içinde olmalı ve bu konuda hiçbir istisna olmamalıdır' gibi sorularda tüm kimlikler yüksek oranlarda bu ibareleri onaylamaktalar. Buradan hareketle Türkiye halkının doğru norm ve standartlar açısından büyük çapta hemfikir olduğunu ve en azından bu normlara sahip çıkmak istediğini söyleyebiliriz. Bu da toplum olma yolunda önemli bir merhalenin aşılmış olduğunu ima etmekte.

Ancak anketin ideolojik bakışı deştiği sorular, kimliklerin ayrıştığını ve muhtemelen beklenmedik bir yelpaze sunduğunu gösteriyor. Güçlü devlet, istikrarlı ekonomi ve insancıl toplum arasında tercih yapmaları istendiğinde milliyetçi ve muhafazakâr kimlik arasında neredeyse hiçbir farklılık yok. Ancak İslamcı kimlik onlardan radikal biçimde farklılaşıyor. 'İslamcı' olarak konumlananlar milliyetçi ve muhafazakârlara göre 'güçlü devlet' ve 'istikrarlı ekonomiye' çok daha az önem atfederken, en yüksek oranı 'insancıl topluma' veriyorlar. Daha da ilginci bu oran (46) demokratların söz konusu şıkkı tercih oranıyla neredeyse aynı (48). Atatürkçüler ise bu tablonun her açıdan ortasında yer alıyorlar. Böylece bir ucunda milliyetçi ve muhafazakârların, ortada Atatürkçülerin, diğer kanatta ise İslamcı ve demokratların yer aldığı bir yelpaze oluşuyor.

Diğer bir soru adalet, eşitlik, özgürlük ve devletin bekası arasında yapılan tercihleri yansıtmakta. Devletin bekâsı ve eşitlik şıklarında yukarıdaki yelpaze aynen tekrarlanıyor. Atatürkçüler ortada, milliyetçiler ve muhafazakârlar bir tarafta, İslamcılar ve demokratlar diğer tarafta... Ancak özgürlük maddesinde net bir bölünme var: Atatürkçüler, İslamcılar ve demokratlar göreceli olarak bu şıkka daha fazla ağırlık veriyorlar. Türkiye'nin her alanda gerçekleştirmesi gereken reformların özgürlükle bağlantılı olduğu düşünüldüğünde İslamcılarla Atatürkçülerin buluşması umut verici bir durum... Ayrıca bu tercih herkesin kendi farklılığına sahip çıkma ve onu yaşama isteğini de yansıtmakta. Öte yandan İslamcı ve Atatürkçülerin pratiğe indiğinde farklı özgürlükleri aradıkları da öne sürülebilir. Ancak aynı normların genel kabul gördüğü bir ortamda birbirinin özgürlük alanına saygının da doğal olarak yerleşmesini bekleyebiliriz. Görünen o ki İslamcılar ezber bozan bir değişim içindeler ve özellikle milliyetçilerden ayrışma süreçleri devam ettiği takdirde yeniden toplum olma fırsatının taşıyıcılığını yapıyorlar.

http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=2038773
Yasal haklarınızı en üst seviyede koruyup kullanabilmeniz için önemli gördüğünüz konularda mutlaka profesyonel destek almanız, bu anlamda bir avukatla anlaşmanız kesinlikle tavsiye edilir.