Haberler:

deneme

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - kilimanjaro

#1601
Dünyada ve Türkiye'de domuz gribi aşısından ölen kişi olmadığını açıklayan Sağlık Bakanı Akdağ, Aralık ve Ocak'ta virüsün çok hızla yayılabileceğini duyurdu. Aşı için zaman uyarısı yapan Akdağ, aşıdan nasıl bu kadar emin?

Devrim Sevimay Soru-Cevap

Başbakan'la siyasi polemik haberi mi önceliklidir, yoksa hayati önem arz eden bir konuda okuru bilgilendirme çabası mı? Bize göre ikinci yazdığımız. Dolayısıyla bugün tüm sayfayı domuz gribine ve aşısına ayırdık. Sağlık Bakanı Recep Akdağ'la bu sayfada, sadece bu konuyu konuştuk.

Peki hiç mi siyaset yok, Başbakan'ın açıklamalarıyla ilgili hiç mi soru-cevap yok? Tabii ki var, ama yarınki bölümde. Şimdi öncelik H1N1 virüsünün:

Şu ana kadar domuz gribi aşısı yüzünden hayatını kaybeden var mı?
Dünyada da Türkiye'de de yok.

Peki Türkiye'de son 25 günde (25 Ekim-19 Kasım) domuz gribinden ölenlerin sayısı kaç?
93.

Ya hastalananların sayısı?
Kesin sayı konuşmak mümkün değil, ama şu anda bir milyona ulaşmış olabilir. Ve onlardan da yoğun bakımda, solunum cihazına bağlanmış 10'larla ifade edilen hastamız var. Arka plan çok yoğun.

Domuz gribinin ölümden başka sebep olduğu en büyük tahribat nedir?
Guillain-Barre (Giyan Bare) Sendromu. Bazı antikorların sinir hücrelerine saldırması sonucu oluşan bir tür felç.

Aşıdan sonra da Guillain-Barre, yani felç riski yok mu?
Felç, domuz gribi geçirenlerde yüz binde bir görülüyor. Aşı olanlarda ise milyonda bir. Üstelik onların sebebi de aşı değil, hastanın geçirdiği enfeksiyon olarak tespit edildi.

Şu ana kadar aşı olduktan sonra hayatı risk altına giren bir vaka var mı Türkiye'de?
Yok.

Aşı yüzünden en çok aldığınız şikâyet hangisi?
Aşının yapıldığı yerde ağrı, kızarıklık, hafif baş ağrısı veya kolda uyuşma, kolda geçici his kaybı.

Ne kadar süre yaşanıyor bunlar?
Bir-iki saat. Ki herkeste bu yan etkiler görülüyor diye bir durum da yok.

O vatandaşlarımız için "Eğer aşı olsalardı ölmeyeceklerdi" diyebiliyor musunuz?
Aşının koruyuculuğunun yüzde 90 olması demek, 100 kişi aşı olmuşsa 90 kişi hastalığa yakalanmayacak demektir. Biz de bu kadarını diyebiliyoruz. Ayrıca hesaba katılması gereken iki unsur daha var: Birincisi, aşı etkisini 10 gün içinde gösteriyor. İkincisi, toplumda aşılananların, yani bağışıklık kazananların sayısı arttıkça elbette ki virüsün dolaşım hızı ve riski de düşüyor.

Batı'da tepki de var, kuyruk da

Aşıyı bizden önce (2 Kasım) uygulayan kaç ülke var?
Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya, ABD, Çin, Brezilya, Avustralya, Kanada, İsveç, Belçika, Macaristan, Çek Cumhuriyeti.

Türkiye'dekiyle aynı aşıyı mı kullanıyorlar?
Bizdekiyle Avrupa'daki aynı. Sadece ABD'de çok küçük oranda burun spreyi olarak kullanılıyor, ama dünya onu tercih etmiyor. Çünkü denemeleri çok az yapılmış, çok yeni bir aşı. Bizim kullandığımız aşı bu açıdan daha güvenilir. 

Bu ülkelerdeki aşılanma oranı nedir?
Hiçbir ülke "Şu kadar kişiyi aşıladım" diyemiyor henüz. O belki bir ay sonra ortaya çıkacak.

Oralarda aşıya tepki yok mu?
O ülkelerde ikisi bir arada yaşanıyor. Yani kafası karışık olan, aşılanmayın diyenler de var, yüksek oranda aşı kuyrukları, hatta "Önce ben aşı olacağım" diye kuyrukta kavga edenler de var.

Türkiye'de ise büyük çoğunluk aşı olmayanlar...
Şimdilik. Çünkü ben "Biraz bakalım, hele birileri yapılsın" düşüncesinin hâkim olduğuna inanıyorum. Anketler yapıyoruz, orada da görüyoruz bunu. Mesela başlangıçta sağlık çalışanları bile ilk birkaç gün ihtiyatlı yaklaştılar, ama şimdi yarıdan fazlası aşılanmış durumda.

Aşılandığı halde altı kişinin öldüğü Almanya'daki Paul-Ehrlich Enstitüsü'nün sözcüsü "Bu ölümlerin aşıyla ilgisi yok, aşılar devam ediyor" dedi. Böyle bir durum Türkiye'de yaşansa herhalde sizin üzerinize gelmeyen kalmaz?
Gelinsin, biz kendimizi ifade ederiz. Açık söyleyeyim hiç kimse Sağlık Bakanı'na veya Hükümet'e bu konuda zarar veremez. Çünkü biz ödevimizi çok mükemmel yapıyoruz. Ama olursa ne olur, tabii insanların kafası biraz daha karıştırılır. Halkın kafası karıştıkça da aslında yine en başta halka zarar verirler.

Aşıyla doğrudan ilişkilendirilebilir ölüm hangisi?
Bir tek anafilaksi aşıyla doğrudan ilişkilendirilebilir. O da milyonda bir ihtimal. Aşırı alerjik duyarlılığı olan kimseler hassas bir yiyecek yediklerinde veya arı soktuğunda şoka girerler. Bu da benzer bir durumdur.

Bu aşı yüzünden yaşanan bir anafilaksi örneği var mı?
Yok.

Hedefi 50 yaş altındaki herkes

Domuz gribinin (H1N1) bildiğimiz gripten (H3N2) en büyük farkı ne?
Birinci farkı daha hızlı yayılması. Çünkü bu virüsü hemen hemen hiçbir insanın bağışıklık sistemi tam olarak tanımıyor. Savunma yapamayan vücut hemen yeniliyor. Zaten eğer altta kronik bir hastalığı yoksa 50 yaş üstündekiler nispeten şanslı diye bu yüzden diyoruz. Sistemleri virüsü daha iyi tanıyabildiği için.
İkinci fark ise aynı zamanda bizi asıl endişelendiren mesele: Hem Türkiye'deki hem de dünyadaki ölümlerin yarısı 50 yaş altındaki ve üstelik tamamen sağlıklı gruptan çıkıyor. Oysa normal gripte birinci risk grubu, altta başka bir hastalığı olan kişiler ve 65 yaş üstü olanlardır. Domuz gribinde ise 50 yaş altındaki sağlıklı-sağlıksız herkes risk grubunda.

Her domuz gribinden şüphelenen Tamiflu ilacına yöneldi; ancak piyasada pek kalmadığı doğru mu?
Birincisi kimse kendi kendine teşhis koyup bu ilacı almamalı. Doktorun vermesi şart. İkincisi, evet yoğun talep nedeniyle bazı yerlerde sıkıntı var, ancak yeni üretime geçildi ve yeni dağıtımları yapılacak. Bir sıkıntı yok.

"Ateş yoksa domuz gribi değildir" bilgisi yanlış mı?
Yanlış, ateşli olmayan domuz gribi vakaları da var. Zaten aslına bakarsanız bu mevsimde geçirilen grip benzeri hastalıkların en az yüzde 40'ı domuz gribi.

"Yüzde 90'ı" diyen doktorlar da var?
Oradaki yanlış anlama bizlerin nezleye de, soğuk algınlığına da "grip" dememizden kaynaklanıyor. Mevcut "grip" vakalarının yüzde 90'ı domuz gribi, ama tüm nezle, soğuk algınlığı gibi "grip benzeri" vakaları dikkate alırsanız o zaman oran yüzde 40 çıkıyor.

Bol vitaminle, sık el yıkamayla, ağza maske takmakla atlatılamaz mı bu grip?
Hepsi faydalı, ama bunların hiçbiri sizin virüsle hastalanmanızı engellemez. Hastalanmamanızın yüzde 90'ın üstünde bir tane garanti yolu var, o da aşılanmak. Düşünün, trafikte düşük hızda giderseniz mi kaza yapma ihtimaliniz daha azdır, yoksa yüksek süratleyken mi? Salgın varken risk grubunda yer almanıza rağmen aşı olmamak otobanda 90'nın üzerinde gitmek gibidir.

Eğer bir kişi farkında olmadan bu hastalığı geçirmişse sonradan aşı olmasının bir faydası olur mu?
Faydası olmaz, ama zararı da olmaz.

Aşı yüzünden yaşanan bir düşük vakası oldu mu?
Hayır, aşıyla düşük arasında bir ilişki yok. Ama yarın aşı yaptıran bir hamile düşük yaparsa "Bak gördün mü aşı yüzünden düşük yaptı" diyenler çıkacak, bunu da biliyoruz. Oysa ki Türkiye'de her ay zaten yaklaşık 20 bin hamile kardeşimiz düşük yapıyor.

Aşıdan önce domuz gribi virüsü var mı diye artık niye test yapmıyorsunuz?
Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yüz binler hastalanmaya başladıktan sonra bu grip virüsü H1N1 midir diye test yapılamaz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir laboratuvar ağı yok. Hastalık ekim ayında bütün kıtalara yayıldıktan sonra gerek de yok.

Ekim ayından bu yana hastanelerde katkı payı alınıyor; hiç değilse şu dönem alınmasa olmaz mı?
Bilmiyorum, onu sosyal güvenlikle oturup konuşmak lazım.

Domuz gribi acile gidilmesi gereken bir hastalık mı yoksa bir poliklinik vakası mı?
Solunum sıkıntısı veya yüksek ateş varsa acilliktir, yoksa polikliniğe gidilmesi lazım.
Aralık 15'e kadar hızlanmalıyız

Bir toplumun kaçta kaçının bağışık hale gelmesi virüsün o toplumdan gitmesini hızlandırır?
Yüzde 40'ı.

Biz ne durumdayız?
Aşılananlar bir milyon olsa, 70 milyon içinde hesap edin.

Virüsün atak yapmasını beklediğiniz bir tarih var mı?
Önümüzdeki iki ay içinde virüsün çok hızla yayılabileceğini biliyoruz. Gerçi ben bunları söyleyince birileri önceden panik yaratıyorsun falan diyor, ama hayır, bunlar bilimin bize verdiği ipuçları. Dünya Sağlık Örgütü'nün verdiği tarih aralık ve ocak.

Neden aralık ve ocak?
Çünkü diyelim ki şimdi 10 kişi hastayken, o 10 kişi başkalarına bulaştırıyor, sonra onlar da başkalarına bulaştırıyor. Bu sayı milyonlara çıktı mı artık hızlı bir biçimde herkese bulaşıyor. Aralık ve ocakta ne yazık ki bunun pik yapacağını, inişe ancak ondan sonra geçeceğini düşünüyoruz.

Ne yapmak lazım?
Aralık ayına kadar vatandaşlarımızı ikna edebilirsek ve önemli ölçüde aşı yaparsak bu enfeksiyonun yayılma hızını kırabiliriz. Değilse zaten o zaman alır başını gider. Ocak ayına geldiğimizde sanıyorum iş işten geçmiş olur.
15 Ocak'tan sonra insanlar "Hadi gelin bizi aşılayın" deseler de yine aşılarız kuşkusuz, ama çok da yararı olmaz. İşte onun için aralık ayının ilk 15 günü bizim için çok önemli.

NEYE GÖRE "BU AŞI YAPTIRILMALI" DİYOR

İnsan sağlığından daha büyük hiçbir risk yok
Sizce bu aşı nedeniyle risk aldınız mı?
Hangi risk? Şu anda bu aşıyı Dünya Sağlık Örgütü onaylıyor. Bütün AB ülkelerinin üyesi olduğu Hastalık Kontrol Merkezi onaylıyor. ABD'nin İlaç Gıda Ajansı ve Hastalık Merkezi onaylıyor. Avrupa'nın Ortak İlaç Ajansı onaylıyor. Türkiye'nin bu hususta ruhsat veren kuruluşu onaylıyor. Bu iş için Türkiye'nin en seçkin bilim insanlarından oluşturduğumuz 40 kişilik özel Pandemi Bilim Kurulu onaylıyor.

Size gelmeden önce Türk Tabipleri Birliği'ne sorduk; bugüne kadar size hep çok sert eleştirilerde bulunan TTB yetkilileri de "Bakan çok doğru bir kurulla çalışıyor" dedi.
Zaten Sağlık Bakanı'nın ne dediğine de çok bakmayın, bilimin ne dediğine bakın. Burada bilimdir aslolan. Pandemi Bilim Kurulu bu aşıyı yapın diyor mu, Sağlık Bakanı da bundan dolayı aşıyı yapın diyor zaten. Sağlık Bakanı'nın ayrıca kendisi çocuk sağlığı hastalığı profesörü olduğu için de buna biraz hak sahibidir, o ayrı mesele.
Şimdi bütün bunları yan yana getirdiğiniz zaman bir sağlık bakanı olarak ben aşı olmam, yaptırmam diyebilir misiniz, kendinizi benim yerime koyun, bu mümkün mü?
O nedenle işini yapmanın risk almak diye bir tarafı olamaz. Ben neyin riskini alıp almadığımı çok iyi biliyorum. İnsan sağlığından doğrudan sorumlu olan bir bakan için en büyük risk o sağlığı tehlikeye atmaktır. Ondan daha büyük hiçbir risk olamaz, onun vicdani riski hiçbir şeye benzemez.

Arkanızda destek hissediyor musunuz?
Arkamda bütün dünyanın ve Türkiye'nin bilimsel desteği var. Zaten bu iş sağlık biliminin işi, siyasi bir iş değil. Tabii o desteğin arkasında toplumsal desteği de isterim ama önce bilime dayalı olacak.

Siz aşıyla ilgili bütün kararlarınızı o 40 kişilik Özel Pandemi Kurulu'yla birlikte mi alıyorsunuz?
2004'te Dünya Sağlık Örgütü uyardığından beri biz salgına karşı bu kurulla birlikte hazırlanıyoruz.

Peki, beş yıldır hazırlandığınız bu konuda, hakikaten hiç bilip bilmeden yapılan bir eleştiri aldığınızda sinir oluyor musunuz biraz?
Sinir olmuyorum, ama çok üzülüyorum. Ben çocuk hekimiyim. Kanserli bir çocuğun üç sene peşinden koşup, sonra o çocuğun iyileştiğine şahit olmuş, yüzlerce böyle çocuğun iyileştiğini görmüş bir kimseyim.
Şimdi elimizde modern tıp olarak bu imkânlar varken, 5 euro'ya ülkeye kazandırdığımız bir aşı yapılmadığı için yarın çocuklar, insanlar ağır hastalanır, hayatlarını kaybederlerse ben gerçekten çok üzülüyorum, üzüleceğim.
Ama tabii insanlar ister aşı olur ister olmazlar. Hani "Ne olursunuz, yalvarırız aşı olun" diyecek halimiz yok, bunu demenin bir yararı da yok. Biz sadece bilimin gerçeklerini söylüyoruz. Sonuçta bu hükümet halkına karşı üzerine düşeni yapmış durumdadır. Farkındalık oluşturmak için de hâlâ elimden geleni yapıyorum. Gerisi halkımızın kendi kararıdır.

Aşının en büyük düşmanı 'Bizi kısırlaştırıyorlar' propagandası
Bütün velilerin kafasına şu soru takılıyor: "Niye kızamık, boğmaca aşılarında veliden bir imza istenmiyor da şimdi isteniyor?"
Çünkü toplumda yaygın bir endişe gelişirse siz gidip bir insana doğrudan aşı yapamazsınız. Aileye sormadan bunu yapmak mümkün değil. "Benim çocuğumu niçin aşıladın" diye sorarsa ne cevap vereceksiniz. Biz aşıladık diyemezsiniz ki. Sırf bu yüzden soruyoruz.

Belki biraz abartılı bir ifade olacak, ama insanlardaki bu "aşı düşmanlığı" ilk nasıl başladı sizce?
Bu çok doğru bir soru: İlk aşı karşıtları ABD'de çıktı. Aşıdaki cıvanın otizme yol açtığı iddia edildi. Sonra bakıldı ki aşılananlarla aşılanmayan çocuklar arasında otizm açısından bir sıklık farklılığı yok. "O zaman yanlış suçlamışız" dendi, ama bir defa halkın kafasına bu orada girdi.

Yine ABD'de aşı olduktan sonra geri geri yürümeye başladığı söylenen bir vaka da etkili oldu galiba...
Tabii sonradan onun da gerçek olmadığı ortaya çıktı, ama böyle asılsız bir görüntüyü internete koyarsanız, oradan da 20 tane televizyon doğru mudur eğri midir diye bakmadan alıp bunu gösterirse herkesin zihninde bu kalır.

Türkiye'deki tepkilerin asıl kaynağı ne olabilir?
Siz biliyor musunuz, Avrupa'da çocuk felcinin en son silindiği ülke hangisi? Türkiye. Biz övünüyoruz Türkiye çocuk felcini sildi diye, ama çok da övünecek halimiz yok. 1990'lı yılların sonunu buldu silmemiz. Peki, çocuk felci dünyada nerede hâlâ temizlenemedi? Nijer ve Nijerya'da. Sebep çok basit, bizde hep de bu söylenmiştir: Nijerya ve Nijer'de birtakım kanaat önderleri "Bizi kısırlaştırıyorlar" diye yaygın propaganda yaptılar ve Nijerya hükümeti de Dünya Sağlık Örgütü de hâlâ bu yaygın kanaati yenemiyor, bu ülkelerden çocuk felci temizlenemiyor. Aynen geçmişte çiçekte olduğu gibi.

Şimdi de özellikle Güneydoğu'dan "Bu aşı kısırlaştırıcı mı?" diye Bakanlığınıza telefonlar geldiğini duyduk?
Türkiye'nin her yerinden geliyor bu tür telefonlar. Ama biz artık Sağlık Bakanlığı olarak şunu öğrendik: Aslında bu konuda ana majör iletişim. İletişim insanları bilgilendirmek için bir avantaj, ama yanlış bilginin hızla yayılması konusunda da büyük bir dezavantaj.

http://m.milliyet.com.tr/ArticleDetail.aspx?ArticleID=1165255
#1602
Karakoçan'da bir askerin eline pimi çekilmiş el bombası vererek, patlamasına ve sonrasında 4 askerin ölümüne sebebiyet vermekten hakim karşısına çıkan teğmene 9 yıl 2 ay hapis cezası verildi.

Askerin eline pimi çekilmiş el bombası vererek patlamasına neden olduğu öne sürülen Piyade Teğmen Mehmet Tümer 9 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı. 

8. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesinde görülen duruşmada, mahkeme önce müdahil avukat özgür Murat Büyük'ün esasa ait talebini dinledi.

Ardından, savcının esasa ait mütalaasını istedi. Savcı iddianameye göre cezalandırılma talep etti. Daha sonra sanık avukatı Behiç Cantürk'ün esasa ait savunması dinlendi. Teğmen Tümer'in son sözlerini de dinleyen Mahkeme, müzakere için ara verdi. Yaklaşık iki saat süren müzakerenin ardından kararını açıkladı.

Mahkeme sanık Tümer'e bilinçli taksirle birden fazla adamın ölümüne sebep olmak suçundan 8 yıl hapis kararı verdi.

İlgili kanun uyarınca bunu üç yıl artırarak 11 yıla çıkardı. Mahkeme daha sonra cezanın 6'da birini indirerek, Teğmen Tümer'e 9 yıl iki ay hapis cezası verdi.

AA

http://www.haber7.com/haber/20091120/El-bombaci-tegmene-verilen-ceza.php
#1603
Türkiye ile Arnavutluk arasında vizenin karşılıklı olarak kaldırılmasına dair anlaşma imzalandı.

Türkiye ile Arnavutluk arasında bugün nota teatisi yoluyla imzalanan "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Vizenin Karşılıklı olarak Kaldırılmasına Dair Anlaşma" ile umuma mahsus pasaport hamili Arnavutluk vatandaşlarına vize muafiyeti tanındı.

Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, bu çerçevede, umuma mahsus pasaport hamili Türk ve Arnavutluk vatandaşlarının 180 gün içinde 90 günü aşmayan seyahatleri için karşılıklı olarak vizeden muaf kılındıkları, anılan anlaşmanın onay işlemlerinin tamamlanmasını müteakiben yürürlüğe gireceği kaydedildi.

Arnavutluk, 1992 yılından beri umuma mahsus ve resmi pasaport hamili Türk vatandaşlarına vize muafiyeti uyguluyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=918354&title=arnavutluk-ile-karsilikli-olarak-vize-kaldirildi
#1604
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, TİB'in, başkanlıkta yapılan son tespite ilişkin tutanaklara dayanarak Adalet Bakanlığına şikayette bulunduğunu belirterek, ''(Yapılan işlem esnasında gizliliğin ihlali söz konusudur, biz uyarılımızı yaptık, ama itibar edilmedi) demiş. Bu arada, Sincan Mahkemesinin verdiği inceleme kararında da 'Halen dinleme varsa buna ilişkin gizlilik nedeniyle tespitlerin yapılmamasına' diye bir cümle konmuş. Yani 'gizlilik kararı varsa, tespit yapmayın' diyor. Tespite gelen yargıç, 'varsa da, yoksa da ben tespit yaparım' noktasında'' dedi.

Ergin, katıldığı CNN Türk televizyonundaki canlı yayında, yargıdaki dinleme iddialarıyla ilgili soruları yanıtladı.

''Toplumda oluşan psikolojiyi nasıl görüyorsunuz?'' sorusu üzerine Ergin, oluşan psikolojinin çok sağlıklı olmadığını, şu anda toplumda oluşmuş havanın telafi edilmesi gereken bir atmosfer olduğunu, bilgi sahibi olmadan yapılan değerlendirmelerin, haberlerin, bunda çok büyük rolü olduğunu düşündüğünü, doğru bilgiler ortaya çıktıkça bu atmosferin dağılacağını ifade etti.

''İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin hakkını nasıl arayacak?'' sorusuna karşılık Bakan Ergin, ''Burada kötü niyetli bir uygulama varsa ve bu ispat edilirse elbette bunun bir müeyyidesi olur, ama yapılan soruşturmaların bir çoğunda takipsizlik, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar çıkıyor. O halde bu kararı veren savcılar hakkında işlem mi yapılması gerekiyor? Önemli olan hukuku kötü niyetli kullanmamaktır'' diye konuştu.

Sadullah Ergin, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığında (TİB) arama yapan hakim hakkında Adalet Bakanlığının inceleme başlattığının hatırlatılması üzerine, şunları kaydetti:

''Son TİB tespitinde, yapılan tespit esnasında tutanaklar tutulmuş. O tutanaklara dayalı olarak TİB Başkanlığı Adalet Bakanlığına şikayette bulunmuş, 'Orada yapılan işlem esnasında gizliliğin ihlali söz konusudur, biz uyarılımızı yaptık, ama itibar edilmedi' demiş. Bu arada, Sincan Mahkemesinin verdiği inceleme kararında da 'Halen dinleme varsa buna ilişkin gizlilik nedeniyle tespitlerin yapılmamasına' diye bir cümle konmuş. Yani 'gizlilik kararı varsa, tespit yapmayın' diyor. Tespite gelen yargıç, 'varsa da, yoksa da ben tespit yaparım' noktasında.''

Bakan Ergin sorular üzerine, yasama, yürütme ile yargı arasında geçmişte de zaman zaman gerilimler yaşandığını ifade ederek, ''Yasama ve yürütme yargıya müdahale etmemeli, ama yargı da kendini yasama ve yürütmenin yerine koyarak onların fonksiyonlarını icra etmeye kalkmamalı'' dedi.

''Kalkıyor mu?'' sorusuna Ergin, ''Ben sadece kuralları söylüyorum, değerlendirmesini izleyenler yaparlar'' yanıtını verdi.

AA

http://www.haber7.com/haber/20091119/TIBi-inceleyen-hakim-niye-inceleniyor.php
#1605
Dünkü yazının son cümlesinde "Bir şey sorabilir miyim" demiştim, "Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?"
Bazı okurlarımız, sağ olsunlar, benim beceriksizce yapılmış 'tecahül-ü arifane'me cevap vermiş.
Yine de binlerce teşekkür. Burada birlikte bir şeyleri öğreniyor ve paylaşıyoruz. Çok mutlu oluyorum.
Önce sorunun cevabına değinelim. Daha sonra büyük resme bakarız...

***

Dersim (Tunceli) harekâtını o sırada Başbakan olan Celal Bayar şöyle anlatıyor:
"Mareşal, Erkân-ı Harbiye Reisi, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz.
Üçümüz bir arada 'Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır', onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi'nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk: 'Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk..."
Yani işin başında Cumhurbaşkanı Atatürk ve GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak var. Sivil kökenli Başbakan Bayar da "üstüne düşeni" yapıyor.
Haritayı da unutmayalım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita, Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik, şuradan vurduk' diye anlatmış.

***

Bayar ve Çağlayangil'in anılarını yan yana getirdiğinizde (daha niceleri var) manzara ortaya çıkıyor:
Operasyonu Atatürk ve Çakmak yürütüyor. En tepede onlar var. Diğerleri emirleri uyguluyor.
Ama emri verenin de, uygulayanın da vicdan azabı çektiğini, pişmanlık duyduğunu gösteren işaret pek yok:
Zehirli gaz da kullanarak, suçlu/suçsuz ayrımı yapmadan, kadın/çocuk demeden, toptan yok etmeyi, doğru ve meşru bir eylem olarak görüyorlar.

***

Bu ve benzeri olaylardan çıkan bazı sonuçlar şunlar:
* Şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir.
* "O vakit öyle düşünülmüş, öyle yapılmış" diyerek 'geçmişi' mazur gösterenler, o dönemi 'bugün' niye savunduklarını anlatsınlar da öğrenelim. İnsanlık suçuna niye sahip çıkıyorlar?
* Şimdi de aynı şeyi mi yapmak istiyorlar? Evet, istiyorlar. CHP'li Onur Öymen tam da bunu dedi.
* Gerçeklerin ortaya çıkması için 'Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun da kaldırılması gerekir.
* "Bazı" Alevilere sormak gerek: Madem Dersim'de yapılanları biliyordunuz... Niye 2006'da bin köye, bin Atatürk büstü dağıttınız? Kemalist darbecilerin organize ettiği Cumhuriyet mitinglerini niye desteklediniz? Ve niye, Reha Çamuroğlu'nun ifadesiyle, CHP'nin arka bahçesi oldunuz? Peki, olmaya devam edecek misiniz?

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2009/11/19/bu_sartlarda_chpnin_arka_bahcesi_olmaya_devam_edilebilir_mi
#1606
Geçenlerde İstanbul Taksim'de bir 'Sahaflar Şenliği' yapıldı. Oradan aldıklarım arasında, 1934'ten birkaç 'Hafta' dergisi de vardı.
Popüler konulara değinen derginin 26 Eylül 1934 tarihli sayısında gaz maskesi takmış bir asker illüstrasyonu yer alıyor: Adam, zehirli gaza maruz kalarak bayılmış bir kızı kucağında taşımakta.
Ben Zehirli Gaz Harbi konulu bu çarpıcı kapağı görünce düşünmüştüm: Acaba 1934'te zehirli gaz korkusuna yol açan neydi?
Öyle ya; Birinci Dünya Savaşı bitmiş, Hitler ise Yahudileri yok edeceği gaz odalarını henüz kurmamıştı.
Zehirli gazlar herhalde en çok I. Dünya Savaşı'nda kullanıldı. Ancak uygulama ters tepti.
Hem insanlık dışıydı; hedef gözetmiyordu, hem de rüzgârın aniden dönmesiyle, gazı atan taraf korkunç acılarla ölüyordu.


***

Ancak ikiyüzlülük o dönemde de vardı: Uluslararası anlaşmalara rağmen, devletler zehirli gaz üretimi ve saldırısına devam ediyordu.

Irak'ı işgal eden İngilizler, Arap/Kürt isyanını bastırırken de gaz kullanmışlardı.

Bolşevikler ise isyancı Tambov köylülerine karşı 1921'de gaza başvurmuştu.

1921-1927 arasında da Kuzey Afrika'daki Berberi isyanına karşı İspanyol ve Fransız ordusu aynı şeyi yapmıştı.

Daha sonraları, 1935'te, faşist Mussolini liderliğindeki İtalya, Etiyopya'yı işgal ettiğinde, direnişe karşı gaza sarılmıştı.
Çok korkunç bir olaydı bu: İtalyanlar, gaz bombası atmakla yetinmemiş, uçaktan yere sıkmanın da ötesinde, toz halindeki hardal gazını toprağa katmışlardı.
Bu olayda 150 bin Etiyopyalının öldüğü ya da yaralandığı tahmin ediliyor.


***

Hafta dergisinin niye zehirli gazdan söz etme ihtiyacı duyduğu şimdi anlaşılıyor.
Bir kere insanlar, yeni bir savaşta gelişmiş gaz silahları kullanılmasından korkuyor.
Korkuyu besleyen bir olgu da Türk ordusunun hazırlıkları olsa gerek: O yıllardan kalma bazı fotoğraflarda, gaz maskeli askerler yer alır.
Zehirli gaz tatbikatı yapan, bu konudaki ilkyardımı filan öğrenen askerler, eve döndüklerinde yaşadıklarını elbette çevreye anlatıyordu.
Ayrıca piyasaya 'Zehirli Gaz ve Korunma' (1935) başlıklı kitaplar çıktığını da biliyoruz.
Bir bilgi daha: Emekli öğretmen, Dr. Binbaşı Hüsnü Vural'ın kaleme aldığı, 1939 tarihli, 'Askeri Kimya (Gaz Silahı)' başlıklı bir kitap var. Subay mekteplerinde okutuluyor.


***

Artık sadede gelelim mi?
Zehirli gaza karşı hazırlıklar yapan Türk ordusunda da herhalde az ya da çok bir gaz stoku vardı.
Ve bu gazın bir kısmı 1937/38'de, Dersim'de kullanıldı. Olaya şahit olan İhsan Sabri Çağlayangil, "Mağaralarda, fareler gibi öldüler" diyordu.
Gazın korkunçluğunu yukarıda anlattım:
Mağaraya, köye, kasabaya attığın zaman, sadece silahlı hedefi değil; kadınları, çocukları, yaşlıları, hastaları ve hayvanları da öldürüyorsun.
Bu nedenle de yaptığın mazur görülmüyor, insanlık suçu işlemiş oluyorsun.
CHP Başkanı Deniz Baykal'ın ısrarla savunduğu Onur Öymen, işte bu yüzden, yani masumların gazla öldürülmesine simgesel onay verdiği için Hitler'e benzetiliyor.
Bir şey sorabilir miyim: Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2009/11/18/onur_oymen_niye_hitlere_benzetildi
#1607
Adalet Bakanlığı, TİB'deki dinleme kayıtlarını inceleyen Ankara 1. Sulh Ceza Hakimi Hayri Keskin hakkında soruşturma başlattı.

Tartışmalı bir adli sürecin sonunda TİB'de inceleme yapan hakim Hayri Keskin'in Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından ifadesi alındı.

Telekulak iddialarıyla ilgili Ankara 1. Sulh Ceza Hakimi Hayri Keskin ve beraberindeki bilirkişi heyetinin TİB'de yaptığı incelemede, kanunsuz bir dinelemeye rastlanmadığı öğrenildi. Heyet, önceki gün YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun kanunsuz dinlendiği yönünde, Sincan 1.Ağır Ceza Mahkemesi'nce alınan karar üzerine TİB'de 4,5 saat inceleme yapmıştı.

Hakim Hayri Keskin ve 3 bilirkişi heyeti, kurumdaki ilk incelemesini sistem üzerinde gerçekleştirdi. Sisteme önce Eminağaoğlu'nun telefon numaraları verildi ve ardından dinleme izni istendi. Ancak sistem mahkeme kararıyla ilgili bölümlerin doldurulmasını ve TİB Başkanlığı'nın onayıyla ilgili karar sayısını istedi. Mahkeme kararı olmadığı için, sistem otomatik olarak dinlemeye izin vermedi. Böylece, heyet, mahkeme kararı olmadan sistemin dinlemeye izin vermediğini gördü. Heyet bunun üzerine, sistemi incelemek ve kayıtların tamamını kopyalamak istedi. Talebe, eski bir hakim olan TİB Başkanı Fethi Şimşek karşı çıktı ve 'kayıtların mahkeme dışında kimseye verilemeyeceğini' belirtti.

Edinilen bilgilere göre, TİB yetkilileri, telefon dinlemelerinin ve iletişim takibinin hakim kararı dışında yapılmasının mümkün olmadığını vurguladı. Kayıtların da mahkeme dışında kimseye verilemeyeceğine işaret edildi. TİB Başkanı Şimşek de mevzuat gereği, dinleme kayıtlarının bilirkişi heyetine teslim edilmesinin haberleşmenin gizliliği ve hürriyetine aykırı olduğunu vurguladı. Şimşek, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği inceleme kararının, bütün kayıtların kopyasını alma hakkı vermediğine dikkat çekti. Dinlemelerle ilgili kayıtları vermelerinin mümkün olmadığına vurgu yapan Şimşek, "Ancak sistemle ilgili bilgi verebiliriz. Burada yapılan işlemlerin tümü, hem iletişimin tespiti hem de dinlenmesi konuları, kesinlikle gizlidir. Bu gizlilik kararını hiçbir kurum, merci, mahkeme kaldırmaz." diyerek, söz konusu talebi reddetti.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=917432&title=tibde-inceleme-yapan-hakime-sorusturma
#1608


MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e destek çıktı.

Bahçeli, grup toplantısında, "Cumhuriyet döneminde farklı nedenlerle ortaya çıkan ayaklanmaların hükümet tarafından kutsandığı ve alkışlandığı, bunu haklı veya haksız yöntemlerle bastırmaya çalışan devlet gücünün ise aşağılandığı vahim bir manzara Türkiye'nin gözü önünde cereyan etmiştir." diye konuştu.

Yargıtay'ın hukuk dışı dinlendiği iddialarıyla başlayan 'telekulak' tartışmalarına giren Bahçeli, dinlemelerin adalet dağıtan mekanlara kadar ulaşmış olmasının tehlikenin boyutlarını göstermesi bakımından ibret verici olduğunu kaydetti. Hükümetin, ülkeyi, totaliter bir yapıya doğru sürüklediğini savundu.

Bahçeli, 5 PKK'lı mahkumun İmralı'ya gönderilmesini ise sert ifadelerle eleştirdi: "Başbakan ve hükümetinin AB dayatmaları sonucu mecbur kaldığı bir harekettir. Bana göre zavallılıktır." dedi. MHP lideri, Meclis'te Başbakan'ın yaptığı açılım konuşmasını ise "yalan, riya, inkar ve iftira" olarak niteledi. Başbakan'ın 'Bahçeli'den memnunum' sözünü hatırlatan MHP lideri, "Sonuçta politikalarını beğenmesem de Sayın Erdoğan benim memleketimin bir evladıdır. Benden memnun olmasını saygıyla karşılarım. Allah kimseyi Washington'ın, Brüksel'in, Erivan'ın ve Erbil'in memnun olacağı adam yapmasın." diye konuştu. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=917054&title=dersim-tartismasinin-odagindaki-onur-oymene-destek-verdi
#1609
Dersim'le ilgili sözleri nedeniyle CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e istifa çağrısı yapan Kemal Kılıçdaroğlu, dünkü Grup Toplantısı'nda Deniz Baykal'ın Onur Öymen'e destek çıkmasıyla birlikte geri adım attı.

Dünkü toplantıya yorgun olduğu için katılmadığını belirten Kılıçdaroğlu "İstifa etmeyeceğim" dedi.

CHP'nin dünkü grup toplantısında iki kare gözlerden kaçmamıştı. Birinde Deniz Baykal yanında Onur Öymen'le salonu girmişti. Diğerinde ise milletvekillerin oturduğu sıralarda Kılıçdaroğlu'nun bulunmaması idi. O fotoğraf "Onur Öymen kazandı, Kemal kılıçdaroğlu kaybetti" şeklinde yorumlanmış ve gözler Kılıçdaroğlu'nu aramıştı.

Dersim'de analar ağlamadı mı?" dediği için CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'e istifa çağrısı yapan Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, bugün Meclis'teydi. Kılıçdaroğlu'na dünkü grup toplantısına katılmamasının sessiz protesto ya da istifa edeceği şeklinde yorumlandığı hatırlatıldı.

Annesini kaybettiğini hatırlatan Kılıçdaroğlu ise , "Bu bir protesto değildi, yorgundum gelemedim" dedi. CHP Grup Başkanvekili Kılıçdaroğlu, istifa edip etmeyeceğine yönelik soruya ise "Yok öyle birşey" yanıtını verdi.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=917380&title=kilicdaroglu-pes-etti-istifa-yok
#1610
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in Meclis'te yaptığı Dersim'le ilgili açıklamasına sanat dünyasından gösterilen tepkiler devam ediyor.

Tuncelili sanatçı Ferhat Tunç, kendisine ait web sitesinde ilginç bir yazı yayımladı. Yazısında Alevileri ve Kürtleri CHP'yi terk etmeye çağıran Tunç, Öymen'in söylemleriyle insanlık suçu işlediğini belirtti. "Bu vahşetin ve barbarlığın savunuculuğunu yapan CHP zihniyeti dünden bugüne değişmedi. Meclis'te katliamları savunan CHP bugün de Ergenekon avukatlığını yapmaktadır. Üzücü olan ise İttihat Terakki zihniyetinin devamcısı olan bu partinin kendini 'sosyal demokrat, ilerici' göstermesidir. Aydınlara ve ilericilere düşen ise CHP'nin bu kirli ve katliamcı yüzünü teşhir etmektir." dedi. Kemal Kılıçdaroğlu ve Kamer Genç'i de eleştiren sanatçı, "Sayın Kılıçdaroğlu, bu vahşeti alkışlarken hiç mi utanmadınız? Her fırsatta alakalı alakasız konuşmayı, kendine güldürmeyi marifet sayan Kamer Genç, bu konuda konuşmayacak mı? En önemlisi bu parti içerisindeki Dersimliler, Aleviler, Kürtler, ilericiler, atalarımıza küfür eden bu soykırımcı zihniyeti ne kadar sineye çekeceksiniz?" diye çıkış ifadelerini kullandı.

Sanatçı, Meclis kürsüsünde CHP adına konuşan Onur Öymen'in ifadelerinin adeta soykırım çağrısı niteliğinde olduğunu söyledi. Öymen'in sözleriyle, zevk alırcasına 70 yıl sonra yeniden aynı acıları yaşattığını kaydetti. Hukuk devleti olma ve sağlıklı bir gelecek kurmanın yolunun, bu zihniyetle taviz vermeden mücadele etmekten geçtiğini belirtti. Dersimliler olarak acıları unutup, özgür ve demokratik bir ülkenin vatandaşları olarak yeni bir hayatın mümkün olduğuna inanmaya çalıştıklarını belirten Tunç, "Ancak Öymen'in sözleri, bu umudu koruyan bizlerin yüreklerine ateş düşürmüştür. Bu toplumun yaşadığı travmaları biraz da olsa bilen bir insan ne anlatmak istediğimi iyi anlar." şeklinde duygularını dile getirdi. ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=917052&title=ferhat-tunc-aleviler-dersimliler-kurtler-chpyi-derhal-terk-edin
#1611
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öy-men'in, Dersim olayları hakkında söylediği, "Atatürk müzakere etmedi, gereğini yaptı." sözüne Alevilerin tepkisi dinmiyor.

1937 ve 1938 yıllarındaki olayların canlı tanığı Alişan Aslan, "Acıyı yaşayan benim, Öymen bilemez. Onun hiç 3 ile 4 yaşındaki kardeşleri kurşuna dizildi mi?" diye soruyor. Aslan, 1912 Altınyüzük doğumlu. O dönemde yaşananları bugün gibi hatırlıyor. Konuyu yeniden gündeme taşıyan Öymen'e çok kızgın: "Başbakan, yapılanların zulüm olduğunu söylüyor. Öymen ise katliamı överken, yıllarca oy verdiğimiz CHP milletvekilleri de alkışlıyor. Analarımız, babalarımız, çocuklarımız gitti. Öymen, 'iyi ki olmuş' diyor. Biz askere kurşun sıkmadık, elimize silah almadık."

Gözleri dolan Aslan, olayları, "Devlet Dersim'i sildi süpürdü, üstünü sıvazladı." diyerek yaşadıklarını tarif ediyor. Çoluk çocuk demeden binlerce insanın diri diri yakıldığını anlatıyor. Askerin girdiği köyden, canlı kimse çıkmadığını kaydediyor. Cenazelerin bile kaldırılmasına müsaade edilmediğini vurgulayan Aslan, ölenlerin çoğunun köpekler ve vahşi hayvanlar tarafından yendiğini savunuyor. "Hozat tarafında insanları okula toplayıp yaktılar. Köylerde insanları ahırlarda yakıyorlardı." diyen Aslan, erkeklerin fesine, kadınların başörtüsüne bile tahammül edilmediğini söylüyor. Seyit Rıza'nın köyü Ağlat'a yıllarca kimsenin sokulmadığını belirten Aslan, "Halvari'de çayın başında uçurum var. İnsanları canlı canlı oradan attılar. Uçaklar, çoluk çocuk var demeden köylere bomba yağdırıyordu." şeklinde yaşananları aktarıyor.

BİZİ BULAMASINLAR DİYE 3 AY DAĞDA GEZDİK

Aslan, olaylardan sonra kendileri dahil birçok kişinin, canını kurtarmak için dağa kaçarak saklandığını belirtiyor. "Bizim aileden 16 kişi ormana kaçtık." diyen Aslan, babası, altı kardeşi ve yakın akrabalarıyla üç ay boyunca dağda saklandıklarını ifade ediyor. Giderken annesi ve iki küçük kardeşini, "Onlara karışmazlar." diyerek köyde bıraktıklarını söyleyen Aslan, "Üç ay boyunca dağlarda, yerimizi bulamasınlar diye oradan oraya gezdik. Ateş bile yakamıyorduk. Olaylar yatıştıktan sonra köye döndüğümüzde, taş üstünde taş görmedik. Cesetler dahil her şeyi ateşe vermişlerdi." diyor.

Alişan Aslan, köye geldikten bir süre sonra da sürgüne gönderildiklerini belirtiyor. Trenle üç günlük yolculuktan sonra Ödemiş'in Karaova köyüne yerleştirildiklerini anlatıyor. Aslan'ın verdiği bilgiye göre her köye en fazla iki aile gönderdiler. Başka köylerdeki hemşehrileriyle görüşmeleri yasaklandı. Halk pazarına gitmek için muhtardan izin almaları gerekiyordu. Büyük ağabeyini başka köye gönderdiklerini söyleyen Aslan, "Babamla birlikte altı erkek bir evde yaşıyorduk. Hiç kadın yoktu. Birgi'de bir hemşehrimizin kızı olduğunu öğrendik. İstemeye gitmemize izin vermediler. Biz de gece gizlice gittik, aynı gece isteyip gelini aldık getirdik." diyor. Aslan ailesi, 5 yıl Ödemiş'te kaldıktan sonra İzmir'in Kınık ilçesine bağlı Gündarlı köyüne gönderilmiş.

Dönemin Başvekili İnönü, Meclis konuşmasında Dersim'e müdahale için 'İbret olsun' demiş

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in çıkışıyla gündeme gelen Dersim isyanının bastırılma biçimi tartışmaya yol açtı. Aslında CHP'nin tavrı geçmişle bir farklılık arz etmiyor. Dersim isyanı bastırıldığında dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ydü. Meclis'teki tutanaklara göre İnönü, harekatın bitiminden 5 gün sonra 18 Eylül 1937'de yaptığı konuşmada, yaşananların, 'diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini' iletiyor. İnönü'nün bu konuşması da aynı Öymen'de olduğu gibi CHP sıralarından hararetli alkışlar alıyor. Bölge insanını 'Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşiret.' şeklinde tarif eden İnönü, operasyon sonrası bilançoyu, "265 maktul, 20 yaralı, 27 yakalanmış ve müsademe esnasında 849 kişi teslim olmuştur." diye açıklıyor.

İşte tutanaklara geçen konuşma ve CHP'lilerin o dönemdeki tavrı:

"Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hâdise esnasında yaptığı takiblerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.

(Alkışlar...)

Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin, ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur.

(Bravo sesleri, alkışlar...)

Dün akşama kadar, Dersim harekâtının başından itibaren verilen zayiat subay: Bir şehid, dört yaralı; er: 28 şehid, 46 yaralı; bekçi: Bir şehid, bir yaralı. Arkadaşlar; Cumhuriyet kanunlarının hükümlerini yerine getirmek için aziz canlarını severek bu vatan uğrunda feda eden subay ve er vatan evlâtlarını huzurunuzda hürmetle yad ediyorum. Bu vazifeyi ifa etmek için bütün kudretlerini aşkla sarf eden Cumhuriyet ordusunun ve Cumhuriyet jandarmasının kumandanlarına, subay ve erlerine takdir ve şükranlarımızı ifade ettiğim zaman Büyük Millet Meclisi'nin asîl hissiyatını ifade etmiş olduğuna eminim.

(Bravo sesleri, alkışlar...)

....

Arkadaşlar; bütün bu harekât esnasında isyana iştirak eden, iğfal edilmiş zavallılarda da vuku bulan zayiatı olduğu gibi size söyleyeceğim. İsyana iştirak edenlerden 265 maktul vardır. 20 yaralı, 27 yakalanmış ve müsademe esnasında 849 kişi teslim olmuştur.

....

Bilerek, bilmeyerek, muhalefet yoluna sapıp kanunun şiddetli tedibatına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da Büyük Millet Meclisi'nin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini ifade ediyorum.

....

Cumhuriyet idaresinin kuvvetli olduğu kadar şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibarıyla Tunceli hadisesi en son ve en mukni, bir misal olmuştur.

(Şiddetli alkışlar, bravo sesleri...)"

ERDAL ŞEN ANKARA ZAMAN

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=917021&title=dersimin-canli-tanigindan-oymene-hic-3-yasindaki-kardesin-kursuna-dizildi-mi&haberSayfa=1
#1612
"Atatürk dini, Milli Mücadele yıllarında siyaseten kullandı. "Kanun-i Esasi'miz Kur'an'dır... Allah'ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık" dedi."

"Meclis'i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki, Atatürk'e göre çok muhafazakâr olan Karabekir "bu kadarı fazla" dedi. Bunu, ahaliyi kazanmak için yaptı."

"Milli Mücadele'den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. "Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz" dedi."

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Taha Akyol'la söyleşimizi üçüncü bölümüyle bitiriyoruz. Dün bizim hatamız yüzünden Kazım Karabekir 'mareşal' olarak yazıldı. Taha Akyol'dan ve okurlardan özür diliyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Atatürk hilafete de son verdi. Hilafetin kaldırılması nasıl tepkilere yol açtı?

TAHA AKYOL: Hilafetin 1924'te kaldırılmasına en önemli tepki Şeyh Sait İsyanı'dır. Sünnilikte devlete, sultana isyan etme geleneği yoktur. Bu yüzden Mustafa Kemal gibi ülkeyi kurtaran bir başkomutana, laik otoriteye Anadolu'da isyan olmadı. Ama hilafet kalkınca Şeyh Sait İsyanı oldu.

Atatürk'ün dinle ilişkisi nasıldı?

Başta beri emsallerine göre din anlayışı daha mesafelidir ama dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındadır. Atatürk dini siyaseten kullanmayı çok iyi başardı. Atatürk'ün şeriatı öven sözleri vardır. Mesela "Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur'an-ı Kerim'dir" dedi. "Allahın emirlerine uymadığımız için geri kaldık" da dedi. Ayrıca, "Hz. Muhammed'in yüce şeriatı" diye yaptığı konuşmalar var. "Cenab-ı Hak insanları yaratırken" diye bir konuşması var. Bu konuşmalar hep Milli Mücadele sırasında oldu. Atatürk, "antiemperyalizm" sözlerini de hep Milli Mücadele sırasında söyledi.

Milli Mücadele'den sonra nasıl değişti?

Milli Mücadele'den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. Zaten "anayasamız Kur'an'dır" diyerek laiklik olur mu? Olmaz. O zaman da, "Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeklerine göre politika yapıyoruz" dedi. 1937'de Meclis'i açış konuşmasında, "tabiat insanı yarattı" dedi. Ama şu var! Atatürk'ün orada öyle, burada böyle söyleyen biri gibi görünmesi beni rahatsız eder. Çünkü onu böyle ele almak, bizi bilimsel tarih analizinden uzaklaştırır. Biz, dönemlerin nasıl değiştiğini ve bu değişimleri Mustafa Kemal'in nasıl etkilediğini ve kendisinin de yaşanan değişimlerden nasıl etkilendiğini incelemeliyiz. Mesela Atatürk Libya'da savaşırken imparatorluk için savaşıyordu. O dönemde Padişah Vahdettin'e "ayağınızın tozuna yüz sürmeye hasretim" gibi Anadolu'dan gönderdiği telgraflar vardır.

Padişaha mı yazıyor?

Tarihçi Sina Akşin, "Bunu yazan M. Kemal olmasa, neredeyse 'bende' üslubuyla yazılmış diyeceğim" diyor. Ama M. Kemal o dönemde de saltanata karşıdır. Benim, onun 'kurmay' tarafı dediğim de budur zaten. O günün şartlarının taktiğini uyguluyor o. Mesela arkasından da Lozan'da İngilizlere karşı İslâm'ı kullanıyor. Ayrıca İngilizleri yumuşatmak için "Avrupalı Türkiye" tanımına da başvuruyor. "Avrupa'nın hududu Türkiye'nin doğusunda biter" diye konuşmalar yapıyor. Avrupa'da faşizm güçlenmeye başlayınca da İngilizlerle müthiş bir ittifak çalışması yapıyor. sol Kemalistler, Atatürk'ün 1930'larda İngiltere ile ittifak yapmak için nasıl canla başla uğraştığından hiç bahsetmiyorlar, İsmet Paşa'yı suçluyorlar.

Niye?

Bu, ideolojik davranmaktır. Sol Kemalistler, "Atatürk hiçbir emperyalist devletle ittifak yapmadı. Saat dokuzu beş geçe emperyalizm Türkiye'ye girdi. Çünkü, İnönü geldi" diyorlar. Oysa Atatürk İngiltere'yle ittifak yapıyordu, ömrü yetmedi. 1939'da İnönü ittifakı imzaladı. Zaten biz hep 1920'lerden bahsediyoruz. 1930'lardan hiç bahsetmiyoruz. Bu tarihçilik değildir.

Ama şundan da pek söz etmeyiz. 23 Nisan 1920'de Meclis'i dualarla açtığı anlatılır. Atatürk niye yaptı bunu?

Meclis'i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki... Atatürk'e göre çok muhafazakâr olan Karabekir bile "bu kadarı fazla" dedi. Mesela Meclis'in 22 nisan perşembe günkü açılışını 23 nisan cumaya aldı. On beş gün önceden telgraflarla Anadolu'ya genelgeler gönderdi. "Meclis'i cuma günü açacağız, bunun için şu kadar dua okunacak. Şu kadar nafile namazı kılınacak ve bunlar camilerde cemaate ve meydanlarda halka ilan edilecek" dedi.

Meclis'i niye İslâmi gösterilerle açıyor?

Bu politik bir davranış. İstanbul'da halife var ve Milli Mücadele'nin aleyhine fetva yayınlamış. Mustafa Kemal'in o dönemde bütün ahalinden destek toplayabilmesi için, kendisinin o fetvada anlatıldığı gibi "şeriata ve halifeye karşı çıkan biri" olmadığını, aksine şeriatı ve halifeyi kurtarmaya çalışan biri olduğunu ispat etmesi lazım. Çünkü İstanbul'da yayınlanan fetvalardan ötürü Anadolu'da bazı iç isyanlar çıkıyor. Mustafa Kemal de, "hayır, ben İstanbul'un söylediği gibi laislâmi bir hareket değilim. Aksine ben daha İslâmi bir hareketim" mesajını vermek istiyor. Aradan iki yıl geçiyor ve Sakarya zaferi kazanılıyor. Meclis'te bir müezzin Mustafa Kemal'in gelişi şerefine ezan okumak istiyor. Onu haşlıyor. "Ezanın yeri burası değil, camidir. Oraya git" diyor. Gücü eline geçirince laikliğe doğru yürümeye başlıyor. Çünkü onun kafasındaki esas model Batılılaşmak!

Atatürk'ün din adamlarıyla ilişkisi nasıldı?

"Din adamlarını, hocaları sevmem" diyor ama özellikle Milli Mücadele sırasında İstanbul fetvasına karşı, o da 90 küsur imzayla din adamlarının fetvasını aldı. Böylece Milli Mücadele'yi İslâmi bakımdan meşrulaştırarak halkın desteğini almayı başardı. Din adamlarıyla ittifak zaferden sonra bozulmaya başladı. Zaten Atatürk için laiklik, demokrasiden önce gelir. Milli Mücadele sırasında İstanbul'dan yardım almak ve halkı etrafında toplamak için Abdülhamit'ten daha İslâmi bir politika uyguladı ama... O her zaman Batılı hayat tarzını benimsedi.

Peki, demokrasiyi gözardı etmek Batılı hayat tarzıyla çelişmedi mi?

Hayır. Çünkü Batılı hayat tarzının içinde mutlaka demokrasi vardır düşüncesi bizim bugünkü düşüncemizdir. O zamanki Batılı hayat tarzı "gardırop devrimi" denen türde bir Batılılaşmaydı. Şapka devrimi, balolar vb... Batılılaşalım derken, alt yapı devrimleri ve ekonomi fazla öncelikli değil. "Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirelim ama o nesiller Atatürk'ün sözlerine iman etsinler" inancı var. Unutmayın ki o dönemin Batısı aynı zamanda faşizmin yükseldiği bir Batı'ydı. Dünyada Büyük Buhran'dan sonra liberalizm gözden düşmüştü. CHP'nin altı oku müzakere edilirken, Atatürk, Şükrü Kaya'ya "Şükrü Beyefendi siz iktisadi doktrinler uzmanısınız. Liberalizm ne demek" diye soruyor. Şükrü Kaya, "Liberalizm sömürge ekonomisidir" diye cevap veriyor. Atatürk, "O zaman biz liberal olmayacağız" diyor.

Atatürk liberalizmi Şükrü Kaya'dan mı öğreniyor?

Liberalizmin ayrıntılarını bilmediği kanaatindeyim. Atatürk'ün okuduğu kitaplar daha çok dil ve tarih meseleleriyle ve ulus oluşturmakla ilgilidir. O'nun aydınlanma kaynağı Fransız jakobenizmidir, Voltaire'dir, Rousseau'dur. İngiliz liberalizmini okuyan ise İsmet Paşa'dır. Size Gagavuz Türklerinin olayını anlatayım. Hamdullah Suphi, "Türkçe konuşan Hıristiyan Gagavuz Türklerini Türkiye'ye alalım" diye rica ediyor. Atatürk kabul etmiyor. Ama Türkçe bilmeyen Boşnakları alıyor. Çünkü, din farkı sosyal entegrasyona engel olabilir diye düşünüyor. Bakın... Laik cumhuriyet, vatandaşını dine göre tanımlamıştır. Azınlık ne demektir? Gayrımüslim demektir. Kürt yok ne demektir? Türk ve Kürt, ikimiz de Müslümanız demektir.

Vatandaşlık tanımını dine göre yapmak laiklik tanımıyla bağdaşır mı?

Bu, dinin referans olarak alınması değildir. Bu, Müslüman ahalinin ulus-devlet için daha sağlam bir zemin oluşturduğunu düşünmekten kaynaklanan siyasi bir tavırdır. Müslüman ahaliye dayanan bir ulus-devletin daha sağlam olacağını düşündü Atatürk. Gayrımüslim Türkleri yani Gagavuzları almadı, ama Türkçe bilmeyen Boşnakları aldı. Anadolu o sırada boştu.

Atatürk, dinin ve din adamlarının laiklik için bir tehlike olacağını mı düşünüyordu?

Evet. Hem Atatürk'ün hem de onu takip eden Kemalistlerin "Laiklik elden gidiyor" endişeleri vardır. Kemalist yazar Yakup Kadri, Panorama romanını "Türkiye demokrasiye geçiyor, yobazlar iktidara geliyorlar ve ilericileri kıtır kıtır kesiyorlar" diye bitiyor. Bu bir psikolojiyi gösteriyor.

Bu psikolojiyi kim yarattı?

Resmî ideoloji yarattı. Kemalist yönetim halk yerine devlet güçlerine dayandı. Böyle olunca da halka şüpheyle bakıldı. Şevket Süreyya, "Kemalist bürokrasi, 1920'lerin ortasından itibaren halktan kopuk bir bürokratik hizip haline geldi" der.

Atatürk döneminde mi bu hale geldi?

Atatürk döneminde tabii... Muhalefet olmadığı için yönetimde sorumsuzluk ve yolsuzluk almış başını gitmiş. 1926'da Ahmet Ağaoğlu Atatürk'e bir rapor veriyor. "Paşam, partiniz yolsuzluğa battı" diyor. Atatürk halktan ne kadar kopulduğunu görüyor ve muhalif bir fırka kurmaya karar veriyor. "Bunlar yanlış giden işleri söylesinler ve iktidar kendini düzeltsin" diyor. Ama bu muhalefet partisi halkta öyle bir ilgi patlaması yapıyor ki, "rejim elden gidecek" kaygısıyla hemen partiyi kapattırıyor.

Demokrat Parti örneği aslında Atatürk döneminde Serbest Fırka'yla mı yaşanıyor?

Bu, tarihsel olarak da, kadro olarak da böyledir. Serbest Fırka'nın İzmir il başkanı Adnan Menderes'tir.

Atatürk döneminde komünistler de baskıyla karşılaştı. Atatürk komünizm hakkında ne düşünüyordu?

Komünizme karşıydı. Atatürk partisinin ideolojisini Kemalizm olarak benimsedi. Atatürk Kemalizm sözünü benimsedi ve kullandı. CHP'nin 1932 programında "partimizin fikriyatı Kamalizmdir" diye yazılıdır. Ses uyumu açısından o dönemde Kamalizm deniyor. Atatürk Kemalistti ve Kemalizm sözü onun döneminde geliştirildi.

Daha sonra komünistleri yakalatacak olan Atatürk, Sovyetler Birliği ile Kurtuluş Savaşı sırasında çok dostane bir ilişki sürdürdü. O dostluğu sürdürürken de mi komünizme karşıydı?

Kesinlikle karşıydı. Atatürk Sovyetlerle dostluk ilişkilerine her zaman önem verdi ama bu dostluğu Kurtuluş Savaşı sırasında bir ideolojik ittifak gibi pazarladı ve Sovyetlerden yardım aldı. Hatta Moskova'dan para ve silah yardımı almak için 1921'de komünist Bolşevik eğilimli halk zümresinin programını kendi halkçılık beyannamesi olarak yayınladı. Moskova'dan yardım alınmasaydı, Milli Mücadele belki başarılamazdı. Sakarya Savaşı bittikten sonra Moskova'nın yardımına ve Meclis'teki solculara ihtiyacı kalmadı ve solcular tutuklanmaya başladı. Mustafa Kemal pragmatiktir. Atatürk'ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım.

Politikacılığı dikkate alındığında ne değişiyor, ortaya ne çıkıyor?

Mesela Atatürk'ün gazeteciler tarafından çok kullanılan bir sözü daha vardır... "Basın hürriyetinden ortaya çıkacak olan sakıncaların çaresi yine basın hürriyetidir" diye... Oysa Takrir-i Sükûn döneminde basının nasıl yasaklandığını gazeteci Ahmet Emin Yalman anlatır. Atatürk'ün politik şartlara göre söylediği sözler vardır. Bir de içinde bulunduğu şartlara göre yaptığı uygulamalar vardır. Mesela Atatürk ömrü boyunca milliyetçi oldu. Ama şartlara ve dönemlere göre, milliyetçiliğinin içeriği değişti. Bu içerik, zaman içinde Osmanlı milliyetçiliği, daha sonra İslâmi bir milliyetçilik, arkasından daha Anadolucu bir milliyetçilik, onun arkasından da daha Türkçü bir milliyetçilik oldu.

Atatürk döneminde Kürtlerle, dindarlarla, solcularla, demokratlarla liberallerle devletin sorunlar yaşadığı görülüyor. Peki, Atatürk'ün destekçileri kimlerdi?

Destekçileri ordu, bürokrasi ve o zamanın okumuşlarının ve hatta liberallerinin çok büyük bir bölümüydü. Bir de Cumhuriyet Halk Fırkası'nın tabanındaki esnaf, tüccar ve esnaftı.

Atatürk'ün 1915'teki Ermeni tehciriyle ilgili görüşleri nelerdi?

Atatürk 1915'teki Ermeni tehcirini savunmadı ama açıkça suçlamadı da. 24 Nisan 1920'de Meclis'te yaptığı konuşmada tehcir için eleştiri anlamında, "fezahat" yani "çok çirkin hadise" dedi. Ama 1921'de İstanbul Hükümeti, "Ermeni hadiselerini suçlayan bir bildiri yayınla" dediğinde, Mustafa Kemal İttihatçıları suçlamayı reddetti. Zira hem ileride başına geçeceği devlet suçlanmış olacaktı. Hem de Milli Mücadele'nin alt yapısını İttihatçılar oluşturuyordu.

Sizce Atatürk'ün yönetimde yaptığı en büyük hata neydi?

En büyük hatası Şeyh Sait İsyanı üzerine çıkarılan bir tür sıkıyönetim kanunu olan Takrir-i Sükûn'dur. Bu kanun sadece isyanın güç kullanılarak bastırılmasını sağlamadı. Muhalefeti ve basını da susturdu. Hükümete yargı yetkilerini tanıyan bu kanun çok sert uygulandı.

Nasıl uygulandı?

Sonunda tek partili cumhuriyet, eleştirisiz bir cumhuriyet oldu. Çünkü Takrir-i Sükûn dönemi, sorunların ekonomik ve sosyal olarak diyalogla çözülmesini dışlayıp, tek çözüm yöntemi olarak kuvvet kullanma alışkanlığını bu ülkede güçlendirdi. Sonuçta Takrir-i Sükûn Kanunu ve onun İstiklal Mahkemeleri bir gün son buldu ama bu dönemin yarattığı kuvvet kullanarak çözme alışkanlığı bu ülkede hep devam etti. Kazım Karabekir o sırada Meclis'te muhalif milletvekiliydi. Takrir-i Sükûn müzakereleri sırasındaki konuşmasında, "Eğer siz İstiklal Mahkemeleri'ni bir reform vasıtası sanıyorsanız, çok büyük bir hata içindesiniz" dedi.

Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri uygulaması bu ülkenin yaşadığı darbelerin, sıkıyönetimlerin, baskıların anası mıdır aslında?

Elbette.

İstiklal Mahkemeleri çok mu adam idam etti?

Asker kaçakları hariç bin civarında idam oldu. İstiklal Mahkemeleri'ni en iyi tanımlayan Kemalist yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'dur. Katibi olarak o, İstiklal Mahkemeleri için "tedhiş mahkemeleri" diyor. Yani "şiddet mahkemeleri, devlet terörü mahkemeleri" diyor.

Neden bugün Atatürk'ü bir lider, bir insan gibi göremiyoruz? Neden Atatürk'ü hiçbir şekilde hata yapmayan biri gibi kabul ediyoruz?

Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa, ya laiklik elden gider, ya ülke bölünür gibi korkular var. Aksine Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa ülke daha normalleşir. O yüzden Atatürk'ü tabu haline getirmek de yanlış, onun gibi milli bir lidere düşmanlık etmek de yanış. Atatürk'ün farklı dönemlerinde farklı politikalar uyguladığını bir görebilsek... Bu, bize, farklı politikalar uygulamanın Atatürk esprisine aykırı düşmediğini anlatacak ama... Onu tabu haline getirince, "ezelde de böyle, ebediyette de böyle, onu taklit etmekten başka bir yol yok" noktasına geliniyor. O da nedir? Sıkıyönetimdir, yasak-lamadır. Bakın... Eğer Cumhuriyeti Atatürk'ün sözleriyle tanımlarsanız ve cumhuriyetin Atatürk döneminde var olan cumhuriyet olduğuna inanırsanız, cumhuriyetin zamanla liberalleşmesini "yozlaşma, bozulma" gibi görürsünüz. Ama bazıları, tarihin bir evrim, bir değişim çizgisi olduğunu göremiyor. Oysa 1920'lerdeki Atatürk'ün cumhuriyetiyle 1930'lardaki Atatürk'ün cumhuriyeti bile birbirinden farklıdır. 1920'lerde devletçilik yoktu. 1930'larda devletçilik oldu.

Neden özellikle darbeciler ve darbe yanlıları Atatürk'ün adını kullanıyor?

Siyaset bilimci Metin Heper, "Atatürkçülük, Türkiye'de bir meşruiyet karizmasıdır" diyor. Çünkü Atatürk'e refere edilen her şey meşrulaşıyor. Darbecilerin meşruiyete ihtiyacı var. Atatürk deyince meşrulaşıyorlar.

Neden en Atatürkçü kurum olarak ordu gösteriliyor?

Birçok sebebi var. Bir, Mustafa Kemal, başkumandan olarak her askerin kendisini silah arkadaşı gibi göreceği bir tarihî figürdür. İki, bütün ordular eğitimlerinde devletlerinin zaferlerini incelerler. Bu, Mustafa Kemal'siz yapılamaz. Üç, Atatürk'ün döneminde ordunun Atatürk'e sadık olmasına bilhassa çok önem verildi. Atatürk'ün üniformalı resimleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yayımladığı beyannameler, Atatürk'ün subayların maaşlarıyla özel olarak ilgilenmesi, orduyla Atatürk arasında hem ideoloji hem meslektaşlık anlamında çok kuvvetli bir bağ meydana getirdi.

Atatürkçülük tam olarak ne demek?

Atatürkçülüğün temelinde, Kemalizm'in bütün tariflerinde şu üç unsur mutlaka vardır. Bunlar, pozitivizm, milliyetçilik ve otoriterliktir. Bilim dediğiniz zaman, Atatürkçülük pozitivisttir. Yurtseverlik dediğiniz zaman, Atatürkçülük milliyetçidir. Bu, geleneklere, dinî duygulara önem veren bir milliyetçilik yerine laik bir milliyetçiliktir. Küreselleşmeye, liboşlara yer vermemek dediğiniz zaman da, Atatürkçülük otoriter bir rejimdir.

http://taraf.com.tr/makale/8562.htm
#1613
"Atatürk döneminde bugünkü demokrasi olamazdı ama Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu kadar bir demokrasi olabilirdi. Ama o demokrasi de elden gitti."

"Mareşal Karabekir, "Milli mücadeleyle istiklalimizi kazandık ama tek parti rejimiyle hürriyetimizi kaybettik" der. Bence tarihin özeti budur."

"İsmet Paşa Atatürk'ün her dediğini yapan biriydi. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay, Atatürk'e İsmet Paşa kadar sadık ve itaatkâr olamazlardı."

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ama Hangi Atatürk? kitabıyla, Atatürk'ün aslında tek bir fotoğrafının değil, pek çok fotoğrafının olduğunu ortaya koyan ve Atatürk'ün kişiliğini ve çelişkilerini, söylediklerini ve yaptıklarını anlatan Taha Akyol'la dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye kaldığımız yerden devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: 1927 yılında Meclis'te okuduğu Nutuk'ta, Atatürk, Milli Mücadele'deki yol arkadaşlarını, kendisine muhalefet ettikleri için hain olarak suçlarken, onlar kendilerini hiçbir şekilde savunamadılar. Nutuk'u Atatürk yazmış olsa da, Cumhuriyet tarihinin bir bölümü Nutuk'ta Atatürk tarafından tek taraflı anlatılmış olmadı mı? 

TAHA AKYOL: Kesinlikle... Kim yazarsa yazsın, tek taraflı olarak yazılmış oluyor. Düşünün ki, Kazım Karabekir'in İstiklal Harbimiz isimli anıları, ancak 1961'de basılabildi ve o da toplatıldı. Daha sonra güç bela mahkeme kararıyla beraat etti. Kazım Karabekir o kitapta Atatürk'e muhalefet edenlerin bakış açısını gösterir. "Milli mücadeleyle istiklalimizi kazandık ama tek parti rejimiyle hürriyetimizi kaybettik" der. Bana göre tarihin özeti budur.

Peki, Atatürk'ü eleştirmenin cezası neydi? 

Atatürk'ü eleştirmenin cezası döneme göre değişir. Mesela İttihatçılar arasında siyasi ve iktisadi bakımdan en liberal olan Cavit Bey, darbe girişimi suçlamasıyla idam edildi Aslında öyle bir şey yoktu. Örgütlü muhalefeti tasfiye etmek için yapılmış bir suçlamaydı bu. Zira İttihatçılardan başka Atatürk'e karşı örgütlenebilecek bir güç yoktu. Cavit Bey de İttihatçıydı ve bir muhalefet figürüydü. Mesela Hüseyin Cahit... 

Dönemin ünlü gazetecisi Hüseyin Cahit ne yaşadı?

Atatürk'ten çok daha önce laikliği savunan bir gazeteciydi Hüseyin Cahit. Cumhuriyet"i, "mutlakıyetçi cumhuriyet" olduğu için eleştiriyordu. Onun da dergisi kapatıldı ve İstiklal Mahkeme'sinde yargılandıktan sonra sürgüne gönderildi. Mesela Kadro Dergisi... Atatürk'ün sofrasındaki insanlardı bunlar... Atatürk'e ve Kemalizm'e sadıklardı... Ama biraz Marksizm karıştırılmış yorumlarıyla Atatürk'ten farklı bir fikir odağı olabilirler düşüncesiyle onların da dergileri kapatıldı. Şevket Süreyya, İktisat Vekaleti'ne alındı. Yakup Kadri, Tiran'a gönderildi ve kendi deyimiyle orada 'zoraki diplomat' oldu. Şurası kesin ki, Atatürk gibi liderlerde çok yüksek bir "ben" duygusu vardır.

Atatürk diktatör müydü?  

Atatürk muhalefete, kendisine aykırı olan görüşlere izin vermeyen, tek partiye inanan bir liderdi. Zaten bu tür ego duygusu olmadan da o çapta bir lider olunmuyor... Mesela o dönemde Türk Ocağı da, Türk Kadınlar Birliği de hep kapatılıyor. Türk Ocağı inkılâp karşıtı değil, gerici değil... Niye kapatıyorsun? Türk Kadınlar Birliği, laik, çağdaş bir dernek. Balo falan yapıyorlar. Onu niye kapatıyorsun? Kapatılıyorlar çünkü ortada sadece Gazi'nin fikirleriyle teşkilatlanmış tek bir siyasi parti olacak. Gazinin fikirleriyle teşkilatlanmış tek örgüt de Halk Evleri olacak... 

Atatürk, kendisini diktatör olarak tanımlamıyor mu? 

Atatürk 1930'da Serbest Fırka'yı niye kurdurduğunu anlatırken, kendisinin Batı'da diktatör olarak anıldığını, manzaranın hakikaten bir diktatörlük manzarası olduğunu ve ölürse geriye bir istibdat müessesesi kalacağını, halbuki bunu istemediğini, ömrü boyunca fikri hür, irfanı hür rejimler istediğini ve bunun için serbest Fırka'nın kurulmasını istediğini söylüyor.

Peki, Serbest Fırka ne kadar yaşıyor ve kim kapattırıyor?  

Üç ay sürüyor ve Atatürk kapattırıyor. 

Atatürk bugün bir tabudur. Yaşadığı dönemde de öyle miydi? 

Öyleydi tabii. Gerçi bugünkü kadar ideolojik referans haline gelmiş bir tabu değildi ama... Atatürk o dönemde bugünkünden çok daha kuvvetli bir siyasi otorite tabusuydu. Atatürk bugün eleştirilebiliyor. Yasakladığı yayınlar basılıyor... Ama o dönemde bunlar yapılamıyordu. İsmet Paşa'nın anlattığı bir hikâye vardır. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Mustafa Kemal'e Harbiye Nazırlığı sözü veriyor. Harbiye Nazırlığı demek, Enver'in geçmişteki gücünü ele geçirmek demek. Ama Harbiye Nazırı olmuyor ve Atatürk ömrünün sonuna kadar İzzet Paşa'yı affetmiyor. Hatta Nutuk'ta İzzet Paşa'yı ırkından dolayı suçluyor. 

Nasıl suçluyor?

Arnavut diye eleştiriyor. "Milletime bu noktada tavsiye ederim ki, başa geçireceği adamların kanındaki cevher-i asliyeye dikkat etsin" diyor. Atatürk bu kadar ben merkezli, bu kadar otoriter olmasaydı, Atatürk olamazdı. Daha Milli Mücadele döneminde başta Karabekir olmak üzere, Atatürk'ün diktatör olmasından endişe eden pek çok kişi var. "Başımıza yeni bir Enver mi olacak" diye hepsi korkuyorlar. Ama hiçbiri de ona, "Paşam çekil artık, ben lider olacağım" diyemiyor. O sırada Atatürk'ten korktuklarından değil, onun liderliğini doğal kabul ettiklerinden bunu diyemiyorlar. Onun gücünü Halife'yle dengelemeye çalışıyorlar. Mustafa Kemal'in siyasi otoritesini dengeleyen böyle bir kurum olsun diyorlar.

Demokrasiyle dengelemeye çalışmıyorlar mı?

Çok partiyle dengelemeye çalışıyorlar. Atatürk ömrü boyunca kuvvetler birliğini savundu. Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi muhalifler ise kuvvetler ayrılığını savundular. Kuvvetler ayrılığı, "Tek kişi hâkim olmaz. Bağımsız yargı olacak". Bazıları diyorlar ki, "o zaman memlekette okuma yazma yoktu. Demokrasi olur muydu?"

O koşullarda demokrasi olmaz mıydı gerçekten? 

O günün şartlarında bir demokrasi pekala olurdu. Nasıl savaş devam ederken demokrasi olduysa, öyle demokrasi olurdu. Zaten o dönemde Avrupa'da da bugünkü gibi bir demokrasi yoktu. Asıl önemli olan iktidarın değil, muhalefetin olup olmamasıdır. Atatürk döneminde günümüzdeki gibi bir demokrasi olamazdı ama Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu kadar bir demokrasi olurdu. Ama o demokrasi de elden gitti. Karabekir'in "Milli Mücadele'yle istiklalimizi kazandık, ama tek partiyle hürriyetimizi kaybettik" dediği de o zaten.

Birinci Meclis'in Hüseyin Avni Ulaş gibi üyeleri daha demokrat bir yönetim istediler. Atatürk neden demokratik bir yönetimi tercih etmedi?  

Çeşitli sebepleri var. Birincisi, Atatürk'ün otoriter kişiliğidir. Atatürk'te kendisinin baş olduğu şeklinde doğuştan gelen bir algıma var.

Atatürk hakikaten tek adam olarak yaratılmış bir kişilik. Daha çocukken, kardeşi Makbule Hanım'a "benim emrimden çıkmayacaksın" diyor. Sakarya Savaşı'ndan sonra Halide Edip, "Paşam savaş bitti" diyor. Ona, "bundan sonra da benim emrimden çıkmayacaksınız" diyor. Karabekir Ankara'ya geliyor. Parti kurmaktan bahsediyor. Ona da, "Askerlik bitti ama emrimden çıkmayacaksınız" diyor. Atatürk bu otoriter kişiliğiyle milliyetçilik ve Batılılaşma politikalarını yürütüyor.

Atatürk'ün demokratik bir yönetimi tercih etmemesinin diğer nedenleri neler? 

İkinci neden, Atatürk, heyecanla inanmış bir çağdaşlaşmacıdır, modernisttir. "Halkı kendi haline bırakırsak bir hatve (bir adım, bir milim) ileri gidemeyiz" diyor. Ve halkı kendi haline bırakmayan tek partili bir rejim kuruyor. Muhalefet olduğu takdirde bütün bu isteklerini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor. Üçüncüsü, Atatürk, halkın hilafet, şeriat propagandasıyla yanıltılabileceğini düşünüyor ve "bunu, 'tek parti' önler" diyor. Dördüncüsü, Atatürk muhalefet olduğu takdirde isteklerini ve modernleşme projesini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor.

Atatürk'ün muhalifleri modernleşmeye karşı mıydılar? Yoksa onlar, Atatürk'ün bu hedefe varmada kullandığı baskıcı yönteme mi karşı çıkıyorlardı?

Muhalefet modernleşme karşıtı değildi. Onlar da modernistti. Ancak onların modernleşme modelleri Mustafa Kemal'inkinden farklıydı. Muhalefet, memlekette eleştiri hürriyetinin olmasını istiyordu, piyasa ekonominin modernleşmeyi daha hızlı getireceğini düşünüyordu. Atatürk ise modernleşme projesinin ancak otoriter rejimde uygulanabileceğine inanıyordu. 

Atatürk'le birlikte Kurtuluş Savaşı'nı yapan birçok silah arkadaşı daha sonra siyasetten tasfiye edildiler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele, Adnan Adıvar... Onlarla Atatürk arasındaki en önemli görüş ayrılığı neydi?  

Rejim tek adam rejimi olacak mı olmayacak mı? Bütün farklılıklar bu meselenin etrafında döner. Onlar, "sen partilerin üstünde tarafsız ol. Memlekette çok parti rejimi olsun" diyorlar. Kişi idaresine karşı çıkıyorlar. Atatürk ise kendisinin mutlak hâkim olduğu bir modernleşme projesini savunuyor. Atatürk'te, doğuştan baş olmak üzere yaratıldığına, lider olduğuna dair bir inanç var.

Bu dönemde Atatürk'ün yanında İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi isimler kalıyor. İsmet Paşa'nın Atatürk kadar otoriter olmadığını söylediniz. O zaman niye muhalefetin yanında yer almıyor da, Atatürk'ün yanında yer alıyor?

Fevzi Çakmak asker olarak Atatürk'ün emrindedir. "Genelkurmay Başkanı olarak benim görevim itaattir" der. İsmet Paşa ise Atatürk'ün yanında ikinci adamdır. Atatürk'ün yanında yer alarak 'hazretleri' oluyor, 'ikinci adam' oluyor. İsmet Paşa, zaman zaman çatışmaları olsa da, Atatürk'ün her dediğini yapan biriydi. Şevket Süreyya bunu çok iyi anlatır. Atatürk hakikaten tek adamdır. İsmet Paşa da hakikaten ikinci adamdır. Mesela Kazım Karabekir, Rauf Orbay da ikinci adam olabilirlerdi ama İsmet Paşa kadar Atatürk'e sadık ve itaatkâr olmazlardı. Çünkü onlar, Mustafa Kemal'in her dediğini yapacak adamlar değildi. Bir de şunu söylemeliyim. Aslında Türkiye'de liberalizm köksüz bir şey değildir. Osmanlı'da... 

Osmanlı'da liberalizm var mıydı? 

Çok kuvvetli bir liberalizm vardı. Liberalizm bizde tek parti döneminde kaldırıldı. Mesela Karabekir ve arkadaşları Terakkiperver'in programına açıkça liberal diye yazıyorlar. Çünkü Osmanlı'da meşrutiyette meclis vardı, seçim vardı, parlamenter usuller vardı. Fırka kavramı yerleşmişti. Zaten bu yüzden Birinci Meclis'te farklı görüşten ve etnik kökenden insanların, komünistlerin, hocaların birarada bulunmasını yadırgamıyorlardı.

Ama Cumhuriyet'in otoriter ve totaliter yapısı, "şartlar onu baskıcı olmaya zorladı. Demokratik olamazdı" diye savunuldu. Bu ülkede otoriter, baskıcı bir rejim, dönemin şartlarının bir sonucu olarak değil de, bir tercihin sonucu olarak mı kuruldu ve devam ettirildi? 

Atatürk mecbur kaldığı için tek partili rejimi kurmadı. Atatürk ideolojik olarak tek partili rejime inanıyordu. Bütün ömrü boyunca kuvvetler birliğini yani yürütme yasama ve yargının tek elde toplanmasını savundu. "Atatürk, Şeyh Sait İsyanı çıkınca, Karabekir'in partisini kapattırmak zorunda kaldı" derler. Öyle değil. Terakkiperver Fırkası kurulur kurulmaz, Atatürk, Fethi Okyar'ı Karabekir'e gönderiyor. "Çok kötü şeyler olacak. Partinizi kapatın" diyor.

Karabekir ne cevap veriyor? 

Karabekir, "Biz cumhuriyet kurmadık mı? Partisiz cumhuriyet mi olur?" diyor. Atatürk'ün projesinin tek partili cumhuriyet olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Atatürk çok partiyi istemiş de, mecbur kaldığı için tek partili rejim kurmuş değil. Atatürk'ün kafasındaki proje tek parti idaresi kurmaktır. Nitekim yabancı bir gazeteciye, "Bunlar nankör, bunları ben kurtardım, bana karşı parti kuruyorlar" diyor. Cemil Koçak bunu belgesiyle açıkladı.

600 yıllık bir saltanatı yıkıp cumhuriyeti kurmak büyük bir cesaret gerektiriyordu. Atatürk bu cesareti gösterdi. Aynı cesareti neden demokrasi kurmak konusunda göstermedi? 

Atatürk'ün cesareti, liderliği, vizyonu konusunda hiçbir şüphe yok. Size ölmeyi emrediyorum derken, kendisi de elinde tabancasıyla askeriyle birlikte savaşa giren birisi o. Ama buradaki problem cesaret değil. Saltanat zaten Vahdettin yüzünden yıpranmıştı. Ve Mustafa Kemal, saltanatı kaldırdığı zaman tek adam olacaktı ve kafasındaki modernleşmeyi uygulayabilecekti. Demokrasi olduğunda ise...

O zaman ne olacaktı?

Tek adam olmayacaktı ve kendi modernleşme projesini uygulayamayacaktı. Çünkü Karabekir ve arkadaşları da modernleşme istiyorlardı. Muhalefet modernleşme amacına değil, yöntemine itiraz ediyordu. İki tarafın modernleşme modelleri farklıydı ve Mustafa Kemal'de şahsi otorite mücadelesi vardı. Mustafa Kemal'in projesi Karabekir ve arkadaşlarınki kadar yumuşak, liberal ve evrimci değildi. Onun projesi devrimciydi, daha otoriter ve radikaldi. Ancak otoriter bir sistemde uygulanabilirdi. Mesela Kazım Karabekir "Musul meselesi çözülmeden hilafeti kaldırmamız yanlış. Kürtlerin sadakatini kaybederiz. İleride düşünelim bunu" diyor.

Haksız mı peki?

Haksız değil. Ama bu, Mustafa Kemal'in modernleşme projesini ertelemesi demekti. Ertelemedi.

Cumhuriyeti kurmak o dönemde kolay mıydı? 

Kolaydı. Saltanatın kaldırılması otomatikman cumhuriyet demektir zaten. Saltanatın kaldırılması için verilmiş seksen imzalı bir takrir vardı. Bu takrirde Atatürk'ün imzası sekseninciydi. Önergeyi verenlerin başını Rauf Orbay, Hüseyin Avni, Rıza Nur gibi isimler çekiyordu. Çünkü artık en muhafazakârların kafasında bile Vahdettin'in tavrı yüzünden saltanat bitmişti. Dolayısıyla saltanatın kaldırılması zor değildi. Saltanat kaldırıldıktan sonraki adım da zaten doğal olarak cumhuriyetti. Zaten oradaki ihtilaf da zaten cumhuriyetin kurulup kurulmaması değildir. 

Sorun nedir?  

Atatürk, cumhuriyeti kendisine muhalefet edecek kesimlerin katılımıyla ilan etmek istemiyor. Atatürk cumhuriyeti kendi kararıyla ilan etmek istiyor. Eğer cumhuriyetin ilanına Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar, Hüseyin Avni Ulaş gibi Milli Mücadele'nin önde gelen isimleri katılsaydı, bunların cumhuriyet rejimi içinde meşruiyetleri olacaktı. Atatürk cumhuriyetin ilanını, onların İstanbul'da oldukları bir tarihe denk getirdi. Onların, daha sonra "bizi dışladın, devre dışı bıraktın" diye verdikleri tepkileri, cumhuriyet karşıtlığı gibi kullandı. Buradaki mesele, onların, cumhuriyet düşmanı olmaları değildir. Mesele, Atatürk'ün kendi kafasındaki modernleşme projesini uygulamak için, muhalefeti dışlayarak cumhuriyeti ilan etmiş olmasıdır. 

Atatürk, muhalefeti tasfiye edeceğinin ilk işaretini cumhuriyeti kurarken mi veriyor?  

Mustafa Kemal, ileride yapacağı inkılâpların kadrosunu daha Milli Mücadele'yi yaparken kuruyor. Garp cephesi komutanlığına generalleri getirmiyor da, o sırada henüz albay olan İsmet İnönü'yü getiriyor. Aslında Atatürk'ün kurmay ve siyasetçi zekâsı, dehası gözardı ediliyor.

Atatürk'ün hangi özelliği daha önde? Askerliği mi, politikacılığı mı? 

"Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır" sözünü mesela birkaç hafta önce Kazım Karabekir de söylemiş. Yani Eskişehir'i bırakıp Sakarya'ya çekilmekte tereddüt etmeyelim. Biz bir hattı savunmuyoruz. Biz bütün vatanı savunuyoruz. Sakarya'da düşmanı yenersek bütün vatanı kurtaracağız demektir bu. Biz bunu sadece Atatürk'ün söylediğini zannettiğimiz için, onun askerî dehası olduğunu düşünüyoruz. Oysa hepsi de bu düşüncedeydi. Çünkü Alman Goltz Paşa'nın askerî mektebinde yetişmiş, Birinci Dünya Savaşı'nı yaşamış kurmay subaylar bunların hepsi. Atatürk'ün diğerlerine üstün olduğu taraf siyasi dehasıdır. İsmet Paşa da, "Atatürk'ün siyasi kabiliyeti, askerî kabiliyetinden üstündür" diyor.

http://taraf.com.tr/makale/8544.htm
#1614
"Atatürk sorunların çözümünde daha çok askeri metotlara alışkın olduğu için radikaldir. 'İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâpçı olamazlar' diye sözü var Atatürk'ün."

"Büyük Taarruz'a hazırlanırken, 'Türkiyeliler' diye konuşan Mustafa Kemal, İzmir'i aldıktan sonra beyanatına, 'büyük ve asil Türk milleti' diye başladı."

"Kemalizm halka dayanan bir rejim değildi. Demokrasi değildi. Rejimin halka değil silaha dayandığını Kemalist Yakup Kadri de, Falih Rıfkı da söyledi."

* * *

NEDEN: TAHA AKYOL
CHP'li Onur Öymen'in, Kürt açılımında kullanılan Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" sözünün, böyle bir barış girişimine uymayacağını ima ederek Dersim örneğini vermesi, Atatürk'ün "yurtta sulh" konusundaki gerçek görüşlerinin merak edilmesine yol açtı. Bize okullarda okutulan "resmî" Atatürk portresinin dışında bir başka Atatürk portresi daha olabileceği düşüncesiyle, bu konuda titiz araştırmalar yapmış ve Ama Hangi Atatürk? adıyla bu konuda çok kapsamlı bir kitabı yayımlanmış olan ülkenin önde gelen entelektüellerinden Taha Akyol'la görüştük. Şu sıra Atatürk'ün kişiliğinin ve yetişme tarzının politik görüşlerine nasıl yansıdığını anlatan gene çok ayrıntılı ikinci bir Atatürk kitabını yazmakta olan gazeteci yazar Taha Akyol, bize, Atatürk'ün Kürtlerle, dinle, komünizmle, silah arkadaşlarıyla, muhalefetle, demokrasiyle, Cumhuriyet'le ilgili gerçek görüşlerini anlattı. 12 Eylül döneminde MHP İdare Kurulu Üyesi olarak ünlü MHP davasında idamla yargılanan ve 14 ay hapis yatan Taha Akyol'un ayrıca Medine'den Lozan'a, Mezhep ve Devlet adıyla yayımlanmış kitapları var.

* * *

NEŞE DÜZEL: CHP'li Onur Öymen'in Atatürk dönemindeki Dersim katliamından söz etmesi, Atatürk'ün dönemini yeniden tartışmaya açtı. Onur Öymen, Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü değil, Dersim'deki uygulamalarını örnek almak gerektiğini söyledi. Böylece karşımıza söyledikleriyle yaptıkları çelişen bir Atatürk çıktı. Atatürk çelişkileri olan bir lider miydi?  

TAHA AKYOL: Bütün liderler gibi Atatürk'ün de belirli bir dönemdeki sözü ve uygulamasıyla, bir başka dönemdeki sözü ve uygulaması arasında çelişkiler, birbirine zıt ifadeler ve davranışları vardır.

Atatürk'ün hangi konularda çelişkileri vardı? 

Mesela Milli Mücadele'de Atatürk Abdülhamit'ten daha İslâmcıdır. Halkı etrafında toplamak için Abdülhamit'ten daha İslâmi bir dil kullanmıştır. Tamamen politik bir davranış bu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı'nda dışarıdan yardım alabilmek için de Mustafa Kemal, hem İslâm'a hem sosyalizme oynadı. Hatta "ben komünistim" anlamında sözler söyledi. Lenin'in Ankara'ya gönderdiği büyükelçiye, "Biz zaferden sonra sizin gibi Bolşevik bir rejim kuracağız. Zaten bizim Meclis'imiz de halk tarafından seçildiği için Bolşevizm'e yakın" dedi. Büyükelçi, "Sizin Meclis'iniz hacılarla, hocalarla dolu. Proletarya yok orada. Nasıl Bolşevik olacaksınız?" deyince de, "Zaferden sonra ben onları temizleyeceğim" cevabını verdi.

Nitekim Anadolu'da kurulan rejim, Sovyet sistemine benzer tek partili totaliter bir rejim olmadı mı? 

Atatürk, Meclis'i, kendi tayin ettiği üyelerden oluşturdu ama bunu proletaryayı iktidara getirmek ve Bolşevizm'i kurmak için değil, Kemalist rejimi kurmak için yaptı. Atatürk'ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım. Yoksa Atatürk'ün dünya görüşü kapitalizme çok yakındır. Milli Mücadele devam ederken, Amerikalılara Chester imtiyazını verdi. Eskişehir'den Musul'a kadar bir demiryolu kurulacak, etrafındaki belli bir arazide de Amerikalılara petrol ve maden arama ve işletme hakkı verilecekti. Amerikalılar iktisadi bulmadıkları için bu imtiyazdan kendileri vazgeçtiler. Milli Mücadele sırasında genellikle sosyalist terminolojiyi kullanan Atatürk, zafer kazandıktan sonra kapitalist bir dille konuştu. 

Ne dedi? 

Milli Mücadele zamanında yabancı sermayenin sömürücü olduğunu söylerken, zaferden sonra, mesela İzmir İktisat Kongresi'nde, "yabancı sermaye istiyoruz" dedi. Çünkü Lozan'da İngilizleri yumuşatması gerekiyordu. Atatürk'ün hem mevcut şartlara göre politik manevra olarak söylediği sözler vardır hem de ilerisi için özlem olarak söylediği sözler vardır.

Peki... Atatürk neden o kadar sert bir şekilde bastırdı Dersim'de ayaklanmayı? 

Milli Mücadele'ye ve Türk milliyetçiliğine önderlik edenler öncelikle Balkanlı Türklerdir. Bunlar, çocukluklarında Balkanların kaybedildiğini gördüler. Bilhassa Müslüman Arnavutların isyan edip Osmanlı'dan kopmasıyla bir şok yaşadılar. Balkan faciasından sonra bunların hepsinde "mütecanis olmayan milletler çöker" düşüncesi oluştu. "Türklerden mütecanis bir toplum yaratmalıyız" fikri gelişti. Gerçi Atatürk, Milli Mücadele sırasında Kürt unsurunu dikkate alarak, "Türkler ve Kürtler" dedi. Kürtlerin kendilerini geliştirme hakkının olacağını söyledi. Amasya belgelerinde Salih Paşa'ya, "Kürtler kendi kültürlerini geliştireceklerdir. Bunu bilsinler ki, düşmanın propagandasına kanmasınlar, bize katılsınlar" diye ifadeleri var ama... Milli Mücadele kazanıldıktan sonra... 

Atatürk'ün Kürt politikası değişti mi? 

Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, memlekette Dersim gibi çok acı olaylara yol açan çok radikal bir Türkleştirme programı uygulandı. Bu Türkleştirme politikasının ilk işaretleri Lozan anlaşması imzalandıktan sonra ortaya çıktı. Lozan'a dek ülkede İslâm vurgusu daha güçlüydü ve Türk kavramı daha azdı. Mesela Sakarya Savaşı günlerinde, Büyük Taarruz'a hazırlanırken, "Türkiyeliler" diye beyanatlar yayınlayan Mustafa Kemal, İzmir'i kazandıktan sonraki beyanatına, "Büyük ve asil Türk milleti" diye başladı. Ayrıca Meclis'te de giderek daha fazla Tük kavramı kullanıldı. Ve Kürt milletvekilleri de bu Türk vurgusuna itiraz etmediler. 

Kurtuluş Savaşı'nda ihtiyaç duyulan Kürtlere, savaş kazanıldıktan sonra artık ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle mi Türk vurgusu arttı? 

Bu düşünce baştan beri var ama giderek daha belirginleşti. Şeyh Sait İsyanı Anadolu'da Türkleştirme politikasının radikalleşmesine yol açtı. O güne dek, devlette Türklük söylemi artmış olsa da, Kürtlerin de Türkleştireceği yönünde bir işaret yok. Ama Şeyh Sait İsyanı patlayınca, bunların zihinlerinde, hafızalarında Arnavut İsyanı canlanıyor. "Memleket bölüşülecek. Bölüşülmemesinin yolu da Kürtleri Türkleştirmektir" diye düşünülüyor. 1925'teki bu isyanla birlikte çok sert ve otoriter bir Türkleştirme politikası başlıyor. Kısacası Şeyh Sait İsyanı, Kemalizm'i etnik Türkçü bir milliyetçiliğe tahrik eden bir sonuç doğurdu.

Şeyh Sait İsyanı etnik bir isyan mıydı yoksa dinî bir ayaklanma mıydı? 

Şeyh Sait İsyanı hem İslâmi'dir hem de etnik anlamda bir Kürt hareketidir. 1924'te hilafetin kaldırılması büyük şok yarattı. Çünkü hilafet Türklerle Kürtler arasında güçlü bir bağdı. Devletin giderek değişen Türk vurgulu dili karşısında Kürtler kendilerini yabancılaşmış hissediyorlardı. Bir de Güneydoğu'da halkı ayaklanmaya hazırlayacak olan network de zaten hazırdı. Şeyhlerin ve feodal ağaların, Cumhuriyet'in Türkçü ve laikleşmeci karakteriyle problemi vardı. Şeyh Sait işte o düğmeye bastı! İrili ufaklı birçok Kürt isyanı oldu. Bunların üçü çok önemlidir. 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı, 1937 Dersim İsyanları...

Atatürk döneminde 16 Kürt isyanı yaşandı. Atatürk sertlik yanlısı bir lider miydi? 

Buna şüphe yok. Atatürk sorunların çözümünde daha çok askerî metotlara alışkın olduğu için radikaldir. "İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâpçı olamazlar" diye bir sözü var Atatürk'ün. Jakobenizm budur zaten! Problemlere kesin çözümler getirmek, problemlerin kökünü kazımak, sadece Kemalizm'in değil, bütün devrimlerin tabiatında var. Fransız devrimi de, Bolşevik devrimi de, milliyetçi devrimler de hep böyledir. Dünyada şiddete başvurmayan bir devrim var mı? Bunlar, Balkan faciasının zihinlerindeki izleri yüzünden bölünmekten çok korkup çok fazla kuvvet kullanıyorlar. Zaten Kemalizm otoriter bir rejimdir. Kemalizm'in demokratik olduğu söylenemez. Hele liberal olduğu hiç söylenemez. Oysa liberal olması demokratik olmasından çok daha önemlidir. 

Demokrasi ve liberallik birbirini tamamlayan şeyler değil mi? 

Demokrasi, yönetimin halka dayanmasıyla ilgili bir kavramdır. Liberalizm ise doğrudan doğruya özgürlüklerle ilgili bir kavramdır. Bu yüzden bir demokrasi ancak liberal olduğu zaman özgürlükçü olabilir. Yoksa otoriter ve totaliter demokrasiler de var. Atatürk'ün rejimi liberalizme biraz açık olsaydı iyi olurdu. Atatürk'ün rejimi hem liberal değildi, hem de demokrasi değildi. Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel sekreteri Recep Peker'in "liberalizm vatan hainliğidir" diye bir konuşması var. Recep Peker o dönemin sadece parti genel sekreteri değil, inkılâp dersi veren hocaların da başta gelenidir. 

Bu rejim halka dayandığını iddia ediyordu. Halka dayanmıyor muydu? 

Halka dayanmıyordu tabii. Kemalist rejim halka dayanan bir rejim değildi. Demokrasi değildi. Demokrasi olmayarak, özgürlüklere belli bir hoşgörü gösterebilirdi ama onu da göstermediği için liberal de değildi. Bunu bugün söylediğiniz zaman Kemalistler, düşmanlık gibi algılıyorlar. Ama rejimin halka dayanmadığını, silaha dayandığını yazan Kemalist Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur. Rejimin halka dayanmadığını, devlet kuvvetlerine dayandığını yazan Falih Rıfkı Atay'dır. Çankaya adlı kitabında Falih Rıfkı, "Hakiki milli egemenliği isteyenler terakkiperverdir. Yani Karabekir ve arkadaşlarıdır. Biz ise ordu ve devlet gücüyle ayakta durarak inkılâpları yapmak zorundaydık" diyor.

Peki, Atatürk'ün "yurtta sulh" sözüne uygun davranışları var mıydı? 

Biz bugün sulh kavramını daha demokratik bir içerikle anlıyoruz ama o zamanki "yurtta sulh", yurtta itaatin sağlanması, çatışmanın olmaması anlamına geliyor. Onlar şiddet yönteminin sulhu sağlayacağını düşünüyorlar. Atatürk en şiddetli edeplendirme, uysallaştırma politikalarını da, en şiddetli bastırma politikalarını da, "inkılâpları yerleştiriyorum, böylece yurtta sulhu, huzur ve sükunu sağlıyorum" düşüncesiyle yaptı. Ancak 1946 yılına gelindiğinde, İsmet İnönü, Faik Ahmet Barutçu'ya "Atatürk'ün şiddet metotlarıyla artık bu memleket idare edilemez. Kanun devrine (yani hukuk devletine) geçmemiz lazım" dedi.

İsmet Paşa da otoriter bir kimlik değil mi? 

Atatürk kadar otoriter değil. Atatürk'e yöneltilemeyen eleştiriler İsmet Paşa'ya yöneltildiği için İsmet Paşa Atatürk'ten daha otoritermiş gibi bir imaj oluştu. Mesela Serbest Fırka'nın kapatılmasına İsmet Paşa karşı çıkmışken, genel kanaat partiyi onun kapattırdığıdır. Ayrıca "Atatürk kendisini değişmez genel başkan ilan etmedi ama İsmet Paşa etti" denir. Bu da doğru değil. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın tüzüğüne ebedî genel başkanlık Atatürk döneminde 1932'de girdi.

Atatürk'ü tabulaştıranın ve Atatürk'ü öne sürerek ülkede otoriterliği koyulaştıranın İnönü olduğu söylenmez mi?  

Bu da yanlıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşa'nın kurdurduğu Refik Saydam hükümetinin programında Atatürk'ün adı geçmez ama Celal Bayar'ın 1937'deki hükümet programında Atatürk'ün adı ulu önder, ulu gazi, ebedî şefimiz diye 42 kez geçer. Çünkü İsmet Paşa'nın hem orduda hem partide gücü vardır. Ama Celal Bayar'ın yoktur. Bugünkü Atatürk imajının oluşmasında Celal Bayar'ın rolü daha fazladır. Atatürk'ü kullanmanın yolunu Bayar açtı. İnönü ise 1950'lerden itibaren Demokrat Parti'ye karşı Atatürk'ü kullanmaya başladı. Ahaliden oy alamayınca, Atatürk kavramı öne çıkarıldı ve orduya mesajlar verildi. 

Atatürk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Kürtlere herhangi bir konuda söz vermiş miydi? 

Kurtuluş Savaşı sırasında iki ayrı halk oturmuşlar mukavele yapmışlar diye bir şey yok. Ama Atatürk, Kürtlerin 1920 yılına kadar sahip oldukları serbestîlerinin, Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki Türkiye'de de devam edeceği izlenimini verdi. 

Kürtler açısından 1920'lere kadarki tablo nasıldı?

1920'lere kadarki tablo "Türkler ve Kürtler" tablosudur. Lozan'da, İsmet Paşa "biz Türkler ve Kürtler" diye konuşuyordu. Meclis'te çok sık olmamakla beraber Türkler ve Kürtler kavramı kullanılıyordu. Kürtlerin zor kullanılarak Türkleştirilmeleri ise Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra oldu. Türkleştirme politikaları sertleşti ve bugünkü sonuçlar ortaya çıktı. Osmanlı'nın bir Kürt meselesi yoktu. Osmanlı devleti Müslüman kavramına dayandığı için Türk, Kürt diye bir ayırım yoktu. Ayrıca Kürtler coğrafi ve tarihî sebeplerle kendilerini temsil edecek bir aydın sınıf da ortaya çıkaramamıştı. Kürt meselesi, Milli Mücadele'yle, devletin laikleşmesiyle ve Türkleşmesiyle gündeme geldi.

Atatürk, bir basın toplantısında, Kürtlere özerklik verileceğine dair sözler etmedi mi? 

O basın toplantısı Ocak 1923'tedir. Lozan'da Kürtlere muhtariyetin tartışıldığı dönemdir bu. İzmit basın toplantısında Atatürk, "Haymana'da bile Kürtler var. Türklerle Kürtleri ayıramayız" dedikten sonra, "Muhtariyetten bahsediyorlar. Bizim anayasamız bütün vilayetlere bir tür muhtariyet –özerklik- veriyor. Bu anayasayı uyguladığımızda, bütün illerin muhtariyeti çerçevesinde Kürtler de kendi kendilerini yönetmiş olacaklardır" diyor. Atatürk burada hem politika hem diplomasi yapıyor. 

Kürtler Atatürk'ün bu sözlerini bir özerklik vaadi olarak algılamakta haksızlar mı?  

Tarihsel olarak haksız değiller. Bu sözler öyle algılanır ama bu sözleri bugünkü bir etnik federasyonun veya özerkliğin gerekçesi sayarlarsa haksız olurlar. Atatürk'ün 24 Nisan 1920'de yaptığı çok önemli bir konuşma daha var. Meclis açılalı bir gün olmuş ve "Türkiye sadece Türk değil. Sadece Kürt değil. Sadece Çerkez değil. Bunların elbette hakları olacak. Ama şu zaferi bir kazanalım, ondan sonra bunu görüşelim. Şimdi yaparsak birbirimize düşeriz" diyor. Zaferi kazanınca da zaten bildiği gibi yapıyor.

Atatürk, Şeyh Sait ayaklanmasını, muhaliflerini susturmak için kullandı mı?

Kesinlikle... Atatürk'ün başvekili Fethi Bey bile Takriri Sükûn Kanunu'nun ve sıkıyönetimin sadece isyan çıkan illerde uygulanmasını savunuyor. Atatürk ise İsmet Paşa'yı başbakanlığa getirerek İstanbul'da bile Takriri Sükûn Kanunu'nu uygulatıyor. Gazetecileri, muhalif basını tamamen susturuyor.

Atatürk'ü yüksek sesle eleştirebilen hiç kimse kaldı mı 1926'dan sonra?  

Hayır kalmadı. Atatürk'ü artık çok alçak sesle bile eleştirmek mümkün değildi. Bunu Nutuk'ta da görüyoruz. Dünün Şark Fatihi olan, Sevr'in şark ayağını kırarak, Doğu'yu kurtaran Kazım Karabekir, Nutuk'ta Atatürk tarafından en hain dimağlar olarak niteleniyor. 

Atatürk'e Kurtuluş Savaşı'nda liderlik yolunu açan Karabekir değil midir? 

Evet. İnönü, Abdi İpekçi'ye, "Atatürk, 1927'de Meclis'te Nutuk'u okuduğunda Milli Mücadele'deki yol arkadaşlarına kendisine muhalefet ettikleri için çok öfkeliydi. O kızgınlıkla bunları hain olarak niteledi. Eğer Nutuk'u sonra okusaydı, öfkesi yatışmış olurdu ve daha yumuşak bir dil kullanırdı" diyor. Burada önemli olan, Nutuk'un, İsmet Paşa'nın tanıklığıyla, Atatürk'ün çok öfkeli olduğu bir zamanda söylenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Nutuk, ezelî ve ebedî bir kitap değildir. Tarihin, 1927'deki Atatürk'ün stratejilerine göre dizayn edilmesidir Nutuk.

http://taraf.com.tr/makale/8523.htm
#1615
Dikkat Çeken Haberler / CHP Öymen'in yanında
17 Kasım 2009, 23:12:19


CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, partisinin grup toplantısına CHP Lideri Deniz Baykal ile birlikte geldi.

Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu'nun grup toplantısına katılmaması dikkat çekti. Deniz Baykal grup toplantısında Onur Öymenin yayında oturdu. Bu hareket, Baykal'ın Onur Öymen'i yanına oturtması "Öymen'e sahip çıkıyorum" mesajı olarak yorumlandı.

ONUR ÖYMEN: SÖYLEDİKLERİMDEN PİŞMAN DEĞİLİM

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'nde demokratik açılım tartışmalarında 'Dersim'de analar ölmedi mi?' diyerek Alevi kesiminin büyük tepkisini çeken CHP Genel Başkanı Onur Öymen söylediklerinden pişman değil. Öymen, CHP'de Atatürk'e sahip çıkma diye bir suçun olmadığını söyledi.

CHP'li Öymen, Meclis'te gazetecilerin "İçeride size büyük bir tepki var neler söyleyeceksiniz?" soru üzerine Dersim konusunu kapattığını söyledi.

Söylediklerinden pişmanlık duymadığını ifade eden Öymen,"Biz, Dersim konusunu kapattık. Bir daha konuşmayacağım. İktidarın Türkiye'nin gündemini bu tür meselelerle meşgul etmesine izin vermeyeceğiz. Bizim partimizde Atatürk'e sahip çıkmak diye bir suç yok." diye konuştu.

CHP GRUBUNDA OLAY ÇIKTI

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in büyük tepkilere sebep olan Dersim ile ilgili sözlerinin yankıları sürüyor.

CHP'nin haftalık grup toplantısında olay çıktı. CHP lideri Baykal'ın konuşma yaptığı sırada parti locasında oturan bir partili Öymen'in sözlerini sözlü olarak protesto etti. Protestocu partiliye salonda bulunan diğer partililerin tepkisi oldukça sert oldu. Sözlü ve fiziki olarak müdahale edilen partili karga tulumba salondan çıkarıldı.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=916930&title=bu-fotograf-her-seyi-anlatiyor
#1616
"Devlete karşı ayaklanma olduğunda devlet silahla mücadele eder"

TBMM'de yapılan 'Demokratik Açılım'ın öngörüşmesinde ''Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi?" sözleriyle büyük tepki toplayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, HABERTÜRK TV'de Didem Yılmaz'ın sorularını yanıtladı. Öymen, dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil'in, anılarında yer verdiği "7'den 70'e Dersim Kürtleri kesilerek öldürüldü" ifadelerinin hatırlatılması üzerine........ dedi.

Söylediklerinizden dolayı pişman mısınız?

Benim sözlerimi tepki gösterenlerin kaç tanesi okumuş bilmiyorum. Türkiye'nin en saygın gazetecilerden biri telefon etti dedi ki "Ben konuşmanızı bir kaç defa okudum ve eleştirilecek hiçbir noktasını bulamadım ve sizin sözleriniz o kadar çarpıtıldı ki gazetecilik ders kitaplarına örnek olarak konulmalıdır, bir söz nasıl çarpıtılır diye." Benim sözlerim çok basit, sayın Başbakan diyor ki; "Atatürk de olsa bizim gibi yapardı" Neden? "Çünkü yurtta sulh cihanda sulh demiş." Ben de diyorum ki Atatürk böyle yapmazdı çünkü yapmadı. Atatürk hem barışçı insan, "yurtta sulh cihanda sulh" demiş, "ülkemizin savunması için yapılmadıkça savaş bir cinayettir" demiş. Atatürk böyle bir insan ama ülke topraklarına yönelik bir saldırı olduğunda Çanakkale'deki gibi mesela sonuna kadar mücadele etmekten geri kalmamış.

Peki Demokratik Açılım'da Dersim isyanını nereye oturtuyorsunuz?

Atatürk bugün hayatta olsaydı AKP'nin yaptığını yapmazdı. Mesela Silopi'de yaşananlar Atatürk döneminde yaşanmadı. O döneminde koşulları içinde yapılan silahlı mücadeledeki bir takım üzücü olaylar bugün kuşkusuz yaşanmamalıdır. Bunu söyleyen yok. Ben bütün olarak söyledim. Hem Şeyh Sait İsyanı'nı hem Dersim'i söyledim. Biri birincisi biri sonuncusu,  bu arada pek çok ayaklanma olmuş, cumhuriyete karşı o dönemde silahlı hareketler olmuş ve Atatürk hiçbirinde AKP politikasını izlememiş yani bunlarla pazarlık ederek müzakere ederek çözme yolunu izlememiş. Anlattığım bundan ibaret. Ne ben Aleviler'den bahsettim ne Dersim olaylarının içinden örnekler verdim. Burada yaşananlardan bizim de çok  üzüntü duyduğumuzu söyledim ve bu çatışmalar nedeniyle insanlar üzüldüyse bundan dolayı özür diledim. "Atatark'ün yaptığı yanlıştı" diye bir sözü kimse söyleyemez veya söyleyen varsa açıkçası söylesin.

Benim  sırtımdan kimse Atatürk'ü eleştirmeye kalkışmasın. Atatürk'ün izlediği politika AKP politikası değildir. Benim lafım bir cümleyle özetle bu. Başbakan bize laf atacağına şehitlere kelle dediği sözünü geri alsın, kendi yaptığından özür dilesin. Kendi yaptığından özür dilemeyecek sonra bizim her yaptığımızı çarpıtacak, istismar edecek "daha çok şehit gelsin istiyorlar, progapanda yapalım diyorlar" diyecek. Benim bir tarihi olaya atıfta bulunmam insanları niye üzdü anlamadım. Ben Alevi demedim. Atatürk Aleviler'e karşı değil, Aleviler Atatürk'e karşı  değil. Dersim isyanı hiçbir kitapta Atatürk'e karşı Alevi ayaklanması diye 
geçmiyor. O zaman bir askeri operasyonu örnek gösterdim diye alevi karşıtı mı oluyorum şimdi. Yalnız o olayı değil başka olayları da söylüyorum.

Sayın Taha Akyol'la konuştuk. Eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil bir İçişleri memuru olarak bölgede göre yapıyor ve yaşadığı anıları anlatıyor. Orada bir katliam yaşandığını söylüyor ve "biraz ders  çalışmış olsalardı birileri bu Dersim isyanını kesinlikle savunmazlardı" diyor. Bu anılardan yola çıkarsak ne söylersiniz?

Çağlayangil'in anılarını ben de okudum. Çağlayangil'in anılarında "Atatürk keşke bu isyan edenlere silahlı güç kullanmasaydı, bunlarla keşke pazarlık etseydi" diye bir cümleyi gördüğümü hatırlamıyorum. Bu isyanın içinde veya sonucunda çok sayıda insanın ölmesi fevkalade üzücü, insanı rencide edici bir durumdur, bunun aksini söyleyen de yok. Burada tartışılan konu o değil. Burada tartışılan konu Atatürk mücadele mi etti müzakere mi etti. Açılım tartışılırken neden Atatürk'ten bahsetmek zorunda kaldım? Çünkü hükümet Atatürk'ü siper yapmak istiyor. "Atatürk de bizim gibi yapardı" diyor. Dersim olaylarında yaşanan acıları savunan  çıktı mı?

2009'daki olaya 1938'deki bir olayı örnek vererek tartışmak biraz tuhaf kaçıyor eleştirisi var.

2009 Türkiyesi'nde bu iktidar terörle mücadele yerine müzakere yöntemini seçiyor. Geçmişimizde böyle silahlı ayaklanmalar olmuş Cumhuriyet'e karşı ve diyorlar ki "Atatürk de yurtta sulh cihanda sulh demişti, o da böyle yapardı" Biz de diyoruz ki böyle değil.

"Dersim isyanında taraflarla konuşulsaydı bu kadar insan o yerde asılmazdı" diye düşününeler olamaz mı?

Böyle  düşünenler olabilir, bu da bir görüştür tartışılır. Ama orada izlenen politika böyle bir politika olmamıştır. Biz bunu anlatmaya  çalışıyoruz. Bizim sorunumuz çok basit. Dünyanın bütün ülkelerinde devlete karşı silahlı güç kullanlara karşı devlet silahla mücadele eder. Devlete silah çekmiş siz de mücadele edeceksiniz. Bunu söylemek insanlık dışı bir söz mü oluyor? Mesele hükümetin bu yaklaşımını destekleyenlerle doğru bulmayanların tartışması.

Çağlayangil'in röportajından alıntılar yapalım. Röportajda diyor ki "ordu zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısından içeri zehirli gaz atıldı. Aleviler fare gibi o dönem zehirlendi" diyor. Alevilere dönük böyle bir eylem  yapılmışken ve Dersim dendiğinde akla Aleviler geldiği için bu sözleri  sarfettiğinizde böyle bir tepki geleceğini düşünmediniz mi?

Böyle bir olay olmuşsa bundan herkes üzüntü duyar. Ama ben bunlardan bahsetmiyorum ki. Bizim sorunumuz bu değil. Çağlayangil "Atatürk yanlış yapmıştır" diyor mu? Uygulamadaki birtakım vahim durumları anlatıyor.  Benim söylediğim devlete karşı silahlı ayaklanma olunca devlet silahlı mücadele eder, siz etmesin mi diyorsunuz? Ben TBMM'de yaptığım konuşmada AKP'nin silah bırakmadıkça PKK ile müzakere yöntemini 
benimsemesi yanlıştır diyorum. Diyorum ki yabancı ülkeler nasıl yaptıysa öyle yapacaksınız.

CHP içinden de tepkiler var. Kılıçdaroğlu'nun gereğinin yapılması taleplerine ne cevap vereceksiniz? Baykal'la bu konuyu konuştunuz mu?

Gayet tabii konuştum. Bizim parti olarak görüşlerimiz gayet açıktır. Biz diyoruz ki "elinden silahı bırakmayan terörle müzakere edilmez, mücadele edilir" ve CHP'de bu görüşe karşı olan birini duymadım. Tarihe ilişkini bir olaya atıfta bulunduk diye bu görüşümüzde parti içinde itihlaf var anlayışını çıkarmak yanlıştır. AKP bizi birbirimize düşürmek istiyorsa, bizim görüşlerimizi çarpıtarak halkı kışkırtmak istiyorsa bu emelleri boş çıkacaktır. Çünkü CHP'liler terörle mücadele konusunda gayet kararlıdırlar. 

Dolaylı olarak istifanız isteniyor...

Diyorlar ki "Onur Öymen gereğini yapsın". Doğrudur ben de gereğini yapıyorum Atatürk'ün ilkelerine ve mirasına sahip çıkıyorum. Bizim hepimizin görevi Atatürk'ün mirasına sahip çıkmaktır. Üzüntü verici olaylar olmuş, hepimiz derin üzüntü duyuyoruz. Ama Atatürk'ün tercihleri hepimizin tercihleri. CHP hiçbir dönemde Atatürk'ün izlediği politikaları reddetmedi. Benim söylediğimi kimse başka yerlere çekmesin. Ben diyorum ki Atatürk AKP'nin yaptığını yapmazdı. Bu konuyu daha fazla deşmek istemiyoruz, insanlarımızı üzmek, incitmek de istemiyoruz. Tarihi bırakalım tarihçiler araştırsın. Biz bugünün tartışmalarına tarihi alet etmeyelim.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=186774&cat=160&dt=2009/11/16
#1617
Yakılan köyler aklında mı? diye sorulduğunda, 112 yaşında Dersim Hozat Piyade Birliği 2. Tabur eri Abdullah Çiftçi'ye, yaşlı adam önüne baktı, başını salladı:

"Yaktığımız köy sayısı on kadardı. Hatırladıklarımın adları Karaoğlan, Ayvacık, Gazi. Dersim'e giden askerlere soruyorum oraları. Hala o köyler yıkıkmış..."

Abdullah Çiftçi'yi tanıyan herkes, Çiftçi'nin Dersim'de askerlikten döndükten sonra, uzun süre içine kapandığını, kimseyle konuşmadığını belirtiyor. Oğlu Yusuf Çiftçi: "Babam bazı geceler uykusunda konuşurdu. Bazen de çığlık çığlığa uyanırdı. Öleceğine yakın, herkese Dersim'de yaşadıklarını anlatmaya başladı.

Sık sık Allah kimseye göstermesin gördüklerimi, yaşadıklarımı derdi. Dersim insanına çok yakınlık duyardı. Dersim'e askerliğe giden köy gençleriyle konuşur,oraları sorar,bilgi almak isterdi. Son olarak, konuşacağım kameraya alın dedi. Zaten konuştuktan bir hafta sonra,merdivenden düştü, ayağını kırdı. Doktorlar ayağı düzeliyor dedi, ama bir hafta sonra öldü." diye anlatıyor babasını. Çiftci'yi iyi tanıyanlardan biri de Aşağı Karkutlu Köyü Muhtarı Ethem Polat'tı.

"Anlatınca dalar giderdi. Askerlerin hepsi Kürt'tü. derdi hep. Anlatırken de sürekli ağlardı. Nasıl böyle bir şey oldu? diye sorardı. Vicdan azabı içindeydi.Müslüman Müslüman'ı vurur mu? O çığlıklar hala kulaklarımda; bir türlü gitmiyor..."

Nasıl insanlar zaman zaman geçmişleriyle hesaplaşırsa, devletlerin de böyle bir sorumluluğu hatta yükümlülüğü var olmalıdır. Rahmetli Turgut Özal, Cezayir'in bağımsızlığına red oyu veren Türkiye Cumhuriyeti adına Cezayir'den özür diledi yıllar sonra. Ve Cezayir'le bir gecede ilişkiler düzeldi.

Siz demokrasi açılımını savunanları Ak Parti destekcisi, yandaşı, yalakası olarak algılarsanız tarihi bir fırsatın kaçmasına neden olursunıuz Onur Bey ve onun gibi düşünenler. İnsanlar, nasıl öz geçmişlerinin yaralarını sarmak için çaba harcıyorsa zaman zaman, devletler de bunu yapmalıdır.

Dersim'de akıllara ziyan boyutta orantısız güç kullanılmıştır. Bunu inkar etmenin, bunun üzerine sünger çekmeye uğraşmanın bi anlamı yok be kardeşim!

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/aziz-ustel/oglu-yusuf-dersim-de-savasan-babasini-anlatiyor-225685.htm
#1618
Bu lafım, her meseleyi tarihten bir anekdot cımbızlayarak halletmeye çalışan köşe yazarlarımızadır.. Durumun bir benzerini bulur, hikâyeni anlatırsın.. "Atatürk o zaman böyle yapmıştı.." dersin.. Okurun kafasına iyi girsin diye bir de "Yaaaa işte böyleee!" çekersin.. Olur biter..

Bizim köşeciler de arada sırada kitap okur..

Eğer okudukları kitap Atatürk veya Kurtuluş Savaşı üzerine ise onlara fazladan üç beş günlük yazı konusu çıkar..

Ben de o yazıları okur, oturduğum yerden keyiflenirim.. Demokrasinin tartışıldığı her zeminde "Ama.." diye başlayan bir cümle varsa o cümlenin sonu mutlaka Gazi Paşamız'a ait bir anekdotla tamamlanır..

Oradan ahaliye verilecek ders çıkarılır..

Gazi Paşamız zamanında söylediği her yenin başına kakılacağını bilse adım gibi eminim bu kadar çok konuşmazdı..

Lakin ne yapacaksın? Çankaya'da oturuyorsun.. Ahalinin iki gözü sana dikili.. Herkes ağzından çıkacak yeni bir keramet bekliyor..

Mecburen konuşacaksın..



***


Temsil.. O zamanın taksi şoförleri bir dernek yapıp Çankaya'ya Gazi Paşamız'ı ziyarete gitmişler..

Gazi Paşa'nın da onlara bir şey demesi gerekir ki şoför milletinin kulağına küpe olsun..

O devirde oluk oluk gelen turist de yok ki "Türk şoförü turisti kazıklamaz.." gibisinden özlü bir söz çıksın..

Veya "Acele giden ecele gider.." mealinde bir şey söylensin.. Bu da söylenemez.. Çünkü daha önce "Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.." lafı marşa girmiş..

Sözü edilen Türk şoförse mecburen yavaşlamayacak, önüne geleni sollayacak..

Gazi Paşamız da mecburen; huzuruna kadar gelip, gözünü kendine diken şoförlerimiz için önüne konulan şeref defterine "Şurası muhakkak ki Türk şoförleri çok derin hislerin sahibidir.." gibisinden bir şeyler yazmış..

Alın size bir adet alamet daha.. Bu laf üzerine "Atatürk ileride arabeskin moda olacağını bilmişti.." diye köşe yazısı yazabilirsiniz..

KÖŞECİ DEYİNCE..

Bizim ahalinin sosyal şuurundaki kaymanın birinci sebebi budur..

O sebep de yazısında Atatürk'ten söz edecek olan köşeci makûlesinin, söz konusu meseleyi kendine lazım olan ucundan tutmasıdır..

Bunu sokaktaki adam bir psikiyatrın önünde yapsa cebine bir deli raporu konur..

"Zengin yapınca beli derler, fakir yapınca deli derler.." hesabı köşecinin böyle fikir sektirmesi delilik alameti sayılmaz..

Tam tersine fikrinin taştığını gösterir..

Şu arada "Kürt açılımı" tartışılıyor ya! Birileri yine Atatürk'ten üç beş mesel bulup "Aha işte.." yazısı yazdı..

Bu mesellerden biri de Gazi Paşamız'ın Dersim Mebusu Diyab Ağa ile otomobil makinasında yan yana çekilmiş fotoğrafıdır..

Durup dururken böyle bir fotoğrafı basarsan onun altına da "Aha işte.. Devr-i Atatürk'te böyle bir sorun yoktu.." hükmü yakışır..

Oysa o fotoğraf çekildiğinde Dersim Koçgiri'de kıyamet kopuyordu..

Sivas Valisi Ebubekir Hazım Teperyan Ankara'ya "Buradaki kumandan Paşa'ya laf geçirin.. Ahaliyi yok yere kırıyor.." telgrafı çekiyordu..

Haydi bakalım, çık işin içinden..


***


Benim sevgili arkadaşım, değerli demokrat Reha Muhtar'ın da eline bir kitap geçmiş.. Hatta iki kitap..

Biri Gazi Paşa'nın uşaklarından Cemal Granada'nın hatıratı, öbürü Gazi Paşamız'ın kütüphanecisi Nuri Ulusu'nun hatıratı..

İkisi de Gazi Paşamız'ın portresine dair dikkat çekici malzemeye sahip olduğundan çok değerlidir.. Ancak bütün bu anılardan anlaşılmaz..

Reha Kardeşim anılardan giderek bahar akşamı Gazi Paşa'nın yalnızlığını anlatıyor.. Sofra dağılmış, herkes gitmiş.. Gazi Paşa tek başına ve hüzünlü..

Çevresinde ne birlikte savaştığı paşalar var, ne inkılâpları başlattığı ideal arkadaşları.. Kadın desen o saatten sonra hiç arama..

FATURASI KİME?

İyi de Reha Abi.. bu yalnızlıkta bizim suçumuz ne ki bize laf sokuyorsun? Biz mi dağıttık yakın çevreyi?

Yakın çevrenin başına ne gelmiş şöyle bir bakalım..

İstiklâl Savaşı'nın bir numaralı askeri gücüne sahip Kazım Karabekir Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

En yakın arkadaşlarından ve komutanlarından Ali Fuat Cebesoy Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Refet Bele Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Cafer Tayyar Paşa.. İdamdan döndü.. Gazi ölene kadar gözaltında yaşadı..

Yakın arkadaşı ve başbakanı Fethi Okyar.. İdamla yargılanmamak için yurt dışına kaçtı..

Yakın arkadaşı ve başbakanlarından Rauf Orbay.. Asılma ihtimaline kadar yurt dışına kaçtı..

Kurtuluş Savaşı'nın Rüştü Paşası.. Emekliydi.. Niye asıldığını bile anlamadı..

Anadolu'ya geçerken annesini emanet ettiği ve Şişli'deki evinin anahtarınını verdiği İsmail Canpolat.. Asıldı..

Lozan'da İsmet Paşa'ya teknik bilgi anlamında büyük yardımlar yapan Maliyeci Cavit Bey.. Asıldı..

Cephe ve sofra arkadaşı Albay Ayıcı Arif.. Asıldı.. Sadık adamlarından Sarı Edip Efe.. Asıldı..

Eşi Latife Hanım.. Anadolu Ajansı'nda yayınlanan iki satırlık bir tebliğle kendisini boşanmış halde baba evinde buldu..

Çankaya'nın savaş yıllarındaki gözdesi, annesinin büyüttüğü Fikriye Hanım.. Sırtından girip göğsünden çıkan yirmi iki kalibrelik bir kurşun ile tuhaf biçimde ihtihar etti..

Gazi'nin arkadaşlarını asan İstiklâl Mahkemesi'nin korku veren hakimi Kel Ali (Çetinkaya) yaka paça sofradan atıldı, bir daha köşke dönemedi..

Yazar Halide Edip.. Ölene kadar muhalif yaşadı.. Kocası Adnan Bey asılma ihtimali üzerine kaçtı..


***


Bunu da anlat bana Reha Abi? Asılanlar, sürülenler, kaçanlar olmasa o devrin Çankaya'sı daha şenlikli olur muydu olmaz mıydı?

O sofranın güzelliklerini polislerden, garsonlardan, uşaklardan okuyacak yerde bu ağızlardan da dinler miydik dinlemez miydik?

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=270805&Categoryid=4&wid=1
#1619
Abdullah Çiftci, Dersim İsyanı'nda görevli askerdi. Tam tamına 69 yıl sonra, 112 yaşına geldiğinde suskunluğunu bozdu, yaşadıklarını anlattı ve bir hafta sonra da öldü! Dersim İsyanı önderi Seyit Rıza yakalanmış, Elazığ'a götürülmüştü. Jandarma karakolu yanındaki meydana getirildiğinde, sonradan Dışişleri Bakanı olacak, İhsan Sabri Çağlayangil'i gördü:

"Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?" diye sordu. Cağlayangil yanıt vermedi. Son sözü soruldu:

"Saatim var, 40 lira da param. Oğluma verirsiniz." Sehpaya çıktı. Meydan bomboştu. Ama meydan ağzına kadar doluymuşcasına, konuştu:

"Evladı Kerbelayız. Günahsızız. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir." sözleri meydanda yankılandı...

Dersim'i yazan bütün tarih kitaplarında bu satırlara raslarsınız. Ama bugüne değin yalnız mağdurlar konuştu. Peki ya harekata katılanlar? Onlar ne dedi?
Örneğin Emekli Orgeneral Muhsin Batur anılarında ne yazdı? "Günlerden bir gün emir geldi. Tren yoluyla Elazığ'a vardık. Oradan da ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik. Ben 2 aya yakın Dersim'de görev yaptım. Okuyucularımdan özür diliyorum ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum!"

Dönemin Emniyet Müdürü ve sonranın Dışişleri Bakanı, TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil, kendi sesinden: "Dersimlileri fare gibi boğdular; gaz kullandılar!" diye anlatıyor.

Ama en önemlisi, Urfa Birecikli, Abdullah Çiftci'nin anlattıkları.

Çiftci 1938-39 yılları arasında, Dersim Hozat Piyade Birliği 2. Tabur'da erdi. Tam 112 yaşında, anlattı da anlattı... Sonra da 3 Ocak 2007'de öldü: "Bölüğümüzün çoğu Urfalı'ydı. Askerler hep Kürt'tü... Kıştı. Operasyona gittiğimiz köyleri önce çembere alırdık. Bu sırada köyün çevresine yerleşen isyancılar üzerimize taş atardı. Atılan taşlar çığa neden oluyordu. Çığ yüzünden çember dağılır, düzenimiz bozulur, zayiat verirdik çokça...
Gıda sorunumuz yoktu. Ahırlardan küçük memeli inekler çıkardı. Onları alır, keser, pişirir yerdik. Köpeklerini, eşeklerini serbest bırakıyor, geri kalan hayvanları kendimize alıyor, evleri ateşe veriyorduk. Bu iki yıl sürdü. "Kadın, çoluk çocuk demedik..."

Çiftci'nin anlattıkları çok uzun... Bi yumruk gibi tıkıyor insanın boğazını,

gözlerinizden yaşlar iniyor sicim sicim. Yazmak dahi istemiyorum daha fazlasını. Merak ederseniz kitapları alın okuyun. Yalnız Çiftci'nin söylediği önemli bir şey var ki, kulak verile:
"Bu yaptıklarımızın emrini İnönü verdi  Atatürk değil. Atatürk savaşın çıkmaması için çok çabaladı. O öldükten sonra İnönü dedi ki, vurun! Ve 39'un başında isyan tümüyle bastırıldı!"

Onur Öymen verdiği örnekle, özelikle Alevi kardeşlerimizin geçmişindeki bu yarayı yeniden kanatmıştır, ne yazık ki!

CHP devleti kuran partiden, devleti, her koşulda ve ne yapmış olursa olsun, savunan parti anlayışına dönüşmüştür. Aleviler, geçmişte hep CHP'nin 'arka bahçesi' olmuştu. Onur Öymen'in düşüncesizce konuşması, CHP'yle Aleviler arasında, zaten pamuk ipliğine bağlı, ilişkiyi hepten koparmıştır!

Kürt sorununu ilk fark eden Türkeş'ti

Ömer Çelik, MHP'lilere, "Rahmetli Alpaslan Türkeş'in Kürt sorunu üzerine, yazdığı yazıyı okuyun" dedi, TBMM'de. Ve o saat MHP'lilerin saldırısına uğradı. Belli ki, MHP'lilerin Türkeş ya da Türkeş'in Kürt sorunuyla ilgili söylemlerinden ve düşüncelerinden haberi yoktu!

Bakınız, Faruk Bildirici'nin 'Yemin Gecesi'  adlı kitabı Leyla Zana'nın hayatını anlatır. HEP'liler, Süleyman Demirel'den görüşme isteminde bulunurlar, 1992 Nevroz kutlamaları sonrasında çıkan olayların ardından. Dönem Milliyetçi Cephe dönemidir; Demirel Başbakan'dır. Bu isteği geri çevirir. Bunun üzerine HEP'liler Erdal İnönü, Bülent Ecevit,Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz ve Alpaslan Türkeş'le görüşür.

Türkeş'le alınan randevunun süresi yarım saatken, toplantı nerdeyse iki saati bulur! Türkeş, özellikle Leyla Zana'yla çok yakından ilgilenir. Ve şöyle der: "Bu ülke Türk-Kürt çatışmasıyla bölünür. Kürtlere karşı tepkinin Ülkücülerden geleceği hesaplanıyor. Ben tabanıma hakimim ve sözümü geçiriyorum. Siz de tabanınıza hakim olun. Bu tür çatışmaları el birliğiyle engelleriz. Size telefon numaramı veriyorum. Eğer bir olay çıkarsa, öncelikle beni arayın 24 saat arayabilirsiniz.."

Bu görüşmeden sonra Fethiye ve Alanya'daki olaylar son buldu ve gerginlik yavaş yavaş azaldı.

Ömer Çelik'e bağırıp söveceğinize biraz okuyun, araştırın!

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/aziz-ustel/onur-bey-dersim-isyani-nda-gorevli-askere-kulak-ver-225526.htm
#1620
ŞAKA yapmıyoruz.

Ceza Kanunu'nda böyle bir madde var.

Şapka giymeyen memurlara, Türk Ceza Kanunu'nun 222. maddesi uyarınca, "iki aydan altı aya kadar hapis cezası" verilebilecek.

MİLLETVEKİLLERİNE DE VAR

Halen yürürlükte olan 671 sayılı "Şapka İhtisası Hakkında Kanun"un birinci maddesinde; milletvekilleri ile genel, özel ve mahalli idareler ve bilumum kuruluşlara mensup memur ve müstahdemin, "şapka giymek zorunda olduğu" yazılı.

Şu anda, ne milletvekilleri ne de devlet memurları şapka giyiyor. O halde, Türk Ceza Kanunu'nun 222. maddesi uyarınca, iki aydan altı aya kadar hapis cezası tehdidi ile karşı karşıyalar.

1925'TE ÇIKTI

Merak edenler için açıklayalım, şapka giyme mecburiyeti ile ilgili 671 sayılı kanun, 28 Kasım 1925'te yürürlüğe girdi.

Eski Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesinde "şapka giymemek" kabahatler arasında düzenlenmişken, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren Kabahatler Kanunu'nda  bu fiile yer verilmemiş, böyle olunca da yeni Türk Ceza Kanunu'nun 222. maddesinde, başlı başına suç haline getirilmiş!

Olay fıkra gibi ama yasada hapis cezasını gerektiren maddesi var!..

Oğlu babasını ihbar etti

Vergi kaçıranları ihbar edenlere, yüzde 10 ihbar ikramiyesi ödeniyor. Bu ödeme, ihbar nedeniyle yapılan inceleme sonucu vergi tahakkuk ettiğinde hesaplanıyor. İkramiyenin üçte biri tahakkuk aşamasında üçte ikisi de tahsilat yapıldıktan sonra ödeniyor.

2007 yılında 3 bin 636 kişi, 2008 yılında da 4 bin 763 kişi birilerini ihbar etti.

En ilginç olanlardan biri de oğlunun babasını ihbar etmesi!..

Bıyık vergisi

Bu vergi, Uraguay'ın Ouranzo kent meclisinin 1867 yılında aldığı kararla getirildi. Bıyığın uzunluğuna göre, her santimi için 2 pezo olarak alınan bu vergiden, halkın tepkisi çok sert olunca vazgeçildi.

Genç kız gözüyle erkekler

Parası olan ve yakışıklı sayılmayan iyi kalpli erkekler, bizim onun parasının peşinde olduğumuzu düşünür.

Biraz yakışıklı, biraz iyi, biraz da parası olan erkekler, utangaçtır ve asla ilk hareketi yapmazlar.

İlk hareketi yapmayan erkekler ise, inisiyatifi ele aldığımızda, bize olan ilgilerini kaybederler.

Kadınlara dikkat

İki tür kadınla asla tartışma; yorgun-dinlenmiş.

Bir erkek her kadınla mutlu olabilir. Yeter ki âşık olmasın.

Konu âşık olmaksa, bir bilge ile bir aptal arasında hiçbir fark yoktur.

Kadın sahip olabileceği erkeği asla unutmaz. Erkek ise sahip olamadığı kadını...

Tanıdık

TEMEL aynalı sigaralığından bir tane sigara çıkarmış, o anda gözü aynaya takılmış;

- Ula Dursun ha bu aynadaki adam baa tanıdık geliy... demiş. Dursun aynayı Temel'den almış, şöyle bir bakmış;

- Ula salak tabi tanıdık gelir bu benim.

(Teşekkürler Saim GÜVEN)

Sırayla

TEMEL, bir haftalığına gittiği memleketten, haber vermeden erken dönünce karısını evde başka bir erkekle yatakta bulur. Derhal belinde taşıdığı tabancasına davranan Temel, yatakta yakaladığı adamı alnının ortasından vurur. Tabancayı tam kendi kafasına doğrultmuşken, karısı haykırarak üzerine atlar:

- Dur Temel'im, kıyma kendine!..

Temel, sinirden titreyerek haykırır:

- Sus kaltak, sıra sana da gelecek!..

(Teşekkürler Saim GÜVEN)

Şanssız adam

ADAM barda oturuyor. Önünde bir türlü içemediği içki bardağı, suratı asık... O sırada barın kapısı açılmış. İriyarı, külhanbeyi tavırlı bir adam, hiç soru sormadan adamın önündeki içki kadehini alıp başına dikmiş. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra, "Ne o, neden böyle surat asıyorsun, gemilerin mi battı?" diye sormuş. O da başlamış anlatmaya;

"Sorma, çok talihsiz bir adamım. Sabah karımla kavga ettik, beni evden kovdu. O sinirle işe geç kaldım. Patronum zaten bahane arayıp duruyordu, beni işten attı. İşten çıktım, yolda yürürken araba çarptı. Eve gideyim, belki karımla barışırız dedim, eve gittim ve karımı başka bir erkekle yatakta yakaladım. Bu kadarı da artık fazla deyip, kendimi öldürmeye karar verdim. Tabanca tutukluk yaptı. İple asmaya kalktım ip koptu. Doğalgazla öleyim dedim, faturayı ödemediğim için gaz kesikti. Eczaneden fare zehri aldım, buraya geldim, içki bardağıma koydum. Onu da geldin sen içtin. Oooff... Offff..."

(Teşekkürler Taner ALTUĞ)

Erkek

Kadınlarla en iyi anlaşan erkek, kadınsız nasıl yaşanabileceğini bilendir. (Charles Baudelaire) 

Erkeği evinden kaçıran; damın akması, bacanın tütmesi, kadının çenesidir. (Chaucer)

Kadın

Kadın, üzerinde her şeyin döndüğü bir vidadır. (Tolstoy)

Erkekte son ölen organ kalptir, kadında ise dil. (George Chapman)

Serçeparmaktaki uzun tırnak

Tayland'a gittiğinizde, özellikle 8-10 ya da 14-16 yaşındaki erkek çocuklarının, sol serçe- parmağındaki tırnağının uzun olduğunu fark edersiniz.

İnançlarına göre, tırnak uzatınca uyurken odaya giren kötü ruh, o çocuğun tırnağına bakıp kız zannederek canını almıyormuş!..

Dünyanın en pahalı yemeği

Roma İmparatoru Neron tarafından icat edilmişti. Neron'un "Minerva Kalkanı" adını verdiği bu yemek, tavus kuşu beyni ve bülbül dilinden yapılıyor ve imparator tarafından, çok önemli misafirlere altın tepsi içinde ikram ediliyordu.

Üç şey

KÖY sakinleri yağmur duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı. İçlerinden sadece birinde şemsiye vardı. Bu inançtır. Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır. Bu güvendir. Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair teminatımız yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız. Bu ümittir.

Ve bu üçü varsa hayatınız güzeldir.

(Teşekkürler Dr. Ayhan SARISU)

İnsan zekâsı

Üç çeşittir.

1. Kendiliğinden anlayanlar,
2. Kendilerine açıklanan şeyleri anlayanlar,
3. Ne kendiliğinden ne de başkalarının aracılığıyla anlayanlar.

N. Machiavelli

Günün sözü

Uzun bir hayat yeteri kadar iyi olmayabilir; ama iyi bir hayat yeteri kadar uzundur.

Benjamin Franklin

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12950397.asp?yazarid=82&gid=61