Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Avukat

#561


ÖZLEM ÇAKMAK, ZEYNEP ÖZONAR - İSTANBUL

Bayramın vazgeçilmezi baklavalarda kullanılan yapay tatlandırıcılara dikkat. Fiyatı piyasaya göre düşük olan ucuz baklavalarda kullanılan aspartam sağlık sorunlarına yol açabiliyor. Uzmanlar tüketicileri merdivenaltı tatlılara karşı uyarıyor.

Ramazan Bayramı arefesinde misafirlere ikram edilecek tatlı alışverişi yoğunlaştı. Bayramın gözde tatlısı baklava. Piyasada 6 liradan 40 liraya kadar değişen fiyatlarda baklava satılıyor. Ancak uzmanlar ucuz baklavalarda kullanılan ve sağlığı tehdit eden tatlandırıcılara karşı tüketicileri uyarıyor. Baklavanın maliyetini düşürmek için kimi üreticiler yapay tatlandırıcı olarak bilinen aspartam kullanıyor. Türk Gıda Kodeksi'nde içinde aspartam yer alan ürünlerin açıkça 'tatlandırıcı içerir' yazılması zorunlu. Ancak ürün için sadece 'fıstıklı, cevizli baklava' yazan üreticiler bu kurala uymuyor. Bu uyarıları görmeden aspartamlı tatlı yiyenlerin önemli sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor. Aspartamın kontrolsüz kullanımı başta obezite olmak üzere, eklem ağrısı, bulantı, kas spazmı, görme kaybı, işitme kaybı, soluk zorluğu, çarpıntı gibi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Bayram ve özel günlerde merdivenaltı üretim hız kazandı. Ürünleri ucuza mal ederek daha çok para kazanmak isteyenler, şekerden çok daha fazla tatlı içeren aspartamı tercih ediyor. Doğada bulunmayan yapay bir tatlandırıcı olan ve şekerin yerini alan aspartam gündelik hayatta kontrolsüzce yaygınlaşıyor. Bir liralık aspartam 10 liralık şekere bedel. Sağlık riski bulunan tatlandırıcı için günlük kullanım sınırı olmasına rağmen, bu ürüne internet üzerinden bile ulaşmak mümkün. Bazı internet sitelerinde kilolar halinde satılıyor. Kansere sebep olduğu tartışmalarının yanında aspartam, aktarlarda, toptancılarda ve internette adeta yok satıyor. Eminönü çarşısında da aspartama ilgi büyük. Eminönü'nde bu ürünlerin satışını yapan bir esnaf bir tutam aspartam alan kişinin şeker komasına girmesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Faruk Güllüoğlu Ar-Ge Müdürü Gıda Mühendisi Emine Akyıldız, aspartamın dahil olduğu tatlandırıcıların sadece Türk Gıda Kodeksi'ndeki belirtilen bebek ve küçük çocuk gıdaları hariç "Özel Beslenme Amaçlı Gıdalar" olduğunu söylüyor. Bu tatlandırıcıların şeker yerine tatlandırma amacıyla kullanılmaması gerektiğini vurgulayan Akyıldız, tüketicileri bilinçli olmaları konusunda uyardı. Tüketiciler Derneği (TÜDER) Gıda Komisyonu Başkanı Diyetisyen Ayşe Cengiz ise 20 kapsülden fazla aspartamın ciddi zararları olduğunu, aspartamlı iki dilim baklavanın bile günlük tüketim sınırını aşılmasına neden olduğunu belirtiyor. Aspartam hakkında yapılan araştırmaların sonuçları da ilginç. Aspartam gibi kimyasal tatlandırıcıların ithalatının son 8 yılda 13 kat arttığını belirten Şekerleme ve Şekerli Mamuller Tanıtım Grubu Başkanı Zekeriya Mete ilaç firmalarının sponsor olduğu araştırma sonuçlarında aspartamın zararsız çıktığını, bağımsız araştırmacıların araştırmasında ise yüzde 98 zararlı çıktığını belirtiyor.

Uzmanlar bayram için tatlı alışverişi yapacak tüketicilerin firmaların hizmet ve ürün kalitesini de karşılaştırması, merdivenaltı yerlerden alışveriş yapmaması gerektiğini belirtiyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1334997&title=yapay-tatlandiricilar-bayramin-tadini-kacirmasin



Aspartamda kanser tehlikesi, 2005'te İngiltere'de de haber konusu olmuştu

İngiltere Avam Kamarası 2005 yılındaki Gıda ve Çevre Komisyonu Başkanı Williams, aspartamın kansere neden olduğuna dair deliller bulunduğunu belirterek, bu maddeyi içeren ürünlerin yasaklanmasını istemişti. 2005 yılındaki haber aynen şu şekilde:

Komisyon Başkanı Liberal Demokrat Milletvekili Roger Williams, aspartamın kansere neden olduğuna dair güvenilir deliller bulunduğunu belirterek, bu maddeyi içeren ürünlerin satışının yasaklanmasını istedi. Williams, İtalya'da yapılan bir araştırmada, düzenli olarak aspartam verilen farelerde tümörlerin ortaya çıktığını söyledi. İngiliz milletvekili, aspartamın kullanılmasına izin veren yetkililerin, ana görevleri olan halkın sağlığını koruma konusunda başarısız olduklarını belirtti. Bazı İngiliz bilim adamları da Komisyon'un çağrılarına destek vererek, aspartam içeren gıda maddeleri ve ilaçların raflardan kaldırılması çağrısı yaptı. İngiliz basınına göre Williams, dünya çapında her 15 kişiden birinin her gün aspartam içeren ürünleri tükettiğini, bunların büyük kısmını da çocukların oluşturduğunu söyledi. Milletvekili, aspartamın, diğer birçok ürünün yanı sıra, çocukların tercih ettiği kahvaltılık gevrekler, çikolotalar ve bazı çocuk şuruplarında kullanıldığını belirtti.

İngiltere'de Avam Kamarası Gıda ve Çevre Komisyonu, ülkede satılan 6 bin gıda maddesi, ilaç ve içeceğin içinde bulunan yapay tatlandırıcı "aspartam"ın kansere yol açabileceği uyarısında bulundu. İngiliz Daily Express gazetesi, haberi "Tatlandırıcıda kanser bağlantısı" başlığıyla manşetinden verirken, Daily Mail gazetesi de aspartam içeren ürünlerin listesini yayımlayarak aileleri çocuklarını bu yapay tatlandırıcının kullanıldığı ürünlerden uzak tutmaya çağırdı. Gazeteye göre bazı türleri aspartam içeren ürünler şöyle: Meşrubatlar, Meyveli içecekler, Sakızlar, Meyveli yoğurtlar, Dondurulmuş tatlılar, Sofralık tatlandırıcılar, İlaçlar, Çocuk şurupları ve antibiyotikler, Düşük kalorili gıdalar, Sporcu içecekleri, Çikolatalar, Nane şekerleri, Dondurmalar, Kahvaltılık gevrekler, Konserve meyveler.

Williams'ın açıklamasına göre, aspartamın içinde bir metil ester ve iki aminoasit (fenilalanin ve aspartik asit) bulunuyor. Tatlandırıcı üreten şirketler, bu maddelerin gıda ve içeceklerde doğal olarak bulunduğunu belirtirken, bunların aspartam halinde tüketilmesinin insan sağlığına zararlı olduğunu gizliyor. Wililams'a göre, yiyeceklerde bulunan fenilalanin ve aspartik asit, başka aminoasitlere bağlı halde oldukları için sağlığa zarar vermiyor. Aspartamdaki fenilalanin ve aspartik asitse, midedeki enzimler tarafından ayrıştırılıyor. Serbest kalan fenilalanin, metabolizma tarafından "diketopiperazine" adı verilen bir kanserojen maddeye dönüştürülüyor. Aspartik asit de, "excitotoxin" adlı toksik maddeye dönüşüyor. Bu madde, sinir hücrelerinin zarar görmesine veya ölmesine yol açıyor. Aspartamın içindeki üçüncü madde olan metil ester ise en zararlısı. Vücut, metil esteri, iyi bilinen bir zehir olan metanole dönüştürüyor.

Nasıl kanser yapıyor?

Besin değeri olmayan, enerji içermeyen tatlandıcılardır. (Sakkarin, aspartam, asesulfam potasyum (asesulfam-K), siklamat, alitam, sukraloz) Avrupa, yılda 2 bin ton aspartik asit ve fenilalanin aminoasitlerinden oluşan bir tatlandırıcıyı yani aspartamı tüketiyor. Çay şekerine göre 200 kat daha tatlı bir madde. Tüm dünyada yılda 9 bin ton üretiliyor. 2004'te 146 milyon ton olan dünya şeker tüketiminin bir kısmını karşılayan tatlandırıcılar aslında gıda sektöründe önemli bir açığı kapatıyor. Tatlandırıcıların ana maddesini oluşturan aspartamın zehir olduğu iddiası da dilden dile dolaşıyor.

UZMAN GÖRÜŞLERİ

Dikkatli olmak gerekiyor

Prof. Dr. Tanju Besler (Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Beslenme ve Diyabetik Bölümü Başkan Yardımcısı): "Aspartam ile ilgili dünyada zaman zaman bir kıyamet koparılıyor. Bilimsel bir dayanağı olup olmadığının ayrıntısıyla incelenmesi gerekir. Tarım Bakanlığı'nın gıda mevzuatında bile aspartam kullanımına ilişkin izin maddesi var. Bu konu, Avrupa entegrasyonuyla paralel gidiyor. Aspartamın kullanım dozları vardır. Belirlenen dozların kullanılmaması durumunda, nörolojik bazı değişikliklere neden olabileceği biliniyor. Bu söylentilerin bilimsel dayanağını incelemek gerekli. Dikkatli olmak gerekiyor."

Diyabet hastalarında özellikle aspartamı tavsiye ediyoruz

Dr. Fatoş Özcan (Acıbadem Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı): "Diyabet eğitim merkezimizde, hastalara aspartamı özellikle öneriyoruz. Kalori içermediği için, kullanılan toz tatlandırıcılardan biri. Normal kişilerin kullandığı diğer tatlandırıcılarda günlük 6 - 7 adet sınırlaması var. Aspartamda ise günlük, 10 miligramdan, 150 - 140 tablete kadar kullanılabiliyor. Aşırı doz ise, mesane tümörlerine, ishal, mide bulantısına neden olabiliyor. Yine de, hastalara mümkünse şeker kullanmayın diyoruz. Aspartam diğer tatlandırıcılara göre çok daha güvenilir. Özellikle öneriyoruz."

http://www.milliyet.com.tr/aspartamda-kanser-tehlikesi/guncel/haberdetayarsiv/16.12.2005/254823/default.htm



Aspartamın 1981'de ABD'de hangi tartışmalar ve çarpışık ilişkiler neticesinde yasaktan kıl payı kurtulduğunu gösteren güzel bir analiz:

Tehlikeli Tatlandırıcının Geç de Olsa Yasaklanması

Kanser Önleme Koalisyonu
15 Ağustos, 2009
Çeviren: Orhan Akalın

CHICAGO, IL, 15 Ağustos, 2009 --/BASIN DUYURUSU/-- Kanser Önleme Koalisyonu'nun yaptığı uyarıya göre, deney farelerinde kansere neden olduğu gösterilmiş olan suni tatlandırıcı aspartamın, insanlar tarafından tüketilmesinin yasaklanması gerekmektedir.

Kanserojen gıda katkı maddelerinin otomatik olarak yasaklanmasını gerektiren 1958 tarihli Delaney Yasası'nın açık hükümleri uyarınca Koalisyon, ABD Gıda ve İlaç İdaresi'nin (FDA) yeni atanan başkanı ve halk sağlığı savunucusu Dr. Margaret Hamburg'u göreve çağırarak aspartamın kullanımını derhal yasaklamasını talep etmektedir.

İlk defa 1965'de bir ilaç firması olan G.D. Searle tarafından bulunan aspartam halihazırda Nutrasweet, Equal ve Canderel adı altında Ajinomoto Sweeteners tarafından pazarlanmaktadır.

Dünyada en yaygın şekilde kullanılan ikinci suni tatlandırıcı olan aspartam, sıcak çikolata, sakız, şeker, tatlı, yoğurt ile gazlı ve toz halindeki içecekler de dahil olmak üzere 6.000 den fazla üründe bulunmaktadır. Dünyada 200 milyondan fazla kişinin tükettiği ve 30 yılı aşkın bir süredir kullanımda olan aspartam, FDA tarafından ilk 1974'de onaylanmıştı.

Sakarinden sonra en yaygın tatlandırıcı olan aspartam suni tatlandırıcı pazarının yaklaşık %60'ını temsil etmektedir.

Aspartam, gıda, meşrubat, şekerleme ve sakız üreticilerine 200 kat daha az tatlı olan şekere göre önemli maliyet tasarrufu sağlamaktadır. Kalorisiz bir tatlandırıcı olan aspartamın, kilo kontrolüne de yardımcı olduğu kabul edilmektedir.

Aspartam üreticileri tarafından yapılan kanserojenlik çalışmaları negatif [kansere neden olmadığı-ç.n.] sonuç vermiştir.

Ancak Kanser Önleme Koaliyon Başkanı Dr. Samuel S. Epstein'ın yaptığı uyarıya göre aspartamın yiyecekler, vitaminler ve ilaçlardaki kullanımı yanlış güvenlik bilgilerine dayanmakta ve bu konudaki siyasi manevralar 30 yıl öncesine kadar uzanmaktadır.

Ocak 1976'da devrin FDA Başkanı Dr. Alexander M. Schmidt'in Amerikan Kongresi'ndeki tanıklığında, Searle için çalışan Hazleton Laboratuarları'nın aspartamla ilgili toksikolojik verileri çarpıtmakla suçlandığını belirtmişti.

FDA, tatlandırıcının deney hayvanlarındaki kanserojenik etkileri ile ilgili kaygıları incelemek için bir Araştırma Kurulu toplamış ve Kurul 1980'de, aspartamın beyin tümörlerinin oluşumuna katkıda bulunabileceğine karar vermişti.

Dr. Epstein o zamanki FDA'nın teyit edilmeyi bekleyen bu bulgulara istinaden tatlandırıcının artık kullanılmamasını tavsiye ettiğine dikkat çekmektedir.

Ancak Searle'in Yönetim Kurulu Başkanı daha sonra Bush Yönetiminde Savunma Bakanlığı yapan Donald Rumsfeld tatlandırıcıya onay almak için "nüfuzlu tanıdıklarını yardıma çağıracağına" ant içmişti.

Ronald Reagan'ın göreve başlamasından bir gün sonra, 21 Ocak 1981'de, Searle aspartamın gıda tatlandırıcısı olarak onaylanması için FDA'ya yeniden başvurdu ve Reagan'ın yeni FDA Başkanı Arthur Hayes Hull (Jr) Araştırma Kurulu'nun kararını incelemesi için beş kişilik bir Bilim Kurulu atadı.

Kurul 3-2 oy çokluğuyla yasağı onayladı ama Hull bunun üzerine kurula 6. bir üye atadı ve oylamada sonuç 3-3 oldu. Sonrasında Hull takdir hakkını aspartam lehine kullanarak yasağı kaldırdı.


Hull, görevi kötüye kullandığı yolundaki iddialar karşısında FDA'dan ayrıldıktan sonra 1985'de Searle'ı satın alan Monsanto ve Searle'in çalıştığı başlıca hakla ilişkiler şirketi olan Burston-Marsteller'de işe başladı.


Dr.Epstein, tatlandırıcı ile ilgili endişeler belirten yegâne doktor değildir.

Dahiliye ve diyabet uzmanı olan Dr. H.J. Roberts, 25 Temmuz 2009'da yeni FDA başkanına gönderdiği mektubunda yiyecekler ve diğer ürünlerdeki aspartamın tehlikeli sağlık etkilerine dikkat çekmiştir.

"Aspartame Disease: An Ignored Epidemic" [Aspartam Hastalığı: Gözardı Edilen Salgın] ve "Aspartame Disease: an FDA Approved Epidemic" [Aspartam Hastalığı: FDA Onaylı Bir Salgın] adlı kitapların yazarı olan Dr. Roberts, " Benim kendi veri tabanımda yer alan 1400'den fazla kişinin yaşadığı önemli rahatsızlıklar sakız da dahil olmak üzere doğrudan bu ürünlerin kullanılmasına bağlanabilir." diye yazmaktadır.

Tatlandırıcının yasaklanması için başka çağrılar da olmuştur. Örneğin bu yıl İngiltere'de Milletvekili Roger Williams "Kanserojen olan bu maddenin İngiliz yiyecek ve içecek pazarında tümden yasaklanması için ikna edici ve güvenilir kanıtlar" olduğunu belirtmiştir.

Dr.Epstein, aspartamın kanserojenliğiyle ilgili kanıtların, bir İtalyan laboratuarında farelerle yapılan benzersiz bir beslenme testiyle daha da güçlendiğini söylemektedir.

2005'de yaklaşık 200'lük fare grupları ve normal insan beslenme seviyelerinden düşük dozlarla yapılan son derece hassas ömür-boyu beslenme testlerinde saygın bir kurum olan Italyan Ramazzini Vakfı aspartamın kesin bir şekilde kanserojen olduğunu doğrulamıştır. Tatlandırıcıyla beslenen deney farelerinin lenf bezleri, beyin ve böbrek de dahil olmak üzere bir çok organında yüksek oranda kanser oluşmuştur.

Dr.Epstein, yaşamlarının erken cenin devresinde aspartamla beslenen farelerin ömürboyu aspartama maruz kaldıklarını söylemektedir. "Bunun da evvelce bildirilen organlarda görülen kanser oranlarını daha da yüksek seviyelere taşıdığını" belirtmektedir.

Ramazzini araştırmasını, ABD Ulusal Çevre Sağlığı Bilimleri Enstitüsü'nün hakemli dergisi "Environmental Health Perspectives" 2005 Kasım sayısında haber yapmıştır.

Ramazzini yazarları, "Araştırmamız, aspartamın kanserojenik etkilerinin, insanların günlük alımında kabul edilenden daha az bir seviyede, 1 kilogram vücut ağırlığı başına günlük 20 miligram dozda açık bir şekilde çoklu potansiyel [İng. multipotential] kanserojenik bileşik olduğunu göstermiştir" şeklinde yazmaktadır.

Şu anda insanlar için kabul edilebilir günlük alım ABD 'de 50 mg/kg Avrupa'da ise 40 mg/kg'dır.

Nisan 2007'de bu araştırmanın sonuçları Ramazzini bilim insanları tarafından New York'taki Mount Sinai Tıp Fakültesi'nde sunulmuştur.

Dr.Epstein, bu bulgulara tatlandırıcı sanayi, Coca-Cola, Pepsi-CO, Nestle ve Monsanto gibi belli başlı tatlandırıcı kullanıcıları ile sanayi-yönelimli bilimsel dergi ,"Critical Reviews in Toxicology" tarafından şiddetle itiraz edilmesinin hiç de şaşırtıcı olmadığını söylemektedir.

Aspartamın kanserojenliği ile ilgili yeni bilimsel kanıtları ve FDA tarafından ilk kabulündeki siyasi oyunları göz önünde tutarak Dr.Epstein, yeni FDA Başkanı Dr.Hamburg'u aspartamın insan tüketimindeki kullanımını acilen yasaklamaya davet etmektedir.

http://www.bgst.org/keab/se20090927.asp
#562
Başbakan Erdoğan, Bakanlar Kurulu'nda Çalışma Bakanı Faruk Çelik'e sert çıktı: Nedir bu kıdem tazminatı tartışmaları? Kaldırın bu çalışmayı! Konuyu kapatın. Çelik Başbakan'ın talimatı üzerine çalışmayı durdurdu.

Gülümhan Gülten'in haberi

11 milyon çalışanın büyük tedirginlik yaşadığı Kıdem Tazminatı'nın kaldırılması ve yerine bir fon kurulmasıyla ilgili hazırlığa, Başbakan Erdoğan'dan son dakika müdahalesi geldi. Kıdem Tazminatı'yla ilgili çalışma, Başbakan'ın talimatıyla rafa kaldırıldı.

Pazartesi günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında Başbakan Erdoğan'ın, Çalışma Bakanı Faruk Çelik'e sert çıktığı, "Nedir bu kıdem tazminatı tartışmaları? Bir yandan sendikalar bağırıyor, bir yandan ortada bir taslak dolanıyor. Böyle şey olur mu? Kaldırın bu çalışmayı. Kıdem tazminatı konusu bugünün konusu değil. Bu konuyu kapatın. Taraflara da söyleyin" dediği öğrenildi. Bakan Çelik de Başbakan'ın talimatına uyarak çalışmayı durdurdu. Sendika temsilcilerine de gelişmeyi bildirdi.

HÜKÜMETİN PROGRAMINDA VAR

Başbakan'ın terör olayları nedeniyle gerilimin dozu artarken, bir yandan da önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimlerle başlayacak seçim sürecine girilirken, Kıdem Tazminatı gibi tartışmalı bir konunun şu anda gündeme gelmesini istemediği belirtiliyor.

Ancak diğer taraftan Kıdem Tazminatı Fonu kurulmasına dönük kararın halen Hükümet programında bulunduğu, konjonktürün değişmesiyle yeniden gündeme getirilebileceği, ancak bunun zaman alacağı da belirtiliyor.

"İYİ BİR GELİŞME OLDU"

Başbakan'ın talimatı üzerine Bakan Çelik'in sözkonusu gelişmeyi ilk olarak, "Kıdem Tazminatı'nın kaldırılması genel grev sebebidir" açıklaması yapan Türk-İş'e bildirdiği öğrenildi. Önceki gün Türk-İş Genel sekreteri ve Türk-Metal Sendikası Genel Başkanı Pevrul Kavlak'ı makamında kabul eden Bakan Faruk Çelik, gelişmeyi açıkladı. Kavlak'ı, "İyi bir gelişme oldu" diye karşılayan Bakan Çelik'in de durumdan memnun olduğu belirtildi.

BAŞBAKAN "KAPATIN BU KONUYU" DEDİ

Gelişmeyi VATAN'a anlatan Kavlak, konuyla ilgili sorularımızı da yanıtladı. Kavlak şunları söyledi:
"Dün (önceki gün) Çalışma Bakanımız Faruk Çelik'le görüştük. Sayın Bakan, 'iyi bir gelişme oldu' diye söze başladı. Pazartesi yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında kendisinin kabineye bir sunum yaptığını, özellikle halen Meclis gündeminde bulunan Toplu İş İlişkileri Kanunu ile ilgili bilgi verdiğini anlattı.

Bu sunumun ardından Başbakan'ın Kıdem Tazminatı konusuyla ilgili bazı sorular sorduğunu ve ardından bu konunun kapatılmasını istediğini aktardı. Sayın Başbakan'ın, 'kıdem tazminatı konusunun gündemlerinde olmadığını, bu konunun artık kapatılması gerektiğini' söylediğini iletti. Bu karar, sendikal mücadelemiz açısından bir dönüm noktasıdır. Bu kararın tüm işçilerimiz için hayırlı uğurlu olmasını diliyoruz."

Kavlak, Başbakan'la Türk-İş olarak yaptıkları görüşmede, kendilerinin hassasiyetlerini anlattığı zaman Erdoğan'ın da kendilerine söz verdiğini hatırlattı. Kavlak, "Başbakan'ın bize sözü var. Taraflarla mutabakat sağlamadan gündeme getirmeyeceğiz, merak etmeyin, demişti. Ama geçen zamanda ortaya bir taslak çıktı, tartışılıp duruyor. Başbakan buna zamanında müdahale etmiş oldu" diye konuştu.

Kavlak, "Çalışmayı hazırlayan Bakan Çelik'in de bu gelişmeye sevinmiş olması dikkat çekici" yorumuna şu yanıtı verdi: "Sayın Bakan bizce kabinede bu konuya en duyarlı bakandır. O da biliyor ki Kıdem Tazminatıyla ilgili düzenlemede işçinin 1 aylık alacak 13 güne düşüyor. Mevcut haklardan önemli ölçüde geriye gidiş oluyor. Bunların kabul edilmesi zor."

11 MİLYON ÇALIŞANI AYAĞA KALDIRAN DÜZENLEME NE GETİRİYORDU?

Milyonlarca çalışanın haklarında geriye gidiş anlamına gelen yeni Kıdem Tazminatı Fonu'na ilişkin taslak şu düzenlemeleri içeriyordu:

Mevcut sistemde işverinin yükümlülüğündeki Kıdem Tazminatı, yeni dönemde Bireysel Kıdem Hesabında birikecek, işveren, çalışanın brüt maaşının yüzde 4'ünü bu hesaba yatıracaktı. Buna göre halen çalışılan her yıl için 1 aylık ücreti üzerinden ödenen kıdem tazminatı, yeni dönemde 13 günlük ücret üzerinden ödenecekti.

Kıdem Tazminatı'nın çekilmesi için 15 yılı doldurma şartı aranacak, 15 yıl sigortalılık süresini dolduran ve adlarına 3 bin 600 gün yani 10 yıl prim yatırılanlar, tazminatın yarısını istedikleri zaman çekebilecekti. İkinci ve sonraki kullanımlarda ise bin 800 gün prim yatırılması zorunlu tutuluyordu.

Ölüm veya emeklilik durumlarında tazminatın tamamının çekilmesi sözkonusu olabilecekti. Öte yandan vergisiz tazminat dönemi sona erecek, kıdem tazminatının çekilmesi halinde yapılan ödemeler için vergi kesintisi yapılacaktı.

http://haber.gazetevatan.com/kapatin-bu-konuyu/475049/1/G%C3%BCndem#.UC9k6aM2h0k
#563
İlk mesajınızda amcanızın dört yıldır tutuklu olduğunu belirtmiştiniz:

Alıntı yapılan: behram - 08 Nisan 2012, 16:52:31
aranıza yeni katılan bir üye olarak tüm üyelere merhaba diyorum.benim sorum şu;
amcam 13 nisan 2008 tarihinde tutuklandı ve tam 3.5 yıllık uzun bir yargılamadan sonra 27 ekim 2011 tarihinde hakimler davayı karara bağladılar ve sonuç olarak 2 yıl hapis cezasına çarptırlıdı.
tabi bizde bu kararı anında temyize gönderdik ve şimdi aradan 6 ay geçmesine rağmen hala bir sonuç çıkmadı ve amcamın tutukluluk süresi 4 yıla dayanmış durumda.

temyize giden dosyanın karara bağlanma yada onanma süresi ne kadardır?temyize giden davanın zaman aşımı olur mu?duyumlarıma göre yeni düzenlemelerde temyize giden dava 1 yıl içerinde sonuçlanmazsa zaman aşımına uğrayıp düşüyormuş bu nekadar doğru?

bu nasıl bir adalet, hiçbir suçu olmadığı halde ve hiçbir somut delil olmadığı halde bir insan 4 yıl nasıl tutuklu bırakılır?yazıklar olsun böyle adalete

Son mesajınızda ise bir yıldan bahsediyorsunuz:

Alıntı yapılan: behram - 17 Ağustos 2012, 11:16:25
peki eğer cezası onanırsa temyizde yattığı sürede dikkate alınır mı?

yani şunu demek istiyorum temyiz aşamasında geçen süre şu an için verdiğiniz bilgilere göre tutukluluğa sayılmamaktadır,ama ceza aldığında yattığı sürede(temyiz aşamasında) göz önüne alınırmı?

daha öncede belirttiğim gibi amcam 2011 ekim ayında 2 yıl ile cezalandırıldı,fakat bunun bir yılını temyiz aşamasında yattı,mantık olarak geriye yaklaşık olarak bir yıl kalıyor(ceza alması,hükümlü olması durumunda)

yoksa cezası onanırsa temyiz süresinde yattığı süre dikkate alınmıyor mu?yeniden 2 yıl daha mı yatacak?2 yıllık bu ceza süreci karar onanırsa mı başlayacak?

bu konuyuda netleştirirseniz sevinirim

şimdiden teşekkür ederim..

Amcanızın ne kadar zamandır tutuklu olduğu, başka bir suçunun olup olmadığı gibi meseleler net değil... Sorunuza gelirsek... Karar Yargıtay tarafından onanırsa ve kesinleşirse, elbette amcanızın toplamda cezaevinde bulunduğu süre dikkate alınacaktır. Yani temyiz aşamasında amcanızın tutuklu olarak cezaevinde kaldığı süreler de hesaba katılacaktır doğal olarak. Kolay gelsin...
#564
Alıntı YapBenim anlayamadığım şahsıma ait olan şirket hissesinin varlığı sürdükçe ve icrai haciz yapılmadan borçlunun aciz hali nasıl kanıtlanır?Tüm bunlar şartları tam olarak yerine getirilmeden alınacak olan bir geçici veya kesin aciz vesikasına itiraz hakkını doğurmaz mı?

Elbette şartları oluşmadan aciz vesikası alınırsa, siz icra müdürlüğünün bu işleminin ve verilen aciz vesikasının iptali için icra mahkemesine müracaat edebilirsiniz. Mahkeme, şayet olay tam da anlattığınız gibiyse, hukuka aykırı olarak verilen aciz vesikasını iptal edecektir. Kolay gelsin...
#565
Merhabalar.

Türk Ceza Kanunu'nun aşağıda tam metni bulunan 105. maddesi gereğince yargılanacaksınız. Bununla birlikte olayınızda dokunma söz konusu olduğundan, cinsel taciz değil de TCK'nın 102. maddesinde belirtilen cinsel saldırı suçu kapsamında iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmanız da ihtimal dahilindedir.

    Cinsel taciz
     Madde 105 - (1) Bir kimseyi cinsel amaçlı olarak taciz eden kişi hakkında, mağdurun şikayeti üzerine, üç aydan iki yıla kadar hapis cezasına veya adlî para cezasına hükmolunur.
    (2) (Değişik: 29/6/2005 - 5377/13 md.) Bu fiiller; hiyerarşi, hizmet veya eğitim ve öğretim ilişkisinden ya da aile içi ilişkiden kaynaklanan nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle ya da aynı işyerinde çalışmanın sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlendiği takdirde, yukarıdaki fıkraya göre verilecek ceza yarı oranında artırılır. Bu fiil nedeniyle mağdur; işi bırakmak, okuldan veya ailesinden ayrılmak zorunda kalmış ise, verilecek ceza bir yıldan az olamaz.


Alıntı Yapbiran önce bir avukatla anlaşmalı mıyım?

Kesinlikle bir avukatla anlaşmanızı tavsiye ederim.

Alıntı Yapbu suçlamada ceza alır mıyım? alırsam nasıl bir ceza alırım?

Nasıl bir ceza alabileceğinizi yukarıda belirttim. Olay son derece ciddi. Peki ceza alır mısınız? Yargıtay maalesef cinsel taciz suçlarında şikayetçi/mağdur bayansa (ki genelde bayandır) mağdurun ifadesine haddinden fazla değer vererek iftira, yanlış anlaşılma, vs. gibi aslında sanığın suçsuz olduğu durumlarda da sanığın ceza almasına yol açacak şekilde değerlendirmelere gidiyor. Dolayısıyla belirttiğim gibi her şeyden evvel bu davayı son derece ciddiye almalısınız.

Alıntı Yaparaştırdığım kadarıyla savcı bu tür olaylardan sonra mahkemeye intikal ettirmeden uzlaşma ve tarafları dinleme yanlısı olabiliyormuş. ama bu davada böyle birşey olmadı. bu neden olabilir?

Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 253. maddesi gereğince soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlar uzlaştırma kapsamındadır. Savcılığın bu hükümlere istinaden uzlaştırma bildiriminde bulunması gerekiyordu. Muhtemelen ihmal edilmiştir. Aynı Kanununun 254. maddesine göre uzlaştırma mahkeme tarafından da yapılabilir. Sizin olayınızda madem savcılık uzlaştırma girişiminde bulunmadı, o halde mahkeme bu işi yapacaktır.

Alıntı Yapmuhatap bayan arkadaşla mahkemeden önce görüşmek istiyorum. bu nasıl mümkün olabilir?

Şikayetçinin dava dosyasında adresi vardır. Kendisiyle bu yolla temas kurabilirsiniz.

Alıntı Yapbu tür suçlamalarda şikayetten vazgeçme anında dava düşer mi?

Düşer. Türk Ceza Kanunu'nun 73. maddesine göre kovuşturma yapılabilmesi şikayete bağlı suçlarda (kanunda aksi yazılı olmadıkça) suçtan zarar gören kişinin vazgeçmesi davayı düşürür. Kolay gelsin...
#566
Alıntı Yapeğer suçsuz çıkarsa tazminat davası açılacak hem maddi hem manevi ama nasıl?

Ceza Muhakemesi Kanunu'nda yer alan aşağıdaki hükümlere istinaden maddi ve manevi tazminat talebinde bulunabilirsiniz:

   Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat
   Tazminat istemi
    Madde 141 – (1) Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;
   a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen,
   b) Kanunî gözaltı süresi içinde hâkim önüne çıkarılmayan,
   c) Kanunî hakları hatırlatılmadan veya hatırlatılan haklarından yararlandırılma isteği yerine getirilmeden tutuklanan,
   d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen,
   e) Kanuna uygun olarak yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen,
   f) Mahkûm olup da gözaltı ve tutuklulukta geçirdiği süreleri, hükümlülük sürelerinden fazla olan veya işlediği suç için kanunda öngörülen cezanın sadece para cezası olması nedeniyle zorunlu olarak bu cezayla cezalandırılan,
   g) Yakalama veya tutuklama nedenleri ve haklarındaki suçlamalar kendilerine, yazıyla veya bunun hemen olanaklı bulunmadığı hâllerde sözle açıklanmayan,
   h) Yakalanmaları veya tutuklanmaları yakınlarına bildirilmeyen,
   i) Hakkındaki arama kararı ölçüsüz bir şekilde gerçekleştirilen,
   j) Eşyasına veya diğer malvarlığı değerlerine, koşulları oluşmadığı halde elkonulan veya korunması için gerekli tedbirler alınmayan ya da eşyası veya diğer malvarlığı değerleri amaç dışı kullanılan veya zamanında geri verilmeyen,
   Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler.
   (2) Birinci fıkranın (e) ve (f) bentlerinde belirtilen kararları veren merciler, ilgiliye tazminat hakları bulunduğunu bildirirler ve bu husus verilen karara geçirilir.

   Tazminat isteminin koşulları
    Madde 142 – (1) Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir.
   (2) İstem, zarara uğrayanın oturduğu yer ağır ceza mahkemesinde ve eğer o yer ağır ceza mahkemesi tazminat konusu işlemle ilişkili ise ve aynı yerde başka bir ağır ceza dairesi yoksa, en yakın yer ağır ceza mahkemesinde karara bağlanır.
   (3) Tazminat isteminde bulunan kişinin dilekçesine, açık kimlik ve adresini, zarara uğradığı işlemin ve zararın nitelik ve niceliğini kaydetmesi ve bunların belgelerini eklemesi gereklidir.
   (4) Dilekçesindeki bilgi ve belgelerin yetersizliği durumunda mahkeme, eksikliğin bir ay içinde giderilmesini, aksi hâlde istemin reddedileceğini ilgiliye duyurur. Süresinde eksiği tamamlanmayan dilekçe, mahkemece, itiraz yolu açık olmak üzere reddolunur.
   (5) Mahkeme, dosyayı inceledikten sonra yeterliliğini belirlediği dilekçe ve eki belgelerin bir örneğini Devlet Hazinesinin kendi yargı çevresindeki temsilcisine tebliğ ederek, varsa beyan ve itirazlarını onbeş gün içinde yazılı olarak bildirmesini ister.
   (6) İstemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde ve tazminat hukukunun genel prensiplerine göre verilecek tazminat miktarının saptanmasında mahkeme gerekli gördüğü her türlü araştırmayı yapmaya veya hâkimlerinden birine yaptırmaya yetkilidir.
   (7) (Değişik: 25/5/2005 - 5353/20 md.) Mahkeme, kararını duruşmalı olarak verir. İstemde bulunan ile Hazine temsilcisi, açıklamalı çağrı kâğıdı tebliğine rağmen gelmezlerse, yokluklarında karar verilebilir.
   (8] Karara karşı, istemde bulunan, Cumhuriyet savcısı veya Hazine temsilcisi, istinaf yoluna başvurabilir; inceleme öncelikle ve ivedilikle yapılır.

   Tazminatın geri alınması
    Madde 143 – (1) Kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararı sonradan kaldırılarak, hakkında kamu davası açılan ve mahkûm edilenlerle, yargılamanın aleyhte yenilenmesiyle beraat kararı kaldırılıp mahkûm edilenlere ödenmiş tazminatların mahkûmiyet süresine ilişkin kısmı, Cumhuriyet savcısının yazılı istemi ile aynı mahkemeden alınacak kararla kamu alacaklarının tahsiline ilişkin mevzuat hükümleri uygulanarak geri alınır. Bu karara itiraz edilebilir.
   (2) (Değişik: 25/5/2005 - 5353/21 md.) Devlet, ödediği tazminattan dolayı, koruma tedbiriyle ilgili olarak görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanan kamu görevlilerine rücu eder.
   (3) İftira konusunu oluşturan suç veya yalan tanıklık nedeniyle gözaltına alınma ve tutuklama halinde; Devlet, iftira eden veya yalan tanıklıkta bulunan kişiye de rücu eder.

   Tazminat isteyemeyecek kişiler
    Madde 144 – (1) Kanuna uygun olarak yakalanan veya tutuklanan kişilerden aşağıda belirtilenler tazminat isteyemezler:
   a) Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülüğünden indirilenler.
   b) Tazminata hak kazanmadığı hâlde, sonradan yürürlüğe giren ve lehte düzenlemeler getiren kanun gereği, durumları tazminat istemeye uygun hâle dönüşenler.
   c) Genel veya özel af, şikâyetten vazgeçme, uzlaşma gibi nedenlerle hakkında kovuşturmaya yer olmadığına veya davanın düşmesine karar verilen veya kamu davası geçici olarak durdurulan veya kamu davası ertelenen veya düşürülenler.
   d) Kusur yeteneğinin bulunmaması nedeniyle hakkında ceza verilmesine yer olmadığına karar verilenler.
   e) Adlî makamlar huzurunda gerçek dışı beyanla suç işlediğini veya suça katıldığını bildirerek gözaltına alınmasına veya tutuklanmasına neden olanlar.


Alıntı Yapşu an amcam hükümözlü durumda ve dava temyize gideli 11 ay oldu hala sonuç yok.4 yıl 6 aydır içerde,2 yıl hapis cezası aldı,kaldı 1yıl.

e bu bir yıldada dava sonuçlanmazsa yinemi bırakmazlar,adam cezasınıda çekmiş olacak ama hala ortada karar olmayacak.

Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 4. maddesine göre, "Mahkumiyet hükümleri kesinleşmedikçe infaz olunamaz." Aynı Kanunun 107. maddesine göre, şayet mahkumiyet kararı kesinleşmiş olsaydı, amcanız verilen cezanın üçte ikilik kısmını yattıktan sonra koşullu salıverilme hükümlerinden istifade ederek bugüne dek çoktan tahliye olurdu. Hükümözlü yani hükmen tutuklu şahısların da şartlı tahliye gibi tutuklu ve hükümlülerin lehine olan düzenlemelerden yararlanmalarını sağlamak için kanun değişikliği yapılması düşünülüyor. Halihazırda bu imkan mevcut olmasa da Ceza Muhakemesi Kanunu'nun aşağıda yer alan 104 ve 105. maddeleri gereğince Yargıtay'a tahliye talebinde bulunmanız her zaman için mümkündür. Bu yolla amcanız örneğinde olduğu gibi yaşanan mağduriyetlerin daha da büyümesinin önüne geçilmiş olur. Kolay gelsin...

  Şüpheli veya sanığın salıverilme istemleri
   Madde 104 – (1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir.
   (2) Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir.
   (3) Dosya bölge adliye mahkemesine veya Yargıtaya geldiğinde salıverilme istemi hakkındaki karar, bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi veya Yargıtay Ceza Genel Kurulunca dosya üzerinde yapılacak incelemeden sonra verilir; bu karar re'sen de verilebilir.

   Usul
   Madde 105 – (Değişik: 25/5/2005 – 5353/13 md.) -   103 ve 104 üncü maddeler uyarınca yapılan istem üzerine, merciince Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık veya müdafiin görüşü alındıktan sonra, üç gün içinde istemin kabulüne, reddine veya adlî kontrol uygulanmasına karar verilir. Bu kararlara itiraz edilebilir.
#567
Alıntı YapEğer tasarrufun iptali davasında aciz vesikası almak koşul ise, hakimin davacı tarafa bu belgeyi almak için mehil vermesi gerekmez mi?

Mahkemeler Yargıtay'ın konuya bakış açısını bildiklerinden, bu konuda çok hızlı hareket etmiyorlar genellikle. Süre verilmiyor mu? Veriliyor. Ancak verilen sürede belge ibraz edilemezse yeniden süre veriliyor. Bazen yeniden ve yeniden... Kesin süre verilmesi, yani belgenin verilen süre içinde sunulmaması halinde davanın reddedileceğinin bildirilmesi aşamasına gelinceye dek genellikle altı ay - bir yıl gibi uzunca bir süre geçmiş oluyor.

Alıntı YapAyrıca şirket hissesi bir menkul mal ise ,davalı tarafın acz hali gerçekleşmiş midir?

İcra dosyasından yapılan işlemler neticesinde borçluya ait menkul veya gayrimenkul malvarlığına ulaşılırsa, bu hacizli malvarlığın borcu tamamen karşılayıp karşılamadığına bakılır; şayet tamamen karşılamazsa, bakiye kısım için davaya devam edilir. Yani tasarrufun iptali davasının açılabilmesi için borçluya ait hiç menkul ve gayrimenkul bulunamamış olması gerekli değildir; bulunan hacizli menkul ve gayrimenkullerin borcu tam olarak karşılamaması yeterlidir. Aşağıda buna ilişkin emsal bir Yargıtay Kararı bulunmaktadır. Kolay gelsin...




T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E:2007/4375
K:2007/3991
T:03.12.2007

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hüküm süresi içinde davalılar M.V. ile M.C. vekili tarafından duruşma istekli olarak temyiz edilmiş ise de; davada aleyhlerine hükmedilen miktar karar tarihi itibariyle duruşma sınırının altında kaldığından duruşma isteğinin reddi ile incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, davalı M.V.'nm kefaletiyle dava dışı H.V.'ya kullandırılan 5.11.2004 tarihli 67.500.00-YTL kredi borcunun denmediğini, borçlu davalı M.V.'nm hakkındaki takibi karşılıksız bırakmak amacıyla Beypazarı Kurtuluş Mahallesi 608 ada 2 parsel 1/4 ('"})   arsa paylı 2. kat 3 nolu bağımsız bölümü 1.2.2005 tarihinde 9.000.00-YTL  bedelle  davalı " Mustafa  Canlı'ya  sattığını belirterek tasarrufun iptalini talep etmiştir.
Davalı M.V., HUMK'nun 13.maddesi gereğince Beypazarı Mahkemelerinin yetkili olduğunu, dava konusu taşınmazı sattığı tarihte kefili olduğu kredinin taksitlerinin ödendiğini, taşınmazı 31.500.00-YTL'ye sattığını, kredi teminatı olarak rehnedilen aracın icra yoluyla satılıp borcun bir kısmının ödendiğini, dava. dışı kefil Veysel ürün'e ait üç adet aracın hacizli olduğunu ve borcu karşılamaya yeteceğini, aciz halinin gerçekleşmediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Davalı M.C. vekili, ikametgah ve taşınmazın bulunduğu yer itibariyle Beypazarı Mahkemelerinin yetkili olduğunu, müvekkilin dava konusu taşınmazı banka kredisi kullanarak  31.500.00-YTL'ye aldığını,  tapu harcını gerçek değer üzerinden cezalı olarak tamamladıklarını, davacı alacağının bir kısmının Ankara 31.İcra Müdürlüğü'nün 2005/10678 esas. sayılı dosyası üzerinden tahsil edildiğini, dava dışı kefil V.Ü.'e ait üç aracın davacı tarafından haczedildiğini, davacının yaptığı tahsilat miktarı ve bakiye alacak belirlenmeden ve haczedilen araçlar sattırılmadığından aciz halinin kabul edilemeyeceğini, müvekkilinin iyiniyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece iddia, savunma, toplanan delillere göre davanın kabulü ile Beypazarı Kurtuluş Mahallesi 608 ada 2 parsel 2.Blok 3 nolu bağımsız bölümün 1.2.2005 tarihli M.V.'dan M.C.'ya satışına ilişkin tasarrufun davacının Ankara 31.İcra Müdürlüğü'nün 2005/10677 sayılı takip dosyasındaki alacağını ve ferilerini karşılayacak oranda iptaline, davacıya cebri icra yetkisi tanınmasına karar verilmiş, hüküm davalı M.V. ile M.C. vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, İİK'nun 277 ve devamı maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
1-   Bu tür davalarda tasarrufun konusu; taşınmaz satış ve devri olsa dahi ayni nitelikte bir dava olmadığından genel yetki kurallarına tabidir. Yetki sözleşmesi var ise sözleşme ile belirlenen mahkeme yetkilidir.
Somut olayda; davacı Bankanın Ankara Başkent Şubesi ile davalı borçlu arasında imzalanan 5.11.2004 tarihli kredi sözleşmesinin 18.maddesine göre sözleşmeyi imzalayan banka şubesinin bulunduğu yer mahkemesi yetkili kılınmıştır. Borçlu ve borçlu ile hukuki ilişkide bulunan 3.kişi arasında mecburi dava arkadaşlığı bulunduğundan yetki sözleşmesi davalı 3.kişi açısından da bağlayıcıdır.
Bu nedenle sözleşmenin 18.maddesi gereğince Ankara Mahkemelerinin yetkili olduğu anlaşıldığından davalıların yetkiye ilişkin temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.
2-   IIK'nun 278/2 maddesi gereğince aktin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler bağışlama hükmünde olup, iptale tabi olduğu hükme bağlanmıştır.
Somut olayda davalı M.C. dava konusu taşınmazı banka kredisi ile satın aldığını ve kredi bedeli olan 31.500.00-YTL'yi de davalı borçlunun Beypazarı Ziraat Bankası'ndaki 40851336-5001 nolu hesabına yatırdığını iddia etmiş ve banka kayıtlarını delil olarak bildirmiştir. Mahkemece celbedilen banka kayıtlarından 8.2.2005 tarihinde  31.500.00-YTL'nın davalı M.C. tarafından davalı M.V. hesabına yatırıldığı görülmüştür. Bilirkişi tarafında satış tarihi itibariyle 32.000.00-YTL değer biçilen taşınmaz için davalı alıcı 31.500.00-YTL yatırdığını ispatladığına göre taşınmazın değeri olarak tapuda bildirilen 9.000.00-YTL'nin kabulü ile tasarrufun İİK'nun 278/2 maddesi gereğince iptali isabetli görülmemiştir.
Kabule göre de; takip konusu alacağın 31.884.63-YTL'lik kısmı Ankara 31.İcra Müdürlüğü'nün 2005/10678 esas sayılı takip dosyası üzerinden 3.5.2006'de tahsil edilmiştir. Bakiye alacak yönünden ise dava dışı takip borçlusu Veysel ürün'ün 06 AG ..... - 06 V ..... ve 06 AD .... plakalı araçları üzerine davacı alacağı için 18.10.2005 ve 23.11.2005 tarihlerinde haciz konulmuştur. O halde hacizli araçların bakiye borcu karşılayıp karşılamadığı araştırılmadan davanın kabulü doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalıların temyiz itirazlarının reddine, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerden ötürü hükmün temyiz eden davalılar yararına BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalılar M.V. ve M.C.'ya ayrı ayrı geri verilmesine, 3.12.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
#568
Merhabalar.

Alıntı Yapon sene sonunda zaman aşımı oluyo diye birşeyler okudum dediğim gibi bu on sene ne zaman başlar

On senelik zamanaşımı süresi borcun muaccel olduğu tarihte başlar ve şayet bu alacakla ilgili geçmişte icra takibi başlatılmışsa, takip dosyasından yapılan işlemler de bu süreyi keser ve her seferinde yeniden başlatır. Örneğin 01.01.1997 tarihinde borcunuz muaccel oldu ve bu takiple ilgili size karşı 01.01.2003'te icra takibi başlatılarak ödeme emri gönderildi. Bu durumda on yıllık süre 01.01.2003'ten itibaren başlayacaktır.

Alıntı Yapbu saatten sonra biz muhtara kağıt gönderdik diyebilirlermi.göndermiş olsalar yasal takip başlatmak zorunda değillermiydi

Bir alacak zamanaşımına uğramış olsa bile icra takibine konulabilir; böyle bir durumda itiraz süresi içinde borçlu tarafından zamanaşımı itirazı ileri sürülmezse takip kesinleşir. Bunun dışında alacaklı her zaman borçluya yazı göndererek borçluyu borcu ödemeye davet edebilir. Elbette bu yazılara aykırı davranmanın doğrudan bir yaptırımı yoktur. Tek yaptırımı, borç ödenmediği için alacaklıyı borçlu hakkında yasal yollara müracaat etmeye sevk edebilecektir.

Alıntı Yapşimdi benim ne yapmam gerekiyor paşa paşa gidip anlaşayımmı yoksa kulağımın üstüne yatıp bekleyeyimmi?

Borç sizin borcunuz, karar da size ait. Bekleyebileceğiniz gibi ödeme niyetiniz varsa gidip anlaşma yapma yolunu da seçebilirsiniz. Kolay gelsin...
#569
Merhabalar.

Alıntı Yapbaşta bahsetmiş oldugum yakınım olan önmuhasebeci arkdaşım şirket bu duruma düşünce şirket hesapları blokeli olunca para kullanma şansı olmayınca tüm hesap akışını sigortalı olarak çalışan bu muhasbe sorumlsu üzerinden gerçekleştirmişler yaklaşık 100 bin tl lik bir meblağdan söz ediliyor. yalnız tüm giren çıkan gelen paranın nereye yattıgı hesap dökümünde mevcut.   atıyorum hesaba 20 bin tl gelmiş kalem kalem eft olsun havale olsun  çıkışları yapmış belli oluyor dökümlerde elden çekilen paraları da nreye ne kadar ödeme yapmışsa yazmış.

şimdi bu iş yargıya savcıya taşındığı zaman bu arkadaşımız için ne olur ne olmaz basşına bir sıkıntı gelir mi. tamamiyle iyi niyetinin kurbanı mı olacak.  yoksa herhangi bir sıkıntı yaşamaz mı.

Bu hesaba yatırılan paraların keyfi şekilde harcanmadığı ve şirket yetkililerinin talimatı istikametinde rutin şirket işleriyle ilgili sarf edildiği (ve bu durumlar ispat edilebildiği) sürece bir sorun yaşanmaz diye düşünüyorum. Ancak bu uygulamanın yanlış bir yol olduğu da son derece açık. Dolayısıyla birileri bu durumu, abuk sabuk iddialarının ciddiyetine/haklılığına delil olarak sunabilir, siz de gerçeği ortaya çıkartıp bu iddiaları çürütünceye kadar çok ciddi sıkıntılar yaşayabilirsiniz. Buna ilaveten vergi incelemesi ve genel olarak da Maliye Bakanlığı müfettişleriyle ilgili de sorun yaşamanız ihtimal dahilindedir. Özetle durum bundan ibaret. Kolay gelsin...
#570
Merhabalar. Muhtemelen dosyada bir eksiklik vardır ve Yargıtay bu eksiklik(ler) tamamlandıktan sonra dosya yeniden kendisine gönderilmek üzere dosyayı kararı veren mahkemeye iade etmiştir. Dosya incelenmeden eksikliğin ne olduğunun anlaşılabilmesi mümkün değildir. Kolay gelsin...
#571
Merhabalar. İcra ve İflas Kanunu'nun konuyla ilgili 277. maddesi aşağıdadır:

    İptal davası ve davacılar:
     Madde 277 – (Değişik: 3/7/1940 - 3890/1 md.)
    İptal davasından maksat 278, 279 ve 280 inci maddelerde yazılı tasarrufların butlanına hükmettirmektir. Bu davayı aşağıdaki şahıslar açabilirler:
    1 – Elinde muvakkat yahut kati aciz vesikası bulunan her alacaklı,
    2 – İflas idaresi yahut 245 inci maddede ve 255 inci maddenin 3 üncü fıkrasında yazılı hallerde alacaklıların kendileri.


Bu madde uyarınca tasarrufun iptali davasının açılabilmesi için alacaklının elinde geçici veya kesin aciz vesikası bulunmalıdır. Ancak Yargıtay, temyiz ve karar düzeltme aşamaları da dahil olmak üzere, tasaffurun iptali davasının sonuna kadar alacaklının bu belgeyi her zaman mahkemeye ibraz edebileceğini, dolayısıyla bu belgenin davanın en başından itibaren bulunmasının şart olmadığını kabul etmektedir. Aşağıda buna ilişkin emsal bir Yargıtay Kararı bulunmaktadır.

Alıntı Yapİhtiyati hacze itiraz ettik.Bundan başka fiilen yapmam gereken konular nelerdir?

İcra dosyası ile dava dosyaları incelenmeden net bir şey söylemek mümkün değildir. Şayet avukatınız yoksa, acilen bir avukatla anlaşmanızı tavsiye ediyorum. Kolay gelsin...




T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E:2010/3843
K:2010/8423
T:18.10.2010

1086 s. Yasa m. 105,143,277

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, davalı borçlu Yaşar aleyhine icra takibi yaptıklarını, borcu karşılayacak malı bulunamadığını ileri sürerek borçlunun, dava konusu taşınmazını davalılara müştereken satışına ilişkin tasarrufun iptalini talep ve dava etmiştir.
Davalı borçlu vekili ve davalı Ali ve davalı Muhammedali vekili davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, Davacı tarafça kesin ya da geçici aciz vesikası sunulmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava İİK'nın 277 vd. maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
İİK'nun 277 ve devamı maddeleri uyarınca açılan tasarrufun iptali davalarında davacı alacaklı tarafından kesin veya geçici aciz belgesinin ibraz edilmesi  gerekir. (İİK 105-143. madde) Aciz belgesi hükümden sonra ibraz edilebileceği gibi, Yargıtay temyiz incelemesi sırasında ve karar düzeltme aşamasında dahi sunulabilir. Somut olayda davacı tarafından dosyaya kesin ya da geçici aciz belgesi ibraz edilmemiştir. Mahkemece, borçlular aleyhine alınmış bir aciz belgesi bulunmadığı gerekçesi ile dava açma şartının gerçekleşmediğinden bahisle davanın reddine karar verilmiş ise de karar sonrası kesin aciz belgesinin dosyaya ibraz edildiği anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca hasıl olan yeni duruma göre bir karar verilmesi için hükmün bozulması gerekir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 18.10.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
#572
Korsanlığın faturası Banka ve GSM şirketine kesildi

Antalya'da bir bankanın internet sistemine giren hackerlerin bir müşteri bilgilerini ele geçirip hesabındaki parayı boşaltması ile ilgili Yargıtay zararı kimin ödeyeceği konusunda son sözü söyledi.

Teslime Tosun'un haberi

12 Ocak 2009'da Seyit Yılmaz'ın kimlik bilgileriyle sahte nüfus cüzdanı örneği düzenleyen bilgisayar korsanları (Hacker) bir GSM bayisinden Yılmaz'ın cep telefonu aboneliğini iptal ettirdi. Daha sonra internet bankacılığı sistemine giren hackerler, Seyit Yılmaz'ın hesabındaki 30 bin 500 lirayı, başka bir şubede açılmış hesaba aktardı. Hesabının bulunduğu banka, para hareketini Yılmaz'ın iptal edilen telefonuna mesaj olarak gönderdi. Bu mesaj, hattı kapalı olduğu için Yılmaz'a ulaşmadı.

Banka görevlileri, ertesi gün başka bir numaradan Yılmaz'a ulaşarak, hesabındaki paranın bir başka bankaya aktarıldığını bildirdi. Seyit Yılmaz ise böyle bir işlem yapmadığını belirterek, "Nasıl benden teyit almadan parayı aktarırsınız" diye itiraz etti.

BANKA VE GSM ŞİRKETİNE DAVA AÇTI

Hem bankaya hem de cep telefonunu kendi bilgisi dışında kapattığı gerekçesiyle GSM şirketi aleyhine Antalya Tüketici Mahkemesi'nde dava açan Seyit Yılmaz, zararının faiziyle birlikte telafisini istedi. Mahkeme, gerekçeli kararında GSM şirketi ile bankayı sorumlu tuttu. Mahkeme, paranın banka ve GSM firması tarafından ortak olarak yasal faiziyle birlikte Seyit Yılmaz'a ödenmesine hükmetti.

PARA 55 BİN LİRA OLARAK ÖDENDİ

Banka ve GSM firmasının avukatları, kararı Yargıtay'a taşıdı. Geçen yılın son günlerinde Yargıtay 13. Hukuk Dairesi'ne giden dosya kısa süre önce karara bağlandı. Yargıtay 13'üncü Hukuk Dairesi, kimlik bilgilerini kontrol etmeden Seyit Yılmaz'ın GSM hattını iptal eden ve hesaptaki parayı bilgisayar korsanlarınca başka bir hesaba aktaran banka aleyhine verilen kararı onadı. Buna göre banka ve GSM firması 3 yıl aradan sonra 30 bin 500 TL'yi yasal faiziyle birlikte Seyit Yılmaz'a yaklaşık 55 bin lira olarak ödedi.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleID=1096284
#573
b)   Suç şüphesi altında bulunan kişinin, iddianamenin kabulünden, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evredeki sıfatı sanıktır.
c)   Sanığın, hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleşmesinden, hükmün infaz edildiği tarihe kadar geçen evredeki sıfatı ise hükümlüdür.
d)   CMK'nın 102. maddesinde düzenlenen azami tutukluluk sürelerine,
hükmün kesinleşmesine kadar geçen süreler de dahildir.
E) Konunun İrdelenmesi:
Somut olayda, kasten adam öldürme suçundan sanık Doğan, 22.04.2005 tarihinden, Ceza Genel Kurulu'nda yapılan inceleme tarihine kadar, 5 yıl 9 ay 20 günden beri tutuklu bulunmaktadır.
Sanığa isnat olunan ve ağır ceza mahkemesinin görevine giren suç için, CMK'nın 102. maddesinin 2. fıkrasında öngörülen tutukluluk süresinin üst sınırı 5 yıldır. Aynı kanunun 2 ve 104. maddeleri ile CGTİHK'nın 4. maddesine göre, bu süreye, hükmün kesinleşmesine kadar geçen süre de dahildir.
Sanığın özgürlük ve güvenlik hakkının daha geniş olarak korunmasına ilişkin iç hukukumuzdaki düzenlemeleri AİHS'ne aykırı saymaya olanak yoktur. Tersine AİHS daha geniş koruma sağlayan iç hukuk normların AİHS'ye aykırı düşecek şekilde yorumlanamayacağını öngörmüştür.
Öte yandan, ilk derece mahkemesinin hüküm tarihi 22.03.2010 olup, bu tarihe kadar sanığın tutuklu kaldığı süre 4 yıl 11 ay 2 gündür. Bu süre esas alınsa bile 'makul süre' aşılmıştır.
CMK'nın 102. maddesinin 2. fıkrasında öngörülen azami beş yıllık tutukluluk süresi dolmuş olan sanık Doğan'ın salıverilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
F) Sonuç:
Hüküm tarihinden sonraki aşamanın da CMK'nın 102. maddesinde öngörülen azami tutukluluk süresi kapsamında olması ve bu düzenlemenin AİHS hükümleri ile AİHM kararlarına aykırı sayılmasına olanak bulunmaması nedeniyle, sözü edilen maddede öngörülen 5 yıllık azami süreden fazla bir süreden beri tutuklu bulunan ve hakkındaki direnme hükmü bozulan sanık Doğan'ın salıverilmesi gerektiği kanısında olduğumdan, çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum" düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi Gürsel Yalvaç;
Ceza genel Kurulunca 12.04.2011 tarihinde yapılan görüşmede, kasten öldürme suçundan, 22.04.2005 tarihinde tutuklanıp, inceleme tarihine kadar 5 yıl 9 ay 20 gün, ilkderece mahkemesinin hüküm tarihi olan 22.03.2010 tarihine kadar da 4 yıl 11 ay 2 gün tutuklu kalan sanık Doğan'ın tutukluluk durumu ile ilgili yapılan değerlendirmede, kurul çoğunluğunca, temyiz aşamasında geçen sürenin tutukluluk süresi açısından nazara alınamayacağı böyle bir yorumun AİHS'nin 5. maddesi ile sağlanan güvenceler ile 2709 sayılı TC Anayasası'nın 90. maddesinin son fıkrasına uygun olduğu görüşünün benimsenmesi nedeniyle konuyla ilgili görüşlerimizin açıklanması zorunluluğu doğmuştur.
Hemen belirteyim ki, tutukluluk halinin devamına ilişkin ileri sürülen bu görüşler, ne AİHS'ne ne de pozitif hukuk normlarına uygundur. Sözleşme ile tanınan haklara sınırlama yönünde kullanılan bu gerekçe, sözleşmenin ilkeleri ve amacıyla taban tabana zıt olduğu gibi özgürlükleri güvence altına almak amacıyla ihdas idilen bir sözleşmenin, bu şekilde yorumlanması sözleşme ile getirilen koruma sistemine de açıkça aykırıdır.
Konuya yürürlükteki hukuk normları açısından bakıldığında,
5271 sayılı CMK'nın 100. maddesinde tutuklama nedenleri, 101. maddesindetutuklama kararı ile ilgili yöntem ve koşullar, 102. maddesinde ise, tutuklulukta geçecek azami süreler ve uzatma süreleri ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Anılan madde uyarınca, genel görevli mahkemeler açısından tutuklulukta geçecek azami süreler Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevine girmeyen işlerde bir yıl, Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevine giren işlerde ise en çok iki yıl olup, bu süreler zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilecektir. Ancak, uzatma süresi Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevine girmeyen işlerde altı ayı, Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevine giren işlerde ise toplam üç yılı aşamayacaktır. Uzatma süreleri de dahil olmak üzere, tutukluluk süreleri Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde bir yıl altı ay, Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde ise beş yılı aşamayacak, bu süre dolduğunda, yargılama makamları başkaca hiçbir değerlendirme yapmadan tutukluluğa son vereceklerdir, görüldüğü gibi 102. maddedeki sürelerin dolması halinde artık bir tutuklama yasağı söz konusu olacağından, yargılama makamlarınca tutuklama kararı verilemeyeceği gibi tutukluluğun devamına da karar verilemeyecektir. Anılan hükmün iki istisnası olup, bunlardan ilki süre açısından aynı Yasanın 252/2. fıkrasındaki düzenleme, ikinci istisna ise 112. madde uyarınca adli kontrol gereğini yerine getirmeyen sanığın başkaca bir koşul aramaksızın tutuklanabilmesidir. Yasada tutukluluk süreleri açısından herhangi bir ayrım yapılmadığından, azami sürelerin hesabında soruşturma ve kovuşturma aşamasında geçen sürelerin birlikte değerlendirmesi zorunlu olup, yargılama makamlarınca da bu konuda herhangi bir ayrım yapılması mümkün değildir.
Yine 5271 sayılı CMK'nın tanımlar başlıklı 2. maddesinde; kovuşturmanın, iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi ifade ettiği açıkça belirtilmiş olup, kovuşturma evresi anılan hüküm uyarınca olağan yasa yollarına ilişkin sürece de kapsamaktadır. Bu nedenle, azami sürelerin ancak ilk derece mahkemelerince hüküm verilinceye kadar geçen süreyi kapsadığı ve bu mahkemelerce göz önünde bulundurulacağı, Yargıtay denetiminde dikkate alınamayacağı yönündeki çoğunluk kabulü Yasanın 2. maddesine de açıkça aykırıdır.
AİHM'nin, kimi kararlarındaki bir kısım ifade ve ibarelerinin yanılgılı ve eksik bir değerlendirme ile daha uzun tutukluluk sürelerine gerekçe yapılması, kararlardaki ana düşünceyi dikkate almayan eksik hatta yanılgılı bir değerlendirmedir. Zira AİHM, önüne gelen her başvuruda somut olayın özelliklerine göre inceleme yapılarak, makul süre değerlendirilmekte, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonra da tutukluluk hali devam ediyorsa bu süreyi de makul sürenin denetlenmesinde toplam süreye ilave etmekle, görece kısa süreli tutukluluklar dahi sıkı bir denetime tabi tutulmakta, gerekçesiz tutuklama kararları tolare edilmemekte, yetkili makamlarca tutuklama kararının süresi ne olursa olsun, ikna edici biçimde gerekçelendirilmesi aranmaktadır.
Yargı makamlarınca, nedeni ne olursa olsun, makul olmayan yargılama sürelerine birde makul olmayan tutukluluk süreleri eklenmemelidir. Kamuoyu baskısı, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, hukuk dışı kabul edilebilecek bir düşünceye veya uygulamaya yol açmamalıdır. Gerek tutuklama kararları, gerekse tutukluluğun devamı kararları ikna edici bir şekilde gerçeklendirilmelidir. Hukuk devleti olabilmenin ve hak ihlalleri ile AİHM'nin gündemine gelmemenin yegane çaresi budur.
Diğer yönden 5275 sayılı CGTİK'nin 4. maddesinde, mahkumiyet hükümlerinin kesinleşmedikçe infaz olunamayacağı, CMK'nın 2. maddesinde, suç şüphesi altında bulunan kişinin kovuşturmanın başlamasından, hükmün kesinleşmesine kadar sanıklık statüsünde bulunduğu belirtilmiş olup,tutukluluğu adeta peşin bir infaz olarak yorumlayan ve hüküm verilmekte sanığı adeta hükümlü olarak değerlendiren çoğunluk görüşü, pozitif hukuk normlarına aykırı olduğu gibi masumiyet karinesini de ihlal eder niteliktedir.
İnceleme konusu somut olayda hükmün sanık aleyhine bozulduğu nazara alındığında, yüksek çoğunlukça varılan sonucun adaleti zedelemeyeceği düşünülebilirse de, varılan sonuç ilkesel açıdan önemli olup, sorun salt bu somut olayla sınırlı düşünülmemelidir. Bu tür çelişkilerin önüne geçebilmenin yolu hukuk kurallarını zorlamak değildir. Ne zamanki yargılamalar makul sürede sona erer, tutuklamanın peşin bir ceza olmayıp, bir hürriyetiyle sıkı sıkıya bağlı bir tedbir olduğu kabul edilir, tutuklamanın mahkumiyet, tahliyenin ise beraat olmadığı toplumsal algısı değişir, işte o zaman tutuklamadan kaynaklanan sorunlarda kendiliğinden ortadan kalkar.
Yasadaki azami sürelerin dahi bugünkü uygulama biçimiyle, sözleşmeye aykırı olduğu, ağır ceza mahkemelerindeki yargılamalarda sanığın peşinen beş yıl tutuklu olarak yargılanabileceği yönündeki uygulamanın da, Sözleşmeye aykırılığı büsbütün pekiştirdiği nazara alınmaksızın, bu süreler de yetmezcesine yargılamanın uzamasının faturasını sanığa yükleyerek, soruna çözüm arayan çoğunluğun, tutukluluğun devamı yönündeki görüşüne, sanığın belirtilen nedenlerle tahliyesi görüşünde olduğumdan katılmıyorum,
Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu Başkanı ve diğer bir kısım Genel Kurul Üyesi de; "5271 sayılı CYY'nın 102. maddesinde tutuklulukta geçecek azami sürelerin gösterildiği, buna göre Ağır Ceza Mahkemesi'nin görev alanına giren suçlarda bu sürenin zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte beş yılı geçemeyeceği, aynı yasanın 2/1-f maddesinde kovuşturma aşamasının iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi ifade ettiği, bu bağlamda yerel mahkeme tarafından hüküm verildikten sonra temyizde geçen sürenin de kovuşturma evresine dahil olduğunda kuşku bulunmadığı, bu nedenle CYY'nın 102/2. maddesinde belirlenen sürenin hesabında temyizde geçen sürenin esas alınmamasının yasal bir dayanağının bulunmadığı, böyle bir uygulamaya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarının dayanak olamayacağı, zira AİHS'nin insan haklarını ve temel özgürlükleri asgari ölçüde koruyan bir sözleşme olduğu ve buna ilişkin asgari koşulları belirlediği, bu sözleşmeyi imzalayan devletlerin sözleşmede asgari sınırları belirtilen haklardan daha geniş hakları düzenleme konusu yapabileceği, bu bağlamda CYY'nın 102. maddesindeki düzenlemenin azami tutukluluk süresi belirlemesi nedeniyle sözleşmeden daha ileri haklar öngördüğü, bu durumda daha geniş koruma getiren iç hukuktaki bu düzenlemenin uygulaması gerektiği, sözleşmenin hiçbir zaman insan hakları ve temel özgürlükleri kısıtlama yönünde yorumlanamayacağı ve bu yöndeki uygulamalara dayanak yapılamayacağı, bunun sözleşmenin ruhuna ve amacına tamamen ters olduğu, bu nedenle
Ağır Ceza Mahkemesi'nin görev alanına giren kasten öldürme suçundan tutuklandığı tarihten bu yana beş yıldan fazla bir süre geçen sanık Doğan'ın CYY'nın 102/2. maddesi uyarınca tahliye edilmesinin zorunlu olduğu" düşüncesiyle,
Karşıoy kullanmışlardır.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1-   Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 22.03.2010 gün ve 185-135 sayılı direnme hükmünün sanıklar Faruk, Mustafa, Süphi ve Mustafa hakkında verilen beraat kararları yönünden isabetli olduğundan ONANMASINA,
2-   Yerel mahkeme direnme hükmünün sanıklar Doğan, Abdi Selçuk ve Bilal Çelikler hakkında kurulan hükümler yönünden ise BOZULMASINA,
3-   Tutuklu sanık Doğan'nın 5271 sayılı CYY'nın 102/2. maddesi uyarınca tahliye edilmesine YER OLMADIĞINA ve TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA,
4- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 05.04.2011 günü yapılan müzakerede sanıklar Doğan, Abdi ve Bilal hakkında oyçokluğuyla, sanıklar Süphi ve Mustafa hakkında ise oybirliğiyle, sanıklar Faruk ve Mustafa ile sanık Doğan tutukluluk durumu hakkında ise 05.04.2011 günü yapılan birinci müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından 12.04.2011 günü yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.
#574
Alıntı Yaptemyiz aşamasında geçen süre tutukluluk süresine sayılmıyormuş diye duyduk bu doğru mu?

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 2. maddesinin 1. fıkrasının (f) bendine göre kovuşturma; "iddianamenin kabulüyle başlayıp hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi" ifade etmektedir. Bu sebeple kovuşturma, temyiz incelemesi aşamasını da kapsamaktadır. Tutukluluk, mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesine kadar devam eder. Hükmün kesinleşmesiyle birlikte tutuklu, artık hükümlü haline gelmektedir. CMK'nın 102. maddesinde, tutuklulukta geçecek azami sürenin hesaplanmasında temyiz incelemesinde geçen sürelerin dâhil edilmeyeceği yönünde bir hüküm mevcut değildir. Bununla birlikte Yargıtay, tutuklulukta geçen sürenin hesabında temyiz aşamasında geçen sürenin hesaba katılmaması gerektiği görüşündedir. Diğer bir deyişle, hüküm kurulmasından sonraki aşamanın tutuklulukta geçen süre olarak kabul edilemeyeceğine kararlarında işaret etmektedir. Buna dayanak olarak da çeşitli AİHM kararları örnek gösterilmektedir. AİHM'nin üç kararında (Wemhoff/Almanya, 27.06.1968; Engin/Türkiye, 13.10.2009 ve Cahit Solmaz/Türkiye, 14.06.2007) hüküm kurulmasından sonraki aşamanın tutuklulukta geçen süre olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, aşağıda tam metni bulunan 12.04.2011 tarihli kararında aynen şu ifadelere yer vermiştir:

"...Sanık doğan hakkındaki hükmün Ceza Genel Kurulu'nca bozulmasına karar verilmiş olması karşısında, 22.04.2005 tarihinden bu yana tutuklu olan sanığın tutukluluk durumunun 5271 sayılı CYY'nın 102/2. maddesi uyarınca değerlendirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
5271 sayılı CYY'nın "Tutuklulukta geçecek süre" başlıklı 102. maddesi;
"(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.
(2)   Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçmez.
(3)   Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir" şeklinde olup, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlar bakımından maddede yazılı süreler 5320 sayılı Yasanın 5739 sayılı Yasa ile değiştirilen 12. maddesi uyarınca 31.12.2010 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Maddedeki düzenlemeye göre; ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen suçlarda tutukluluk süresi bir yılı, zorunluluk halindeki uzatmalar ile birlikte en çok bir yıl altı ay, Ağır Ceza Mahkemesi'nin görev alanına giren suçlar bakımından iki yılı, zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte ise en çok beş yılı geçmeyecektir. 5271 sayılı CYY'nın 252/2. maddesi uyarınca, aynı yasanın 250/1-c maddesinde sayılan suçlar bakımından tutukluluk süreleri iki kat olarak uygulanacağından, bu suçlarda tutukluluk süresi zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte on yıldan fazla olamayacaktır.
Ancak anılan maddede belirtilen tutukluluk sürelerinin hesabında yerel mahkeme tarafından hüküm verilinceye kadar geçen süre dikkate alınmalı, buna karşın yerel mahkeme tarafından hükmün verilmesinden sonra tutuklu sanığın hükmen tutuklu hale gelmesi nedeniyle temyizde geçen süre hesaba katılmamalıdır. Zira, hakkında mahkumiyet hükmü kurulmakla sanığın altılı suçu işlediği yerel mahkeme tarafından sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de AİHS'nin 5.maddesinin uygulamasına ilişkin olarak verdiği kararlarda tutuklulukla ilgili makul sürenin hesabında, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonra geçen süreyi dikkate almamaktadır.
Somut olayda, 22.04.2005 tarihinde tutuklanan sanık Doğan'ın Ceza Genel Kurulu'ndaki inceleme tarihi itibarıyla CYY'nın 102/2. maddesinde belirtilen beş yıllık tutukluluk süresinin dolduğu ve bu nedenle tahliyesine karar verilmesi gerektiği ileri sürülebilecek ise de, yerel mahkemenin hüküm tarihi olan 22.03.2010 tarihinde henüz beş yıllık sürenin dolmamış bulunması ve temyiz aşamasında geçen sürenin maddede yazılı azami tutukluluk süresinin hesabında dikkate alınmayacak olması nedeniyle, yasal olarak tahliyesine karar verme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Bu itibarla, hakkındaki hükmün aleyhe bozulmuş olması da göz önüne alındığında sanık Doğan'ın tutukluluk halinin devamına karar verilmelidir..."


Bu Kararda da açıkça belirtildiği üzere, temyiz aşamasında geçen süreler tutukluluk süresinin hesabında dikkate alınmayacaktır. Bugün için Yargıtay'ın görüşü ve uygulaması bu yöndedir. Ancak aşağıdaki kararı incelerseniz, bu kararın Yargıtay Ceza Genel Kurulunda ittifakla alınan bir karar olmadığını, bu görüşe muhalefet eden birçok üyenin de bulunduğunu görürsünüz. Dolayısıyla Yargıtay'ın ileride görüş değiştirmesi zor olsa da imkansız değildir. Yahut konuyla ilgili TBMM'de bir düzenleme yapılarak meclis tarafından tartışmaya son nokta da konulabilir. Özetle, duyduğunuz bilgi doğru bir bilgidir ve bugün için durum bundan ibarettir. Kolay gelsin...




T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E:2011/1-51
K:2011/42
T:12.04.2011

Kasten öldürme, bu suça azmettirme ve kasten öldürmeye yardım etme suçlarından sanıkların yapılan yargılamaları sonunda sanık D.K.'nın 5237 sayılı ACY'nın 81,29, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, diğer sanıklar Faruk, Mustafa, Abdi, Bilal, Mustafa ve Süphi'nin ise beraatlerine ilişkin Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 16.11.2006 gün ve 89-549 sayılı, sanık Doğan' a verilen ceza yönünden re'sen temyize tabi olan hüküm, sanık Doğan ve müdafii ile katılan vekili tarafından da temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 13.02.2009 gün ve 8066-577 sayı ile;
"....2-) Karar başlığında suç yerinin yazılmamış olması mahallinde giderilebilir eksiklik olarak görülmüş ve bozma nedeni yapılmamıştır.
3-) Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanık Doğan'ın kasten adam öldürmek ve 6136 sayılı kanuna muhalefet suçlarının sübutu kabul, oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suçlarının niteliği tayin, takdire ilişen cezayı azaltıcı sebeplerin nitelikleri ve dereceleri takdir kılınmış, savunmaları inandırıcı gerçeklerle reddedilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümlerde eleştiri ve bozma nedenleri dışında isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık müdafinin bir nedene dayanamayan ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddine,
Ancak;
A-) Sanıklar Süphi Selçuk, Abdi, Faruk, Mustafa, Bilal ve Mustafa'nın haklarında kurulan hükümlerde;
Oluşa ve dosya içeriğine göre; maktulün kız arkadaşı tanık Meral ile sanıklardan Bilal'in arkadaşı tanık Mürvet'in aynı gazinoda çalıştıkları, Mürüvet ile Meral'in arasında anlaşmazlık çıktığı, bu durumu Mürvet'in sanık Bilal'e anlattığı ve olaydan birkaç gün önce Meral'in işine son verildiği, Meral'in bu durumu maktule ilettiği, maktulün de sinirlenerek sanık Faruk'a telefon açıp, 'gel gazinoya gideceğiz' dediği, Faruk ve Mustafa'nın yanlarında sanık Doğan olduğu halde maktulle buluştukları, maktulün Süphi ve Bilal'e küfrettiği, sanık Doğan'ın yanlarında işçi olarak çalıştığı sanık Abdi'ye bu olayı ilettiği, bunun üzerine Bilal, Abdi ve Doğan'ın maktulün ve diğer sanıkların bulunduğu yere gelerek, maktulün hep beraber şehir merkezi dışındaki ıssız ormanlık bir yere götürdükleri, sanık Faruk'un soruşturma aşamasında verdiği 24.02.2005 tarihli ifadesindeki anlatımları ile sanık Doğan'ın 25.092006 tarihli oturumda mahkemeye verdiği ve içeriğini kabul ettiği dilekçe içeriği arasındaki uyum, 13.01.2005 tarihli otopsi raporunda maktulün cesedinin muhtelif yerlerinde çok sayıda darp ve cebir izleri bulunduğunun belirtilmesi, sanık Süphi ve Bilal ile maktul arasında kadın meselesinden dolayı husumet bulunması, sanık Doğan'ın Badi ve Bilal'in işçisi olduğu halde olay yerinde bulunan bu sanıkların sanık Doğan'a hiçbir şekilde engel olmadıkları dikkate alındığında, sanıkların en lehine kabul ve yorumla suça yardım eden sıfatıyla katıldıkları anlaşıldığı halde, sanıkların cezalandırılmaları yerine yazılı şekilde beraatlerine karar verilmesi,
B-) Sanık Doğan hakkında kasten adam öldürmek, tehdit ve 6136 sayılı kanuna muhalefet suçlarından kurulan hükümlerde;
a-) Olayın oluşuna ve dosya içeriğine, sanık Doğan'ın 25.09.2006 tarihindeki celsede mahkemeye verdiği dilekçenin içeriği ve mahkemedeki beyanı, sanık Faruk'un soruşturma aşamasında verdiği 24.02.2005 tarihli ifadesindeki anlatımlarına göre, olayda maktulün, sanığa yönelik herhangi bir haksız hareketi bulunmadığı halde,y tahrik hükümleri uygulanarak eksik ceza tayini" isabetsizliklerinden bozulmuştur.
Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesi ise 22.03.2010 gün ve 185-135 sayı ile;
".....Maktul Ayhan'ın, K.....Bar Gazinosunda çalışan Meral isimli bayanla dost hayatı yaşadığı, sanıklardan Bilal'in bayan arkadaşı olan Eda takma isimli Mürvet'in de aynı gazinoda çalıştığı ve Mürvet ile Meral arasındaki sürtüşme nedeniyle Süphi ve Bilal'in talebi üzerine gazino sahibi Veli tarafından Meral'in işine son verildiği, olay günü maktul Ayhan ile Mustafa ve Faruk'un Bitlis İlinden Mersin'e döndükleri ve hep birlikte maktulün Pozcu'daki evine gittikleri, burada Ayhan'ın dostu Meral'in telefon etmesi üzerine Mustafa ile Faruk'un, maktulü Meral'in oturduğu siteye götürüp bıraktıkları, Mustafa'nın araba ile dolaşmaya çaktığı, Faruk'un da Doğan'ın evine gittiği, Faruk ile Doğan'ın evde bulundukları sırada maktul Ayhan'ın, Faruk'u telefonla arayarak birlikte dostunun işten çıkarıldığı gazinoya gideceklerini söylediği, Ayhan'ın aynı şekilde Mustafa'yı da arayarak araba ile gelip kendisini almasını istediği ve Mustafa ile Ayhan'ın Birlikte araba ile Faruk'u almak üzere Doğan'ın ikamet ettiği yere gittikleri, maktul Ayhan'ın alkollü ve sinirli bir vaziyette Faruk'u uğurlayan Doğan ile konuştuğu ve dostunun işten çıkarılması nedeniyle gıyaplarında gazinocu, Bilal ve Suphi aleyhine küfürler ettiği, Ayhan, Faruk ve Mustafa'nın araba ile ayrılmasından sonra Doğan'ın kahvehaneye giderek orada bulunan Süphi'nin kardeşi Abdi ve Bilal ile görüşerek Ayhan'dan duyduklarını onlara anlattığı, Abdi'nin telefonla Ayhan'ı arayarak Süphi abisine neden küfür ettiğini sorduğu, Ayhan'ın küfür ettiğini kabul etmeyerek Doğan ile yüzleşmek istemesi üzerine göçmen kavşağında buluştukları, buluşma yerine Ayhan'ın arabası ile Ayhan, Mustafa ve Faruk'un Abdi'nin arabası ile de Abdi, Bilal ve Doğan'ın geldikleri, burada Abdi ile Ayhan'ın kendi aralarında biraz konuştuktan sonra Ayhan'ın arabasına binerek dolaşmaya çıktıkları ve G......Restoranın yukarı kısmında durarak konuşmaya devam ettikleri, bu arada Ayhan'ın alkol almaya devam ettiği, Ayhan'a Mustafa'dan, Abdi'ye de Bilal'den telefon gelmesi üzerine bir arada bulunan Mustafa, Faruk, Bilal ve Doğan'ın da Ayhan ile Abdi'nin bulunduğu yere geldikleri, Mustafa'nın telefon görüşmesi nedeniyle arabayı park ettikleri yerde kaldığı, diğerlerinin Ayhan ve Abdi'nin bulunduğu tepelik kısma çıktıkları, Doğan'ı gören maktul Ayhan'ın sen benim arkadaşlarımla aramı mı açmak istiyorsun diyerek küfür ettiği, Doğan'ın da ben duyduğumu söylüyorum, yalan mı söylüyorum diyerek Ayhan'ın arkadaşlarına gıyaplarında küfür ettiğinde ısrar etmesi üzerine maktulün sanık Doğan'a küfür ederek tokat attığı, bunun üzerine maktul ile Doğan'ın boğuşmaya başladıkları, tarafları ayırmak isteyen Faruk'un da Doğan'ın kafa atması sonucu dudağından ve burnundan yaralandığı, boğuşma sırasında sanık Doğan'ın ruhsatsız silahını çekerek 35-40 cm. mesafeden maktul Ayhan'ı alnından vurduğu, maktul Ayhan'ın sanık Doğan'ın ayaklarının yanında yere düştüğü, bu kez sanık Doğan'ın yerde yatan maktule yakın mesafeden bir el daha ateş ettiği, olaya müdahale etmek isteyen ve olaya yerinde bulunan diğer sanıklara elinde silah olduğu halde yürüyün, gidiyoruz dediği ve hep birlikte olay yerinden A.S.'nin arabası ile ayrıldıkları, mezarlık civarına geldiklerinde Abdi ve Mustafa'nın ayrılmalarına kimseye bir şey anlatmamaları koşulu ile izin verdiği ve Abdi'nin içinde bulundukları Abdi'ye ait araçla gitmesi üzerine taksici Şükrü'yü çağırdığı, sanık Şükrü geldiğinde olay yerinde cüzdanını düşündüğünü fark eden sanık Doğan'ın taksici Şükrü'den el feneri istediği, el fenerinin olmadığı öğrenmesi üzerine tek başına maktulü öldürdüğü yere gittiği ve döndüğünde cüzdanını bulunduğunu söylediği, taksici Şükrü'nün aracına Doğan, Faruk ve Bilal'in bindiği, Adana istikametine doğru gitmeye başladıkları, yolda iken sanık Doğan'ın tanık polis memuru Hulusi'yi cep telefonundan arayarak Ayhan'ı öldürdüğünü söylediği, Ceyhan İlçesi civarında iken sanık Bilal'in de kimseye bir şey anlatmaması koşulu ile ayrılmasına izin verdiği, Faruk'u bırakmadığı, Şanlıurfa İline geldiklerinde de Faruk'u serbest bıraktığı, Şükrü'nün de Doğan'ı Şanlıurfa'da bırakarak döndüğü, bilahare sanıklardan Mustafa'nın olayın ertesi günü jandarmaya giderek olayı anlattığı ve sanıkların yakalandığı, maktul Ayhan'ı öldürme eylemini sanık Doğan'ın maktulün kendisine küfür etmesi ve tokat atması sonucu hafif tahrik altında tek başına gerçekleştirdiği, olay yerinde bulunan Abdi, Bilal, Mustafa ve Faruk'un öldürme eyleminin icrasını kolaylaştıracak, teşvik edecek veyahut azmettirecek herhangi bir eylemlerinin bulunmadığı, sanıklardan Süphi, Mustafa, Hasan ve Şükrü'nün öldürme olayı sırasında olay yerinde bulunmadıkları gibi Süphi ve Mustafa'nın olay ile bağlantılarının bulunmadığı, Hasan'ın maktulün öldürüldüğü tarihten önce vefat etmiş olması nedeniyle olay yerinde bulunmasının imkansız olduğu, bu nedenle Süphi, Mustafa ve Hasan'ın sanık Doğan'ın gerçekleştirdiği öldürme fiilinin azmettiricisi, yardım ve teşvik edeni konumunda olmayacağı, her ne kadar sanık Doğan'ın sanık Mustafa'yı 'bu olaydan kimseye bahsetme yoksa seni öldürürüm' diyerek silahla tehdit ettiğinden bahisle şartlı tehdit suçundan cezalandırılması talep edilmiş ise de sanık Doğan'ın aksi kanıtlanamayan ve diğer sanıkların da teyit edici beyanlarına göre sanık doğan'ın sadece olaydan kimseye bahsetmemelerini istediği, ayrıca sanık Doğan'ın taksi sürücüsü sanık Şükrü'yü silahla ölümle tehdit ettiğinden bahisle cezalandırılması talep edilmiş ise de, atılı suçu işlediğine dair cezalandırılmasına yeterli, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil elde edilmediği, sanık Şükrü'nün suç faillerini ve delillerini saklama suçunu işlediğine dair öldürme olayını duymadığına ilişkin aksi kanıtlanamayan savunması haricinde delil bulunmadığı, her ne kadar sanık Doğan son celselerde, önceki savunmalarından vazgeçerek maktulü öldürme eylemini Bilal Ç......ile Mustafa'nın gerçekleştirdiğini ve para karşılığı suçu üstlendiğini savunmuş ise de, atılı suçu tek başına işlediğine dair hakim huzurundaki ikrarları, diğer sanıkların bunu doğrulayan beyanları, Mustafa'nın maktulü öldürme sebebinin bulunmaması gibi maktulün yakın arkadaşı olması ve ayrıca Bülen (Bilal)'in kız arkadaşı Mürvet ile maktul Ayhan'ın dostu Meral arasındaki sürtüşmeden dolayı bu olayın meydana gelmesi nedeniyle olayın müsebbibinin Bülen (Bilal) olduğunu düşünmesi nedeniyle kendisinin boğuşma sırasında maktulü kazaen vurduğuna ilişkin savunmasını desteklemeyen ve ikinci kez yerde yatan maktule ateş ettiğini söyleyen bu sanıkların olayı gerçekleştirdiğini idda ettiği düşünülerek sanık Doğan'ın azmettirme, yardım ya da teşvik olmaksızın eylemi tek başına gerçekleştirdiği düşünülmüştür.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin bozma ilamında Süphi, Abdi, Faruk, Mustafa, Bilal ve Mustafa'nın en lehe kabul ve yorumla suça yardım eden sıfatıyla katıldıkları kabul edilerek cezalandırılmalarının gerektiği belirtilmiş ise de; mahkememize bu görüşe katılmak mümkün görülmemiştir. Çünkü yukarıda da ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere sanıklardan Mustafa ve Faruk maktulün en yakın arkadaşlarıdır. Olay öncesi ve olay yerine gelinceye kadar maktul sürekli olarak Mustafa ve Faruk ile aynı arabada olup, Abdi ile birlikte yalnız olduğu zamanda da Faruk ve Mustafa ile telefon aracılığı ile sürekli irtibat halindedir. Tüm sanıkların aşamalarda da değişmeyen tüm ifadelerine göre Mustafa maktulün öldürülmesi sırasında olay yerinde yoktur. Olay yerine Bilal, Faruk ve Doğan ile birlikte geldiklerinde Mustafa arabayı park ettiği sırada kendisine gelen telefon üzerine geride kalmış, diğerleri maktul ile Abdi S...'nin bulunduğu ormanlık alandaki G...Restoranın üst tarafındaki piknik alanın bulunduğu, tepelik kısma çakmışlardır. Maktulün kız arkadaş Meral'in işten çıkarılmasına Bilal ve Süphi'nin sebep olduğu kabul edilerek maktul ile Bilal ve Süphi arasında husumet oluştuğu kabul edilse bile Süphi ve Bilal'in maktul Ayhan'ı öldürmek için sanık Doğan'ı azmettirdiklerine dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Azmettirme ile ilgili olarak sanıklar ya da tanıklar hiçbir aşamada bu şekilde bir beyanda bulunmadıkları gibi sanık Doğan'ın sonradan değiştirdiği (mahkememizce itibar edilmeyen) ifadesinde bile sanık Süphi'nin kendisini azmettirdiğine dair bir beyanda bulunmamış, sadece olayın Bilal'in kız arkadaşı Mürvet ile maktulün kız arkadaşı Meral'in sürtüşmesi sonucunda bu noktaya geldiğini düşünerek, bir anlamda bu olayın meydana gelmesine Bilal'in sebebiyet verdiğini düşünerek maktulü bilal'in öldürdüğü şeklinde bir savunma değişikliği yapmıştır. Sanık Abdi ile ilgili olarak tüm aşamalarda tüm sanıklar Doğan'ın maktulü vurması üzerine 'ne yaptın, biraz dövüp ders verecektik' tarzında tepkide bulunduğunu beyan etmişlerdir. Hatta sanık Doğan mahkememize hitaben yazdığı ve öldürme olayını Bilal ile Mustafa'nın gerçekleştirdiğini iddia ettiği dilekçesinde dahi Bilal ile Mustafa'nın maktul Ayhan'ı dövdükleri sırada Abdi'nin 'yapmayın' diyerek dövme olayına engellemeye çalıştığını beyan etmektedir.
Ayrıca sanık Mustafa Bilal'in kardeşi olması dışında olayda methali bulunmamaktadır. Bilal haricindeki tüm sanıklar Mustafa 'yı tanımadıklarını ve onun olay mahallinde bulunmadığını beyan etmektedirler. Sanık Mustafa'da olay tarihinde kendisinin Kilis-Gaziantep arasındaki şantiyede çalışmakta olduğunu savunduğu ve bu savunmalarının da aksi kanıtlanamadığına göre Mustafa'nın beraatına karar vermek gerekmiştir.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi olayda maktulün sanığa yönelik herhangi bir haksız hareketinin bulunmadığı görüşünde ise de; sanıklar Doğan, Faruk, Abdi, Bilal ve Mustafa'nın aksi kanıtlanamayan savunmalarına göre, maktul Ayhan'ın kız arkadaşı Meral'in işten çıkartılması sebebiyle Süphi ve Bilal'e Doğan'ın yanında iken küfür ettiği, Doğan'ın bu durumu Abdi ve Bilal'e anlattığı, bu olayın açıklığa kavuşması, Ayhan ile Doğan'ın yüzleştirilmesi amacıyla olay mahalline gelindiğinde Ayhan'ın Süphi ve Bilal'e küfür ettiğini kabul etmemesi nedeniyle doğan ve maktul arasında ağız münakaşası olduğu ve maktulün 'sen bizim aramızı açmak mı istiyorsun' diyerek Doğan'a küfür edip tokat atması üzerine, Doğan'ın aniden silahını çekip maktul Ayhan'ı vurduğu sabittir. Olayın aniden gelişmesi ve sanık Doğan belindeki tabancayı çekip Ayhan'ı vurması eylemini diğer sanıkların önceden öngörmesi ve sanık Doğan'ı engellemelerinin bu sanıklardan beklenmeyeceği, kaldı ki sanık Doğan'a önce Ayhan tabanca ile vurmuş olması ve halen elinde tabanca bulunması nedeniyle diğer sanıkların bu duruma müdahale etmelerinin hayatın olağan akışına ters olduğu, bu nedenle de sanık Doğan lehine haksız tahrik hükümlerinin uygulanması ve diğer sanıkların da adam öldürmeye iştirak suçlarından beraatlerine karar verilerek önceki hükümde direnilmesine karar vermek gerekmiştir" gerekçesiyle ilk hükümde direnmiştir.
Sanık Doğan'ın hakkında kasten öldürme suçundan verilen ceza yönünden re'sen temyize tabi olan hükmün katılan vekili tarafından da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C.Başsavcılığının sanıklar Süphi ve Mustafa hakkında "onama", diğer sanıklar hakkındaki hükümler açısından ise "bozma" istekli 21.02.2011 gün ve 33773 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
CEZA GENEL KURULU KARARI
Maktul Ayhan'ı 13.01.2005 tarihinde kasten öldürme suçundan sanık Doğan'ın lehe olduğu kabul edilen 5237 sayılı TCY'nın 81,29,62 ve 53. maddeleri uyarınca 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına diğer sanıklar Faruk, Mustafa, Abdi, Selçuk, Bilal, Mustafa ve Süphi'nin ise beraatlerine karar verilen somut olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1-) Sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasında isabet bulunup bulunmadığının,
2-) Sanıklar Faruk, Süphi, Abdi, Bilal, Mustafa ve Mustafa'nın kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılıp katılmadıklarının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
13.01.2005 tarihinde Mersin İli Gözne Yolunda Gönül isimli restoranın yakınlarındaki ormanlık alanda ölü olarak bulunan maktulün başında iki adet ateşli silah yarasının tespit edildiği, mermilerden birinin alnın solundan girip kafa sol arka yan kısmından çıktığı ve 35-40 cm. mesafeden yapılmış atış sonucu gerçekleştirilebileceği, diğer atışın ise ağız içerisinden yapılmış olduğu ve bu atışa ait bir adet mermi çekirdeğinin kafa içerisinden otopsi sırasında çıkarıldığı, maktulün sol göz etrafında ve burun sırtında solda 1x2 cm. ebatlarında ekimozun, sağ diz üstünde 1 cm., sol bacak ön tarafta aynı hat üzerinde 1x0,5 cm. ile 1,5x3 cm. ebatlarında değişen 5 adet taze sıyrığın yer aldığı, olay yerinden elde edilen 7.65 mm çapındaki iki adet boş kovanın aynı silahtan atıldıkları, maktulün kanında %156 mgr. Alkol bulunduğu,
Mersin Emniyet Müdürlüğü'nde görevli Polis memuru Hulusi tarafından düzenlenen 13.01.2005 tarihli rapora göre; suç işlemeye meyilli bir kişi olarak bilinen sanık Doğan isimli şahsın gece 01.53 ve 01.59 sıralarında kendisini cep telefonundan arayarak "ben Ayhan'ı öldürdüm, sizinle görüşebilir miyim, kafam çok iyi gelip size teslim olacağım" dediği,
Adana Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi'nin 14.12.2005 gün ve 13775 sayılı raporuna göre; sanık Doğan'ın cezai ehliyetinin tam olduğu,
Tüm dosya içeriğindeki delillerden; sanıklardan Mustafa'nın cezaevinde iken tanıştığı maktul ile tahliye edildikten sonra da arkadaş olduğu ve aynı evi paylaştıkları, sanık Faruk'un da maktulün arkadaşı olduğu, olay günü hep birlikte gitmiş oldukları Bitlis İlinden yine birlikte aynı araçla Mersin İline döndükleri, sanıklar Faruk ve Mustafa'nın maktül Ayhan'ı birlikte yaşadığı ve bir gazinoda şarkıcı olarak çalışmakta olan tanık Meral'in evine bıraktıkları, bundan bir süre önce Meral'in aynı gazinoda çalışmakta olan Mürvet isimli bir bayanla aralarında anlaşmazlık çıktığı, Mürvet isimli bayının bu durumu arkadaşı sanık Bilal'e anlatması üzerine sanıklar Bilal ve Süphi'nin gazino sahibi tanık Veli'ye baskı yapması sonucu Meral işten çıkarıldığı, olay gecesi Meral'in evine gittiğinde bu durumu öğrenen ve aşırı derecede alkollü olan maktulün sanık Süphi'ye telefon ederek sanıklar Süphi ve Bilal'e yönelik tehdit ve hareket içeren sözler sarf ettiği, ardından telefonla irtibat kurduğu sanık Mustafa'nın araba ile gelerek maktulü Meral'in evinden aldığı, birlikte o sarıda sanık Doğan'ın evinde olan sanık Faruk'u aldıkları, bu sırada birbiriyle tanışmakta olan sanık Doğan ile maktulün bir süre konuştukları, maktulün sanıklar Bilal ve Süphi'ye ilişkin küfür ve tehdit içeren sözleri sanık Doğan'ın yanında da söylemeye devam ettiği, sanık Doğan'ın bu sözleri sanıklar Abdi ve Bilal ilettiği, maktulün gazino sahibi tanık Veli'ye telefon ederek Meral'in neden işten çıkarıldığını sorduğu ve gazinoya gitmek üzere yola çıktıkları, bu sırada sanık Süphi'nin kardeşi olup aynı zamanda maktulü de tanıyan sanık Abdi'nin maktule telefon ederek buluşmak istediği, sanık Abdi'nin sanıklar Doğan ve Bilal ile birlikte gelerek araçla yol kenarında beklemekte olan maktul ve sanıklar Mustafa ile Faruk'un yanına geldiği, sanık Abdi'nin maktulün aracına bindiği, sanıklar Mustafa ile Faruk'un da sanıklar Bilal ile Doğan'ın bulunduğu araca geçtikleri, sanık Abdi ile maktulün kullandığı araç ile Gözne Yolu olarak isimlendirilen mevkideki ormanlık alana gittikleri ve konuşmaya başladıkları, bir süre sonra buraya diğer sanıklar Mustafa, Faruk, Doğan ve Bilal'in de geldiği, burada sanık Doğan'ın maktulü sanıklar Süphi ve Bilal'e yönelik sözleri nedeniyle dövmeye başladığı, maktulün bunun üzerine sanık Doğan'a bugüne kadar kendisine maddi yardımda bulunduğuna ilişkin sözler söyleyerek sövdüğü, sanıklar Abdi ve Bilal'in birlikte işlettikleri kahvehanede çalışan sanık Doğan'ın ruhsatsız tabancasıyla otopsi raporuna göre 35-40 cm. mesafeden maktulün başına ateş ettiği, bununla da yetinmeyerek maktulün ağzının içinde bir el daha ateş ederek maktulün ölümüne neden olduğu, olay sırasında sanıklar Mustafa ve Faruk'un sanık Doğan'ın saldırgan davranışları nedeniyle maktulün öldürülmesine engel olamadıkları, olaydan sonra sanık Doğan'ın sanık Mustafa'yı olayı kimseye anlatmaması konusunda tehdit ederek gitmesine izin verdiği, sanıklar Abdi, Bilal ve doğan'ın bir araya gelerek yaptıkları durum değerlendirmesi sonucu verdikleri karar gereği hakkındaki beraat hükmü kesinleşen Şükrü'nün kullanmakta olduğu ticari taksi ile sanıklar Doğan, Bilal ve Faruk'un Adana istikametine doğru yola çıktıkları, sanık Bilal'in Ceyhan İlçesinde araçtan indiği, sanık Doğan'ın sanık Faruk Şimşek'in gitmesine izin vermediği, sanık Doğan'ın yolda telefonla Mersin Emniyet Müdürlüğü'nde çalışmakta olan polis memuru tanık Hulusi G....'yi arayarak maktulü öldürdüğünü ve gelip teslim olacağını söylediği, sanıkların ticari taksi ile Şanlıurfa'ya gittikleri, burada bir süre saklandıktan sonra bir yolunu bulan sanık Faruk sanık Doğan'nın yanından ayrılarak Mersin İline döndüğü ve kolluğa gelerek teslim olduğu, sanık Doğan'ın da olaydan uzun bir süre sonra 21.04.2005 günü Mersin'e gelmekte olduğu sırada otobüste kolluk görevlilerince yakalandığı, sanıklar Süphi ve Mustafa'nın olay yerinde olduklarına ve maktulün öldürülmesi suçuna katıldıklarına ilişkin bir kanıtın bulunmadığı,
Anlaşılmaktadır.
Haksız tahrik 765 sayılı TCY'nın 51 ve 5237 sayılı TCY'nın 29. maddelerinde ceza sorumluluğunu azaltan neden olarak düzenlenmiştir. Her iki düzenleme arasındaki fark, 765 sayılı TCY'da tahrikin hafif ve ağır olmak üzere iki şeklinin öngrülmesi, 5237 sayılı TCY'da ise bu ayrımın kaldırılmış olmasıdır. Her iki düzenlemenin ortak yanı ise, suçun, haksız bir eylemin doğurduğu öfke veya elemin etkisi altında kalınarak işlenmesi halinde, failin cezasından tahrik nedeniyle indirim yapılmasıdır.
Haksız tahrik, failin haksız bir fiilin yarattığı hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında hareket ederek bir suç işlemesini ifade eder ki, bu durumda fail suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin ruhsal yapısında yarattığı karışıklığın sonucu olarak suç işlemeye yönelmektedir.
Yerleşmiş yargısal kararlarda kabul edildiği üzere, gerek fail gerekse, maktulün karşılıklı haksız davranışlarda bulunması halinde, tahrik uygulamasında kural olarak, haksız bir eylem ile maktulü tahrik eden fail, karşılaştığı tepkiden dolayı tahrik altında kaldığını ileri süremez. Ancak maruz kaldığı tepki, kendi gerçekleştirdiği eylemle karşılaştırıldığında aşırı bir hal almışsa, başka bir deyişle tepkide açık bir oransızlık varsa, bu tepkinin artık başlı başına haksız bir nitelik alması nedeniyle fail bakımından haksız tahrik oluşturduğu kabul edilmelidir.
Karşılıklı tahrik oluşturan eylemlerin varlığı halinde, fail ve maktulün tahrik oluşturan haksız davranışları birbirine oranla değerlendirilmeli, öncelik-sonralık durumları ile birbirlerine etki-tepki biçiminde gelişip gelişmedikleri göz önünde tutulmalı, ulaştıkları boyutlar, vahemet düzeyleri, etkileri ve dereceleri gibi hususlar dikkate alınmalı, buna göre; etki-tepki arasında denge bulunup bulunmadığı gözetilerek, failin başlangıçtaki haksız davranışına gösterilen tepkide aşırılık ve açık bir oransızlık saptanması halinde, failin haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılması yoluna gidilmelidir.
Yardım etme, suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı TCY'nın 65. maddesinde;
"I – Suç işlemeğe teşvik veya suçu irtikap kararını takviye ederek yahut fiil işledikten sonra muzaharet ve muavenette bulunacağını vadeyleyerek,
II   – Suçun ne suretle işleneceğine mütaallik talimat vererek yahut fiilin işlenmesine yarayacak işe veya vasıtaları tedarik ederek,
III   – Suç işlenmeden evvel veya işlendiği sırada müzaharet ve muavenetle icrasını kolaylaştırarak suça iştirak eden şahıs, işlenmiş fiile mahsus olan ceza ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası ise yirmi yıldan, müebbet ağır hapis cezası ise on altı yıldan aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Sair hallerde kanunen muayyen olan cezanın yarısı indirilir.
Bu maddede yazılı fiillerden birini işleyen kimsenin iştiraki inzimam etmeksizin fiilin irtikabı mümkün olmayacağı sabit olan hallerde o kimse yukarıda gösterilen tenzilattan istifade edemez" şeklinde düzenlenmiştir.
01 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Yasasında suça iştirakte, faillik ve şeriklik ayrımı öngörülmüş, azmettirme ve yardım etme şeriklik kavramı içinde değerlendirilmiştir.
"Yardım etme" 5237 sayılı 39. maddesinde; "(I) Suçun işlenmesine yardım eden kişiye, işlenen suçun ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirmesi halinde, on beş yıldan yirmi yıla; müebbet hapis cezasını gerektirmesi halinde, on yıldan on beş yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hallerde cezanın yarısı indirilir. Ancak, bu durumda verilecek ceza sekiz yılı geçmez.
(2) Aşağıdaki hallerde kişi işlenen suçtan dolayı yardım eden sıfatıyla sorumlu olur:
a)   Suç işlemeye teşvik etmek veya suç işleme kararını kuvvetlendirmek veya fiilin işlenmesinden sonra yardımda bulunacağını vaat etmek.
b)   Suçun nasıl işleneceği hususunda yol göstermek veya fiilin işlenmesinde kullanılan araçları sağlamak.
c)   Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak" şeklinde, "Bağlılık kuralı" da Yasanın 40. maddesinde; "(1) Suça iştirak için kasten ve hukuka aykırı işlenmiş bir fiilin varlığı yeterlidir. Suçun işlenişine iştirak eden her kişi, diğerinin cezalandırılmasını önleyen kişisel  nedenler  göz  önünde  bulundurmaksızın  kendi  kusurlu  fiiline  göre cezalandırılır.
(2)   Özgü suçlarda, ancak özel faillik niteliğini taşıyan kişi fail olabilir. Bu suçların işlenişine iştirak eden diğer kişiler ise azmettiren veya yardım eden olarak sorumlu tutulur.
(3)   Suça iştirakten dolayı sorumlu tutulabilmek için ilgili suçun en azından teşebbüs aşamasına varmış olması gerekir" biçiminde düzenlenmiştir.
Suçun icrasına iştirak etmekle birlikte, işlenişine bulunduğu katkının niteliği gereği yasal tanımdaki fiili gerçekleştirmeyen diğer suç ortaklarına "şerik" denilmekte olup, 5237 sayılı TCY'nda şeriklik, azmettirme ve yardım etme olarak iki farklı şekilde düzenlenmiştir. Buna göre, yasal tanımdaki fiili gerçekleştirmeyen veya özel faillik vasfını taşımadığı için fail olmayan bir suç ortağı, gerçekleşen fiilden Yasanın 40. maddesinde düzenlenen bağlılık kuralı uyarınca sorumlu olmaktadır.
TCY'nin 39/2. maddesindeki düzenlemeye göre, yardım etme; maddi yardım ve manevi yardım olarak ikiye ayrılmaktadır.
1-   Maddi yardım: bir suçun işlenmesine maddi yardımda bulunma çok çeşitli şekillerde ortaya çıkmakla birlikte maddede;
a- Suçun işlenmesinde kullanılan araçları temin etmek,
b- Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında maddi yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak olarak sayılmıştır.
2-   Manevi yardım ise:
a)   Suç işlemeye teşvik etmek,
b)   Suç işleme kararını kuvvetlendirmek,
c)   Suçun işlenmesinden sonra yardımda bulunmayı vaad etmek,
d)   Suçun nasıl işleneceği konusunda yol göstermek, şeklinde belirtilmiştir.
Diğer taraftan, ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan "in dubio pro reo" yani "kuşkudan sanık yararlanır" kuralı uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Gerçekleşme şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti, yargılama sürecinde toplanan kanıtların bir kısmına dayanılarak ve diğer bir kısmı göz ardı edilerek ulaşılan ihtimali kanıya değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir. O halde ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir keskinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilmesinin tek yolu budur.
Yapılan bu açıklamalardan sonra uyuşmazlık konularının çözümlenebilmesi için aşağıdaki şekilde ayrı ayrı ele alınması gerekmektedir.
1-   Sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasının gerekip gerekmediği:
Sanıklar Abdi ve Bilal işlettiği kahvehanede çalışan sanık Doğan'ın olaydan önce maktulün Süphi ve Bilal'e yönelik söylediği sözler nedeniyle maktul Ayhan'ı öldürmeye karar verdiğinin anlaşılması karşısında, öldürme kararının verilmesine kadar geçen zamanda maktulün sanık Doğan'a yönelik tahrik oluşturabilecek herhangi bir haksız davranışının bulunmadığının kabulü gerekmektedir. Maktulün sanıklar Süphi ve Bilal'e yönelik sözlerinin ise sanık Doğan açısından haksız tahrik oluşturmayacağı açıktır.
Kaldı ki, Gözne Yolu Mevkiindeki ormanlık alanda sanık Doğan'ın maktulü dövmeye başlaması üzerine maktulün de karşılık olarak sanık Doğan'a bugüne kadar maddi yardımda bulunduğuna ilişkin sözler söyleyerek sövdüğü, sanık Doğan'ın da bundan sonra biri ağzının içinden olmak üzere başına iki el ateş ederek maktulü kasten öldürdüğü düşünüldüğünde, böyle bir kabule bile maktulü dövmesi nedeniyle ilk haksız hareketin sanık Doğan tarafından gerçekleştirildiği ortadadır.
Bu nedenle, yerel mahkeme hükmünde sanık Doğan hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması suretiyle eksik ceza tayin edilmesi isabetli değildir.
Bununla birlikte, yerel mahkemece sanık hakkında lehe yasa değerlendirmesi haksız tahrik hükümleri göz önüne alınarak yapıldığından, ortaya çakan bu yeni durum nedeniyle lehe olan yasanın yeniden belirlenmesinde de zorunluluk bulunmaktadır.
Sanık Doğan hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurul Üyesi; "sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasında dosya içeriğine göre bir isabetsizlik olmadığından yerel mahkeme hükmünün onanması gerektiği" düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
2-   Sanıklar Faruk ve Mustafa'nın maktulün kasten öldürülmesi suçuna
yardım eden olarak katılıp katılmadıkları:
Sanıklar Faruk ve Mustafa'nın maktulün öldürülmesinden önce ve sonraki bazı davranışları maktulün öldürülmesi eylemine yardım eden olarak katıldıkları yolunda bir kanaat doğmasına neden olmakta ise de; maktul ile samimi arkadaş olmaları, olay günü birlikte Bitlis İlinden Mersin İline aynı araç içinde gelmeleri, sanık Mustafa'nın maktulün şöförlüğünü yapması, aralarında maktulün öldürülmesini istemelerini gerektirecek bir nedenin bulunmaması, olay öncesinde diğer sanıkların yer aldığı gruba karşı maktul ile birlikte hareket etmiş olmaları, olay sırasında ve sonrasında sanık Doğan'ın etrafa ve bu sanıklara yönelik saldırgan davranışları gibi hususlar dosya içeriği ile birlikte değerlendirildiğinde, sanıklar Faruk ve Mustafa'nın maktulün kasten öldürülmesi olayına yardım eden olarak katıldıkları kuşku boyutunda kalmakta ve sübuta ermemektedir.
Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmü sanıklar Faruk ve Mustafa hakkında verilen beraat kararı yönünden isabetlidir.
Sanıklar Faruk ve Mustafa hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurulu Üyesi; "sanıkların olay öncesinde, olay sırasında ve olay sonrasında davranışları göz önüne alındığında kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katıldıkları sabit olduğundan yerel mahkeme hükmünün bu sanıklar yönünden bozulması gerektiği" düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
3-   Sanıklar Süphi'nin kasten öldürme suçuna azmettiren ya da yardım eden, sanık Mustafa'nın ise yardım eden olarak katılıp katılmadığı: Sanık Abdi'nin ağabeyi olan sanık Süphi'nin maktulün bayan arkadaşı Meral'in şarkıcı olarak çalıştığı gazinodaki işinden, gazinonun sahibine baskı yapmak suretiyle atılmasına neden olduğu, maktulün de bayan arkadaşının işten çıkarılmasının sorumlusu
olarak gördüğü sanık Süphi'ye olay öncesinde hakaret ettiği anlaşılmakta ise de, bu sanığın maktulün öldürülmesi konusunda diğer sanıkların azmettirdiği ya da kasten öldürme suçuna yardım ettiğine dair cezalandırılmasına yeterli kanıt bulunmayın bu husus kuşku boyutunda kaldığından, sanık Bilal'in kardeşi olan sanık Mustafa'nın ise öldürme suçuna yardım ettiğine dair savunmalarının aksini kabule elverişli hiçbir kanıt elde edilemediğinden yerel mahkemece anılan sanıklar hakkında beraat kararı verilmesi isabetlidir.
4-   Sanıklar Abdi ve Bilal'in kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılıp katılmadıklarına ilişkin uyuşmazlığın değerlendirilmesine gelince;
Sanıklar Abdi ve Bilal'in, sanık Doğan'ı maktulü öldürmesi konusunda azmettirdikleri yolunda yeterli kanıt bulunmamakta ise de, birlikte işlettikleri hahvehanede çalışan sanık Doğan'ın, olay öncesinde Abdi'nin ağabeyi Süphi ile Bilal'e yönelik sözleri nedeniyle maktulü öldürmeye karar verdiği, hatta maktulün sözlerini bu kişilere ilettiği, sanıklar Abdi ile Bilal'in de maktülü öldürmeye karar veren sanık Doğan'ın öldürme kakarını takviye ettikleri anlaşıldığından, eylemlerinin her iki TCY kapsamında da kasten öldürmeye yardım etme suçunu oluşturduğunun kabulü gerekmektedir. Bu nedenle sanıklar Abdi ve Bilal'in kasten öldürmeye yardım etme suçundan lehe yasa değerlendirmesi de yapılarak cezalandırılmalarına karar verilmesi gerekirken, yerel mahkemece beraatlerine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Sanıklar Abdi ve Bilal hakkındaki çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Ceza Genel Kurul Üyesi; "sanıkların maktulün kasten öldürülmesi suçuna yardım ettikleri hususu dosya içeriği karşısında kuşkulu olduğundan yerel mahkeme hükmünün bu sanıklar yönünden onanması gerektiği" düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
Sonuç olarak:
Sanıklar Faruk, Mustafa, Süphi ve Mustafa hakkında verilen beraat kararları isabetli bulunduğundan yerel mahkeme direnme hükmünün bu sanıklara ilişkin olarak onanmasına sanık Doğan hakkındaki hükmün haksız tahrik indirimi yapılması, sanıklar Abdi ve Bilal hakkındaki hükümlerin ise kasten öldürme suçuna yardım eden olarak katılmalarına karşın beraatlerine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
Sanık doğan hakkındaki hükmün Ceza Genel Kurulu'nca bozulmasına karar verilmiş olması karşısında, 22.04.2005 tarihinden bu yana tutuklu olan sanığın tutukluluk durumunun 5271 sayılı CYY'nın 102/2. maddesi uyarınca değerlendirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
5271 sayılı CYY'nın "Tutuklulukta geçecek süre" başlıklı 102. maddesi;
"(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerçekleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.
(2)   Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçmez.
(3)   Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir" şeklinde olup, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlar bakımından maddede yazılı süreler 5320 sayılı Yasanın 5739 sayılı Yasa ile değiştirilen 12. maddesi uyarınca 31.12.2010 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Maddedeki düzenlemeye göre; ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen suçlarda tutukluluk süresi bir yılı, zorunluluk halindeki uzatmalar ile birlikte en çok bir yıl altı ay, Ağır Ceza Mahkemesi'nin görev alanına giren suçlar bakımından iki yılı, zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte ise en çok beş yılı geçmeyecektir. 5271 sayılı CYY'nın 252/2. maddesi uyarınca, aynı yasanın 250/1-c maddesinde sayılan suçlar bakımından tutukluluk süreleri iki kat olarak uygulanacağından, bu suçlarda tutukluluk süresi zorunlu hallerdeki uzatmalar ile birlikte on yıldan fazla olamayacaktır.
Ancak anılan maddede belirtilen tutukluluk sürelerinin hesabında yerel mahkeme tarafından hüküm verilinceye kadar geçen süre dikkate alınmalı, buna karşın yerel mahkeme tarafından hükmün verilmesinden sonra tutuklu sanığın hükmen tutuklu hale gelmesi nedeniyle temyizde geçen süre hesaba katılmamalıdır. Zira, hakkında mahkumiyet hükmü kurulmakla sanığın altılı suçu işlediği yerel mahkeme tarafından sabit görülmekte ve bu aşamadan sonra tutukluluğun dayanağı mahkumiyet hükmü olmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de AİHS'nin 5.maddesinin uygulamasına ilişkin olarak verdiği kararlarda tutuklulukla ilgili makul sürenin hesabında, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonra geçen süreyi dikkate almamaktadır.
Somut olayda, 22.04.2005 tarihinde tutuklanan sanık Doğan'ın Ceza Genel Kurulu'ndaki inceleme tarihi itibarıyla CYY'nın 102/2. maddesinde belirtilen beş yıllık tutukluluk süresinin dolduğu ve bu nedenle tahliyesine karar verilmesi gerektiği ileri sürülebilecek ise de, yerel mahkemenin hüküm tarihi olan 22.03.2010 tarihinde henüz beş yıllık sürenin dolmamış bulunması ve temyiz aşamasında geçen sürenin maddede yazılı azami tutukluluk süresinin hesabında dikkate alınmayacak olması nedeniyle, yasal olarak tahliyesine karar verme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Bu itibarla, hakkındaki hükmün aleyhe bozulmuş olması da göz önüne alındığında sanık Doğan'ın tutukluluk halinin devamına karar verilmelidir.

Tutukluluğun devamına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi H. Y. Aktan; "Koruma tedbirlerinden tutuklamanın süresi Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) 102. maddesinde düzenlenmiştir. Madde 'Tutuklulukta geçecek süre' başlığını taşımaktadır. Ağır Cezalık suçlara ilişkin süre, maddenin ikinci fıkrasında 'Ağır Ceza Mahkemesi'nin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçmez.' Şeklindedir.
Koruma tedbiri olması göz önüne alındığında tutuklamanın ancak şüpheli/ sanık statüsüyle ilgili olduğu açıktır. CMK'nın 2. maddesinin 1. fıkrası; "a) şüpheli soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişiyi, b) Sanık: Kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişiyi' tanımlamaktadır.
Anılan normatif düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde tutuklama ve buna ilişkin uzatma sürelerinin içine ilk derece mahkemesi ile Yargıtay'da geçecek sürelerin dahil olduğu tartışmasızdır. Düzenlemeden de görüleceği üzere ana süre iki yıl, uzatma süresi ise üç yıldır. Tutukluluk süresi denildiğinde münhasıran ana süre anlaşılmalıdır. Maddenin yazımından çıkan budur. Öte yandan uzatma süresine ayrıca 'zorunlu hallerde' denilmek suretiyle ilave koşul getirilmiştir. Bu nedenle de 'uzatma süresi' daha sıkı koşullara bağlanmıştır. Muhakeme hukukunda kıyas olanaklı ise de özgürlükler bakımından bu kuralın sınırı vardır. Sınırlayıcı ve istisnai hükümlerde kıyas yasak olduğu gibi koruma tedbirlerinin kanuniliği ilkesi nedeniyle de kıyas olanaksızdır. (Yener Ünver-Hakan Hakeri: Ceza Muhakemesi Hukuku, 4. Baskı, Ankara, 2011, S. 26 vd.) Uzatma süresi yönünden ağırlaştırıcı kuralların konulmuş olması karşısında, bu nedenle, tutukluluk süresi dolduktan sonra verilecek uzatma kararlarında 'gösterilecek gerekçe ilk tutuklama kararından daha kuvvetli suç şüphesi-işleme şüphesi bulunduğunun ortaya konması gerekir' (Ayşe Nuhoğlu: 'Koruma Tedbiri Olarak Tutuklama' Ceza Muhakemesi Kanununun 3 Yılı, Türk Ceza Hukuk Derneği Yayını, İstanbul, 2009, S.175-191)
Ağır Ceza Mahkemesinin görevine giren suçlardan toplam tutukluluk süresinin beş yıl kabul edilmesi halinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (Sözleşme) 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilmiş olacağı öğretide ifade edilmektedir. (Ör. Kunter/Yenisey/Nuhoğlu: Ceza Muhakemesi Hukuku, 16. Bası, İstanbul, 2008, S. 887; Ünver-Hakeri, age, S. 372 vd) Sözleşmeyi yorumlayan ve uygulayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 60 yıllık içtihadı Sözleşme ile bir bütün oluşturmakta ve W/İsviçre (1993) davasındaki 4 yıllık tutukluluk süresi istisnası dışında tutukluluklar bu sürenin altında kalsa dahi ihlal kararları verilmektedir. Dahası C.Demirel/Türkiye (2009) kararında Türkiye'nin normatif düzenlemesi de sözleşmeye aykırı bulunmuştur. AİHM'nin istisna kararları gözetildiğinde Türkiye'deki uzatma süresiyle birlikte toplam tutukluluk süresinin, istisnanın da üzerinde olduğu görülmektedir. (Rıza Türmen: 'Tutukluluk, AİHM ve 90. madde' Milleyet, 10 Ocak 2011)
Normatif düzenleme, uygulama ve AİHM'nin kararları birlikte gözetilerek öğretide 'Ağır Cezalık suçlardaki bu beş yıllık süre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5. maddesinde gösterilen makul süreyi aşar nitelikte gözükmektedir. Bu nedenle maddeyi maksada uygun şekilde yorumlamalı ve sürenin uzatma ile birlikte üç yılı geçemeyeceği anlamını maddeye vermeye çalışmalıdır' (Kunter/Yenisey/Nuhoğlu, age, s.887) değerlendirilmesi yapılmaktadır.
CMK'nın 2/1-a-b ve 102. maddelerin birlikte ele alınmasında iç hukukumuzda tutuklama ile süre getirilmiş olması ve bu sürenin kapsayıcı nitelikte bulunması karşısında da AİHS ve AİHM ictihadına göre düzenlemenin lehe olduğu kabul edilmelidir. Yeter ki AİHM içtihatlarındaki ölçütler gözetilsin!
AİHM'in anılan süreye, üst mahkemede geçecek süreyi dahil etmemesi tutukluluğun 4 yılı aşmasını makul gördüğü anlamına alınma yanlışlığına düşülmemelidir. İç hukuktaki düzenleme Yargıtay'da geçecek süreyi kapsadığı için, üst mahkemedeki süreyi kapsadığı için, üst mahkemedeki süreyi dahil etmeyen AİHM'in Wemhoff v. Almanya (1968) kararının örnek alınmasını ve uygulanmasını haklı kılmaz. Normatif düzenlemeye göre Yargıtay'da geçecek süre dahil olduğu için AİHM'in anılan kararı sürenin miktarına ilişkin de değildir. Dört yıllık süreyi ancak istisnai kararında kabul ederek ve sürekli olarak bu sürenin altındaki süreleri sözleşmeye aykırı gören kararlar ve özellikle kullanılan ölçütler dikkate alınmalıdır. Wemhoff v. Almanya kararına üstünlük verilmesi Anayasa'nın 90/son maddesine de aykırıdır. Bu arada hemen ifade edilmelidir ki somut olayda yerel mahkemedeki tutuklama süresi Wemhoff Kararına da aykırıdır. Çünkü ilk derece mahkemesinde geçmiş bulunan süre AİHM içtihadına göre de uzundur.
Öte yandan Anayasanın 90/son maddesinde, sözleşme hükümleri ile iç hukukun çatışmasında, sözleşmeye üstünlük tanınırken iç hukukun aleyhe olması hali dikkate alınmıştır. '90. maddedeki değişiklikte, değiştirme düşüncesinin arka planında temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaların iç hukukta yürürlüğe konuşmuş kanunlara nazaran daha lehe hükümler getirmiş olduğu ön kabulü yatmaktadır.' (H.Y.Aktan: 'Uluslar arası Sözleşmelerin Yargıtay Ceza Dairelerine Uygulanması' İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmelerin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması-Anayasa, md. 90/ son, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2004, S. 141-149) Gerçekten de Anayasa değişikliğinin genel gerekçe'sinde '....diğer yandan, dünyada gelişen yeni demokratik açılımlara uyum sağlanması ve bu açılıma uygun bir şekilde temel hak ve hürriyetlerin, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normal ile Avrupa birliği kriterleri seviyesine çıkarılması amacıyla kanunlarımızda düzenlemeler yapılması ihtiyacı temel yasamız olan Anayasa'da da değişiklikler yapma zorunluluğu doğurmuştur.' Denilmiş, 90. maddenin (son) fıkrasına ilişkin madde gerekçesinde ise 'insan Haklarına' ilişkin uluslar arası antlaşmalardan söz edilmiştir.
Düzenlemeye göre uluslar arası antlaşmaların hükümleri ile iç hukukun çatışması ve antlaşma hükmünün hele olması halinde iç hukuk kuralı uygulanamayacaktır. Hatta Anayasa'nın 90/son maddesindeki düzenleme, uluslar arası denetim organlarının kararlarının da göz önüne alınmasını gerektirir. (Mesut Gülmez: 'İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmenin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması' İnsan Hakları Uluslar arası Sözleşmelerin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması-içinde-s. 38-83)
Wemhoff v. Almanya (1968) kararı uluslar arası denetim organı olan AİHM tarafından verilmiş, ancak üst mahkemedeki süresini tutukluluk süresinden saymadığı ve CMK'nın 2 ve 102. maddeleriyle çalıştığı ve iç hukuk lehe olduğu için Anayasa'nın 90/son maddesine göre anılan karara üstünlük ve öncelik tanınamaz. Bir başka ifadeyle Wemhoff Kararı nitelik olarak insan haklarına, üst mahkemedeki süreyi dahil eden iç düzenlemeye göre daha geridedir. Yargıtay'da geçen süreyi dahil eden iç düzenleme, AİHM'in genel içtihadı ile birlikte düşünülmeli ve bu bağlamda dört yılı geçmemek üzere yorumlama yapılarak uygulama yapılmalıdır. Kaldı ki üst mahkemede geçecek sürenin sözleşmenin 6. maddesine göre ihlali beraberinde getireceği de unutulmamalıdır.
Çoğunluğun yorumlaması, 90/son maddenin, düzenlenme gerekçesine ve içeriğine aykırı düşmektedir. 'Çatışma halinde sözleşme uygulanmalıdır' kabul edilirse bir örnek verilmelidir: Bilindiği üzere TCK'nın 80. maddesi insan ticareti suçunu düzenlemekte ve fuhuş yaptırmak amaçlı insan ticaretini yaptırım altında almaktadır. Madde gerekçesi de bu konudaki 'Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi' ve 'Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol' hükümlerinin gereğinin yerine getirilmesi için düzenleme yapıldığına işaret etmektedir. Sözleşmeye Ek Protokol'ün 3/a maddesine göre fuhuşun yanı sıra cinsel istismar'ın da cezai yaptırıma alınması öngörülmektedir. İç hukuka (TCK. m. 80) nazaran Protokol'ün kapsamı (m. 3/a) daha geniştir. Sanık hakları bağlamında çatışma söz konusudur. Cinsel istismar amaçlı insan ticareti iç hukuk yönünden olanaksız olmakla birlikte çoğunluğun yorumlanmasına göre bu mümkün olarcaktır. Oysa Türk Ceza Kanununda (m. 80) cinsel istismar amaçlı insan ticareti düzenlenmesi bulunmadığı ve suçta ve cezada kanunilik ilkesi (TCK. m. 2; Ay. M. 38) gereği mevcut madde kapsamında ceza verilmeyecektir. Keza, muhakeme hukukunda kimi zaman AİHM tarafından dikkate alınan 'delil tartımı' uygulaması iç hukuktaki düzenlemeler (A. m. 38/7; CMK. M. 271) karşısında uygulama alanı bulamayacaktır.
Bu açıklamalar ışığında;
-   İç hukuktaki düzenlemenin lehe olduğu gözetilerek Yargıtay'da geçen tutukluluk süresi nazara alınmalı,
-   Bu süre nazara alınırken bu kez AİHM'in bu konudaki genel içtihadı göz önünde bulundurulmalı,
-   Farklı düşünüldüğünde dahi adil yargılanma hükmünün (sözleşme, m. 6) ihlal edilmiş olacağı unutulmamalıdır.
Çoğunluğun yorumlamasına/uygulamasına bu nedenlerle katılabilmek olanaksızdır. Kaldı ki çoğunluk Singh C. Re'publique Tche'que ve Kararını da göz ardı etmiştir. Bu kararla ilgili öğretide 'Mahkeme (AİHM), kişinin özgürlük hakkını öngören korumanın sadece kısa süre'de tutukluluğun düzenlenmesine ilişkin bir yargılamayı değil, aynı zamanda, iki dereceli yargılama sistemini benimsemiş ülkeler için, ilk derece mahkemesini olduğu kadar temyiz muhakemesini de kapsadığı belirtmektedir.' (Ünver-Hakeri, age, s.372-373; kararın Fransızcası için bknz: Deuxıeme Sectıon, Affaire Sıngh c. Republique Techeque, 60538/00, 25.4.2005, http:// cmiskp.echr.coe.int/tkp....) Hatta birden fazla suç için dava ve tutukluluk kararı mevcut olsa dahi süre buna göre uygulanmaktadır. (Bknz. Baltacı/Türkiye, başvuru no: 495/02, 18.7.2006; solmaz/Türkiye, başvuru no: 27561/02, Sinan Tumlukolçu: 'Tahliyeler Stresi Altında CMK'nin 102. Maddesi' Güncel Hukuk, Nisan 2011/4-88, s. 52/55)" düşüncesiyele,
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi A.K.
"A) Tartışmanın Konusu:
Tartışmanın konusunu, adam öldürme suçundan 22.4.2005 tarihinden beri tutuklu olan ve hakkındaki mahkumiyet hükmü bozulan sanık Doğan'ın, azami tutukluluk süresinin dolup dolmadığı ve buna bağlı olarak salıverilmesi gerekip gerekmediği oluşturmaktadır.
B)   Ceza Genel Kurulu Çoğunluğunun Benimsediği Görüş:
Çoğunluk tarafından, CMK'nın 102. maddesinde öngörülen azami tutukluluk süresine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları gereğince, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet kararından sonra geçecek sürenin dahil edilemeyeceği ve bunun sonucu olarak 5 yıllık azami tutukluluk süresi dolmadığı için sanık Doğan'ın salıverilmeyeceği kabul etmiştir.
C)   Konuyla İlgili Uluslar arası ve Ulusal Normlar:
1- İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS):
Madde 5- '1 Herkezin kişi özgürlüğüne ve güvenliğine hakkı vardır. Aşağıda belirtilen haller ve yasada belirlenen yollar dışında hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz.
a) Kişinin yetkili mahkeme tarafından mahkum edilmesi üzerine usulüne uygun olarak hapsedilmesi;
...c) Bir suç işlediği hakkında geçerli şüphe bulunan veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını doğuran makul nedenlerin bulunması dolayısıyla, bir kimsenin yetkili merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulu durumda bulundurulması;
....3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan veya tutulu durumda bulunan herkez hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir...'
Başlangıç bölümü: 'Aşağıda imzası bulunan Avrupa Konseyi üyesi hükümetler, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Tarafından 10 Aralık 1948'de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ni, bu Bildiri'nin, metninde açıklanan hakların her yerde ve etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamayı hedef aldığını, ....avrupa devletlerinin hükümetleri sıfatıyla, Evrensel Bildiri'de yer alan bazı hakların ortak güvenceye bağlanmasını sağlama yolunda ilk adımları atmayı kararlaştırarak, aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır:...'
Madde 53. 'Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Taraf'ın yasalarına ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşme'ye göre tanınabilecek insan haklarını ve temel özgürlükleri sınırlayamaz veya onlara aykırı düşecek şekilde yorumlanamaz.'
3-   Türkiye Cumhuriyeti Anayasası:
Madde 90/5- 'Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
Andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.'
4-   5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK):
Madde 2. '(1) bu kanunun uygulanmasında;
a)   Şüpheli: Soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişiyi,
b)   Sanık: Kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişiyi,
...e) Soruşturma: Kanuna göre yetkili mercilere suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi,
f) Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi, ...İfade eder.'
Madde 102- '(1) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerçekleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.
(2)   Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.
(3)   Bu maddede öngörülen uzatma kararı, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.'
Madde 104-'(1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir.
(2)   Şüpheli veya sanığın tutukluluk halinin devamına veya salıverilmesine hakim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir.
(3)   Dosya bölge adliye mahkemesine veya Yargıtaya geldiğinde salıverilme istemi hakkındaki karar, bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi veya Yargıtay Ceza Genel Kurulunca dosya üzerinde yapılacak incelemeden sonra verilir; bu karar re'sen de verilebilir.'
4-5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun (CGTİHK):
Madde 4- '(1) Mahkumiyet hükümleri kesinleşmedikçe infaz olunamaz'
D) Konuyla İlgili Normların Yorumu:
1- AİHS'nin başlangıç bölümü ve 53. maddesi hükümlerine göre;
a)   AİHS insan haklarını ve temel özgürlükleri asgari ölçüde koruyan bir sözleşmedir. Zamanla koruma sınırlarının genişletilmesi amaçlanmıştır.
b)   AİHS'ye taraf olan devletler, iç hukuklarında insan haklarını ve temel özgürlükleri daha fazla koruyacak düzenlemeler yapabilirler veya bu konuda
başka bir sözleşmeyi kabul edebilirler. AİHS'nin hiçbir hükmü, bu nitelikteki düzenlemelere aykırı düşecek şekilde yorumlanamaz. Başka bir anlatımla, AİHS'ye taraf olan devletlerin, iç hukuklarında veya kabul ettikleri başka bir sözleşmede yer alan insan haklarını ve temel özgürlükleri daha fazla koruyon hükümlerin, AİHS'ye aykırılığı ileri sürülemez.
2-   AİHS'nin 5. maddesine göre, tutuklu bulunan herkesin, makul bir süre içinde serbest bırakılmaya hakkı vardır. Tutukluluk, makul süreden fazla olamaz.
3-   Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AİHS'nin 5. maddesindeki tutuklulukta geçecek 'makul süre' kavramını yorumlarken, bu sürenin, ilk
derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünden sonraki aşamayı kapsamadığı kabul edilmiştir. Ancak, AİHS'nin başlangıç bölümü ile 53. maddesine göre, sözleşmeye taraf olan devletler kendi yasalarında sanığın özgürlügünü daha fazla koruyucu hükümlere yer verebilirler. Bu nitelikteki hükümlerin AİHS'ye aykırılığı ileri sürülemez.
4-   CMK'nın 2, 102 ve 104. maddeleri ile CGTihk'nın 4. maddesine göre;
a)   İddianamenin kabulünden, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evre, kovuşturma evresidir.
#575
T.C.
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
E:2010/6209
K:2011/1087
T:01.03.2011

4721 s. Yasa m. 5,178,179,202,225
743 s. Yasa m. 170
818 s. Yasa m. 66,125,132/1-2

Ayşe ile Ali aralarındaki tapu iptali, tescil ve katkı payı alacağı davasının reddine dair (Bafra İkinci Asliye Hukuk (Aile) Mahkemesi)'nden verilen 22.04.2010 gün ve 255/247 sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay'ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu ve temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı Ayşe vekili; dava dilekçesinde tarafların 03.09.1979 tarihinde evlendiklerini, vekil edeninin 1981 yılında Almanya'da çalışmaya başladığını, 1983 yılında ise, davalının yanına gittiğini ve çalışmaya başladığını, evlilik birliği içerisinde 1170 ada 66 parsel sayılı taşınmazın satın alındığını, tapu kaydının davalı üzerinde bulunduğunu, davacı ve davalının çalışmaları sonucu ortak katkıları ile arsa üzerinde 4 katlı bina yapıldığını, vekil edeninin taşınmaz üzerinde %50 oranında hakkı bulunduğunu, bu nedenle anılan parselin tapu kaydının 1/2 oranında iptali ile vekil edeni adına tapuya kayıt ve tesciline, bu olmadığı takdirde fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile 20.000 YTL'nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak vekil edenine verilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Ali vekili cevap dilekçesinde; tarafların 27.12.2005 tarihli mahkeme kararı ile boşandıklarını, hükmün temyiz edilmeyerek 10.03.2006 tarihinde kesinleştiğini, arsanın ortak alındığı ve üzerindeki binanın birlikte yapıldığı yönündeki davacı tarafın iddiasının doğru olmadığını, davacının ailesinin Samsun'da oturduğunu, bu nedenle davacının Bafra'da inşaat yapılmasını istemediğini, davacının alınan taşınmaza ve üzerine yapılan binaya hiçbir katkısının bulunmadığını, arsanın 1984 yılında satın alındığını, üzerindeki binanın inşaatının ise, 1994 yılında tamamlandığını, Borçlar Kanunu'nun 66. maddesi gereğince davanın zamanaşımına uğradığını ve zamanaşımı definde bulunduklarını belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, "...Türk Medeni Kanunu'nun 178. maddesindeki dava zamanaşımı suresinin geçtiğini, somut olayda 10 yıllık zamanaşımı süresini öngören Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinin uygulama olanağının bulunmadığını..." gerekçe göstermek suretiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından süresinde duruşmalı olarak temyiz edilmiştir.
Dava, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin 170. maddesi uyarınca mal ayrılığı rejimi döneminde edinilen taşınmaz ile bu taşınmaz üzerinde inşa edilen 4 katlı binaya yapılan katkı payı alacağı isteğine ilişkindir.
Mahkemece, 4721 sayılı TMK'nın 178. maddesinde öngörülen 1 yıllık zamanaşımı süresinin gerçekleştiği görüşünden hareketle davanın reddine karar verilmiş ise de, mahkemenin bu görüşüne katılma olanağı bulunmamaktadır. Taraflar 03.09.1979 tarihinde evlenmişler, eldeki davanın davalısı Ali tarafından 06.04.2005 tarihinde; Bafra Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan, Aile Mahkemesi sıfatıyla bakılan ve 10.03.2006 tarihinde kesinleşen 27.10.2005 gün ve 2005/138 Esas, 2005/577 Karar sayılı hükmü ile boşanmışlardır. Bu durum karşısında taraflar arasında evlenme tarihinden boşanma davasının açıldığı ve 4721 sayılı TMK'nın yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar 743 sayılı TMK'nın 170. maddesi uyarınca mal ayrılığı, başka bir mal rejimi seçmediklerinden 01.01.2002 tarihinden boşanma davasının açıldığı ve mal rejiminin sona erdiği 06.04.2005 tarihine kadar edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (TMK'nın 202, 225 ve 4722 sayılı Kanun'un 10/1 maddeleri).
Uyuşmazlık konusu 1170 ada 66 sayılı parsel mal ayrılığı rejiminin geçerliği olduğu dönemde 30.07.1984 tarihinde alınmış olup, davalı Ali adına tapuda kayıtlı bulunmaktadır. Üzerindeki 4 katlı binanın inşaatı ise, gerek cevap dilekçesine ve gerekse dosyadaki bilgi ve belgelere göre 1994 yılında tamamlanmıştır. Görüldüğü gibi arsanın alımı ve üzerindeki binanın yapımı, taraflar arasında mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde edinildiğinden ve yapıldığından, taraflar arasındaki uyuşmazlığın Borçlar Kanunu'nun genel hükümleri gereğince çözümlenmesi gerekmektedir. Mal ayrılığı rejimi döneminde edinilen mallar için Türk Medeni Kanunu'nda herhangi bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir. Ancak Türk Medeni Kanunu'nun 5. maddesinde; bu Kanun ve Borçlar Kanunu'nun genel nitelikli hükümleri, uygun düştüğü ölçüde tüm özel hukuk ilişkilerine uygulanır, denilmektedir. TMK'nın 179. maddesinde ise, mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır hükmüne yer verilmiştir. Şu halde TMK'nın 5. maddesi yoluyla, Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresinin somut olayda uygulanması gerektiğinin kabulü gerekir. Çünkü taşınmaz ve üzerindeki bina 01.01.2002 tarihinden önce edinilmiştir. Bu konuda bir uyuşmazlık da söz konusu değildir. Bu durum karşısında mahkemenin gerekçesine dayanak yaptığı TMK'nın 178. maddesi 01.01.2002 tarihinden sonra edinilen ve eşler arasında yasal mal rejimi dışında başka bir mal rejimi sözleşmesinin söz konusu olmadığı mallar hakkında uygulanır. Bu bakımdan mahkemenin bu yöne ilişkin gerekçesi hukuki yanılgıya dayalıdır. Öte yandan Borçlar Kanunu'nun 132/1-2 bendi uyarınca evlilik devam ettiği sürece karı-kocadan birinin, diğerinin zimmetinde olan alacakları hakkında zamanaşımı işlemez. Borçlar Kanunu'nun 66. maddesinin de somut olayda uygulama yeri bulunmamaktadır.
O halde mahkemece yapılacak iş; iddia ve savunma doğrultusunda taraf delillerinin toplanması, yukarıda yapılan açıklamaların gözönünde tutulması, ondan sonra toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, hukuki yanılgı sonucu zamanaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırıdır.
Davacı vekilinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile yerel mahkeme hükmünün açıklanan nedenlerle HUMK'nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin harcın istek halinde temyiz eden davacıya iadesine 01.03.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.



T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E:2010/8-231
K:2010/255
T:05.05.2010

Taraflar arasındaki "katkı payı alacağı" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Aydın Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 18.11.2008 gün ve 2006/1041 E.-2008/1165 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi'nin 26.05.2009 gün ve 2009/1873 E., 2009/2621 K. sayılı ilamı ile;
(...Davacı M.E.K. vekili, davalı adına kayıtlı 1463 ada 34 parseldeki 4 numaralı bağımsız bölümün alımındaki katkısı nedeniyle davalı eşinden katkı payı alacağı isteğinde bulunmuştur.
Davalı H.A. vekili, süresinde verdiği cevap dilekçesinde zamanaşımı defi'nde bulunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüyle 16.202 YTL'nin yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar 6.3.1987 tarihinde evlenmiş, 24.9.2002 tarihinde açılan dava sonucu boşanmalarına karar verilmiş, hüküm 30.6.2004 tarihinde kesinleşmiştir. Eşler arasında boşanma davasının açıldığı tarihte mal rejimi sona ermiştir. (TMK'nun 225/son)
Taraflar arasında evlilik tarihinden 1.1.2002 tarihine kadar mal ayrılığı (TKM. m. 170.), bir yıl içinde başka mal rejimini seçmediklerinden 24.9.2002 tarihine kadar ise edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. (4722 S. K. md. 10/1, 4721 S. TMK md.202/1.)
TMK'nun 178. maddesinde, "evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yıl geçmekle zamanaşımına uğrar." hükmüne yer verilmiştir. Somut olayda, boşanma kararı 30.6.2004 tarihinde kesinleşmiş görülmekte olan dava ise bir yıllık zamanaşımı süresi geçirildikten sonra 6.11.2006 tarihinde açılmıştır. Davalı vekili süresinde sunduğu cevap dilekçesinde zamanaşımı definde bulunmuştur. Davanın zamanaşımı süresinin geçmiş olması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde esasa ilişkin kabul kararının verilmesi doğru görülmemiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava; katkı payı alacağı istemine ilişkindir.
Mahkemenin, davanın kabulüne dair verdiği karar, davalı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire'ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, "Davanın Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinde öngörülen on (10) yıllık zamanaşımına tabi olduğu ve henüz zamanaşımı süresinin dolmadığı" gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Hükmü temyize, davalı vekili getirmektedir.
Davaya konu edilen ve davalı adına tapuda kayıtlı gözüken 1463 ada 34 parseldeki 4 numaralı bağımsız bölümün 02.03.2000 tarihinde dava dışı üçüncü kişiden satış yoluyla edinildiği, uyuşmazlık konusu değildir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu'nun önüne gelen uyuşmazlık; 2000 yılında ortak hayatın devam ettiği dönemde alınan ve davalı (kadın)adına tapuya tescili yapılan taşınmazın alımında yapıldığı ileri sürülen katkı payına ilişkin alacağın dava zamanaşımı süresinin ne olması gerektiği, burada varılacak sonuca göre, davanın yasal süresinde açılıp açılmadığı, noktalarında toplanmaktadır.
Öncelikle katkı payı alacağı ile ilgili genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği üzere, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (T.M.K.) 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten önce 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi (T.K.M.) yürürlükte iken, taraflar; evlenme mukavelesiyle kanunda muayyen diğer usullerden birini kabul etmediklerine göre, aralarında yasal rejim olan mal ayrılığı geçerlidir. (TKM. m.170) Taşınmaz, taraflar arasında bu rejim geçerli iken edinilmiştir.
Mal ayrılığında; eşlerden her biri, kendi malları üzerinde tasarruf yetkisine ve intifa hakkına sahiptir ve mallarının idaresi kendisine aittir (TKM m. 186/1). Eşlerden her birinin mallarının geliri ve kendi kazançları yine kendilerine aittir. (TKM m.189). 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin 152'nci maddesi gereğince evin intihabı, karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi kocaya aittir. 153'ncü madde gereğince de eve kadın bakar. Başka bir ifade ile, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisine göre; kadının eve bakması ve ev işlerini yapması yasal ödevidir (Hukuk Genel Kurulu'nun 18.06.2008 gün ve 2008/2-432 E.-444 K. sayılı ilamı).
Yukarıda da değinildiği üzere, koca mensup olduğu sosyal çevre bakımından, zorunlu ihtiyaçlarla birlikte, normal yaşayış düzeyini sağlamakla yükümlü olduğuna göre, kadının gelirinden bunları karşılamak üzere sarfı gereken giderlere Medeni Kanunu'nun 190. maddesi uyarınca münasip katılma payı dışında kalan kısmının kocanın mal varlığını arttırmada kullanıldığının kabulü gerekir. 190. maddenin 2. fıkrasındaki "karının bu suretle iştiraki kocanın hiçbir vakitte iade ve tazmin mükellefiyetini icap etmez" yolundaki hükmü de, hiç kuşkusuz kadının katılma zorunda bulunduğu masraflar için uygulamak gerekir. Bunun aksinin kabulü kadının, kocanın mal varlığını arttırmaya ya da katılma zorunluluğu sonucunu doğurur ki, bu fiilen kocanın yasal yükümlülüklerine ters düşeceği gibi hakkaniyet ve adalete de aykırı olur. Davalının mal varlığındaki artışın niteliği de göz önünde tutulduğunda davacının hibe (bağışlama) amacıyla hareket ettiğinden de söz edilemez (HGK'nun 01.02.1985 gün ve E: 2-176, K: 57 sayılı ilamı).
743 Sayılı Kanun'da, eşlerden birinin edindiği mala, diğer eş katkı yapmış ise, sağladığı bu katkı karşılığını isteyebileceğine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak Yargıtay kararları ile; katkıyı sağlayan eşin, diğerinden katkısı karşılığı genel hükümlere göre bir tazminat (veya alacak) talep edebileceği kabul edilmiştir (HGK'nun 01.02.1985 gün ve E: 2-176, K: 57; 28.09.1994 gün ve 1994/2-47 E. - 564 K.; 18.09.1996 gün ve 1996/2-498 E. - 595 K.; 03.02.1999 gün ve 1999/2-56 E. - 40 K.; 07/06/2000 gün ve 2000/2-959 E. - 972 K.; 18.06.2008 gün ve 2008/2-432 E.-444 K. sayılı ilamları).
Öğretide ise, eşlerin aile birliğinin gerektirdiği münasip katkı dışında kalan maddi destek nedeniyle, katkı sağlayan eşin diğer eşe karşı bir alacak hakkına (katkı tazminatına) sahip olduğu ileri sürülmüştür (Acabey, M. Beşir: Evlilik Birliğinde Yasal Mal Rejimi, İzmir 1998, s.56; Özuğur, A. İhsan:Mal Rejimleri, Ankara 2007, s.147; Zeytin, Zafer: Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi ve Tasfiyesi, Ankara 2008, s.139; Gümüş, M. Alper: Teori ve Uygulamada Evliliğin Genel Hükümleri ve Mal Rejimleri, İstanbul 2008, s.324; Gençcan, Ö. Uğur: Mal Rejimleri Hukuku, Ankara 2007, s.473; Dural, M./Öğüz, T./Gümüş,A.: Türk Özel Hukuku (Aile Hukuku), Cilt III, İstanbul 2005, s.417).
Alman Federal Mahkemesi de, mal ayrılığı rejiminde eşler arasında bir paylaşımı olanaklı kılmak için, (aile hukuku dışındaki) genel hükümlere başvurduğu görülmektedir. Bununla, mal ayrılığı rejiminin, evlilik sona erdiğinde eşler arasında bir paylaşıma yer vermemesinin adaletsizliği ve bunun ihtiyaçları karşılamadaki yetersizliği karşısında, verdiği kararlarla, genel kuralları zorlayarak eşler arasında bir paylaşım gerçekleştirmeye çalışmıştır (Acabey, M. Beşir: Evlilik Birliğinde Yasal Mal Rejimi, İzmir 1998, s.68, 71).
Gerçekten, karı-kocanın kendilerine daha iyi bir gelecek hazırlama düşüncesi ile, aralarında akdi bir ilişki kurdukları her türlü duraksamadan uzaktır. Katkı yapılan malın edinme nedeninin temelinde de, bu düşünce yatmaktadır. Katkıyı sağlayan eşin, diğer eşe bu maddi desteği, bağışlama olarak kabul etmek de, mümkün değildir.
Diğer taraftan, katkıyı alan eşin, aldığını para olarak iade edeceği düşüncesinde olduğu da, ileri sürülemez. Çünkü, evlilik birliğinin temelindeki aile birliği düşüncesi buna engel oluşturmaktadır. Eşler arasındaki bu ilişkinin temelinde kocanın (veya kadının) taşınmazdan katkısı oranında yararlanacağı esası bulunmaktadır. Bu akdi ilişki, bir süre sınırlamasına tabi tutulmadığı gibi, evlilik birliğinin devamı süresince varlığını koruyacağı aşikardır.
Buraya kadar yapılan açıklamaların zamanaşımı süresine etkisi de irdelenmelidir:
Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
818 sayılı Borçlar Kanunu'nun (B.K.) 125-140'ncı maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından, yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle, dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (obligatio naturalis) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def'ide bulunması gerekir (Tutumlu, M. Akif: Türk Borçlar Hukukunda Zamanaşımı ve Uygulaması, Ankara 2007, 27-28; Reisoğlu, Safa: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1998, s.334 vd.; Kuru, Baki/Arslan, Ramazan/Yılmaz, Ejder: Medeni Usul Hukuku, Ankara 1995, s.304 vd.; Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, İstanbul 1997, s.346 vd.; Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım: Medeni Usul Hukuku, İstanbul 2009, s.254 vd.; Pekcanıtez/Atalay/Özekes:Medeni Usul Hukuku, Ankara 2009, s.323; Ayrıca bakınız: HGK'nun 3.12.2003 gün ve 2003/4-658 E. - 727 K.; 3.5.2006 gün ve 2006/4-232 E.- 269 K. sayılı ilamları).
B.K.'nun 125.maddesindeki " bu kanunda başka suretle bir hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir" hükmündeki (her dava) sözcüklerini "bütün alacaklar" şeklinde anlamak gerekir (Zeytin, Zafer: a.g.e., s.265; Tutumlu, M. Akif: a.g.e., s.36). B.K.'nun 125'inci maddesi, sözleşme veya kanuni borç ilişkisi nitelendirmesine dayanan bir ayırıma gitmemiş, sadece kanunda başka bir düzenleme yoksa diyerek tüm borç kaynaklarından doğan alacaklar için, özel düzenlemeler saklı kalmak kaydıyla genel bir zamanaşımı süresi öngörmüştür (Zeytin, Zafer: a.g.e., s.266; Tutumlu, M. Akif:a.g.e., s.42).
Diğer taraftan, eşler arasındaki borç ilişkilerinin dava ya da takip yoluyla çözümlenmesinin, evlilikte bulunması gereken karşılıklı güven, saygı ve sevgi duygularını olumsuz yönde etkileyebileceğini düşünen Yasa koyucu, evlilik süresince eşlerin birbirlerindeki alacakları hakkında zamanaşımının işlemeyeceğini kabul etmiştir (Tutumlu, M. Akif:a.g.e., s.333).
Yasa koyucu, bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik olarak, B.K.'nun "Müruru zamanın cereyanına mani olan ve müruru zamanı tatil eden sebepler" başlığı altında 132. maddenin 1.fıkrasının 3.bendinde aynen; "Nikah devam ettiği müddetçe karı kocadan birinin, diğeri zimmetinde olan alacakları hakkında" demek suretiyle, evlilik süresince zamanaşımının işlemeyeceğini, işlemeye başlamış ise, duracağını yasal teminat altına almıştır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Taraflar 6.3.1987 tarihinde evlenmiş, 24.9.2002 tarihinde açılan dava sonucu boşanmalarına karar verilmiş, hüküm ise 30.6.2004 tarihinde kesinleşmiştir.
Davalı (kadın) adına tapuda tescili yapılan ve ortak hayatın devam ettiği dönemde (02.03.2000 tarihinde), satın alınan taşınmaza katkı sağlandığı ileri sürüldüğüne göre, iddia olunan hak, katkı payı alacağıdır.
Yukarıda belirtildiği üzere, bu alacak, eşler arasında B.K.'nun genel hükümlerine tabi akdi ilişkiye dayanır. Bu akdi ilişki nedeniyle, B.K.'nun 125. maddesine göre, aksine düzenleme bulunmayan hallerde, her dava (bütün alacaklar) on (10) senelik dava zamanaşımı süresine tabidir.
Söz konusu katkı payı alacağı bakımından, katkı sağlandığı ileri sürülen taşınmazın satın alındığı 02.03.2000 tarihi ile boşanma kararının kesinleştiği 30.06.2004 tarihi arasında, yani evlilik süresince, B.K.'nun 132. maddenin 1.fıkrası 3.bendine göre, zamanaşımı süresi işlemeye başlamayacaktır.
Dolayısıyla, boşanma kararının kesinleştiği 30.06.2004 tarihinden itibaren on (10) senelik zamanaşımı süresi işlemeye başlayacağına göre, eldeki davanın ise 06.11.2006 tarihinde açıldığı gözetildiğinde, katkı payına ilişkin alacak davasının yasal süresinde açıldığının kabulü gerekir.
O halde, Özel Dairenin davacının katkı payı alacağına ilişkin davasının bir (1) senelik zamanaşımı süresine tabi olduğu yönündeki bozma kararına, yerel mahkemece "davanın B.K.'nun 125. maddesinde öngörülen on (10) yıllık dava zamanaşımı süresine tabi olduğu" şeklindeki gerekçe ile direnilmesi yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece işin esasına yönelik temyiz itirazları bozma nedenine göre incelenmemiş olup, dosyanın temyiz itirazlarının incelenmesi için Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, direnme uygun bulunduğundan işin esasına yönelik davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 8. Hukuk Dairesi'ne gönderilmesine, 05.05.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.



Konuyla ilgili Medeni Kanun'da yer alan hükümler:

     V. BOŞANMADA TAZMİNAT VE NAFAKA
         
     1. MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT
     
     Madde 174 - Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir.
   
    Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.
     
     2. YOKSULLUK NAFAKASI
     
     Madde 175 - Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir.
   
    Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.
     
     3. TAZMİNAT VE NAFAKANIN ÖDENME BİÇİMİ
     
     Madde 176 - Maddi tazminat ve yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine göre irat biçiminde ödenmesine karar verilebilir.
   
    Manevi tazminatın irat biçiminde ödenmesine karar verilemez.
   
    İrat biçiminde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü halinde kendiliğinden kalkar; alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi halinde mahkeme kararıyla kaldırılır.
   
    Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.
   
    Hakim, istem halinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
     
     4. YETKİ
     
     Madde 177 - Boşanmadan sonra açılacak nafaka davalarında, nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesi yetkilidir.
     
     5. ZAMANAŞIMI
     
     Madde 178 - Evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.
     
     VI. MAL REJİMİNİN TASFİYESİ
         
     1. BOŞANMA HALİNDE
     
     Madde 179 - Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır.
     
     2. AYRILIK HALİNDE
     
     Madde 180 - Ayrılığa karar verilirse mahkeme, ayrılığın süresine ve eşlerin durumlarına göre aralarında sözleşmeyle kabul edilmiş olan mal rejiminin kaldırılmasına karar verebilir.
     
     VII. MİRAS HAKLARI
     
     Madde 181 - Boşanan eşler, bu sıfatla birbirlerinin yasal mirasçısı olamazlar ve boşanmadan önce yapılmış olan ölüme bağlı tasarruflarla kendilerine sağlanan hakları, aksi tasarruftan anlaşılmadıkça, kaybederler.
   
    (Değişik fıkra: 31/03/2011-6217 S.K 19. mad.) Boşanma davası devam ederken, ölen eşin mirasçılarından birisinin davaya devam etmesi ve diğer eşin kusurunun ispatlanması hâlinde de yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.

     DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : EŞLER ARASINDAKİ MAL REJİMİ
         
     BİRİNCİ AYIRIM : GENEL HÜKÜMLER
         
     A - YASAL MAL REJİMİ
     
     Madde 202 - Eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması asıldır.
   
    Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle kanunda belirlenen diğer rejimlerden birini kabul edebilirler.
     
     B - MAL REJİMİ SÖZLEŞMESİ     
     
     I. SÖZLEŞMENİN İÇERİĞİ
     
     Madde 203 - Mal rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Taraflar, istedikleri mal rejimini ancak kanunda yazılı sınırlar içinde seçebilir, kaldırabilir veya değiştirebilirler.
     
     II. SÖZLEŞME EHLİYETİ
     
     Madde 204 - Mal rejimi sözleşmesi, ancak ayırt etme gücüne sahip olanlar tarafından yapılabilir.
   
    Küçükler ile kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızasını almak zorundadırlar.
     
     III. SÖZLEŞMENİN ŞEKLİ
     
     Madde 205 - Mal rejimi sözleşmesi, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılır. Ancak, taraflar evlenme başvurusu sırasında hangi mal rejimini seçtiklerini yazılı olarak da bildirebilirler.
   
    Mal rejimi sözleşmesinin taraflarca ve gerektiğinde yasal temsilcilerince imzalanması zorunludur.
     
     C - OLAĞANÜSTÜ MAL REJİMİ
         
     I. EŞLERDEN BİRİNİN İSTEMİ İLE     
     
     1. KARAR
     
     Madde 206 - Haklı bir sebep varsa hakim, eşlerden birinin istemi üzerine, mevcut mal rejiminin mal ayrılığına dönüşmesine karar verebilir.
   
    Özellikle aşağıdaki hallerde haklı bir sebebin varlığı kabul edilir:
   
    1. Diğer eşe ait malvarlığının borca batık veya ortaklıktaki payının haczedilmiş olması,
   
    2. Diğer eşin, istemde bulunanın veya ortaklığın menfaatlerini tehlikeye düşürmüş olması,
   
    3. Diğer eşin, ortaklığın malları üzerinde bir tasarruf işleminin yapılması için gereken rızasını haklı bir sebep olmadan esirgemesi,
   
    4. Diğer eşin, istemde bulunan eşe malvarlığı, geliri, borçları veya ortaklık malları hakkında bilgi vermekten kaçınması,
   
    5. Diğer eşin sürekli olarak ayırt etme gücünden yoksun olması.
   
    Eşlerden biri ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksun ise, onun yasal temsilcisi de bu sebebe dayanarak mal ayrılığına karar verilmesini isteyebilir.
     
     2. YETKİ
     
    Madde 207 - Yetkili mahkeme eşlerden herhangi birinin yerleşim yeri mahkemesidir.
     
     3. MAL AYRILIĞINA GEÇİŞTEN DÖNME
     
     Madde 208 - Eşler, her zaman yeni bir mal rejimi sözleşmesiyle önceki veya başka bir mal rejimini kabul edebilirler.
   
    Mal ayrılığına geçişi gerektiren sebebin ortadan kalkması halinde hakim, eşlerden birinin istemi üzerine eski mal rejimine dönülmesine karar verebilir.
     
     II. CEBRİ İCRA HALİNDE
         
     1. İFLASTA
     
    Madde 209 - Mal ortaklığını kabul etmiş olan eşlerden birinin iflasına karar verildiği takdirde, ortaklık kendiliğinden mal ayrılığına dönüşür.
     
     2. HACİZDE
     
    Madde 210 - Mal ortaklığını kabul etmiş eşlerden birine karşı icra takibinde bulunan alacaklı, haczin uygulanmasında zarara uğrarsa, hakimden mal ayrılığına karar verilmesini isteyebilir.
   
    Alacaklının istemi her iki eşe yöneltilir.
   
    Yetkili mahkeme, borçlunun yerleşim yeri mahkemesidir.
     
     3. ESKİ REJİME DÖNME
     
    Madde 211 - Alacaklı tatmin edildiği takdirde eşlerden birinin istemi üzerine hakim, mal ortaklığının yeniden kurulmasına karar verebilir.
   
    Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle edinilmiş mallara katılma rejimini kabul edebilirler.
     
     III. ÖNCEKİ REJİMİN TASFİYESİ
     
     Madde 212 - Mal ayrılığına geçildiği takdirde, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşler arasında önceki mal rejiminin tasfiyesi, bu rejime ilişkin hükümlere göre yapılır.
     
     D - ALACAKLILARIN KORUNMASI
     
     Madde 213 - Mal rejiminin kurulması, değiştirilmesi veya önceki rejimin tasfiyesi, eşlerden birinin veya ortaklığın alacaklılarının, üzerinden haklarını alabilecekleri malları sorumluluk dışında bırakamaz.
   
    Kendisine böyle mallar geçmiş olan eş, borçlardan kişisel olarak sorumludur; ancak, söz konusu malların borcu ödemeye yetmediğini ispat ettiği takdirde, bu ölçüde kendisini sorumluluktan kurtarabilir.
     
     E - MAL REJİMİNİN TASFİYESİ DAVALARINDA YETKİ
     
     Madde 214 - Eşler veya mirasçılar arasında bir mal rejiminin tasfiyesine ilişkin davalarda, aşağıdaki mahkemeler yetkilidir:
   
    1. Mal rejiminin ölümle sona ermesi durumunda ölenin son yerleşim yeri mahkemesi,
   
    2. Boşanmaya, evliliğin iptaline veya hakim tarafından mal ayrılığına karar verilmesi durumunda, bu davalarda yetkili olan mahkeme,
   
    3. Diğer durumlarda davalı eşin yerleşim yeri mahkemesi.
     
     F - BİR EŞİN MALLARININ DİĞERİ TARAFINDAN YÖNETİMİ
     
     Madde 215 - Eşlerden birinin açık veya örtülü olarak mallarının yönetimini diğer eşe bırakması halinde, aksi kararlaştırılmış olmadıkça vekalet hükümleri uygulanır.
     
     G - ENVANTER
     
    Madde 216 - Eşlerden her biri, diğerinden her zaman mallarının envanterinin resmi senetle yapılmasını isteyebilir.
   
    Bu envanter, malların getirilmesinden başlayarak bir yıl içinde yapılmışsa, aksi ispatlanmış olmadıkça bu envanterin doğru olduğu kabul edilir.
     
     H - EŞLER ARASINDAKİ BORÇLAR
     
     Madde 217 - Mal rejimi, eşler arasındaki borçların muaccel olmasını önlemez. Bununla beraber bir borcun yerine getirilmesi, borçlu eşi evlilik birliğini tehlikeye düşürecek derecede önemli güçlüklere sokacaksa, bu eş ödeme için süre isteyebilir. Durum ve koşullar gerektiriyorsa, hakim istemde bulunan eşi güvence göstermekle yükümlü tutar.
     
     İKİNCİ AYIRIM : EDİNİLMİŞ MALLARA KATILMA
         
     A - MÜLKİYET     
     
     I. KAPSAMI
     
     Madde 218 - Edinilmiş mallara katılma rejimi, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel mallarını kapsar.
     
     II. EDİNİLMİŞ MALLAR
     
     Madde 219 - Edinilmiş mal, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleridir.
   
    Bir eşin edinilmiş malları özellikle şunlardır:
   
    1. Çalışmasının karşılığı olan edinimler,
   
    2. Sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler,
   
    3. Çalışma gücünün kaybı nedeniyle ödenen tazminatlar,
   
    4. Kişisel mallarının gelirleri,
   
    5. Edinilmiş malların yerine geçen değerler.
     
     III. KİŞİSEL MALLAR
         
     1. KANUNA GÖRE
     
     Madde 220 - Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:
   
    1. Eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya,
   
    2. Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri,
   
    3. Manevi tazminat alacakları,
   
    4. Kişisel mallar yerine geçen değerler.
     
     2. SÖZLEŞMEYE GÖRE
     
     Madde 221 - Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle, bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dahil olması gereken malvarlığı değerlerinin kişisel mal sayılacağını kabul edebilirler.
   
    Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dahil olmayacağını da kararlaştırabilirler.
     
     IV. İSPAT
     
     Madde 222 - Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.
   
    Eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar onların paylı mülkiyetinde sayılır.
   
    Bir eşin bütün malları, aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal kabul edilir.
     
     B - YÖNETİM, YARARLANMA VE TASARRUF
     
     Madde 223 - Her eş, yasal sınırlar içerisinde kişisel malları ile edinilmiş mallarını yönetme, bunlardan yararlanma ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir.
   
    Aksine anlaşma olmadıkça, eşlerden biri diğerinin rızası olmadan paylı mülkiyet konusu maldaki payı üzerinde tasarrufta bulunamaz.
     
     C - ÜÇÜNCÜ KİŞİLERE KARŞI SORUMLULUK
     
     Madde 224 - Eşlerden her biri kendi borçlarından bütün malvarlığıyla sorumludur.
     
     D - MAL REJİMİNİN SONA ERMESİ VE TASFİYE
         
     I. SONA ERME ANI
     
     Madde 225 - Mal rejimi, eşlerden birinin ölümü veya başka bir mal rejiminin kabulüyle sona erer.
   
    Mahkemece evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona erdirilmesine veya mal ayrılığına geçilmesine karar verilmesi hallerinde, mal rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere sona erer.
     
     II. MALLARIN GERİ ALINMASI VE BORÇLAR
         
     1. GENEL OLARAK
     
     Madde 226 - Her eş, diğer eşte bulunan mallarını geri alır.
   
    Tasfiye sırasında, paylı mülkiyete konu bir mal varsa, eşlerden biri kanunda öngörülen diğer olanaklardan yararlanabileceği gibi, daha üstün bir yararı olduğunu ispat etmek ve diğerinin payını ödemek suretiyle o malın bölünmeden kendisine verilmesini isteyebilir.
   
    Eşler karşılıklı borçları ile ilgili düzenleme yapabilirler.
     
     2. DEĞER ARTIŞ PAYI
     
     Madde 227 - Eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında alacak hakkına sahip olur ve bu alacak o malın tasfiye sırasındaki değerine göre hesaplanır; bir değer kaybı söz konusu olduğunda katkının başlangıçtaki değeri esas alınır.
   
    Böyle bir malın daha önce elden çıkarılmış olması halinde hakim, diğer eşe ödenecek alacağı hakkaniyete uygun olarak belirler.
   
    Eşler, yazılı bir anlaşmayla değer artışından pay almaktan vazgeçebilecekleri gibi, pay oranını da değiştirebilirler.
     
     III. EŞLERİN PAYLARININ HESAPLANMASI
         
     1. KİŞİSEL MALLARIN VE EDİNİLMİŞ MALLARIN AYRILMASI
     
     Madde 228 - Eşlerin kişisel malları ile edinilmiş malları, mal rejiminin sona ermesi anındaki durumlarına göre ayrılır.
   
    Eşlerden birine sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurumlarınca yapılmış olan toptan ödemeler veya iş gücünün kaybı dolayısıyla ödenmiş olan tazminat, toptan ödeme veya tazminat yerine ilgili sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurumunca uygulanan usule göre ömür boyunca irat bağlanmış olsaydı, mal rejiminin sona erdiği tarihte bundan sonraki döneme ait iradın peşin sermayeye çevrilmiş değeri ne olacak idiyse, tasfiyede o miktarda kişisel mal olarak hesaba katılır.
     
     2. EKLENECEK DEĞERLER
     
     Madde 229 - Aşağıda sayılanlar, edinilmiş mallara değer olarak eklenir:
   
    1. Eşlerden birinin mal rejiminin sona ermesinden önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan, olağan hediyeler dışında yaptığı karşılıksız kazandırmalar,
   
    2. Bir eşin mal rejiminin devamı süresince diğer eşin katılma alacağını azaltmak kastıyla yaptığı devirler.
   
    Bu tür kazandırma veya devirlere ilişkin uyuşmazlıklarda mahkeme kararı, davanın kendisine ihbar edilmiş olması koşuluyla, kazandırma veya devirden yararlanan üçüncü kişilere karşı da ileri sürülebilir.
     
     3. KİŞİSEL MALLAR İLE EDİNİLMİŞ MALLAR ARASINDA DENKLEŞTİRME
     
     Madde 230 - Bir eşin kişisel mallara ilişkin borçları edinilmiş mallardan veya edinilmiş mallara ilişkin borçları kişisel mallarından ödenmiş ise, tasfiye sırasında denkleştirme istenebilir.
   
    Her borç, ilişkin bulunduğu mal kesimini yükümlülük altına sokar. Hangi kesime ait olduğu anlaşılamayan borç, edinilmiş mallara ilişkin sayılır.
   
    Bir mal kesiminden diğer kesimdeki malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına katkıda bulunulmuşsa, değer artması veya azalması durumunda denkleştirme, katkı oranına ve malın tasfiye zamanındaki değerine veya mal daha önce elden çıkarılmışsa hakkaniyete göre yapılır.
     
     4. ARTIK DEĞER
     
     Madde 231 - Artık değer, eklenmeden ve denkleştirmeden elde edilen miktarlar da dahil olmak üzere her eşin edinilmiş mallarının toplam değerinden bu mallara ilişkin borçlar çıkarıldıktan sonra kalan miktardır.
   
    Değer eksilmesi göz önüne alınmaz.
     
     IV. DEĞERİN BELİRLENMESİ
         
     1. SÜRÜM DEĞERİ
     
     Madde 232 - Mal rejiminin tasfiyesinde malların sürüm değerleri esas alınır.
     
     2. GELİR DEĞERİ     
     
     A. GENEL OLARAK
     
    Madde 233 - Bir eşin malik olarak bizzat işletmeye devam ettiği veya sağ kalan eş ya da altsoyundan birinin kendisine bir bütün olarak özgülenmesini istemeye haklı olduğu bir tarımsal işletme için değer artışından alacağı pay ve katılma alacağı, bunların gelir değeri göz önünde tutularak hesaplanır.
   
    Tarımsal işletmenin maliki veya mirasçıları, diğer eşe karşı ileri sürebilecekleri değer artışı payının veya katılma alacağının, işletmenin sadece sürüm değeri üzerinden hesaplanmasını isteyebilir.
   
    Değerlendirmeye ve işletmenin kazancından mirasçılara pay ödenmesine ilişkin miras hukuku hükümleri kıyas yoluyla uygulanır.
     
     B. ÖZEL HALLER
     
     Madde 234 - Özel haller gerektirdiği takdirde hesaplanan değer, uygun bir miktarda artırılabilir.
   
    Özellikle sağ kalan eşin geçim koşulları, tarımsal işletmenin alım değeri, ayrıca tarımsal işletme kendisine ait olan eşin yaptığı yatırımlar veya mali durumu özel hallerden sayılır.
     
     3. DEĞERLENDİRME ANI
     
     Madde 235 - Mal rejiminin sona erdiği sırada mevcut olan edinilmiş mallar, tasfiye anındaki değerleriyle hesaba katılırlar.
   
    Edinilmiş mallara hesapta eklenecek olanların değeri, malın devredildiği tarih esas alınarak hesaplanır.
     
     V. ARTIK DEĞERE KATILMA     
     
     1. KANUNA GÖRE
     
     Madde 236 - Her eş veya mirasçıları, diğer eşe ait artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olurlar. Alacaklar takas edilir.
   
    Zina veya hayata kast nedeniyle boşanma halinde hakim, kusurlu eşin artık değerdeki pay oranının hakkaniyete uygun olarak azaltılmasına veya kaldırılmasına karar verebilir.
     
     2. SÖZLEŞMEYE GÖRE     
     
     A. GENEL OLARAK
     
     Madde 237 - Artık değere katılmada mal rejimi sözleşmesiyle başka bir esas kabul edilebilir.
   
    Bu tür anlaşmalar, eşlerin ortak olmayan çocuklarının ve onların altsoylarının saklı paylarını zedeleyemez.
     
     B. İPTAL, BOŞANMA VEYA MAHKEME KARARIYLA MAL AYRILIĞINDA
     
     Madde 238 - Mahkemece evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona erdirilmesine veya mal ayrılığına geçilmesine karar verilmesi hallerinde, kanundaki artık değere katılmaya ilişkin düzenlemeden farklı anlaşmalar, ancak mal rejimi sözleşmesinde bunun açıkça öngörülmüş olması halinde geçerlidir.
     
     VI. KATILMA ALACAĞININ VE DEĞER ARTIŞ PAYININ ÖDENMESİ     
     
     1. ÖDEME VE ERTELENMESİ
     
     Madde 239 - Katılma alacağı ve değer artış payı ayın veya para olarak ödenebilir. Ayni ödemede malların sürüm değeri esas alınır; bir mesleğin icrasına ayrılmış birimler ile işletmelerin ekonomik bütünlüğü gözetilir.
   
    Katılma alacağının ve değer artış payının derhal ödenmesi kendisi için ciddi güçlükler doğuracaksa, borçlu eş ödemelerinin uygun bir süre ertelenmesini isteyebilir.
   
    Aksine anlaşma yoksa, tasfiyenin sona ermesinden başlayarak katılma alacağına ve değer artış payına faiz yürütülür; durum ve koşullar gerektiriyorsa ayrıca borçludan güvence istenebilir.
     
     2. AİLE KONUTU VE EV EŞYASI
     
     Madde 240 - Sağ kalan eş, eski yaşantısını devam ettirebilmesi için, ölen eşine ait olup birlikte yaşadıkları konut üzerinde kendisine katılma alacağına mahsup edilmek, yetmez ise bedel eklenmek suretiyle intifa veya oturma hakkı tanınmasını isteyebilir; mal rejimi sözleşmesiyle kabul edilen başka düzenlemeler saklıdır.
   
    Sağ kalan eş, aynı koşullar altında ev eşyası üzerinde kendisine mülkiyet hakkı tanınmasını isteyebilir.
   
    Haklı sebeplerin varlığı halinde, sağ kalan eşin veya ölen eşin yasal mirasçılarının istemiyle intifa veya oturma hakkı yerine, konut üzerinde mülkiyet hakkı tanınabilir.
   
    Sağ kalan eş, mirasbırakanın bir meslek veya sanat icra ettiği ve altsoyundan birinin aynı meslek veya sanatı icra etmesi için gerekli olan bölümlerde bu hakları kullanamaz. Tarımsal taşınmazlara ilişkin miras hukuku hükümleri saklıdır.
     
     3. ÜÇÜNCÜ KİŞİLERE KARŞI DAVA
     
     Madde 241 - Tasfiye sırasında, borçlu eşin malvarlığı veya terekesi, katılma alacağını karşılamadığı takdirde, alacaklı eş veya mirasçıları, edinilmiş mallarda hesaba katılması gereken karşılıksız kazandırmaları bunlardan yararlanan üçüncü kişilerden eksik kalan miktarla sınırlı olarak isteyebilir.
   
    Dava hakkı, alacaklı eş veya mirasçılarının haklarının zedelendiğini öğrendikleri tarihten başlayarak bir yıl ve her halde mal rejiminin sona ermesinin üzerinden beş yıl geçmekle düşer.
   
    Yukarıdaki fıkra hükümleri ve yetki kuralları dışında mirastaki tenkis davasına ilişkin hükümler kıyas yoluyla uygulanır.
     
     ÜÇÜNCÜ AYIRIM : MAL AYRILIĞI     
     
     A - YÖNETİM, YARARLANMA VE TASARRUF
     
     Madde 242 - Mal ayrılığı rejiminde eşlerden her biri, yasal sınırlar içerisinde kendi malvarlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf haklarını korur.
     
     B - DİĞER HÜKÜMLER
     
     Madde 243 - İspat, borçlardan sorumluluk ve paylı mülkün özgülenmesi konularında paylaşmalı mal ayrılığı rejimine ilişkin hükümler uygulanır.
     
     DÖRDÜNCÜ AYIRIM : PAYLAŞMALI MAL AYRILIĞI     
     
     A - YÖNETİM, YARARLANMA VE TASARRUF     
     
     I. GENEL OLARAK
     
     Madde 244 - Eşlerden her biri, yasal sınırlar içerisinde kendi malvarlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf haklarını korur.
     
     II. İSPAT
     
    Madde 245 - Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.
   
    Eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar onların paylı mülkiyetinde sayılır.
     
     B - BORÇLARDAN SORUMLULUK
     
    Madde 246 - Eşlerden her biri, kendi borçlarından bütün malvarlığıyla sorumludur.
     
     C - MAL REJİMİNİN SONA ERMESİ VE TASFİYE
         
     I. SONA ERME ANI
     
     Madde 247 - Mal rejimi, eşlerden birinin ölümü veya başka bir mal rejiminin kabulüyle sona erer.
   
    Mahkemece evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona erdirilmesine veya mal ayrılığına geçilmesine karar verilmesi hallerinde de, mal rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere sona erer.
     
     II. MALLARIN GERİ ALINMASI VE PAYLI MALIN VERİLMESİ
         
     1. GENEL OLARAK
     
     Madde 248 - Her eş, diğer eşte bulunan mallarını geri alır.
   
    Paylaşmalı mal ayrılığı rejimi sona erdiğinde, üstün yararı olduğunu ispat eden eş, diğer önlemler yanında, eşine payının ödeme günündeki karşılığını vermek suretiyle paylı mülkiyetteki malın kendisine verilmesini isteyebilir.
     
     2. KATKIDAN DOĞAN HAK
     
     Madde 249 - Eşlerden biri diğerine ait olup, paylaştırma dışı kalan bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa; mal rejiminin sona ermesi halinde, katkısı oranında hakkaniyete uygun bir bedel ödenmesini isteyebilir.
   
    Aynı istem, paylaştırma dışı kalan malın yerine geçen değerler için de geçerlidir.
     
     III. AİLEYE ÖZGÜLENEN MALLAR     
     
     1. KURAL
     
     Madde 250 - Eşlerden biri tarafından paylaşmalı mal ayrılığı rejiminin kurulmasından sonra edinilmiş olup ailenin ortak kullanım ve yararlanmasına özgülenmiş mallar ile ailenin ekonomik geleceğini güvence altına almaya yönelik yatırımlar veya bunların yerine geçen değerler, mal rejiminin sona ermesi halinde eşler arasında eşit olarak paylaşılır. Paylaştırmada işletmelerin ekonomik bütünlüğü gözetilir.
   
    Manevi tazminat alacakları, miras yoluyla edinilen mallar ile karşılıksız kazandırmada bulunanın açık iradesinden aksi anlaşılmadıkça, sağlararası veya ölüme bağlı tasarruflarla edinilen mallar hakkında bu hüküm uygulanmaz.
     
     2. PAYLAŞMAYA AYKIRI DAVRANIŞLAR
     
     Madde 251 - Eşlerden biri, diğer eşin payını azaltmak kastıyla paylaşmadan önce bir malı karşılıksız olarak elden çıkardığı takdirde hakim, diğer eşin alacağı denkleştirme bedelini hakkaniyete uygun olarak belirler.
   
    Mal rejiminin sona ermesinden önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan olağan hediyeler dışında yapılan karşılıksız kazandırmaların bu eşin payını azaltmak kastıyla yapıldığı varsayılır.
   
    Bu tür kazandırmalara ilişkin uyuşmazlıklarda mahkeme kararı, davanın kendisine ihbar edilmiş olması koşuluyla, kazandırmadan yararlanan üçüncü kişilere karşı da ileri sürülebilir.
     
     3. PAYLAŞTIRMA İSTEMİNİN REDDİ
     
    Madde 252 - Zina veya hayata kast nedeniyle boşanma halinde hakim, kusurlu eşin payının hakkaniyete uygun olarak azaltılmasına veya kaldırılmasına karar verebilir.
     
     4. PAYLAŞTIRMA YÖNTEMİ
     
    Madde 253 - Paylaştırmanın ayın olarak yapılması asıldır. Buna olanak yoksa bedel eklemek suretiyle paylar denkleştirilir. Eşlerden birinin diğerine ödeyeceği bedel, malların tasfiye anındaki sürüm değerlerine göre hesaplanır. Bu hesaplamada paylaşım konusu malların edinilmesinden doğan borçlar indirilir.
   
    Denkleştirme bedelinin derhal ödenmesi kendisi için ciddi güçlükler doğuracaksa, borçlu eş ödemelerin uygun bir süre ertelenmesini isteyebilir.
   
    Aksine anlaşma yoksa, tasfiyenin sona ermesinden başlayarak denkleştirme bedeline faiz yürütülür; durum ve koşullar gerektiriyorsa ayrıca borçludan güvence istenebilir.
     
     IV. AİLE KONUTU VE EV EŞYASI
         
     1. İPTAL VEYA BOŞANMA HALİNDE
     
     Madde 254 - Evliliğin iptal veya boşanma kararıyla sona erdirilmesi halinde, ailenin ortak kullanımına özgülenmiş ve eşler arasında eşit olarak paylaşma konusu olan konutta kalmaya ve ev eşyasını kullanmaya hangisinin devam edeceği konusunda eşler anlaşabilirler. Konutta kalma hakkını elde eden eş, bu hakkın tapu kütüğüne şerh edilmesini isteyebilir.
   
    Eşlerin aile konutunda kimin kalmaya ve ev eşyasını kimin kullanmaya devam edeceği konusunda anlaşamamaları halinde, hakkaniyet gerektiriyorsa hakim, olayın özelliklerini, eşlerin ekonomik ve sosyal durumlarını ve varsa çocukların menfaatlerini göz önünde bulundurarak bu hakka hangisinin sahip olacağına iptal veya boşanma kararıyla birlikte resen karar verir; bu kararında kalma ve kullanma süresini belirleyerek tapu kütüğüne şerhi için tapu memurluğuna bildirir.
   
    Hakim aksine karar vermedikçe hak, belirlenen sürenin bitiminde kendiliğinden sona erer. Ancak, bu süre sona ermeden yararlanan tarafın durumunda değişiklik olması halinde, diğer taraf hakimden, kararın gözden geçirilmesini isteyebilir.
   
    Eşler konutta kira ile oturuyorlarsa hakim, gerektiğinde konutta kiracı sıfatı taşımayan eşin kalmasına karar verebilir. Bu durumda, kiralayanın sözleşmeden doğan haklarını güvenceye almak için gerekli düzenleme yapılmasına iptal veya boşanma kararıyla birlikte resen karar verilir.
     
     2. ÖLÜM HALİNDE
     
     Madde 255 - Eşlerden birinin ölümü halinde, paylaşma konusu olan mallar arasında ev eşyası veya eşlerin birlikte yaşadıkları konut varsa; sağ kalan eş, bunlar üzerinde kendisine miras ve paylaşmadan doğan hakkına mahsup edilmek ve yetmezse bir bedel eklenmek suretiyle mülkiyet hakkı tanınmasını isteyebilir.
   
    Haklı sebeplerin varlığı halinde sağ kalan eşin veya ölenin diğer yasal mirasçılardan birinin istemi üzerine, mülkiyet yerine intifa veya oturma hakkı tanınmasına da karar verilebilir.
   
    Sağ kalan eş, mirasbırakanın bir meslek veya sanat icra ettiği ve altsoyundan birinin aynı meslek veya sanatı icra etmesi için gerekli olan bölümlerde bu hakları kullanamaz. Tarımsal taşınmazlara ilişkin miras hükümleri saklıdır.
     
     BEŞİNCİ AYIRIM : MAL ORTAKLIĞI
         
     A - MÜLKİYET     
     
     I. KAPSAMI
     
    Madde 256 - Mal ortaklığı rejimi, ortaklık malları ile eşlerin kişisel mallarını kapsar.
     
     II. ORTAKLIK MALLARI
         
     1. GENEL MAL ORTAKLIĞI
     
    Madde 257 - Genel mal ortaklığında eşlerin kanun gereğince kişisel mal sayılanlar dışındaki malları ile gelirleri ortaklık mallarını oluşturur.
   
    Eşler, ortaklık mallarına bölünmemiş bir bütün olarak sahip olurlar.
   
    Hiçbir eş, ortaklık payı üzerinde tek başına tasarruf hakkına sahip değildir.
     
     2. SINIRLI MAL ORTAKLIĞI     
     
     A. EDİNİLMİŞ MALLARDA ORTAKLIK
     
    Madde 258 - Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle sadece edinilmiş mallardan oluşan bir ortaklık kabul edebilirler.
   
    Kişisel malların gelirleri de bu ortaklığa dahildir.
     
     B. DİĞER MAL ORTAKLIKLARI
     
    Madde 259 - Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle belirli malvarlığı değerlerini veya türlerini, özellikle taşınmaz malları, bir eşin kazancını, bir meslek veya sanat icrası için kullandığı malları ortaklık dışında tutabilirler.
   
    Aksi sözleşmede öngörülmedikçe bu malların gelirleri ortaklığa dahil değildir.
     
     III. KİŞİSEL MALLAR
     
     Madde 260 - Kişisel mallar, mal rejimi sözleşmesi, üçüncü kişinin karşılıksız kazandırması veya kanunla belirlenir.
   
    Eşlerden her birinin sadece kişisel kullanımına ayrılmış olan eşyası ile manevi tazminat alacakları kanundan dolayı kişisel malıdır.
   
    Bir eşin saklı pay olarak isteyebileceği malvarlığı değerleri, mal rejimi sözleşmesiyle ortaklığa dahil edildiği ölçüde, mirasbırakanları tarafından kendisine kişisel mal olarak kazandırılamaz.
     
     IV. İSPAT
     
    Madde 261 - Bir eşin kişisel malı olduğu ispatlanmadıkça tüm malvarlığı değerleri ortaklık malı sayılır.
     
     B - YÖNETİM VE TASARRUF
         
     I. ORTAKLIK MALLARINDA     
     
     1. OLAĞAN YÖNETİM
     
     Madde 262 - Eşler, ortaklık mallarını evlilik birliğinin yararına uygun olarak yönetirler.
   
    Olağan yönetim sınırları içinde her eş, ortaklığı yükümlülük altına sokabilir ve ortak mallarda tasarrufta bulunabilir.
     
     2. OLAĞANÜSTÜ YÖNETİM
     
     Madde 263 - Olağan yönetim dışında kalan konularda eşler, ancak birlikte veya biri diğerinin rızasını almak suretiyle ortaklığı yükümlülük altına sokabilir veya mallarda tasarrufta bulunabilir.
   
    Rızanın bulunmadığını bilmeyen veya bilecek durumda olmayan üçüncü kişiler için bu rıza var sayılır.
   
    Evlilik birliğinin temsiline ilişkin hükümler saklıdır.
     
     3. ORTAKLIK MALLARI İLE MESLEK VEYA SANAT İCRASI
     
     Madde 264 - Eşlerden biri, diğerinin rızasıyla ortaklık mallarını kullanarak, tek başına bir meslek veya sanat icra ederse, bu meslek veya sanata ilişkin bütün hukuki işlemleri yapabilir.
     
     4. MİRASIN KABULÜ VEYA REDDİ
     
    Madde 265 - Eşlerden biri, diğerinin rızası olmaksızın ortaklık mallarına girecek olan bir mirası reddemeyeceği gibi, tereke borca batıksa mirası kabul de edemez.
   
    Diğer eşin rızasının alınmasına olanak bulunamazsa veya bu konudaki istem onun tarafından haklı sebep olmaksızın reddedilirse, istem sahibi eş kendi yerleşim yeri mahkemesine başvurabilir.
     
     5. SORUMLULUK VE YÖNETİM GİDERLERİ
     
    Madde 266 - Mal ortaklığının sona ermesi halinde, eşlerden her biri ortaklık malıyla ilgili işlemlerden dolayı vekil gibi sorumludur.
   
    Yönetim giderleri ortaklık mallarından karşılanır.
     
     II. KİŞİSEL MALLAR
     
     Madde 267 - Eşlerden her biri, yasal sınırlar içerisinde kendi kişisel mallarını yönetme ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir.
   
    Kişisel mallara giren gelirler varsa, yönetim giderleri bu gelirlerden karşılanır.
     
     C - ÜÇÜNCÜ KİŞİLERE KARŞI SORUMLULUK     
     
     I. ORTAKLIK BORÇLARI
     
    Madde 268 - Eşlerden her biri, aşağıdaki borçlardan kişisel malları ve ortaklık mallarıyla sorumludur:
   
    1. Evlilik birliğini temsil veya ortaklık mallarını yönetme yetkisine dayanarak yapılan borçlardan,
   
    2. Ortaklık mallarını veya ortaklık mallarına giren gelirleri kullanarak bir meslek veya sanatın icra edilmesi nedeniyle yapılan borçlardan,
   
    3. Diğer eş için de kişisel sorumluluk doğuran borçlardan,
   
    4. Kişisel mal yanında ortaklık mallarının da sorumlu olacağı hususunda eşlerin üçüncü kişilerle anlaşarak yaptığı borçlardan.
     
     II. KİŞİSEL BORÇLAR
     
     Madde 269 - Her eş, diğer bütün borçlardan kendi kişisel mallarıyla ve ortaklık mallarının değerinin yarısı kadarıyla sorumlu tutulur.
   
    Ortaklığın zenginleşmesinden kaynaklanan istemler saklıdır.
     
     D - EŞLER ARASINDAKİ BORÇLAR
     
    Madde 270 - Mal rejimi eşler arasındaki borçların muaccel olmasını önlemez. Bununla beraber bir borcun yerine getirilmesi borçlu eşi, evlilik birliğini tehlikeye düşürecek derecede önemli güçlüklere sokacaksa, bu eş ödeme için süre isteyebilir. Durum ve koşullar gerektiriyorsa hakim, istemde bulunan eşi güvence göstermekle yükümlü tutar.
     
     E - MAL REJİMİNİN SONA ERMESİ VE TASFİYE
         
     I. SONA ERME ANI
#576
Arakan'daki 'işgüzar' vicdan, Sibel Eraslan, Star Gazetesi

Sayın Emine Erdoğan'ın dünyaya kapatılmış Arakan'a girişini, oturduğu sıcak köşeden "işgüzar"lık olarak değerlendirenlere ne demeli? Ama "vicdan" dediğimiz, böyle bir şeydir öte yandan, evet "işgüzar"dır! Merak eder, hayal kurar, soru sorar, hesaplaşır, yetinmez, sızlar, kanar, ağlar, huzursuzdur, huzuru bulmak adına gider gelir, gider gelir, vicdan teyakkuz halindedir. Uyumaz: "Ayetel Kürsi"deki "ve la nevm" halinin, kullardaki tecellisi gibidir vicdan...

Myanmar ile Arakan arasındaki farkı belki şöyle anlatabilirim size; cennetle cehennem! Hayatla ölüm, ince bir sazlık kadar yakın birbirine. Somali'yi, Sudan'ı, Pakistan depremlerini, Açe tsunamisini, Kabil bombardımanlarını, işgal sonrası Irak'ı, Filistin'i bir bir gözünün önünden geçiren şu işgüzar vicdan... Sıra Arakan'a gelince, hala hayretten titreyebiliyorsa... Neyi gördüğümüzü varın siz hesap edin. Açlık, savaş, susuzluk, deprem, sel, salgın hastalık, Arakan'dan önce karşılaştığım tüm felaketlerde, bunlara maruz kalmış kişiler, ölüme karşı hayat için direnen kimselerdi. Ömrümde ilk kez "ölmek istiyoruz" diye feryat eden insanlarla karşılaştım Arakan'da...

***

Valilik binasının hemen arkasındaki kumsalda, okyanus dalgalarının çırpıntısında bordo renkli sarileriyle futbol oynayan Budist delikanlıların neşesi karışmayı ben de isterdim. Ne ki sadece bir iki kilometre ötedeki kampta, aynı yaşlardaki Mahmut Çıngı, üniversitesinin yıkıldığını, yakılan köyünden 500, ailesindense 11 kişinin öldürüldüğünü feryat ederek anlatırken aniden yere düşüyor. Bunun bir din savaşı olduğunu zannedenler yanılır. Hayır! Pervasız, kaba saba bir ırkçılık... 

Yol boyunca yanık kesik ağaçlar, tüm cevizleri kırık, simsiyah kor halinde ağlayan palmiyeler, üzerlerinden henüz kül bulutları kalkmamış yıkılmış yakılmış saz evler. Bir varmış bir yokmuş, suyun üzerinde yüzen garip bir sandalmış Arakan.

***

Allahım kıyamet kopmuş da bizim mi haberimiz yok? Geniş güvenlik önlemleri alınmış, çadırlar, sazlıklardan kurulmuş kulübeler, yollara akın etmiş "Esselamu Aleykum" derken katıla katıla ağlayan zapzayıf erkekler. Kucaklarındaki bebekleriyle yollara atılan erimiş bitmiş kadınlar... Otuz-otuz beş kilo var yok bir kızcağız inişte boynuma sarılarak titremeye başlıyor; "Ya rabbi" dedikten sonra baygınlık geçiriyor. Bir hayal gibiler, suyun üzerinde yürüyen canlı cenazeler gibi, erimiş mumların son kısık ferleri gibi gözler... Yusuf masalındaki gibi sanki kuyuya atılmış bir yurt Arakan... 90 bin evi yakılmış insan, binlerce ölü, sandalların üstünde binlerce sürgün, haymatlos... 

Tharpan'da, Erkekler cuma namazına geçtiği sırada bizleri evlerine buyur eden kadınlarsa bir hapishanede yaşadıklarını anlatıyorlar. Evlenmeleri, doğumları ve dünyaya getirdikleri çocuklarına nüfus kağıdı almaları yasak, "Bizi Bengal Denizine atacaklar" diyorlar. "Nüfusumuz %40'larda olduğu halde hükümet bizi vatandaş olarak kabul etmiyor evlerimiz yıkılıyor, kadınlarımıza tecavüz ediliyor, son iki ayda 1000 kişi tutuklandı şimdi sizinle konuştuk diye bizleri de tutuklarlar ne olur bize yardım edin" diyorlar. "Hayatlarımız parçalanıyor, ölümü arar hale geldik. Güvenlik güçlerinin silahlı kuşatmasını sizler de gördünüz, bu şartlar altında nefes bile alamazken onlara saldırdığımızı nasıl iddia edebilirler ki" diye soruyorlar...

Mektila'daki Osmanlı Şehitliğini ziyaret ettik. Budist saldırılardan nasibini almış kırık kabir taşlarını, 1909'da inşa edilmiş Türk Camii'nin duvarına dizdirmiş İmam Muhammed Ali Efendi. Dışişleri Bakanımız en kısa zamanda Şehitliğin ihya edileceğini söylüyor. 92 yıl aradan sonra şehitlerimize sular serpiyoruz, dualar okuyup, selamlar getiriyoruz. Bir Hilal Uğruna şehit oldular. Hilal; inancın, Allah rızasının, onurun, namusun, ümmetin simgesi hilal. Bizim tüm işgüzarlıklarımız seninle ilgilidir...

http://www.stargazete.com/yazar/sibel-eraslan/guncel/arakandaki-isguzar-vicdan/yazi-664533
#577
Alıntı YapBunun üzerine firma mali müşaviri bankaya giderek maliyenin e-haczinin sadece haczin koyulduğu andaki tutar için geçerli olacağını ve sonradan oluşabilecek bedeller için haczin imkanının olmadığını belirtti ve bunun üzerine banka sonradan gelen bedel olan 60.000 Tl yi serbest bıraktı
Bu durumda maliyenin koymuş olduğu e-haciz ler sadece o an için mi geçerli ? E -hacizde diğer hacizler gibi "doğmuş veya doğacak alacaklarına" diye ibare konuluyor mu?
Bankanın yapmış olduğu işlem doğrumudur? E-hacizin normal hacizle bu konuda farkı var mıdır?

Kamu alacaklarıyla ilgili hacizlerde Maliye Bakanlığı'nın yayınladığı bir duyuru söz konusu; bu duyuruda bankaların sadece e-haczin gönderildiği tarih itibariyle işlem yapmaları, hesapta bakiye yoksa, ileriye dönük olarak hesaba haciz işlememesi isteniyor. 6183 sayılı Kanun'un 79. maddesi gereğince kamu hacizlerinde bankanın genel müdürlüğüne haciz ihbarnamesi/e-haczin gönderilmesi, o bankanın tüm şubeleri nezdinde araştırma yapmasını ve hangi şubede olursa olsun borçlunun adına kayıtlı tüm hesaplara haciz işlemesi sonucunu doğurur. Kamu alacakları dışındaki alacaklarda ise siz tek tek tüm şubelere haciz yazısı göndermek zorundasınız; zira haciz yazısı sadece gönderilen şubeyi bağlar. Dolayısıyla kamu haczinde, borçlunun bulunduğu adresle hiç alakası olmayan bir banka şubesinde hesap açmak suretiyle işlerini bu şubeden yürütebilmesi gibi bir ihtimal söz konusu değildir. Özel hukuktan kaynaklanan alacaklarda borçlu için bu imkan her zaman mevcut. Mesela İstanbul'da faaliyet gösteren bir borçlunun Konya'daki bir bankada hesap açmasını ve internet bankacılığı yoluyla işlerini bu hesap üzerinden yürütmesini tespit etmek son derece zordur. Kamuya borçlu çok fazla sayıda şahıs ve şirket bulunduğundan ve hesaplara ileriye dönük konulan hacizler bu şahıs ve şirketlerin ticari faaliyetlerini sürdürmelerine engel teşkil ettiğinden, Bakanlık yoğun serzenişler üzerine böyle bir duyuru yayınlamak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla bankalar da kamu hacizlerinde bu duyuruya göre işlem yapıyorlar. POS hesapları kamu alacaklarından kaynaklanan hacizlerde de yine istisna teşkil ediyor.

Uygulamada kamu alacakları dışındaki alacaklar için de haczin bankaya ulaştığı tarihteki hesap bakiyesinin bankalarca dikkate alındığını, POS hesabı hariç hesaba (banka şubelerinin çok büyük çoğunluğu tarafından) ileriye dönük bir haciz işlenmediğini yukarıda belirtmiştim. İşin pratik yönü yukarıda belirttiğim gibi aynı. Bakanlığın duyurusunu yok farz edersek işin teorik yönü de aynı, yani tartışmaya açık. Bu anlamda kamu alacakları ve özel hukuk alacakları arasında herhangi bir farklılık bulunmuyor. Bahsettiğiniz olayda banka Bakanlığın duyurusuna aykırı işlem tesis etmiş görünüyor. E-hacze banka cevap göndererek zaten işlemi sonuçlandırmış durumda (e-haciz uygulamasında bir bankanın ileriye dönük şekilde hesaba haciz konulduğunu bildirmesi teknik açıdan da mümkün değil). Bu aşamadan sonra banka kendi cevabıyla da çelişecek şekilde hesaba yanlışlıkla bir bloke koyduysa, bu blokeyi Bakanlığın yayınladığı duyuru istikametinde kendiliğinden kaldırabilir diye düşünüyorum. Yani yapılan işlemde bu açıdan bir yanlışlık yok. Ama bunu özel hukuk alacakları için uygulamak mümkün olmaz. Zira banka bir hesaba ileriye dönük haciz işlemişse, haciz yazısına karşı icra dosyasına gönderdiği yazıda haczi hesaba işlediğini de bildirmiştir. Bildirmemiş olsa zaten hesaba bu haczi de işlememiş olurdu diye düşünüyorum. Şayet aksi bir durum söz konusu ise, yani banka icra dosyasına gönderdiği cevapta sadece haciz yazısının geldiği anı dikkate aldığını ve bu sebeple hesaba haciz işlemediğini/hacze itiraz ettiğini bildirmişse, banka bu durumda da inisiyatif kullanarak kendiliğinden haczi kaldırma yoluna da gidebilir. Durum bundan ibaret. Kolay gelsin...
#578
(Aşağıdaki cevap, 28.03.2013 tarihinde Borçlar Kanunu'nun 584. maddesinde yapılan değişiklik sebebiyle değiştirilmiştir.)

28.03.2013 tarihinden önce:

01.07.2012 Tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı yeni Borçlar Kanunu'nun konuyla ilgili 584. maddesi aşağıdadır. Bu maddeyi okuduğunuzda, sözleşmeye kefaletle ilgili atılmış olan imzaların (kefil olan şahısların eşlerinin yazılı onayı alınmadığı için) geçersiz olduğunu kolaylıkla anlayacaksınız. Kefaletler geçersiz olmasına rağmen (sözleşmeden kaynaklanan bir borç doğduğunda) bu kişilere karşı icra takibi başlatırsanız, bu kişiler veya eşleri bu maddeye dayanarak takibin iptalini sağlayabilirler.

28.03.2013 tarihinden sonra:

Borçlar Kanunu'nun konuyla ilgili 584. maddesine eklenen, "Ticaret siciline kayıtlı ticari işletmenin sahibi veya ticaret şirketinin ortak ya da yöneticisi tarafından işletme veya şirketle ilgili olarak verilecek kefaletler, mesleki faaliyetleri ile ilgili olarak esnaf ve sanatkârlar siciline kayıtlı esnaf veya sanatkârlar tarafından verilecek kefaletler, 27/12/2006 tarihli ve 5570 sayılı Kamu Sermayeli Bankalar Tarafından Yürütülen Faiz Destekli Kredi Kullandırılmasına Dair Kanun kapsamında kullanılacak kredilerde verilecek kefaletler ile tarım kredi, tarım satış ve esnaf ve sanatkârlar kredi ve kefalet kooperatifleri ile kamu kurum ve kuruluşlarınca kooperatif ortaklarına kullandırılacak kredilerde verilecek kefaletler için eşin rızası aranmaz." şeklindeki hüküm gereğince artık bu tür kefaletlerde eş rızası aranmayacaktır.




   III. Eşin rızası
   
   Madde 584- Eşlerden biri mahkemece verilmiş bir ayrılık kararı olmadıkça veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı doğmadıkça, ancak diğerinin yazılı rızasıyla kefil olabilir; bu rızanın sözleşmenin kurulmasından önce ya da en geç kurulması anında verilmiş olması şarttır.
   
   Kefalet sözleşmesinde sonradan yapılan ve kefilin sorumlu olacağı miktarın artmasına veya adi kefaletin müteselsil kefalete dönüşmesine ya da kefil yararına olan güvencelerin önemli ölçüde azalmasına sebep olmayan değişiklikler için eşin rızası gerekmez.

   Ek fıkra : 28.3.2013-6455 S.K. / m.77) Ticaret siciline kayıtlı ticari işletmenin sahibi veya ticaret şirketinin ortak ya da yöneticisi tarafından işletme veya şirketle ilgili olarak verilecek kefaletler, mesleki faaliyetleri ile ilgili olarak esnaf ve sanatkârlar siciline kayıtlı esnaf veya sanatkârlar tarafından verilecek kefaletler, 27/12/2006 tarihli ve 5570 sayılı Kamu Sermayeli Bankalar Tarafından Yürütülen Faiz Destekli Kredi Kullandırılmasına Dair Kanun kapsamında kullanılacak kredilerde verilecek kefaletler ile tarım kredi, tarım satış ve esnaf ve sanatkârlar kredi ve kefalet kooperatifleri ile kamu kurum ve kuruluşlarınca kooperatif ortaklarına kullandırılacak kredilerde verilecek kefaletler için eşin rızası aranmaz.
#579
Merhabalar.

Alıntı Yap3 aydır ödeme yapamıyorum..tekrar çalıştığımda maaşıma haciz gelir ama bu bankalar sıraylamı alıyolar?

Evet, maaşınızdan aylık kesilecek 1/4 tutarındaki kısımlarla ilk haczi koyan alacaklının alacağı tamamen karşılandıktan sonra sıra ikinci haciz alacaklısına gelir, sonra üçüncüye, vs.

Alıntı Yapve acizlik belgesi verilirse bana zaman aşımından sonra evim olursa yine el konurmu?

İcra ve İflas Kanunu'nun 143. maddesi gereğince aciz vesikasına bağlanan bir alacakla ilgili olarak ilk bir yıllık süre içinde ödeme emri gönderilmeden doğrudan haciz işlemi yapılabilmesi mümkündür. Bir yıl geçtikten sonra alacaklının yeni bir takip yapması gerekir. Elbette bu takip öncesinde aciz vesikasına dayanılarak ihtiyati haciz kararı alınabilmesi de mümkündür. Aciz vesikasına bağlanan alacak, aciz vesikasının düzenlenmesinden itibaren yirmi yıllık sürenin geçmesiyle zamanaşımına uğrar.

Alıntı Yapya da emekli olursam maaşıma haciz gelirmi?

5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun "Devir, temlik, haciz ve Kurum alacaklarında zamanaşımı" başlıklı 93. maddesinin 1. fıkrası aynen şu şekildedir:

MADDE 93 - (DEĞİŞİK FIKRA RGT: 08.05.2008 RG NO: 26870 KANUN NO: 5754/56) (KOD 1)
Bu Kanun gereğince sigortalılar ve hak sahiplerinin gelir, aylık ve ödenekleri, sağlık hizmeti sunucularının genel sağlık sigortası hükümlerinin uygulanması sonucu Kurum nezdinde doğan alacakları, devir ve temlik edilemez. Gelir, aylık ve ödenekler; 88 inci maddeye göre takip ve tahsili gereken alacaklar ile nafaka borçları dışında haczedilemez. (EKLENMİŞ İBARE RGT: 28.02.2009 RG NO: 27155 MÜKERRER KANUN NO: 5838/32) Bu fıkraya göre haczi yasaklanan gelir, aylık ve ödeneklerin haczedilmesine ilişkin talepler, borçlunun muvafakati bulunmaması halinde, icra müdürü tarafından reddedilir.


Buna göre emekli maaşı, nafaka borçları ve SGK tarafından takip edilen prim borçları dışında haczedilemez. Dolayısıyla anlattığınız olayda bankanın kredi borcu sebebiyle emekli maaşına haciz uygulayabilmesi hukuken mümkün değildir.

Alıntı Yapeğer acizlik belgesi olmazsa zaman aşımına uğradığında ne olur?

Zamanaşımına uğramış bir alacakla ilgili borçlu tarafından zamanaşımı defi ileri sürülebilir ve bu defi ileri sürüldüğünde, artık alacaklı tarafından bu alacak cebri icra yoluyla tahsil edilemez hale gelir. Bu durumdaki bir alacağı borçlu ödemek istemediği sürece alacaklı zorla borçludan tahsil etme hakkına sahip değildir. Ancak bankaların alacaklı olduğu dosyalarda aciz vesikasının alınmamasına genelde pek rastlanılmaz. Aciz vesikasına bağlanan alacak vergi indirimi sağladığından, kar elde eden şirketler aciz vesikası almayı ihmal etmez genelde. Kolay gelsin...
#580
T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E:2009/18326
K:2009/21112
T:28.12.2009

2004 sayılı Kanun m. 89/5

Dava dilekçesinde, kira parasının 05.12.2006 gününden başlayarak aylık 20.000 TL olarak tespiti istenilmiştir. Mahkemece, davanın sıfat yokluğu nedeniyle reddi cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü.
Davacı banka, davalılardan B... B... A... Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.'nin borcu bulunduğundan, borca karşılık maliki olduğu fabrika ve müştemilatına ipotek konulduğunu, ipoteğin paraya çevrilmesi suretiyle takip yapılarak borçlu şirketin kiracısı olan diğer davalı G... Tekstil Sanayi ve Ticaret Limited Şir-keti'ne kira paraiannın kendisine ödenmesi için haciz ihbarnamesi gönderildiğini, kiracı davalının 5 yıldır kira artışı yapmadan aynı kira miktarını İcra Dairesine ödemeye devam ettiğini, İcra Müdürlüğünün gayrimenkulun korunması, kiralanması vb. konularda tedbirler alabileceğinden kira artırımı davası açma yetkisi aldığını öne sürerek, bu yetkiye dayanarak 05.12.2006 tarihinden itibaren 5.000 TL olan kiranın aylık 20.000 TL'ye çıkarılmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar İcra Müdürlüğünün yetki belgesi veremeyeceğini bildirerek, yersiz olan davanın reddini dilemişlerdir.
Mahkemece, kira tespiti davasının, kira sözleşmesinin tarafı olan kiracı ve kiralayan veya bazı hallerde malik tarafından açılabileceği, ipotek alacaklısının kira tespiti davası açma hakkının bulunmadığı ve taraf sıfatı bulunmadığından davanın sıfat yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, borçlu davalının fabrikasında kiracı bulunan diğer davalının 2001 yılından beri kira bedelini hiç arttırmadan ödediğini ileri sürerek, İcra Müdürlüğünden aldığı yetki belgesine dayanarak kira bedelinin tespitini istemiştir.
Davalı G... Tekstil San. ve Tic. Ltd., davacıya borçlu bulunan diğer davalı B... A.Ş.'nin kiracısı olup, davacının alacağına karşılık tesis edilen ipotek konusu taşınmazda kiracıdır ve kira parasının alacaklıya ödenmek üzere haczedildiği anlaşılmaktadır. Alacaklı davacı lehine haczedilmiş alacağın alacaklıyı sözleşmenin tarafı haline getirmesi mümkün değildir. Ancak kira parasını sözleşmenin tarafı yahut malikin talep etmesinin hukuksal nedeni, sözleşme nedeniyle alacak hakkının doğması yahut mülkiyet hakkı sonucu taşınmazın getirişini talep hakkı vermesidir. Kiracının kira borcunun alacaklı davacının kendisine ödenmek üzere haczedilmiş olması durumunda kira parasını talep hakkı olduğuna göre, alacağın yeni kira dönemindeki gerçek miktarını tespiti hakkının da varlığı kabul edilmelidir. Nitekim alacaklı alacağın miktarının tespitini İİK m. 89/5 hükmüne göre İcra Mahkemesi marifetiyle sağlayabildiğine göre, yeni dönemdeki kira parasının tespitini görevli Sulh Hukuk Mahkemesinden isteyebilmelidir.
Bu itibarla, yukanda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazlan bu nedenlerle yerinde olduğundan, kabulü ile hükmün HUMK'nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA) ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.12.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Kaynak: YKD - ŞUBAT 2010 sayısı.