Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Konular - kilimanjaro

#921
İçinde bulunduğumuz yüzyılda hayatımız aküler tarafından rehin alınıyor. Cep telefonunuz varsa, laptop kullanıyorsanız cebinizdeki küçük, lityum iyon hücreli akülerin merhametine kalmışsınız. Fakat, tüm bunlar Amerika'daki bilimadamları tarafından yakında değiştirilecek. Amerikan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, hibrid ya da portatif elektrikli arabalarda kullanılabilecek yeni bir teknik geliştirdi. Buluşla elektrikli arabalar 1 saatte şarj edilebilecek. 
 
BBC Focus dergisindeki habere göre, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)'nden araştırmacılar, pillerinizin saniyeler içinde şarj edilmesini sağlayacak yeni bir teknik geliştirdi. Bath Üniversitesi'nde benzeri bir araştırma yürüten Prof. Dr. M Saiful Islam, "Bir fincan çay hazırlayıncaya kadar cep telefonunuzu ya da laptopunuzu şarj edebileceksiniz" dedi. Cep telefonu veya laptopunuzu hızlı şarj etmesinin yanında, yeni yaklaşım sayesinde hibrid ya da portatif elektrikli arabalar da yaygınlaşacak. Teknoloji ilerlediği sürece, bir elektrikli araba bir saatten daha kısa sürede şarj edilebilecek.

Islam, "Tüm aküler gibi, şarj edilebilen lityum hücreler, bir elektrottan diğerine geçerek, bir taraftan diğer tarafa hareket etmek için yüklü atomlar ya da ionlar gerektiriyor. İyonlar bir yöne hareket ettiğinde akü enerjiyi boşaltıyor, iyonlar geri hareket ettiğinde yeniden şarj ediyor. İyonlar kendi orijinal pozisyonlarına (akünün ne kadar çabuk şarj edebileceğini tespit eden) geri dönebiliyor.

Bugünün akülerinde, süreç yavaş işliyor, çünkü iyonlar çabuk hareket etmiyorlar. Ancak, iki elektrot arasındaki maddedeki kanallara doğru yollarını bulmak zorundalar. Her şeyi hızlandırmak için MIT'teki araştırmacılar akülerde, bir elektrottan diğerine kanallara doğru iyonlara yol gösteren yeni bir madde kullandılar. Araştırmacılar, zaten 10-20 saniye içinde şarj edilebilen küçük prototip hücreler yaptılar.

Peki bu teknolojiyi ne zaman kullanacağız?

Yeni süper şarjlı akülerin arkasındaki ekip, iki yıl içinde bu sistemin pazarda olacağını söylediler. Çünkü, ilgili materyaller tamamiyle yeni değil.

Yeni aküler, DeWalt elektrikli el aletleri ve GM's Chevrolet Volt elektrikli arabada kullanılan lityum demir fosfat kullanacak. Bu materyal çok gözde, çünkü uzun ömürlü ve yıllar geçse de kapasitesinden bir şey kaybetmiyor. Bugünün şarj edilebilen akülerinin çoğu ise lityum kobalt oksit kullanıyor.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=854142&title=1-saatte-sarj-edilen-otomobiller-geliyor-zaman-online
#922
Kırmızı araba kaza yapmaz!    

Gaziantep'te kayıtlı taşıtların yüzde 29.8'i kırmızı. Buna karşılık dokuz ayda meydana gelen kazaların sadece yüzde 10.6'sına kırmızı taşıtlar karıştı.

Gaziantep'te 7 bin olayla ilgili tutulan istatistik kırmızı taşıtların belirgin şekilde az kazaya karıştığını gösterdi. Kırmızının uyarıcı niteliği bu sonucun gerekçesi olabilir.

20/10/2004

AA - GAZİANTEP - Gaziantep Emniyet Müdürlüğü Trafik Tescil ve Denetleme Şube Müdürlüğü'nce yapılan araştırmada, kırmızı renkli araçların diğer renkteki araçlara göre kaza yapma oranlarının düşük olduğu tespit edildi.
Trafiğe kayıtlı araç sayısı 187 bin 956 olan Gaziantep'te yapılan araştırmada, 2004'ün dokuz aylık döneminde 6 bin 837 kaza meydana geldiği belirlendi. Araştırmada, trafiğe kayıtlı araçların yüzde 29.8'inin kırmızı olduğu, buna karşılık kazalara karışan araçlar içinde kırmızıların oranının 10.6 olduğu tespit edildi. Ayrıca kayıtlara göre kırmızı Gaziantep'te en çok tercih edilen araç rengi.

Beyaz renkli araçlar daha tehlikeli
Beyaz renkli araçlar ise trafiğe kayıtlı araçlar içinde yüzde 26.8'lik pay alırken, kaza yapma oranı 42.7 ile en fazla risk rengi içinde yer aldı.
Renk gruplarına göre araçların kazaya karışma oranları sırasıyla mavi yüzde 9.4, yeşil yüzde 3.9, bej yüzde 3.6, siyah 3.2, sarı yüzde 2.5, lacivert yüzde 1.5, bordo yüzde 1.5, kahverengi yüzde 0.4, diğerleri yüzde 2.7 civarında gerçekleşti. Araştırmada, 187 bin 956 araç içerisinde 56 bin 87 ile kırmızı renkli araçlar birinci sırada yer alırken, diğer renkteki araç sayıları ise şu şekilde sıralanıyor: Beyaz 50 bin 459, gri 19 bin 207, mavi 18 bin 126, siyah 10 bin 349, yeşil 9 bin 458, bej 8 bin 854, sarı 8 bin 508, lacivert 1967, kahverengi 1481, bordo 346, bilinmeyen 3 bin 114.
Gaziantep Emniyet Müdürü Feyzullah Arslan, araştırma sonucunu şöyle değerlendirdi: "Kırmızı renk tehlike habercisi, önlem aldırıcı ve daha fazla fark edilme özelliğine sahip. Hem sürücü, hem de yayalar ve diğer araç sürücüleri tarafından fark edilebiliyor ve sanırım bu nedenle kazaya daha az karışıyorlar. Beyaz renkli araçlar ise az fark edilebilir özellikte oldukları için kaza yapma oranları daha yüksek. Amacımız, kent içinde ve şehirlerarası yollarda trafik kazalarını en aza indirip, can ve mal kayıplarını önlemek. Bunun için her alanda yoğun bir çalışma içerisinde bulunuyoruz. Trafik kazalarında kazaya karışan araçların renklerinin de bu alanda önemli olduğunu düşünüyoruz."

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=131719
#923
Medeni hukuk dersinde hoca en arkada sürekli konuşan bir öğrenciyi ayağa kaldırarak sorar:

-Söyle bakalım iğfal ne demektir?

Öğrenci hiç tereddüt etmeden cevap verir:

-Sizin şu anda yaptığınız şeydir, hocam, der.

Şaşıran hoca:

-Nasıl yani diye çıkışır öğrencisine.

Öğrenci:

-Bir kimsenin bilgisizliğinden, tecrübesizliğinden yararlanarak ona zarar veren davranışlarda bulunmaya iğfal denir, der.

;D
#924
ABD'de ünlu bir basketbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Basketbolcu
yakalanmıştı. Bütün deliller sanığın aleyhine olmasına rağmen sanık avukatı suçlamaları ısrarla reddediyordu. Durusma
Amerikan filmlerindeki gibiydi... Hakkında mahkumiyet kararı verilmesi an meselesi olan basketbolcu sanik sandalyesinde büyük bir soğukkanlılıkla oturuyordu...
Basketbolcunun kucak dolusu para ödeyerek tuttugu avukatı ise jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:

"Sayin juri, sayın hakim, muvekkilimin suçsuz olduguna yürekten inaniyorum... Buna az sonra sizler de inanacaksiniz... Neden mi? Bakın, şimdi iki dakika içinde duruşma kapısı açılacak ve içeriye gerçek suçlu girip suçunu itiraf edecek..."

Duruşma salonundaki herkesin gözü kapıya kilitlenmişti... Merakla beklenmesine ve aradan beş dakikadan fazla zaman geçmesine rağmen içeri kimse girmemişti... Avukat bir savunma dehasıydı; öldürücü hamlesini yaptı:

"Bakın, aslında siz de maktül kadının müvekkilim tarafından öldürüldüğüne tam olarak inanmıyorsunuz... Zira hepiniz büyük bir merakla içeri girecek kişiyi beklediniz. Masum olan müvekkilimi haksız yere cezalandırmamak için bu tecrübeniz ışığında adaletli bir karar vermenizi talep ediyorum..."

Jüri, verilen aradan sonra kararını açıklar. Sanık suçlu bulunmuştur. Bu etkileyici savunmadan sonra böyle bir karar çıkmasını beklemeyen ve adeta şok olan sanık avukatı mahkeme çıkışında bayan jüri başkanının yanına yaklaşarak sordu:

"Siz de diğer herkes gibi merakla kapıya bakıp beklemiştiniz. Neden böyle bir karara imza attınız?"

"Dogru" dedi jüri başkanı, "Ben de kapıya baktım, ama bir şey dikkatimi çekti, bizim merakla kapıya bakarak beklediğimiz o süreçte muvekkiliniz bir kez olsun kapıya bakmadı!.."

;D
#925
ARABULUCULUK 
23.10.2007 - Yrd. Doç. Dr. İbrahim Subaşı 


 
                   GİRİŞ

                   Türk toplu iş hukukunda barışçı çözüm yollarına önemli bir yer verilmiştir. Grev ve lokavt haklarının yasaklandığı, toplu iş sözleşmelerinin özel bir Yasa ile düzenlenmediği dönemde bile yasa koyucu toplu iş uyuşmazlıklarının çözümünü ayrıntılı hükümlerle düzenlemiştir. Grev yasağının kaldırılarak bu hakkın Anayasa güvencesi altına alındığı dönemde ise barışçı çözüm yollarının önemi daha da artmıştır. Bir ülkede grev ve lokavt gibi mücadele haklarının kullanılması ne derece doğalsa, bu silahlara başvurulmadan önce veya sonra tarafların yararlanabilecekleri barışçı çözüm yollarını düzenlemek de o derece zorunludur. Toplu iş ilişkilerinde asıl olan barıştır. Mücadeleler ne derece keskin ve uzun süreli olursa olsun, sonuçta taraflar barışı arama ihtiyacını duyacaklardır.

Barışçı çözüm yollarının; çalışma barışının sağlanmasına, toplu pazarlık sisteminin benimsenip gelişmesine, ekonomik ve sosyal kalkınma için elverişli bir ortamın hazırlanmasına hizmet etmeleri, bu yollara ihtiyarî unsurların egemen olmasıyla mümkündür.

Çağımızı karakterize eden temel öğelerden biri de uzlaşmadır. Toplu iş hukuku alanında da olanaklar ölçüsünde uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözümlenmesine çalışılmaktadır. Sert mücadelelerin gerek taraflara gerekse topluma verdiği zararların idrak edilmesi, toplu iş uyuşmazlıklarının barışçı yollarla çözümünü ortaya çıkarmıştır. Barışçı yollar ile uyuşmazlıkların çözüme ulaştırılması; işgünü kaybına neden olmadan, işyerindeki verimi azaltmadan ve en önemlisi de çalışma barışı bozulmadan sağlanabilmektedir. İş hayatında iyi ilişkiler kurarak, taraflar arasında uyuşmazlığın çıkmasını önlemek, müşterek bir ortak noktada buluşmaya teşvik ve ikna ederek çıkan uyuşmazlıkları çözümlemeye çalışmak, arabuluculuğun ana gayesidir.

Türk iş hukukunda toplu iş uyuşmazlıklarının çözümü ve toplu pazarlık hakkı değerlendirilirken; ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de gözönünde bulundurulmak zorunluluğu vardır. Bunların endüstri ilişkilerini etkilediği ise bilinen bir gerçektir.

Toplu iş ilişkileri alanında değişim ihtiyacı, bu alanın dinamizminden kaynaklanmaktadır. Ekonomik, teknolojik ve sosyal alanlardaki hızlı değişim toplu iş ilişkilerini de etkilemekte ve her ülke bu alanda değişen koşullara uygun çözümler bulmaya çalışmaktadır. Toplu iş uyuşmazlıklarının barışçı yoldan çözümü, her ülke açısından büyük önem taşır. Bu yüzden, her ülke, kendi özelliklerini gözönünde tutarak bir uzlaştırma, arabuluculuk ve tahkim sistemi kurmuştur. Ancak bir ülkedeki sistemin başarılı sayılabilmesi için; uzlaştırma, arabuluculuk ve tahkimin ne olduğunun, görevinin ve işleyişinin ve sonra da ülkenin hukukî ve sosyal yapısının iyi bilinmesi şarttır.

İşçi ve işveren kuruluşları yapmak istedikleri toplu iş sözleşmesi   (TİS)'nin konusu üzerinde her zaman anlaşamayabilirler ve aralarında toplu iş uyuşmazlığı çıkabilir. İşçi ve işveren kuruluşları arasında çıkan uyuşmazlığın devam etmesi, yalnızca ilgilileri değil, ekonomik bağımlılıkları nedeniyle toplumun tümünü etkileyebilir. Bu nedenle, uyuşmazlığa düşen, işçi ve işveren kuruluşlarının veya sendika üyesi olmayan işverenlerin anlaşmaları, uyuşmaları konusunda yardım etmek gereklidir. Toplu iş uyuşmazlıklarının barışçı yollarla çözümünde ilgililere yardımcı olan arabuluculuk kurumunun amacı, toplu iş uyuşmazlıklarını ortadan kaldırmak, her iki tarafın haklı çıkarları arasında makûl bir denge kurmaya çalışmaktır.

Demokratik bir toplum düzeninde varlığı tartışmasız olan toplu iş mücadelesi denilen grev ve lokavtın, ülkenin ekonomik ve sosyal hayatı üzerinde az veya çok zararlı etkiler yaptığı da bilinmektedir. İşçilerin ve işverenlerin toplu görüşmelerden bir sonuç alamamaları durumunda başvurdukları toplu iş mücadelesi yolları, taraflarını olduğu kadar ülke ekonomisini ve toplum hayatını zarara sokabilir, hatta bazen siyasî düzeni dahi tehlikeye düşürebilir. Ancak bu gerçek, işçi ve işverenleri grev ve lokavt haklarından yoksun bıraktıracak kadar antidemokratik bir çözüme götürmemelidir. Yapılması gereken, bu hakları kaldırmak yerine toplu görüşmelerde başarı sağlayamayan tarafları bir takım etkili barışçı çözüm yollarını denemeye sevk ve teşvik etmek, ancak en son çare olarak onlara grev ve lokavt yolunu açık tutmaktır.

2822 sayılı Yasa; 1982 T.C. Anayasası uyarınca sadece toplu çıkar uyuşmazlıklarına yer vermiş ve grev-lokavt gibi iş mücadelelerine geçmeden önce, tarafların arabulmadan geçmelerini zorunlu kılmıştır. Arabuluculuk, haklı olarak uzlaştırmadan farklı bir biçimde düzenlenmiştir. Arabulucunun; daha toplu görüşme devam ederken devreye girebilmesi, tek kişi olarak çalışması, karar yerine tarafların görüşlerini yaklaştırmaya çalışması, resmî bir liste üzerinden seçilebilmesi, ücretinin tüzük esaslarına ve yargı organının kararına bağlı olarak belirlenmesi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB)'na  bağlı bir Resmî Arabuluculuk Teşkilâtı (RAT)'nın kurulması, ertelenen grev ve lokavtlarda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı (Çalışma Bakanı)'na arabulucu işlevinin tanınması, yapılan değişikliklerin çok önemli olduğunu göstermektedir


A. UZLAŞTIRMA SİSTEMİNDEN ARABULUCULUĞA GEÇİŞ

Özellikle 275 sayılı Yasadaki uzlaştırma kurumunun yerini alan arabuluculuk etkili ve daha dinamik bir barışçı çözüm yolu olarak düşünülmüştür.[1] Anayasal bir hak olan grevin özüne dokunmadan tarafların güvenini kazanmış, sonuçları bakımından bağlayıcı olmayan fakat taraflar arasında en âdil dengeleri bularak uzlaşmayı sağlayan barışçı çözüm yollarını işler hale getirmek gerekir. Bu açıdan 275 sayılı Yasadaki uzlaştırma mekanizmasına 2822 sayılı Yasanın son vermesi isabetli olmuştur.[2]

Arabuluculuğa ilişkin yasal düzenlemeleri değerlendirebilmek ve bunların yarattığı sorunlara çözüm yolları bulabilmek için uzlaştırma sistemini ve arabuluculuğa geçiş nedenlerini kısaca ortaya koymak gerekir.[3]

275 sayılı Yasa; grev ve lokavt haklarını düzenlerken barışçı çözüm yollarına da yer vermiş, özellikle uzlaştırma üzerinde durmuştur. Büyük ölçüde İsviçre yasalarından esinlenerek hazırlanan bu yasaya göre, toplu iş uyuşmazlığı çıkaran taraflar grev ve lokavta başvurmadan önce zorunlu olarak uzlaştırma yoluna gideceklerdir. Kuşkusuz uzlaştırma aşamasında tarafların anlaşma zorunluluğu bulunmayacaktır. Eğer, uzlaştırma sonucu taraflar için zorunlu ve  bağlayıcı kabul edilmiş olsaydı, grev ve lokavt haklarına ihtiyaç kalmayacak ve sistemin niteliği değişecektir. Bunu ise kabul etmek mümkün değildir.[4]

2822 sayılı Yasa döneminde; arabulucu tek bir kişi olduğundan, geçen dönemden farklı olarak uzlaştırma kurulu toplantıları sözkonusu olmayacaktır. Eski Yasa döneminde çok tartışılan ve Yargıtay kararlarına konu olan tarafların uzlaştırma toplantılarına katılmamaları ve hukukî sonuçları önemini yitirmiş bulunmaktadır. Tek bir arabulucu bulunduğundan ve ayrıca eski Yasadan farklı olarak bir karar vermesi de sözkonusu olmadığından, eskiden olduğu gibi toplantıların taraflarca seçilen arabulucularca sabote edilmesi, üç tarafsız arabulucunun farklı görüşler nedeniyle karar verememesi gibi durumlar artık ortaya çıkmayacaktır.[5]

275 sayılı Yasada düzenlenen ve bazı yazarlara göre[6], genelde başarılı gözüken uzlaştırma sisteminin uygulamada bazı sorunları ortaya çıkmıştı. Bunlardan en çok tartışma yaratanı taraflarca seçilen aracıların tarafsız olmaları gerektiğini ortaya koyan yasal ifadede kendisini göstermekteydi. Yasada, sadece üçüncü aracı için değil, taraf aracıları için de "tarafsız" sıfatı kullanılmıştı. Uygulamada, uzlaştırma kurulunun iki üyesinin tarafsız olmaması, hatta bilakis taraf temsilcisi durumunda olması, uzlaştırmanın, üçüncü aracı başkanlığında taraflar arasında müzâkerenin devamı mahiyeti almasına yol açmaktaydı. Taraf aracılarının genellikle tarafların yanlarında çalışan kişilerden seçilmeleri karşısında, bu durumun Yasanın uyuşmazlığın bir kere de tarafsız bir kurulda objektif olarak incelenmesi yolundaki amacına ters düştüğü öne sürülmüş[7] ve hatta seyrek olmakla birlikte uygulamanın ilk yıllarında bu konuda yapılan itirazların mahkemeleri zor durumda bıraktığı görülmüştü.[8] Taraf aracıları için tarafsızlık niteliğini aramanın mı yoksa hukukî sıkıntıları ortadan kaldıracak ve uygulamadaki gelişmeye uygun düşecek şekilde yasa değişikliğine gidilerek "tarafsız" sözcüğünü çıkarmanın mı daha yerinde olacağı da tartışma konusu olmuştu. Bundan başka, 275 sayılı Yasa döneminde şikayet edilen bir konu da, taraf aracılarının anlaşamaması durumunda üçüncü tarafsız aracının mahkemece seçilmesine ilişkin olarak bu kişilerin sahip olacakları nitelikler konusunda yasal bir düzenlemenin bulunmamasıydı.[9] Ayrıca; uzlaştırmanın 1970'li yılların çalkantılı havası içinde büyük uyuşmazlıklarda hemen her konuda başarısızlıkla sonuçlanması uyuşmazlığın asıl sorunlu yönünü teşkil etmekteydi.[10]

Uzlaştırma Kurulu ilk yıllarda oldukça başarılı olmuş, ancak giderek etkisini kaybetmiştir. Kuşkusuz bu durum yasal düzenlemenin yetersizliğinden çok uygulamada ortaya çıkan sorunların zamanında ve sağlıklı biçimde çözümlenememesinden kaynaklanmıştır. Bu hususta idare organları ile yargı kararlarının yetersizliği, arabulucuların belirli niteliklere sahip olamamaları, kendileri için yüksek ücretler takdir etmeleri, taraflar üzerindeki manevi güçlerini kaybetmeleri gibi nedenler rol oynamıştır.[11]

Uzlaştırma konusunda 275 sayılı Yasa döneminde ortaya çıkan sorunların çözümü ile ilgili olarak değişik öneriler öne sürülmekteydi. Üçüncü Beş yıllık Kalkınma Planında; uzlaştırma sisteminin beklenen yararları sağlayamadığı gerekçesiyle uzlaştırma, arabuluculuk ve tahkim kurumlarının yeniden düzenlenmesi öngörülmüştü.[12] Öğretide; uzlaştırmanın, hiçbir manevi otoritesi bulunmayan, amacından saptırılmış, grev veya lokavta gitmek için geçilmesi gerekli fuzulî bir safha haline getirilmiş olduğu öne sürülerek, yeniden düzenlenmesi görüşü[13] yaygınlık kazanmış ve sonunda 2822 sayılı Yasada arabuluculuğa ilişkin yeni düzenlemeler yapılmıştır.[14]

275 sayılı Yasada, Uzlaştırma Kurulu'nun resmî bir hüviyeti bulunmamaktaydı. 2822 sayılı Yasada ise arabuluculuk faaliyeti esas olarak; bu amaçla kurulmuş bir teşkilât, resmî bir kurum tarafından yürütülecektir. 275 sayılı Yasada[15], uzlaştırma kurulu her uyuşmazlık için ayrıca teşkil edildiği halde, yeni Yasa sisteminde arabuluculuk sırf bu görevi icra etmek için oluşturulan RAT tarafından belirlenecek kişiler tarafından yürütülecektir.[16]


B. OLAĞAN ARABULUCULUK

Türk İş Hukukunda 275 sayılı Yasa döneminde toplu iş uyuşmazlıklarının çözümünde barışçı çözüm yolu olarak uzlaştırmaya başvurulması öngörülmüştü. 2822 sayılı Yasa ise; uzlaştırma sistemi yerine arabuluculuk sistemini getirmiştir.[17] Her iki Yasanın da bu konudaki ortak yanı, toplu çıkar (menfaat) uyuşmazlıklarının çözümünde grev veya lokavta yahut Yüksek Hakem Kurulu (YHK)'na başvurmadan önceki aşamada barışçı yolların denenmesinin kabul edilmesidir.[18] Çağdaş sendikacılık ve toplu sözleşme düzenine bağlı bütün ülkelerde; toplu iş uyuşmazlıklarının çözümünde grev veya lokavta başvurulması kaçınılmaz olarak kabul edilmekle birlikte, bunların ulusal ekonomiyi az ya da çok olumsuz yönde etkileyeceği de bilinmektedir. Ama bu hakların ve özellikle grevin çalışma barışına sağlayacağı yararların toplumsal ve demokratik açıdan ağır basması, bunların vereceği ekonomik zararların göze alınmasını gerekli kılmaktadır. Ancak bu hakların özüne dokunmadan, uyuşmazlığın çözümü için barışçı çabaların gösterilmesinin bazı hallerde bunların uygulanmasından doğabilecek zararları önleyebileceği de kabul edilmektedir.[19]

Sosyal barışın uzun ömürlü olduğu ülkelerde, tarafların güvenini kazanmış etkili barışçı çözüm yollarının bulunduğu bir gerçektir. Kuşkusuz grevleri yasaklayan veya büyük ölçüde etkisiz bırakmayı amaçlayan zorunlu tahkim yollarını devreye sokmak, sorunları çözmede isabetli bir yol değildir. Önemli olan Anayasal bir hak olan grevin özüne dokunmadan, tarafların güvenini kazanmış, sonuçları bakımından bağlayıcı olmayan, fakat taraflar arasında en âdil dengeleri bularak uzlaşmayı sağlayan barışçı çözüm yollarını işler hale getirmektir. Endüstri ilişkileri sisteminde özgür sendikacılık ve toplu pazarlık, grev ve lokavt haklarının olması ne derece doğal ise, barışçı çözüm yollarının da bulunması sistemin doğal bir gereğidir. Ayrıca bir ülkedeki endüstri ilişkilerinin başarı derecesi barışçı çözüm yollarının etkinliğine bağlıdır. Barışçı çözüm yollarını, olabildiğince tarafların özgür iradelerine terk etmek ve böylece sonuca ulaşmak esastır.[20]

Toplu iş uyuşmazlıklarının barışçı yollarla çözümünde 2822 sayılı Yasanın kabul ettiği sistem karma sistemdir. Yasanın sistemi de arabuluculuk ve tahkim kurumlarından oluşmuştur. Yasa, toplu iş uyuşmazlıklarının açık çatışmaya (grev veya lokavt'a) dönüşmesinden önce, barışçı bir çözümün araştırılmasını; yani, arabuluculuk yapılmasını zorunlu görmüştür. Arabulma faaliyetinin, arabulucular ve bazı haller için Çalışma Bakanı tarafından yürütülmesi öngörülmüştür. 275 ve 2822 sayılı Yasalarda iş mücadelesine dönüşmüş toplu iş uyuşmazlıklarında arabuluculuğun (uzlaştırmanın) düzenlenmemiş olması dikkati çekmektedir.[21]

Yasa koyucu, TİS sisteminde, tarafların derhal grev veya lokavta müracaat etmesini önlemek ve bir defa da arabulucu vasıtası ile uyuşmazlığın kotarılması olanağını aramıştır.TİS görüşmeleri, uyuşmazlık hallerinden biri ile  netice vermediği takdirde, Yasa, bu safha ile grev arasına bir tampon devre koymuştur. Bu devre içinde "arabulucu" adı verilen bir kişi, tarafların arasına girmek suretiyle onları uzlaştırmaya, tavsiyelerde bulunmaya ve sözleşmeyi bağlamaya gayret gösterecektir.[22] Taraflar aralarında anlaşarak, arabuluculuk aşamasından vazgeçemezler. Tarafların kendi aralarında yaptıkları bir anlaşma uyarınca barışçı çözüm yollarından vazgeçmeleri ve grev, lokavt yollarına başvurmaları hukuken geçersizdir.[23] Ancak, özel hakeme başvurma durumunda ondan kaçınabilirler veya onu kullanmayabilirler.[24]

Taraflar aralarındaki sorunları çözmeye çalışırken, daima kendileri için en uygun ve avantajlı durumları elde etme çabasını gösterirler. Bunun sonucu olarak, her iki taraf da özel bir sorunun kendi arzuladığı şekilde çözümlenmesini öngören bir noktadan hareket eder. Müşterek bir anlaşmaya varmak gayesiyle bu hareket noktalarının değiştirilmesi, toplu pazarlığın esasını teşkil eder.[25] Toplu pazarlık müzâkerelerinin takip ettiği seyir, şüphesiz her durumda bazı farklılıklar gösterir. Bununla beraber, toplu pazarlık vetiresi içinde belirli bazı tipik safhaların ayrılması mümkündür. Uygulamada bu safhalar birbiri içine geçmiş olabilir. Başlangıçta çok kere sondaj mahiyetinde bir safha yer almaktadır. Bu safhada her iki taraf da karşı tarafın taleplerini, bunun nedenini ve delillerini öğrenmeğe çalışır. İkinci safhada, bir bakıma toplu pazarlıkla ilgili manevralar göze çarpar. Her iki taraf da bir yandan kendi manevra serbestisini muhafazaya çalışırken, öte yandan diğer tarafın durumunu sondaj etmeye çalışır. Üçüncü safha ise, anlaşmaya varma safhasıdır. Taraflardan birinde belirli maddelerde tâvizler vermek hususunda bazı belirtiler sezilebilir. Yine, toplu pazarlık vetiresi boyunca, önce daha az ihtilâflı bir takım sorunlar halledilip bunlar bir tarafa atılabilir. İhtilâflı ana konular hakkında her iki tarafın da nihaî durumda kabul edebilecekleri belirli "talep kombinezonları" mevcuttur. Bu kombinezonlar içinde yer alan unsurlar mübadele edilebilir. Bunların muhtevası, tarafların hangi taleplerinde gerçekten ciddî olduklarını ve ısrar edeceklerini göstermesi bakımından önemlidir.[26]

Toplu pazarlık en temel ve en önemli barışçı çözüm yoludur. Toplu pazarlık yolu ile taraflar, uyuşmazlık konularını karşılıklı müzâkereler ve diyalog yoluyla bizzat gidermeye çalışırlar. 2822 sayılı Yasa, "toplu görüşme" olarak ifade ettiği toplu pazarlık yolunu ihtiyarî bir çözüm yolu olarak toplu çıkar uyuşmazlıklarında öngörmüştür. Toplu pazarlık yolu başvurulması zorunlu bir çözüm yoludur. Toplu çıkar uyuşmazlığı toplu pazarlık yoluyla kotarılmaya çalışılacaktır, fakat tarafların anlaşma zorunlulukları yoktur. Toplu pazarlık TİS'yle sonuçlanabileceği gibi anlaşmazlıkla da sonuçlanabilir.[27]

Endüstri ilişkilerini oluşturan tarafların, uzlaşma ağırlıklı bir sistem oluşturmak istedikleri kuşku götürmez. Sık sık bozulan ve uyuşmazlıklarla zedelenen ilişkilerden tarafların zarar gördükleri açıktır. İşveren için verimlilik ve kârlılık, işçi için ise iş ve gelir güvencesi anlamının taşıyan çalışma barışı, endüstriyel üretim ve gelişmenin sürdürülmesi açısından toplum için de önemlidir. Türkiye'de endüstri ilişkilerinin tüm tarafları uzlaşmanın öneminden söz etmekte ve çalışma barışı istemektedirler. Uyuşmazlıkların arttığı ortamda, endüstri ilişkileri sisteminden çok daha nitelikli yanıtlar ve kalıcı çözümler beklenmektedir. Taraflararası görüşme ve uzlaşmalarla bir çözüm bulunması en akılcı bir yol olacaktır. Ancak, çözümün kesinlikle çağdaş haklar ve gelişmeler doğrultusunda olması zorunludur. Toplumun ekonomik ve sosyal gelişmesini sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için endüstri ilişkileri sisteminin çatışma değil, uzlaşma sağlayıcı özelliklere kavuşturulması gereklidir. Ülkede endüstri ilişkilerinden istenilen sorun çözücü, tarafları doyurucu ve uzlaşma sağlayıcı sonuçlar alınmak isteniyorsa, öncelikle bu sonuçların alınmasını sağlayacak kurulların yaratılması üzerinde durmak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Endüstri ilişkilerinde uzlaşma ağırlıklı  bir sistemin sağlanması bir hayal olarak kalmayacaksa, sistemde önemli yapısal değişikliklere gidilmesi gereklidir.[28]

Toplu iş mücadelelerini kabul eden her yasal rejim, beraberinde barışçı çözüm yollarını da getirmek zorundadır. Her toplu mücadelenin sosyal ve ekonomik bünyede az çok bir tehlike yarattığı bilinmektedir. Yasalara uygun şekilde yapılan grev ve lokavtlardan işçi ve işverenler zaman zaman ağır kayıplarla çıkmakta, bu arada geniş vatandaş kütleleri de bu gibi hareketlerden zarar görmektedir. Toplu iş mücadelesi haklarını demokratik düzenin tabii bir sonucu olarak tanıma zorunluluğu ortaya çıkınca, toplu iş mücadelelerini mümkün olan en kısa zamanda çözümlemek kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Çünkü, ancak bu sayede ilgili tarafları ve ekonomik-sosyal bünyeyi korumak mümkün olmaktadır.[29]       

Barışçı çözüm yollarının amacı; uyuşmazlığın iş mücadelesi yollarına başvurulmadan çözümlenmesini sağlamak ve bu yolla tarafların bizzat bir TİS'ne ulaşmalarıdır. Bu sözleşmenin doğrudan doğruya taraflar arasında yer alan müzâkereler sonucunda yapılan TİS'nden hiçbir farkı yoktur. Toplu görüşmeler sırasında veya toplu görüşmelerin anlaşma ile sonuçlanmaması halinde görüşmelerin sonunda; grev veya lokavt kararı alınmadan veya zorunlu tahkime başvurmadan önce her uyuşmazlıkta yapılan arabuluculuk faaliyeti, Olağan Arabuluculuk olarak adlandırılır. Olağan Arabuluculuk faaliyeti ya tarafların isteğine bağlı olarak ya da toplu görüşme süresinin anlaşma sağlanamadan sonuçlanması üzerine zorunlu olarak başlatılır.[30]

İş uyuşmazlıklarının; grev, lokavt gibi ekonomik baskı yöntemlerine başvurmadan önce, barışçı bir takım tekniklerle çözümlenmeye çalışılması hemen her demokratik ülkede rastlanan bir olgudur. Ancak ülkeden ülkeye bu tekniklerde veya yöntemlerde bazı düzenleme farkları vardır.[31]

2822 sayılı Yasa, hangi hallerde toplu iş uyuşmazlığının çıkabileceğini ve barışçı bir çözüm yolu olan arabuluculuğu ayrıntılı hükümlerle düzenlemiştir. Arabuluculukta, taraflar arasındaki toplu iş uyuşmazlığının çözümlenmesi için mahkemenin veya idarî bir organın görevlendirdiği tarafsız bir kişi bu konuda çaba sarfeder, taraflar arasındaki görüş ayrılıklarını gidererek onları birbirine yaklaştırmaya çalışır, taraflara çözüm yolları önerir. Tarafların anlaşamamaları halinde bu üçüncü kişinin görevi sona erer. Bu usûlde arabulucunun bir karar verme yetkisi yoktur. Uzlaştırma arabuluculuğa benzerse de uzlaştırmada ortaya bir uzlaşma formülü çıkar ya da bir karara varılır. Tarafların bu kararı kabul etme zorunluluğu yoktur. Uzlaştırıcı bir kişi olabileceği gibi üç kişilik bir kurul da olabilir. 275 sayılı Yasa döneminde kabul edilen uzlaştırma 2822 sayılı Yasayla yerini arabuluculuğa bırakmıştır.[32]

Her toplu pazarlığın taraflarca sonuçlandırılması, uyuşmazlık ve mücadele yollarına başvurulmadan imzalanması temenni edilmekle beraber, uygulamada zıt menfaat gruplarının kolayca anlaşamadıkları sık sık görülmektedir. Esasen, bu amaçla taraflara yardımcı olmak ve muhtemel bir mücadeleden tarafları ve toplumu korumak zorunluluğu hissedilmiş, uzlaştırma, arabulma ve tahkim gibi yollar yasa koyucular tarafından öngörülmüştür.[33]

Yasalar veya toplu iş sözleşmeleri hangi yolu kabul etmiş olurlarsa olsunlar önemli olan husus, uyuşmazlıkların süratle, hakkaniyet ve adalet ilkeleri uyarınca çözümlenmesine tarafların ciddî çaba harcamaları, iyiniyetli ve samimi bir tutum ve davranışla yardımcı olmalarıdır. Barış içinde yaşama ve çalışma ideali ve esprisi iki tarafa da hâkim olmalıdır. Böyle olmazsa, hiçbir çözüm yolu ve şekli tarafları tatmin etmez.[34]  Toplu pazarlığın tam anlamıyla muvaffak olabilmesi için her şeyden çok demokratik bir kültürel ortamın olması gerekmektedir. Tarafların birbirleriyle açık ihtilâfa düşmelerine ve icabında kıyasıya tenkide girişmelerine rağmen aralarındaki dostluk bağlarının kopmaması, toplu pazarlık kurumunun başarısı için lüzumlu unsurların başında gelir.[35]

Endüstriyel ilişkiler sisteminin sağlıklı, kurumlarına uygun, toplumsal barışı ve özgürlükçü demokrasiyi daha sağlam temellere oturtacak bir işlerlik kazandırılmasında başlıca çözüm yolu; temel konularda, amaçlarda, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen normlarda önemli ölçüde anlaşma ve fikir birliği  sağlanmasıdır. Bu hususta taraflar arasında samimi ve ideolojik uygunluğu gerçekleştirmeye yönelik bir diyalog kurulması gereklidir.[36]


I. Arabuluculuk Kavramı ve Arabuluculuğun Amacı
         
Arabuluculuk, toplu çıkar uyuşmazlıklarının   giderilmesi çabaları ile ilgili olarak, taraflardan birinin toplu görüşmeye katılmaması veya devam etmemesi yahut tarafların katılmasına ve toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren belirli bir sürenin geçmesine rağmen toplu görüşmede anlaşmanın sağlanamaması durumlarında, tarafların grev veya lokavta ya da bunların yasaklandığı hallerde zorunlu hakem (tahkim) yoluna gitmelerinden önceki aşamada uyuşmazlığın giderilmesi için başvurulması zorunlu olan barışçı bir çözüm yoludur.[37]

Toplu iş uyuşmazlıklarının barışçı yollarla çözümü sistemi; yani, arabuluculuk, uzlaştırma ve tahkim, bütün ülkelerde, çalışma ürününün bölüşülmesi etrafında işçi ve işveren arasında geçen mücadeleyi sınırlamada başvurulan biricik gayrettir. Bu mücadele, çalışma hayatının bir ifadesidir ve dolayısıyla kaçınılmaz bir nitelik taşır. Fakat işçiler ve işverenlerin ve de toplumun çıkarı uğruna; bu mücadeleyi barışçı yola sokmak ve taraflara işin mahiyeti gereği aralarında çıkan bütün uyuşmazlıklara rağmen, birbirlerine muhtaç bulunduklarını ve kendi çıkarları için bir çalışma ortaklığında mutlaka birleşmeleri gerektiğini anlatmak zorunludur.[38]

275 sayılı Yasada düzenlenen "uzlaştırma"dan farklı olarak 2822 sayılı Yasada düzenlenen "arabuluculuk"da[39], arabulucunun bir karar alması ve bu kararı kabul edip etmediklerini taraflardan sorması sözkonusu değildir. Tek kişi tarafından yürütülecek arabuluculuğun amacı, tarafların görüşlerini birleştirmeye gayret etmek, onları anlaştırmaya çalışmaktır. Her ne kadar arabulucu, taraflara önerilerde bulunacak ve anlaşma sağlanamayınca, arabuluculuğun sonunda düzenleyeceği tutanağa gerekli gördüğü tavsiyeleri ekleyecekse de, bu tutanak tarafların kabulüne sunulmuş bir karar niteliğinde olmayacaktır.[40]

Arabulucunun asıl görevi; tarafların anlaşmaya varması için her türlü çabayı harcamaktır. Arabulucunun uyuşmazlığın taraflarına önerilerde bulunmasına da bir engel yoktur. Ancak arabulucunun çabası, öneriler getirmekten çok, tarafların üzerinde anlaşabilecekleri noktaları saptamak ve bu zemin üzerinde anlaşmanın doğmasına yardımcı olmaktır.[41] Arabulucu; uyuşmazlığın çözümü için taraflara çözüm yolları önerir, tavsiyelerde bulunur, ancak bağlayıcı karar alma yetkisine sahip değildir ve arabulucu çözüm dayatmaz.[42] Arabulucunun tarafları zorla getirecek gücü olmadığı gibi, tarafların gelmemesi de durumu değiştirmeyecek, anlaşma olmazsa arabulucu süre sonunda uyuşmazlığı belirleyen tutanağı düzenleyecektir.[43]

Arabuluculuğun amacı; toplu çıkar uyuşmazlıklarının çözümünde taraflar arasında anlaşma sağlamaya yardımcı olmaktır. Arabuluculuğun konusuna hak uyuşmazlıkları değil, çıkar uyuşmazlıkları girer. Arabuluculuk sırasında taraflara herhangi bir zorlama yapılamaz. Arabulucunun öneri ve tavsiyelerini tarafların kabul etmeleri de iradelerine terkedilmiştir. Arabuluculuğun, uzlaştırma sistemine yaklaştırılmış olmakla birlikte, sadece tarafların anlaşmalarına yardımcı olma işlevi ve talî niteliği gözden kaçırılmamalıdır. Arabuluculuğun bu niteliği toplu sözleşme düzeninin esası ile uyumludur. Toplu çıkar uyuşmazlığının çözümlenmesinde taraflara, kural olarak, grev veya lokavta başvurabilme olanağının tanınması karşısında, bundan önceki aşamalarda taraflara zorlamada bulunmak sözkonusu olamaz. Arabulucu, tarafları zorlama yetkisine sahip değildir. Aksi bir düşünce, tarafların özerkliğine ve serbestliğine dayanan toplu sözleşme düzeninin gerekleri ile de bağdaşamaz.[44] Bu açıklamalardan; sistemin bütünü içinde grev veya lokavtın bir amaç olduğu sonucuna değil, toplu sözleşmeyi ve bununla barışı sağlayıcı ve etkili bir asıl araç olduğu sonucuna varılır.[45]

Arabulma usulünde, karar vermenin tarafların kendilerine ait bir hak ve sorumluluk olduğu gerçeği kabul edilmektedir. Bundan dolayı, arabulucu vâkıa ve mantığa dayanmak suretiyle tarafları ikna etmeye ve alternatif çözüm tarzları teklif etmeye çalışsa dahi, bağlayıcı olan ya da olmayan herhangi bir karar vermemektedir. Arabulma, ihtiyarî bir prosedürdür. Arabulucu, taraflar üzerinde herhangi bir şart empoze edemez. Bununla beraber, toplu pazarlık için çeşitli prosedürler tavsiye etme hususunda aktif bir rol oynayabilir.[46] Gerek toplu görüşmeler, gerekse arabuluculuk sırasında izlenen amaç; uyuşmazlık konusu olan sorunlarda anlaşma sağlanmasıdır. Ancak ilke, tüm pazarlık konularında anlaşma sağlanmasıdır. Etkin bir toplu pazarlık için; başlangıçta yaratılacak olumlu bir atmosferin sonraki aşamaları da olumlu yönde etkileyeceği unutulmamalıdır. Toplu sözleşme görüşmelerinin verimli biçimde seyredebilmesi için, en az ihtilâf doğuracak nitelikteki maddelerin öncelikle tartışılmasında yarar vardır. Çözümü güç parasal konuların toplu görüşmelerde son aşamalara bırakılması doğru olacaktır. Ayrıca; tarafların aralarındaki iletişimi devam ettirmeleri, aşırı taleplerden ve belirli noktalarda sabitleşerek inatçı bir tutuma girmekten kaçınmaları gereklidir.[47]

2822 sayılı Yasanın ilk düzenlenmesinde; uyuşmazlık halindeki tarafların başvurmakta fazla bir yarar ummadıkları gönüllü arabuluculukla zorunlu arabuluculuk arasında yararlı bir ilişki kurulamamış, aksine sistemin işleyişinde çeşitli zorluklar tarafların zaman kaybetmelerine neden olmuştur. Arabuluculuk konusunda yoğun eleştirilerin etkisiyle 3299 sayılı Yasa[48] tarafından yeniden 2822 sayılı Yasa düzenlenmiştir. Amaç, bu kuruma işlerlik kazandırmak, grev veya lokavt gibi toplu mücadele araçlarına başvurmadan önce tarafları kendi istekleri ile barışçı bir çözüme ulaştırabilmektir. 3299 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikler, sistemin işleyişini çabuklaştırmış, ancak etkinliğini artıramamıştır.[49]

Arabuluculuğun amacı; taraflar arasındaki uyuşmazlığı grev-lokavta başvurulmasına gerek kalmadan, tarafların anlaşarak çözmelerine yardımcı olmaktır. Grev veya lokavta, bunların yapılamadığı hallerde ise zorunlu tahkime, ancak arabuluculuk yolu ile anlaşma sağlanamaması halinde başvurulur. Kanun koyucu, arabuluculuk yöntemi ile toplu çıkar uyuşmazlıklarının çözümünde taraflara yardımcı olmayı amaçlamıştır. Bu nedenle, arabulucunun uyuşmazlığı doğrudan çözümleme ve karara bağlama yetkisi yoktur. Arabulucu, faaliyeti sırasında taraflara sadece tavsiye ve tekliflerde bulunur. Taraflar, bu teklif ve tavsiyeleri kendileri açısından değerlendirirler ve uygun bulurlarsa kabul ederler.[50]

2822 sayılı Yasa; arabuluculuğu başvurulması zorunlu bir barışçı çözüm yöntemi olarak öngörmüştür. Toplu çıkar uyuşmazlığı, önce toplu pazarlık sonra da arabuluculuk aşamasından geçecektir. Toplu pazarlıkta olduğu gibi arabuluculukta da taraflar anlaşmak zorunda değildirler, arabuluculuk anlaşmayla veya anlaşmazlıkla sonuçlanabilir. Arabuluculuk ihtiyarî nitelikte bir barışçı çözüm yöntemidir.[51]


II. Resmî Arabuluculuk Teşkilâtı

2822 sayılı Yasa; resmî arabuluculuk[52] faaliyetinin yürütülmesini sağlayacak tedbirleri almak için ÇSGB'na bağlı bir RAT'nın kurulmasını öngörmüştür (m.59/I).

Resmî arabulucular tarafından yürütülecek, gerek gönüllü gerekse zorunlu arabuluculuk faaliyetinin düzenlenmesi amacıyla bu Teşkilât kurulmuştur. Bu teşkilâtın görevi, Yasada öngörülen arabuluculuk faaliyetlerinin yürütümünü sağlayacak ve etkinliğini artıracak tedbirleri almaktır.[53]

RAT'nın kuruluş ve işleyişine ilişkin esaslar ile resmî arabuluculuk yapabileceklerin listesinin düzenlenme esasları ve resmî arabuluculara ödenecek ücretlerin alt ve üst sınırları Hakeme ve Resmî Arabulucuya Başvurma Tüzüğü'nde[54] belirlenmiştir (m.59/II).

Tüzüğe göre; RAT, Çalışma  Genel Müdürlüğüne bağlı Resmî Arabuluculuk Daire Başkanlığı (RADB) ile Seçici Kurul[55] ve Resmî Arabuluculardan oluşur (m.22). RADB; Seçici kurulun raportörlük hizmetlerini, Resmî arabuluculara yapılacak ödemeleri karşılamak üzere oluşturulacak fona ilişkin işlemleri ve diğer büro hizmetlerini yürütür (m.23). Seçici kurul, resmî arabulucuların seçimini yapar[56] ve arabulucuların adlarını Resmî Gazete'de ilan eder. Resmî arabulucular, bölge müdürlükleri görev alanlarından en çok iki bölgede görevlendirilir. İhtiyaç halinde, en yakın Bölge müdürlüğü alanı için başvuranlardan üçüncü bölge için de, görevlendirme yapılabilir (m.27).

RADB; toplu iş sözleşmeleri, barışçı çözüm yolları, grev ve lokavtlar hakkında re'sen araştırma yapabilecek, son gelişmeler ve eğilimleri yakından takip edecek bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bunun için geniş çalışma olanaklarıyla donatılmış bir sekreterya, kesin bilgi akımını sağlayacak bir bilgi işlem merkezi ve iyi tasnif edilmiş bir dökümantasyon merkezini kurup geliştirmeye çalışmalıdır. Arabuluculuğu ilgilendiren bütün yayınların toplanması, tasnifi ve ilgililere ulaştırılmasını sağlayacak olanakları yaratacak çalışmalara girmelidir. Bir iş değerlendirme sistemi kurmalı, tarafların görüşleri ve ülkenin genel ekonomik durumu da dikkate alınarak, birçok konuda ve özellikle ücret konusunda temel prensipleri ortaya koymalı, tarafların aşırı isteklerini önleyecek çalışmalar ve bilimsel yayınlar yapmalıdır.[57] Arabulucuların; oryantasyon kursları, seminer, sempozyum gibi eğitim faaliyetleriyle devamlı geliştirilmesi ve desteklenmesi gerekir.[58] Bu organın getirilmesinin amacı; toplu pazarlıkta tarafların özerkliğini sınırlamak değil, aksine onlara yardım sağlamak olmalıdır. Önemli olan, uzmanlığına ve tarafsızlığına güvenilen bir kurum yaratmak ve bunu ilgili tarafların hizmetine sunmaktır.

Uyuşmazlık Mahkemesine göre; Resmî Arabulucu Seçici Kurulu'nun işleminin iptali isteğiyle açılan dava, İş Mahkemesinde değil İdarî Yargı yerinde çözümlenmek gerekir. Bir kamu kurumunun, Yasaya göre oluşturulan Seçici kurulun idarî nitelikteki karanının yetki, şekil, sebep ve maksat yönlerinden biriyle Yasaya aykırı olduğu iddiasıyla açılan davanın amacı, idarî işlemin denetlenerek hukuka uygunluğunun sağlanmasıdır. Bu nedenle davanın çözümü İdarî Yargının görevine girmektedir.  Karardaki karşı oy yazısına göre ise; bir kamu kurumunun işleminin iptali isteniyorsa da, ortada 2822 sayılı Kanundan doğan bir anlaşmazlık bulunmaktadır. 2822 sayılı Kanunun uygulanmasından doğan bütün uyuşmazlıkların ise İş Mahkemesinde çözümlenmesi gerekir (m.66).[59] Her ne kadar karşı oy yazısındaki görüşün de dikkate alınması  düşünülürse de, bir kamu kurumunun işleminin iptali ile ilgili bir davanın İdarî Yargıda çözümlenmesi Yasanın amacına daha uygun gözükmektedir. Dolayısıyla, Uyuşmazlık Mahkemesinin kararı isabetlidir.


III. Arabuluculuk İçin Başvuru ve Arabulucunun Tespiti veya Atanması

Taraflardan birinin toplu görüşmeye gelmemesi veya toplu görüşmeye başlandıktan sonra toplantıya devam etmemesi veya toplu görüşmede anlaşmaya varılamaması durumunda taraflar arasındaki uyuşmazlığın tespit edilmesi gerekir. Daha sonra da gönüllü veya zorunlu arabulucunun seçilmesi veya atanması gerekir.


             1. Uyuşmazlığın Tespiti

Uyuşmazlık, toplu görüşme için tespit edilen yer, gün ve saatte taraflardan birinin toplantı yerine gelmemesi veya toplu görüşmeye esas olarak teklif edilen metnin tamamı veya bir kısmı üzerinde anlaşmaya varılamaması neticesinde taraflar arasında doğan anlaşmazlıktır.[60]

Uyuşmazlık; toplu görüşme toplantısına taraflardan birinin gelmemesi veya toplantıya geldiği halde görüşmeye başlamaması veya toplantıya devam etmemesi veya toplu görüşmenin başlamasından itibaren altmışıncı günün sonunda anlaşmaya varamadıkları takdirde doğmuş sayılmaktadır. Uyuşmazlığın çözümü için de uyuşmazlık konularının arabulucuya götürülmesi Yasada öngörülmüştür.[61]

Her iş uyuşmazlığından doğan bazı ekonomik kayıplar vardır. İş uyuşmazlığının başlangıcı ile bitimi arasındaki süre boyunca ilgili işyerlerinde çalışma barışı küçük ya da büyük ölçüde bozulmuş olmaktadır.[62]


a.      Taraflardan Birinin Toplu Görüşmeye Gelmemesi veya Devam Etmemesi

3299 sayılı Yasa ile değişik 2822 sayılı Yasaya göre; toplu görüşme için tespit edilen yer, gün ve saatte taraflardan biri toplantıya gelmezse veya toplantıya geldiği halde görüşmeye başlamazsa ya da toplu görüşmeye başlandıktan sonra taraflardan biri toplantıya devam etmezse, toplantıya gelen taraf, durumu görevli makama altı işgünü içerisinde yazı ile bildirir (m.21/I).[63]

Toplu pazarlık (toplu görüşme) için Yasada altmış günlük bir süre öngörüldüğünden tarafların bu sürenin sonunda arabuluculuk aşamasından geçmeleri zorunlu tutulmuştur. Ayrıca toplu görüşme için tespit edilen zamanda taraflardan birinin toplantıya gelmemesi veya toplu görüşmeye başlandıktan sonra toplantıya devam etmemesi uyuşmazlığın doğması bakımından yeterli sayılmıştır. 3299 sayılı Yasa buna bir de "toplantıya geldiği halde görüşmeye başlamama"yı eklemiştir.[64]

Görüşmeler kesildikten sonra, taraflar aralarında anlaşmadıkça, tekrar görüşmelerin devamını öngören bir düzenleme Yasada bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle; taraflardan biri istese bile, görevli makam artık yeni bir görüşme günü tespit edip bildirme yetkisine sahip bulunmamaktadır. Toplantıya gelen tarafın, diğer tarafın gelmediğini yazı ile görevli makama bildirmemesinin de herhangi bir yaptırımı bulunmamaktadır. Görevli makamın mahkemeden resmî arabulucu atanmasını isteyebilmesi için, görüşmelerin ilk başlama tarihini ve anlaşma sağlanıp sağlanamadığını bilmesi gerekmektedir. Yasada devamlı olarak görüşme gününü ve uyuşmazlığı bildirme yükümlülüğünün bulunmasına rağmen, buna uymama halinde yaptırım öngörülmediğinden uygulamada sorun çıkabilecektir. Özellikle; her iki tarafın da görüşmelerin uzamasını arzu etmeleri ve görevli makamı haberdar etmemeleri halinde, Yasanın öngördüğü sistemin aksaması sözkonusu olabilecektir.[65]


b.      Toplu Görüşmede Anlaşmaya Varılamaması

Toplu görüşmenin başlamasından itibaren altmış gün içinde taraflar anlaşamadıklarını bir tutanak ile tespit ederlerse veya toplu görüşmenin başlamasından itibaren altmışıncı günün sonunda anlaşmaya varamamışlarsa, taraflardan biri durumu görevli makama yazı ile bildirir (m.21/II).

Yasada, ikinci fıkra ile birinci fıkranın tam uyumlu oldukları da söylenemez. Taraflardan biri toplantıya gelmezse altı işgünü içinde görevli makama bildirme yükümlülüğü getirildiği halde, taraflar toplantıya gelir ve fakat anlaşamazlarsa, uyuşmazlık tutanağı tutulursa, görevli makama bildirme yükümlülüğü açısından bir süre öngörülmemiştir. Ayrıca, tarafların altmış gün içinde anlaşamamalarına rağmen uyuşmazlık tutanağı tutmamaları ve hiçbirinin görevli makama başvurmaması ve hatta görüşmelere devam etmeleri mümkündür. Bu şekilde hareket edilmesinin Yasada herhangi bir müeyyidesi bulunmamakta, özellikle çağrıda bulunanın bu nedenle yetkisinin düşmesi kesinlikle sözkonusu olmamaktadır. Zira görevli makam, altmış günü takip eden altı işgünü içinde re'sen bir resmî tarafsız arabulucu seçmesi için mahkemeye başvuracak, taraflar isteseler de istemeseler de tarafsız arabulucu, tarafları anlaştırmak için çaba harcayacaktır.[66]

Yasa, tarafların anlaşamamasını bir tutanakla tespit etmesi durumunda, taraflardan herhangi birinin yapabileceği bildirinin hangi süre içinde yapılması gerekeceği konusunda bir hüküm getirmemiştir. Görevli makama başvuru süresi konusunda Yasada bir hüküm bulunmayışı, Yasanın bu konuda tarafları serbest bıraktığı, ne zaman isterlerse bu bildiriyi o zaman yapacakları şeklinde yorumlanamaz. Çünkü, Yasanın espirisi sorunların çözümü için süreleri kısa tutmak biçimindedir. Burada da başvuru süresinin altı işgünlük bir süre olarak kabulü yerinde olacaktır.[67]


2.      Arabulucunun Atanması

2822 sayılı Yasada arabulucunun atanmasına ilişkin olarak yapılan ilk düzenleme (m.22) sadece toplu görüşmede anlaşmanın sağlanamaması üzerine taraflar arasında çıkan uyuşmazlıkla (m.21/II) ilgiliydi. Oysa, toplu görüşmeye katılmama ve devam etmeme durumu ile ilgili olarak da taraflar arasında uyuşmazlık doğabilecektir. Böyle bir uyuşmazlıkta arabulucunun ne zaman ve nasıl atanacağı konusunda 2822 sayılı Yasada bir hükme yer verilmemişti. 3451 sayılı Yasayla[68] getirilen ek bir hükümle bu boşluk doldurulmuştur.[69]

Bunu; toplu görüşmede anlaşmaya varılamaması ile toplu görüşmeye gelmeme veya gelip de devam etmeme durumunda arabulucunun seçilmesi veya atanması halleri olarak açıklamak gerekir.


a. Toplu Görüşmede Anlaşmaya Varılamaması Durumunda Arabulucunun Seçilmesi veya Atanması

Arabulucunun atanmasına ilişkin yasal esaslar, toplu görüşmede anlaşmaya varılamaması durumuna göre yapılan ikili bir ayırım içinde düzenlenmiştir. Yasaya göre; toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren otuz gün geçmesine rağmen anlaşmaya varılamamışsa, taraflardan birinin isteği üzerine bir arabulucunun görüşmelere katılması sağlanabilir. Buna karşılık, altmış günlük sürenin geçmesine rağmen toplu görüşmede anlaşma olmazsa, o takdirde arabuluculuk aşamasından geçme zorunluluğu doğmaktadır. Bu nitelikleri gözönüne alınarak ilk otuz günden sonraki arabuluculuğa "gönüllü (görüşme arabuluculuğu ihtiyarî, isteğe bağlı, seçimlik) arabuluculuk", altmış günden sonrakine de "zorunlu (uyuşmazlık arabuluculuğu, mecburî, resmî) arabuluculuk" denilmektedir.[70]


aa. Gönüllü Arabuluculuk

2822 sayılı Yasaya göre; toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren otuz gün geçmesine rağmen anlaşma sağlanamamışsa, taraflardan her biri görüşmelere 59.maddeye göre düzenlenen resmî listeden bir arabulucunun katılmasını görevli makamdan isteyebilir.[71] Başvuruyu alan görevli makam arabulucu ataması (tayini) için tarafları altı işgünü içinde toplantıya çağırır.[72] Taraflardan biri bu toplantıya katılmazsa veya toplantıda arabulucu tayini konusunda taraflar arasında anlaşma sağlanamazsa, görevli makam, resmî listeden bir arabulucuyu tarafların en az birinin huzurunda ad çekmek (kur'a yoluyla) suretiyle tespit eder (m.22/II).[73]

Taraflar, gönüllü arabuluculuğu yürütecek kişiyi anlaşarak resmî listeden tayin edemezlerse, görevli makam, resmî listeden bir arabulucuyu kur'a ile belirleyecektir. Fakat bunun için, en az bir tarafın hazır bulunması şart kılınmıştır. Gönüllü arabuluculuğun sözkonusu olması, bir tarafın bunu arzu etmesine bağlıdır. Şu halde, hiç değilse gönüllü arabuluculuğu talep eden taraf toplantıya gelmezse, arabulucu seçilemeyecek ve gönüllü arabulucunun toplu görüşmeye katılması talebi düşecektir. Resmî (görevli) makamın arabulucu seçimi için düzenlediği toplantıya iki taraf katılır ve arabulucuyu anlaşarak belirlerse, taraflarca seçilen kişi, gönüllü arabuluculuğu yürütecektir. Taraflar, arabulucu olarak 3299 sayılı Yasayla yapılan değişiklikten sonra, ancak resmî listede yer alan bir kimseyi seçebilirler. Seçemezlerse görevli makam, resmî listeden kur'a ile arabulucuyu seçer. Gönüllü arabuluculuktan geçilmemiş olması uyuşmazlığın sonraki safhalarına, grev ve lokavta etki yapmaz.[74] Taraflardan her ikisi toplantıya katılmazsa, arabulucu seçimi yapılamayacak ve bu yoldaki istem düşmüş sayılabilecektir.[75]

3299 sayılı Yasa ile getirilen ek hükme göre; arabulucu seçimi yoluna gidilmiş ve anlaşma sağlanamamışsa, uyuşmazlığın tespiti bakımından altmış günlük sürenin geçmesi beklenilmez ve ayrıca resmî (zorunlu) arabulucu atanmaz. Bu takdirde arabulucunun düzenleyip görevli makama tevdi edeceği tutanak, 23.maddede belirtilen resmî arabulucu tutanağı niteliğindedir (m.22/II). Taraflar ancak bu tutanağın kendilerine tebliğinden sonra Yasada öngörülen yönteme uymak kaydıyla iş mücadelesi yollarına başvurabilirler.[76]

Otuz gün geçtikten sonra tarafsız arabulucu (aracı) talebi tamamen isteğe bağlıdır. Yeni düzenlemeye göre zorunlu olmayan bu yola, ancak taraflardan birinin tarafsız arabulucuda yarar görmesi veya prosedürü süratlendirmek istemesi halinde başvurulacağı anlaşılmaktadır. Emredici nitelikteki düzenleme gereği; taraflar otuz günden önce, arabulucu isteme hakkına sahip bulunmamaktadır.[77] Toplu görüşmeye katılan gönüllü arabulucu, zorunlu arabuluculuk faaliyetinde olduğu gibi, tarafların anlaşması için her türlü çabayı harcamak suretiyle (m.23/II) taraflara yardımcı olmaya çalışacaktır.[78]

Arabulucu tayini yoluna gidilebilmesi için taraflardan birinin bunu istemiş olması gerekir. Toplantıya her iki tarafın gelmemesi durumu ile ilgili Yasada açıklık yoktur. Yasa, en az birinin huzurunda ad çekmeden söz ettiğine göre kimse yoksa altmış işgününün bitmesi beklenecek ondan sonra görevli makamın re'sen arabulucu tayini için mahkemeye başvurması gerekecektir.[79] Gönüllü arabuluculuk faaliyetinde de arabulucular, zorunlu arabuluculukta olduğu gibi resmî listeden seçilir.[80]

Gerek 2822 sayılı Yasa gerekse bu Yasada değişiklik yapan Yasalarla yapılan en önemli yeniliklerden biri, barışçı çözüm yollarından biri olan arabuluculuğa işlerlik kazandırmak olmuştur. Toplu pazarlık süresinin son otuz günü içinde taraflardan birinin isteği ile devreye girebilen gönüllü arabuluculuk uygulamaya konulmuş, altmış günlük pazarlık süresinin sonunda ise zorunlu arabuluculuk öngörülmüştür.[81] Tarafların, toplu görüşmelerin devamı sırasında gönüllü arabulucuya başvurmalarına ilişkin bir zorunlulukları yoktur. Gönüllü arabuluculuk, aynı zamanda önleyici arabuluculuk faaliyetidir. Çünkü, bu aşamada henüz toplu görüşme sürmektedir ve taraflar arasında teknik anlamda iş uyuşmazlığı çıkmamıştır.[82]

3299 sayılı Yasa ile getirilen yeniliklerden biri; gönüllü arabuluculuk aşamasında sisteme dahil olabilecek arabulucular, sadece resmî arabulucular listesinde yer alanlar olabilecektir. Eskiden taraflar dilerlerse, resmî liste dışından da arabulucu seçebiliyorlardı. Gerçi uygulamada, gönüllü arabulucunun resmî liste içinden veya dışından olması önemli bir sorun yaratmamış, çünkü sistem bütünü ile fazla bir ilgi görmemiştir. Muhtemelen yasa koyucu, gönüllü arabulucu tayin edilmişse artık resmî (zorunlu) arabulucu seçilmesine ihtiyaç görmediğinden, resmî listedeki arabulucuları gönüllü arabulmada da zorunlu tutmuştur. Diğer önemli bir yenilik ise; gönüllü arabulucunun, anlaşma sağlanamaması halinde altmış günlük sürenin geçmesini beklemeden uyuşmazlık tutanağını hazırlayarak görevli makama verebilmesidir. Böylece hem ikinci bir arabulucuya ihtiyaç kalmamakta, hem de altmış günlük sürenin dolmasını bekleme zorunluluğu bulunmamaktadır.[83]


ab. Zorunlu Arabuluculuk

2822 sayılı Yasanın 22.maddesinin ikinci fıkrasına[84] göre; arabulucu (gönüllü arabulucu) seçilmemiş ve toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren altmış gün geçmesine rağmen anlaşma sağlanamamışsa, görevli makam[85] başvuru üzerine veya re'sen (kendiliğinden) altı işgünü içinde yetkili iş mahkemesine başvurmak[86] suretiyle resmî listeden bir arabulucunun atanmasını talep eder (m.22/III). Zorunlu arabuluculuk faaliyetinin başlatılabilmesinin ön şartı, daha önce resmî arabulucu tarafından gönüllü arabuluculuk faaliyetinin yürütülmemiş olması gerekir.[87]

3299 sayılı Yasa ile 2822 sayılı Yasada getirilen yenilik; altmış günlük sürenin geçmesinden sonra iş mahkemesince devreye sokulan resmî  (zorunlu) arabuluculuğun daha çabuk işlemesi, gönüllü arabulucu yoluna gidilmemişse ancak o zaman zorunlu arabuluculuğun iş mahkemesince seçileceği esasının benimsenmesidir. Böylece, iş mahkemelerinin yükü hafifletilmek istenmiştir. Yetkili iş mahkemesi; arabulucuyu mutlaka resmî listede yer alanlar arasından belirleyecek, ancak burada ad çekme yöntemine başvurmak zorunda bulunmayacaktır.[88] Taraflardan birinin başvurusu yoksa; altı işgünlük süre, altmış günlük toplu görüşme süresinin bitmesinden itibaren başlayacaktır.[89]

2822 sayılı Yasa; resmî listeden arabulucu atanmasını öngörmekte ve bu aşamada taraflara arabulucu seçme olanağını tanımamaktadır. Yapılacak bir Yasa değişikliğiyle; arabulucunun, bu aşamada da atama yapılmadan önce taraflarca seçilmesine olanak sağlanır ve taraflar bundan yararlanırsa, arabuluculuğun daha başarılı olması olasılığı artacaktır.[90]

Zorunlu arabuluculuk 2822 sayılı Yasanın, uzlaştırma yerine düzenlediği arabuluculuktur. Gönüllü arabuluculuk yoluna gidilmemişse, mutlaka başvurulacak bir yoldur. Altmış gün içinde anlaşmaya varılamayınca, taraflardan hiç biri başvurmasa dahi görevli makam re'sen harekete geçerek arabuluculuğu başlatacaktır. Bu arabuluculuktan geçmeden, grev veya lokavt kararları alınamaz yahut YHK'na başvurulamaz. Zorunlu arabuluculukta, arabuluculuk görevini resmî listeden bir arabulucu yürütecektir.[91] Taraflardan hiçbiri altmış gün geçmeden bir arabulucu seçilmesini istememişlerse, altmış günün geçmesini müteakip aralarında anlaşarak resmî listeden dahi bir arabulucu seçemeyecekler, resmî arabulucu mutlaka mahkemece seçilecektir.[92]

Mahkemece seçilecek resmî arabulucunun taraflarca reddedilip reddedilemeyeceği konusunda Yasada herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Resmî arabulucu kararı bağlayıcı nitelikte olmadığından, taraflarca resmî arabulucunun reddedilmemesi gerekir. Yargıtayın eski Yasa döneminde verdiği bir kararına göre; üçüncü tarafsız aracı bir hakem olarak kabul edildiği takdirde, ancak usûl hükümlerine göre reddedilebilir.[93] Resmî arabulucu bir hakem niteliği taşımadığından Yüksek Mahkeme de arabulucunun (uzlaştırıcı) reddedilemeyeceğini kabul etmektedir.[94]

Arabulucunun tarafsızlığından kuşku duyulacak bir durumun ortaya çıkması halinde taraflardan birinin arabulucunun reddini isteyip isteyemeyeceğine ilişkin Yasada bir hüküm yoktur. Taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümlenmesi için çaba harcayacak olan arabulucunun tarafsızlığı çok önemlidir. Tarafsızlığından kuşku duyulan bir arabulucunun HUMK. m.25 ve 29 hükümlerinden kıyas yoluyla yararlanmak suretiyle reddini istemekte bir sakınca olmamak gerekir.[95] Arabulucunun bağımsızlık ve tarafsızlığını şüpheye düşürecek durum yoksa, tarafların seçtiği veya görevli makamın ad çekmek suretiyle seçtiği arabulucunun bu görevi kabul etmeme serbestisi yoktur.[96] Ancak, tarafsızlığı hakkında şüphe doğarsa reddedilebilmelidir.[97]


b. Toplu Görüşmeye Gelmeme veya Devam Etmeme Durumunda Arabulucunun Atanması

Bu durumla ilgili olarak Yasanın ilk şeklinde herhangi bir düzenlemenin yapılmamış olması karşısında, 22.maddede yer alan ve toplu görüşmede anlaşmaya varılamaması durumunda sözkonusu olan altmış günlük sürenin geçmesi beklendikten sonra arabulucunun atanması işlemine başlanabileceği görüşü öne sürülmüştü.[98] Toplu görüşmeye gelmeme veya devam etmeme durumunda (m.21/I) arabuluculuk aşamasına ne zaman geçileceği konusunda 2822 sayılı Yasada boşluk bulunmaktaydı. Bu boşluk, 3451 sayılı Yasayla, öğretideki görüşe[99] uygun şekilde doldurulmuştur. Eğer taraflar toplu pazarlığın ilk günlerinde anlaşamayacaklarını anlamış ve uyuşmazlık durumuna düşmüşlerse, arabulucuyu zorunlu olarak devreye sokabilmek için altmış günlük sürenin dolmasını beklemelerinde hiçbir yarar yoktur.[100] İşyerinde çalışma barışının bir an önce sağlanması amaç edinildiği için düzenleme yapılmıştır. 2822 sayılı Yasaya getirilen ek hükme göre; 21.maddenin birinci fıkrası uyarınca düzenlenen yazıyı alan makam, yazıyı düzenleyen tarafın talebini gözönüne alarak otuz veya altmış günün geçmesini beklemeksizin 22.maddenin hükümleri çerçevesinde arabuluculuk işlemlerini başlatır (m.22/I).[101]

3451 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sistemin içeriği ile ilgili olmayıp, sadece arabuluculuk işlemlerinin başlaması ile ilgilidir. Gerçekten, toplu pazarlığın ilk günlerinde taraflar arasında uyuşmazlık tutanağı tutulduğu halde, bu konuda görevli makamda işlemler başlatılamadığından resmî arabulucuların devreye girmesi gecikebiliyordu. Bu değişiklikle 21.maddeye göre düzenlenen yazıyı alan makam, yazıyı düzenleyen tarafın talebini gözönüne alarak, otuz veya altmış günün geçmesini beklemeksizin arabuluculuk işlemlerini başlatabilecektir. Böylece, resmî arabulucuların bir an önce devreye girmeleri sağlanmış olacak, taraflar boşuna zaman kaybetmeyeceklerdir.[102]

Çağrı tarihinden itibaren otuz gün içinde yapılacak ilk toplu görüşmeye gelmeyen, gelip de görüşmelere başlamayan taraf, çağrıyı yapan taraf ise, bu durumda çağrıyı yapan tarafın yetkisi düşer (m.19/III). Bu nedenle, çağrıya muhatap olan ve toplantıya gelen taraf durumu altı işgünü içinde görevli makama bildirse de, görevli makamın arabuluculuk faaliyetini başlatabilmesi mümkün değildir.[103] Yetkinin düşmesi yaptırımı, sadece çağrıda bulunan tarafın ilk toplantıya katılmamasına ilişkindir. Bundan dolayı, çağrıda bulunan[104] ve ilk toplantıya katılan taraf, sonraki toplantılara katılmasa da, yetki belgesi düşmez.[105] İlk toplantıya çağrıya muhatap olan taraf gelmediği takdirde ise, toplantıya gelen taraf, arabuluculuk faaliyetinin başlatılabilmesi için görevli makama başvurabilir.[106] İlk toplantıdan sonraki toplantılara katılmayan taraf, çağrıda bulunan taraf olsa da, toplantıya katılan taraf, durumu görevli makama bildirerek arabuluculuk faaliyetinin başlatılmasını sağlayabilir.[107]

Demek oluyor ki; taraflardan biri toplu görüşme için tespit edilen toplantıya gelmezse veya toplantıya geldiği halde görüşmeye başlamazsa ya da toplu görüşmeye başlandıktan sonra toplantıya devam etmezse, toplantıya gelen taraf durumu görevli makama bildirir (m.21/I). Bunun üzerine görevli makam, otuz veya altmış günün geçmesini beklemeksizin zorunlu arabuluculukta olduğu gibi arabuluculuk işlemlerini başlatır (m.22/I).[108] Ayrıca, altmış günlük süre dolmadan taraflar anlaşmadıklarını bir tutanakla tespit eder ve görevli makama bildirirlerse (m.21/II), bu durumda da görevli makamca arabuluculuk faaliyetinin altmış günlük süre dolmadan başlatılması gerekir.[109] Böylelikle, 92 sayılı Tavsiye Kararında tavsiye edildiği üzere, arabuluculuk kurumuna başvuru hızlandırılmıştır. Resmî arabulucuların bir an önce devreye girmeleri sağlanmış ve tarafların boşuna zaman kaybetmeleri önlenmiştir.[110]


3.      Arabulucu Seçimine İlişkin Bazı Sorunlar

Yargıtayın bir kararına göre; toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren otuz gün geçmesine rağmen anlaşma sağlanamaması ve işçi sendikasının arabulucu seçimini istemesi üzerine ÇSGB'nın 2822 sayılı Kanunun 22.maddesinin ikinci fıkrasını işletmesi gerekirken bu yapılmamışsa da, Bakanlıkça aynı maddenin üçüncü fıkrası uyarınca toplu görüşmenin başladığı tarihten itibaren altmış gün geçtikten sonra mahkemeye başvurulup arabulucu tayini sağlanmış olduğundan, yapılan işlemde bir usûlsüzlük ve yasaya aykırı bir durum bulunmamaktadır. Ayrıca, aynı işkolunda birden çok işyerini kapsamak üzere yapılmak istenen TİS görüşmelerinden doğan uyuşmazlıkta, her bir işyeri için ayrı ayrı arabulucu seçilmesinde de yasaya aykırılık yoktur.[111]

Yargıtay kararında ele alınan ilk konu; 2822 sayılı Yasada öngörülen arabulucu tayini prosedürüne ilişkin bir işlemin, görevli makam tarafından yerine getirilmemesiyle ilgili bulunmaktadır. Görevli makam tarafından, gönüllü arabuluculuk aşaması ile ilgili yasal esaslar uygulanmamış ve altmış günün sonunda zorunlu arabuluculuk aşamasına geçilerek mahkemenin arabulucuyu ataması yoluna gidilmiştir. Yargıtayın kararına konu olan olayda, görevli makam gönüllü arabuluculuk aşamasını işletmemiştir. Ancak burada, görevli makama karşı uygulanabilecek hukukî bir yaptırım bulunmamakta ve sadece ilgili memura disiplin cezası verilmesi sözkonusu olabilmektedir.[112] Böylece, uyuşmazlık konusu olan olayda zamanın akışı içinde zorunlu arabuluculuk aşamasına gelinmiş olunduğundan ve işlem yapılmadan geçirilmiş olan süreye ilişkin yasal prosedürün ihyası olanaksız bulunduğundan, Yargıtayın bu son aşama ile ilgili işlemlerin yapılmış olmasında Yasaya aykırı bir yönün bulunmadığı yolundaki görüşü yerindedir.[113]

Yasanın tümüne egemen olan düşünce; kendini arabuluculuk sisteminde de göstermiş ve birtakım hakları güvence altına almak düşüncesiyle, uyuşmazlığın çözümüne yardımcı olabilecek kişinin tayinini bazı sıkı sürelere ve Devletin tarafsızlığı esasına bağlamıştır. Yasa koyucu, arabulucu tayininde önce konuyu tarafların isteğine bırakmış, fakat bunu belirli bir süre ile sınırlamıştır. Otuz ila altmış gün arasında değişen bu süre geçirildi mi artık arabulucu tayinine zorunlu olarak gidilecek, fakat her iki halde de arabulucu resmî listeden ya kur'a yoluyla ya da mahkemece tayin şeklinde belirlenecektir. Gönüllü arabuluculuk süresi geçirilmiş ise zorunlu arabuluculuk aşamasına geçilmiş olur ve hâkimin iradesine üstünlük tanımak gerekir. Yasa koyucu, bu aşamada hâkimi görevli kılmıştır. Bununla birlikte, altmış günlük süre geçirilmesine rağmen görevli makamın mahkemeye başvurma yerine, her iki tarafın temsilcisi huzurunda kur'a yoluyla resmî arabulucu seçme yoluna gitme olasılığının cevabı Yasada yoktur. Bu durumda seçim mahkemece yapılmalıdır. Çünkü, Yasanın mahkemeyi görevli kıldığı hallerde idarî makamın tasarrufuna üstünlük tanımamak gerekir. 22.maddenin 3.fıkrasındaki "birinci fıkraya göre arabulucu tayini yoluna gidilmemiş..." ise sözlerinden bu sonucun kabulü gerekir. Dolayısıyla, görevli makamca yapılacak işlem ise geçersiz sayılacaktır.[114]

Yargıtayın kararında ele alınan ikinci konu, grup sözleşmesi[115] yapılmasından doğan uyuşmazlıklarda her işyeri için ayrı arabulucunun mu yoksa uyuşmazlık kapsamındaki tüm işyerleri için tek arabulucunun mu atanacağına ilişkin bulunmaktadır.[116] Yasada bu sözleşmeden doğacak uyuşmazlıkların çözümünde izlenecek yolların bir çoğu gösterilmiş , ancak bazı konularda ve bu arada arabulucunun tek mi yoksa her işyeri için ayrı ayrı mı atanacağı konusunda herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Yargıtay da bu kararında, herhalde açık bir yasal düzenlemenin bulunmamasını gözönüne alarak, grup sözleşmesi kapsamına girecek her işyeri için arabulucu seçilmesini Yasaya aykırı bulmamıştır. Yargıtayın bu kararında ortaya koyduğu görüşün, Kanunda grup sözleşmesine açıkça yer verilmemiş olduğuna ilişkin olarak daha önce 1986 ve 1988 yıllarında verdiği kararlarda sürmüş olduğu temel görüşü ile tutarlı olduğu görülmektedir. Gerçekten, Yargıtayın o tarihlerde verdiği kararlarda[117] açıklamış olduğu görüşe göre; 2822 sayılı Kanunda sadece işyeri ve işletme sözleşmelerinden[118] söz edilmiş olup grup sözleşmesine açıkça yer verilmiş değildir.[119] Ancak, Yargıtayın grup TİS'ne ilişkin temel görüşü ve incelenmekte olunan kararında vardığı sonuç isabetli değildir. Öğretide öne sürüldüğü üzere; 2822 sayılı Yasanın 3.maddesinde yeniden yer verilen ve uygulamada " grup TİS" olarak adlandırılan işyerleri TİS ayrı bir sözleşme türünü oluşturmakta, Yasanın çeşitli yerlerinde de bu sözleşme ile ilgili düzenlemeler yapılmış bulunmakta ve bütünlük bakımından bu sözleşmeden doğan uyuşmazlıklarda tek arabulucunun atanması gerekmektedir.[120]

Yargıtaya göre; usûl hukukunda genel kural; mahkemelerce verilen kararların temyiz edileceği yolundadır. Temyizi kabil olmayan kararların Yasada ayrıca belirtilmesi ve açıklığa kavuşturulması gerekir. Arabulucu atamasına ilişkin mahkeme kararının kesin olduğuna dair Yasada bir hüküm bulunmadığından, usul hukuku genel kuralı uyarınca, bu kararlar da temyiz olunabilir.[121]
#926
Çarşaflı bir kadın, hakkını aramak için gittiği mahkeme salonunda hakim tarafından kovuldu. Olay dün Fatih 1. İcra Ceza Mahkemesi'nde yaşandı. Mahkeme Başkanı Hakim Ayla Kara, boşandığı kocası hakkında açtığı tazminat davasının duruşmasına katılan Naciye Sönmez'in çarşaflı olduğunu görünce önce uyardı, ardından da çarşafını çıkarmasını istedi. 

İddiaya göre hakim, çarşafını çıkarmaması durumunda duruşma yapmayacağını söyledi. Bunun üzerine şikayetçi olan Naciye Sönmez, peçesini açarak yüzünün görünmesini sağladı. Ancak bu da hakim Ayla Kaya'yı tatmin etmedi.

Hakim, "Böyle olmaz! Bütün çarşafını çıkaracaksın." diyerek Sönmez'i azarladı. Neye uğradığını şaşıran genç kadının, çarşafını çıkaramayacağını söylemesi üzerine hâkim Kaya, "Atatürk ilke ve kanunlarına göre seni böyle kabul edemem, yargılama başlayamaz." dedi.

Bunun üzerine Sönmez, "Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında böyle bir şey yok. Düşüncelerinizi uygulayabilmek için Atatürk'ün arkasına sığınmayın. Atatürk'ün hanımı çarşaflıydı, sizin gibi yapmıyordu." diyerek tepki gösterdi.

SENİN ALLAH'ININ KANUNLARI BURADA GEÇMEZ!

Davaya başlamayacağını yineleyen Ayla Kaya ise "Sizin Allah'ınız ve Allah'ınızın kanunları burada geçmez." diye bağırdı. Kaya, çarşaflı olduğu için ertelettiği duruşmanın tutanaklarını yazdırmaya başlayınca Sönmez, dışarıdaki insanlara "Bu rezalete şahit olun." diye bağırdı.

Bunun üzerine Hakim Kaya, "Terbiyesiz, ahlaksız, ukala." diyerek hakaret etti. Naciye Sönmez, gördüğü muamele karşısında adeta şoke olduğunu söyledi.

Türkiye Cumhuriyeti hâkimlerinin insanların kılık kıyafetine göre değil, önüne gelen dava dosyalarına göre yargılama yapması gerektiğini ifade etti.

Sönmez, "Davaya bakan hakim konuyu unuttu, yarım saat benim çarşafımla ilgilendi. Bir hakime yakışmayacak kelimeler söyledi. Örtünmem benim dinimin gereğidir." diye konuştu. Hakim Kaya ise bu konuda konuşmak istemediğini belirterek, basın mensuplarının sorularını yanıtsız bıraktı.22 Mayıs 2009

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=850330
#927
"Mali Durumu Bozulan Sermaye Şirketlerinin Yeniden Yapılandırılması - İFLASIN ERTELENMESİ" başlıklı toplantıya katılım ücretlidir. Toplantı tarih ve saati: 30.05.2009 - 10.00 - 17.30.

Diğer bilgileri bu adresten öğrenebilirsiniz: http://bahcesehir.edu.tr/habergoster/index/hid/228
#928
Hukuki ve Tıbbi Açıdan Hasta Hakları
Mehmet Sıddık Çinko


1. Hasta hakkı kavramı

Hasta hakkı kavramını ele almadan önce bu hakkın temeli olan yaşama hakkı ve sağlık hakkını öz olarak ele almak yerinde olacaktır.

1.1. Yaşama hakkı

Tüm canlı varlıklar, varoluş temelleriyle uyumlu olarak hayatta kalmak için mücadele etmektedirler. Bu sebeple, varlıklarına yönelik bir saldırının yok edilmesine ilişkin davranışları, en temel dürtülerini oluşturmaktadır.

İnsanoğlu, diğer canlılardan farklı olarak, sadece kendi varlığını korumakla yetinmemekte, yaşamın daha da iyiye gitmesi için uğraş vermiş ve vermektedir.

Aslında insanlık tarihi, kişilerin varlıklarını (yaşamlarını) koruması ve korudukları bu varlıklarını (yaşamlarını) daha iyi bir şekilde sürdürme uğraşının anlatışıdır.

Yaşama kavramına, incelenen konuya göre farklı tanımlar vermek mümkündür. Genel olarak denilebilir ki, yaşam; varlığın korunması ve nitelikli devamıdır. Bunun toplumun diğer bireylerince de benimsenmesi, gözetilmesi, ihlâlinin hukuksal olarak yaptırıma bağlanması ise, yaşamın hak olarak nitelendirilmesini ifade etmektedir.

Bugün için yaşam, tüm toplumlarda hak olarak kabul edilmekte, korunmakta ve ihlâli yaptırıma bağlı bulunmaktadır.

Yaşama hakkı, sadece kişinin organik varlığının faaliyette olmasını, organizmanın çalışıyor olmasını kapsamaz. Bunun yanında, organizmanın maddî ve manevî olarak gelişmesi, iyi hâl içinde olmasını içerir.

Organizmanın iyi hâl içinde olması, kişinin maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirmesi için; sağlıklı beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşama, iyi eğitim alma ve yaşama yönelik tehditlerden korunmasını gerektirir. Bu sebeple, yaşama hakkını sosyal haklarla tanımlamadıkça, özellikle sağlık hakkı ile pekiştirmedikçe, başlı başına yaşama hakkını sağlamaya, yığınları ondan faydalandırmaya imkan yoktur.(1) Anlaşılacağı üzere, yaşama hakkı, bizi, uzantısı olan başka bir hakka götürmektedir: Sağlık hakkı.

1.2. Sağlık hakkı

Günümüzde sağlık, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli olarak kabul görmektedir. Dünya Sağlık Örgütüde sağlık için bu tanımı yapmaktadır.

Sağlıklı olmanın temel şartı, kişinin sağlığını tehdit eden hastalık gibi faktörlerin etkisiz bırakılmasıdır. Kişilerin sağlık düzeyini ve hastalıklara karşı koyma düzeyini belirleyen, içinde bulundukları sosyal, çevresel ve ekonomik faktörlerdir. Başka bir deyişle, toplumu oluşturan sosyal, ekonomik, fizikî ve kültürel faktörler, aynı zamanda o toplumun sağlığına da etki etmektedir.(2, 3, 4)

Bu doğrultuda sağlıklı kişi için sayılacak talepler şunlar olacaktır: İyi beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı konutlarda yaşama, hastalıklara karşı korunma, gerekli sağlık eğitimi almadır. Bunun yanında tıbbî bakım ve tedavinin ulaşılabilirliğinin sağlanması, nitelikli ve hakkaniyetli bir şekilde dağıtılması, kişilerin hastalıklara karşı korunmasını sağlayacak koruyucu önlemlerin de alınması gerekir.(5, 6)

Hukuk süjesi olan bireyin, haklarını kullanabilmesi, özgür olabilmesi, yükümlülüklerini yerine getirebilmesi ve toplumu oluşturabilmesi için sağlıklı olması gerekmektedir.

Tüm hukuksal düzenlemelerde temel hak olarak kabul edilip korunan yaşama hakkı, niteliği gereği sağlık hakkı ile anılıp bütünleştiği takdirde anlam kazanacaktır.(7) Sağlık hakkı da, diğer haklarla pekiştirilmedikçe anlam kazanmaz. Sağlık hakkının beslenme hakkı, dinlenme hakkı, konut ihtiyacının karşılanma hakkı ve en önemlisi de hastalıklara karşı korunma, hastalığa yakalandığında gereken bakım ve tedaviyi görme hakkı ile pekiştirilmesi gerekmektedir.

1.3. Hasta haklarının doğuşu (Sağlık hakkının gelişimi)

Hasta haklarının, iki temel gelişme sonucunda doğduğunu söylemek yerinde olur. Bunlardan birincisi, kamu hukuku alanındaki gelişmedir. İkincisi de hasta-hekim ilişkisindeki gelişim ve değişmedir [8].

Kamu hukuku alanındaki gelişme, sosyal devlet anlayışının doğmasıdır

1789 Fransız İhtilali ile doğal haklar teorisi benimsenmiş, liberal devlet anlayışının kişi mutluluğunu sağlayacağına inanılmıştır. Buna göre; devletin tek dayanağı ve kaynağı bireydir, bireyin mutluluğudur.(9) Ancak birey, mutluluğunu kendisi yakalayacaktır. Devletin, toplumsal hayata müdahale etmesi yanlıştır. Birey, hukuk önünde eşittir ve kendi mutluluğunu kendisi bulacaktır. Hukuksal eşitlik esastır.

20. yüzyılın bilimsel ve teknik gelişmesi ile, bu çağın insanı, artık sadece hukuk önünde eşit olmakla, mutlu olunamayacağı gerçeğine inanmaya başlamıştır.(10) Doğal koşulların kendiliğinden mutluluğu sağlayamayacağının kabulü ile, devletin fonksiyonu da değişmiştir. Artık devletin, bireyin mutluluğu için hayata müdahale etmesi, doğal eşitsizlikleri en aza indirgeyecek politikalar yürütmesi gerektiği benimsenmiştir. Buna göre, yurttaşların mutluluğu, maddî ve manevî varlıklarını geliştirmeleri için; sağlıklı bir çevre, sağlıklı bir konutta yaşama, yeterli eğitim ve öğretim olanakları, çalışma hak ve özgürlüğü, devletten istenir olmuştur.

Devlet; birey sağlığı için gerekli önlemleri almalı, bireyin hastalanması halinde ise, insanca bir tedavi ile sağlığına kavuşması için gerekli düzenleme, organizasyon, denetim önlemlerini almalıdır.

Devlet; bu görevlerini, gerekli yasal düzenlemeler yapmak, hastaneler ve diğer sağlık kuruluşları kurmak, gerekli denetimleri yapmak, sağlıklı çevre ve koşullar oluşturmak, tüm bireylere eşit, ulaşılabilir sağlık hizmetleri sağlamakla yerine getirecektir.(11) Bu doğrultuda diğer anayasalarda olduğu gibi 1982 Anayasamızda da düzenlemeler bulunmaktadır. Anayasamızın 5, 49, 56, 57, 60 ve 61'inci maddelerinde, bu amaçlı hükümler bulunmaktadır.

İşte bu gelişmeler; sağlık hakkının, dolayısıyla sağlık hakkının kapsamında ve günümüz uzantısında değerlendirilen hasta hakkının doğmasını sağlamıştır. Gerçekten de, Hasta Hakları Yönetmeliğinin 1'inci maddesinde, hasta haklarını, temel insan haklarının sağlık alanına yansıması olarak nitelemektedir.

Hasta haklarının kamu hukuku alanında gösterdiği gelişmelere paralel olarak ulusal ve uluslar arası düzeyde çalışmalar yapılmıştır. Bu hakkın gelişimi ve hukuksallaşması olarak nitelendirilebilecek gelişmeleri belirtmek yararlı olacaktır.

Uluslar arası düzeyde yapılan çalışmalardan ilk önemli etkinlik, 1981 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından kabul edilen "Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi"dir. Bu Bildirgede; hastanın hekimi seçebilme hakkı, bakım hakkı, tedaviyi kabul ve ret hakkı, gizlilik hakkı olduğu belirtilmiştir. Yine 29-30 Mart 1994 tarihinde, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bürosu tarafından düzenlenen toplantıda kabul edilen "Avrupa'da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi"nde hasta hakları daha geniş çerçevede değerlendirilmiştir. Bu Bildirge; ulusal düzeydeki alan çalışmalarına daha çok etkide bulunmuştur. Uluslar arası düzeyde, ayrıca pek çok çalışma yapılmaktadır.

Avrupa'da son yıllarda görülen eğilim, hasta haklarının tıbbî etik bildirgeleri ile yeterli korunamayacağı; bunun yanı sıra yasal düzenlemeler ile de korunması gerektiği yönündedir. Hollanda, Finlandiya ve Norveç gibi bazı Batı Avrupa ülkelerinde, bu eğilim doğrultusunda, hasta örgütlerinin de katılımıyla hasta hakları yasaları hazırlanmıştır (Örneğin, Hollanda Parlamentosu böyle bir yasayı kabul etmiştir).(12)

Ülkemizde, hasta hakları ile ilgili yasa bulunmamaktadır. Hasta hakları, konu ile ilgili genel düzenlemeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Konu ile ilgili temel düzenlemeler şunlardır:

224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun, 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, 1593 sayılı Umumî Hıfzıssıha Kanunu, 2219 sayılı Hususî Hastaneler Kanunu, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, 2827 sayılı Nüfus Plânlaması Hakkında Kanun, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu, 6283 sayılı Hemşirelik Kanunu, Hususî Hastaneler Tüzüğü, Tıbbî Deontoloji Tüzüğü, Hasta Hakları Yönetmeliği.

Hekim-hasta ilişkisinin niteliğinin değişmesi ile hasta hakları, doğuş ve gelişme sağlamıştır.

İlk dönemlerde; hekimler, yarı büyücü, yarı tanrısal güç olarak kabul edilmekteydi. Büyücülüğün yerini dinler ve özellikle tek tanrılı dinler alınca hekimin sahip olduğu bilgilerin kaynağı büyücülükten tanrısallığa kaydı. Hekimin gerek yarı büyücü ve gerekse de yarı tanrısal kaynaklı faaliyetleri sorgulanmamaktaydı. Hekim, faaliyetlerinden sorumlu tutulamaz ve hasta da, hekimden herhangi bir talepte bulunamazdı. Hekimlik, doğaüstü güçlerle, tanrı ile arasındaki gizemli bilgileri ve ilişkiyi temsil etmekteydi. Kısaca, hekim otorite olarak kabul edilmekte; hasta hekime güvenle teslim olmaktaydı. Nitekim Hipokrat Andında hekimin hastalarına karşı bazı yükümlülükleri olduğu belirtilmiş ise de bu yükümlülüklere uymamamın bir yaptırımı bulunmamaktaydı.

Bilimsel ve teknolojik gelişme ile hastalıkların sebebi anlaşılır olmuştur. İnsan kimyası alanındaki gelişmeler ile hekimliğin büyücü ve tanrısal özelliği yok olmuştur.(13) Artık bilgili hekim tutulur ve saygı duyulur olmuştur. Böylece hekim, esas gücünü bilgiden almaya başlamıştır.

Bilimsel gelişme, tıbbî bilginin herkes tarafından ulaşılabilir olmasını sağlamıştır. Bilginin ulaşılabilir olması ile hekim sorgulanır olmuştur. Başka bir değişle; hekimin yaptıklarının bilimsel ilkelere uygun olup olmadığı tartışılır olmuştur. Bunun sonucu olarak da, hastanın hekime mutlak teslimiyeti son bulmuş; hastanın hekime karşı talepleri doğmuştur. Hasta ile hekim, yapılacak bakım ve tedavi için karşılıklı olarak görüşme ve anlaşma yoluna gitmişlerdir. Böylece, hekim-hasta ilişkisi sözleşme temeline kaymıştır. Durum bu olunca, hekimin ücret alma hakkı kabul edilmiş; buna karşılık olarak da, hastanın, bakım ve tedavi hakkı doğmuştur. Tarafların sözleşmeye aykırı davranışları ise yaptırıma bağlanmıştır.

Hastanın iatrojenik ve teknolojik gelişmelere karşı korunması gereği de, hasta haklarının hukuksal olarak oluşumunu sağlamaktadır.

Belirtmek gerekirki, hasta hakları iyi bir hekimliğin ayrılmaz bir parçasıdır.(14) Hekimin amacı; hastaya faydalı olmak, onun ıstıraplarını ortadan kaldırıp tıbbî şifasını sağlamak olduğuna göre iyi hekimlik ve hasta hakları nihai amaçta örtüşmektedir.

Belirtilen bu sebeplerden dolayı hasta haklarının kabulü zorunluluğu doğmuştur.

Hasta haklarının doğuş ve gelişmesine, tıp tarihinde var olan meslekî ahlâk kurallarının yanı sıra, günümüzde kabul edilen temel değer yargılarının tıp alanındaki yansımalarının da büyük etkisi bulunmaktadır. Sağlıklı yaşama hakkı, çağımızın önemli değer yargılarındandır.(15) Aynı şekilde, kişisel değerlere saygı, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkı, çağımızın önemli değer yargılarındandır. Bu ve bu nitelikli değer yargıları, günlük yaşamımızda etki ettikleri gibi disipliner bilgi alanlarına da etki etmektedir. Tıp bilimi de, bu değer yargılarından etkilenmekte ve bu bilimle ilgili ahlâki kuralların oluşmasını doğurmaktadır.

Hasta haklarının gelişimi ve savunulabilirliği ülkemiz açısından da önem taşımaktadır. Hatta bazı hallerde, hasta haklarının korunup geliştirilmesi, ülkemiz gerçeğinde daha da ön plâna çıkmaktadır. Şöyle ki; ülkemizde, sağlık hizmetlerindeki aşırı merkeziyetçilik, profesyonel sağlık hizmetlerinin yokluğu, sağlık kuruluşları arasında rekabetin olmayışı, sağlık personeli sayısındaki yetersizlikler, birinci basamak sağlık hizmetlerinin yetersizliği, etkili bir hasta sevk disiplinin olmayışı, sağlık sigortası olmayan nüfusun çok fazla oluşu ve halkın sağlık hizmetleri konusundaki bilgi ve bilinç eksikliği; hem hizmet maliyetinin gereksiz yere artmasına, hem de hizmetlerde verimsizliğe yol açmakta ve hizmetlerin herkes tarafından kullanılabilirliğini de kısıtlamaktadır.(16)

1.4. Hasta hakkı

Bugün için hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu ilişkisinin hukuksal bir ilişki olduğu tartışmasızdır. Bu ilişkinin, hukuksal ilişki olarak nitelendirilmesi ile hastanın hekime, hekimin hastaya karşı yetkilerinin de hukuk düzeni tarafından korunmasını doğurmaktadır. İşte, hastanın hekime karşı olan yetkilerinin, hastaya izafe edilen davranış biçimlerinin hukuk tarafından korunmasına "hasta hakları" denilmektedir.

Hasta haklarının pek çok tanımı yapılmıştır. Bunlardan birkaçını belirtmekte yarar vardır.

"Hasta hakları kavramı, özünde, temelinde, insan haklarının ve değerlerinin, sağlık hizmetlerine uygulanmasıdır."(17)

Sağlık hizmetlerinden faydalanma ihtiyacı bulunan fertlerin, sırf insan olmaları sebebiyle sahip bulundukları ve Anayasa, milletler arası antlaşmalar, kanunlar ve diğer mevzuat ile teminat altına alınmış bulunan haklarına "hasta hakları" denir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 4).

Kanımızca hasta haklarının geniş ve geçerli tanımı, şu şekilde yapılabilir: Sağlıklı ve hastalıklı olarak sağlık hizmetlerinden yararlanan kişilerin hukuk tarafından korunup talep edilebilen, ihlâlleri cezaî ve/veya tazmini yaptırıma bağlanan yetki ve iradeleridir.

1.5. Hasta haklarının kapsamı

Hasta haklarının daha iyi anlaşılıp değerlendirilmesi için, kapsamının belirlenmesi gerekmektedir. Hasta haklarının, "hasta" olarak tarif edilen kişinin hakları olduğuna ve hastalığın da bir durumu ifade ettiğine göre, hasta haklarının durumsal haklar olduğu söylenebilir. Buna göre, hasta statüsündeki kişinin hakları olarak kapsamın belirlenmesi mümkündür.

Hasta haklarının bu çerçevede ele alınması, kapsamının belirlenmesinde yararlı bir ölçüt olmakla birlikte, yeterli bir ölçüt değildir. Bu açıdan değerlendirme, hasta haklarının hastalık süresi ile sınırlılığına götürmektedir. Oysa, hasta haklarının sadece hastalık süresince olduğunu söylemek eksik olacaktır. Hasta hakları, hastalık sürecinde, daha doğrusu, sağlık hizmetlerinden yararlanıldığı süreçte belirginleşip önem kazanmakla birlikte, sağlık hizmetlerinden yararlanmanın sona ermesinde de geçerlidir. Hatta, hastanın ve hekimin ölümünden sonra da geçerliliğini korumaktadır.

Hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu arasında varolan ilişkinin niteliği, hasta haklarının kapsamını etkilemektedir. İlişki, sözleşme ile kurulmuş ise, hasta haklarını, sözleşme hükümleri de etkileyecektir. Ancak, hekim ve/veya sağlık kuruluşunun faaliyet alanı, hastanın bedensel varlığıdır. Bu itibarla, hasta haklarının kapsamını sadece, hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu ilişkisi belirlememektedir. Başka bir deyişle, bakım ve tedavi sözleşmeleri, hastanın can güvenliği ile ilgili ödevler yüklediğinden; sözleşmede belirtilsin veya belirtilmesin, hukukun genel ilkelerine göre hekim ve sağlık kuruluşuna bazı yükümlülükler yüklemektedir.

Hasta hakları kapsamını tıbbî etik ve hukuk önemli ölçüde etkilemektedir. Bu alanlardaki gelişmeler ve görüşler, hakkın kapsamının daralmasına veya genişlemesine sebep olmaktadır.

Bu temel kıstaslar doğrultusunda, hasta haklarının kapsamını kişi olarak ve konu olarak belirlemek yararlı olacaktır.

1.5.1. Hasta haklarının kişi olarak kapsamı

Hasta hakları konusu itibarıyla, kişilik hakları içinde mütalaa edilir. Buna göre, kişilik haklarının kapsamını belirleyen kıstasların hasta hakları için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Kişilik hakları, hukuk düzenince kişi olarak kabul edilenlerin tamamı için geçerlidir. Ancak hukuk, kişileri, gerçek kişiler ve tüzel kişiler olarak ayrıma tâbi tutmaktadır. İşte, bu husus gözetildiğinde, hasta haklarının, sadece, gerçek kişiler için söz konusu olduğu; tüzel kişiler için bir anlam taşımayacağı açıktır. Tüzel kişilerin, tıbbî müdahaleye konu olabilecek bir bünyeleri bulunmamaktadır.

Hasta hakları, gerçek kişilerin tümü için geçerlidir. Sağlık hizmetlerinden yararlanan gerçek kişiler, tam bir eşitlik ve genellikle hasta haklarına sahiptirler. Kişinin rüştüne varmaması, vesayet altında olması, aklen malul olması hâli, bu hakka sahip olmasına etki etmemektedir. Sadece, bu hakkın kullanılmasında, bu durumdaki kişiye, hukuksal temsilci yardımcı olacaktır.

Hastalığın türü, niteliği, kişinin görmek istediği bakım ve tedavinin niteliği de, hasta hakkının varlığına etki etmemektedir.

Hasta haklarının tanınmasında, temel hak ve hürriyetlerde olduğu gibi ırk, din, mezhep, dil, cinsiyet ayrımı gibi ilkel ayrımlar gözetilmez. Hatta kişinin toplumsal olarak hakir görülmesi, tutuklu ya da hükümlü olması gibi hususlar da, hasta haklarının genelliği ve eşitliğine etki etmemektedir. Hasta hakları, bir hukuksal statüyle, bir işlemle, bir eylemle alakalı değildir.

Hasta hakları, kişilik hakları içinde mütalâa edilmekle beraber, kendine has özellikler de taşımaktadır. Kişilik hakları, sağ ve tam doğumla başlamaktadır. Bu sebeple, cenin için kişilik haklarından bahsedebilmek oldukça güç olacaktır. Ancak hasta haklarının cenin için de geçerli olduğu kanaatindeyiz. Nitekim, Medenî Kanunda ceninin korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bu durumda ceninin ileride kişi olma ihtimaline binaen korunması gereği ortaya çıkmaktadır.

Ana rahmine düşmemiş gelecekteki kişilere ilişkin de hukuksal düzenlemeler bulunmaktadır. Medenî Kanunun 525'inci maddesine göre, bu kişiler son mirasçı olarak atanabilirler. Bu durumda, hasta hakkı kavramının bu kişiler için de geçerli olup olmayacağı hususu ortaya çıkmaktadır. Günümüz tıbbî gelişme düzeyinde, bu tür müstakbel kişilerin doğrudan tıbbî müdahalelere konu olmaları, sağlık hizmetlerinden faydalanmaları söz konusu değildir. Bu sebeple, hasta haklarının bu tür müstakbel kişiler için geçerli olmayacağını düşünmekteyiz.

1.5.2. Hasta haklarının konu olarak kapsamı

Hasta haklarının doğuş ve gelişim sürecini gözetmek, bu hakların konu olarak kapsamını tespit etmemizi kolaylaştıracaktır.

Hasta-hekim ilişkisi, günümüzdeki gelişmeye kadar paternalistti. Hasta, hekime tam bir güven içinde teslim olmaktaydı. Hekim, hasta için en doğru ve yararlı olanı seçerdi. Hekimin, hastaya karşı sorumluluğu, hekimin hesap vermesi derecesinde değildi.

Günümüz sağlık alanındaki gelişmeler, sağlık alanının sektörleşmesi ile birlikte klâsik hasta-hekim ilişkisi son bulmuştur. Artık hastaya, hekim ve diğer sağlık personelinin bir araya gelerek meydana getirdiği sağlık kuruluşları, bakım ve tedavide bulunmaktadır. Hastanın, tarihi süreçteki zaten pasif ve teslimiyetçi rolü, bu durumla birleşince, daha da mağduriyeti söz konusu olmaktadır.

Hasta hakları, bu olumsuzlukların hasta lehine değişmesi amaçlı olarak ortaya çıkmıştır.

Hasta, kişi olmanın doğal sonucu olarak, içinde bulunduğu ruh halinin gözetilmesini ister.

Hasta hakları, özünde, temelinde, insan haklarının ve değerlerinin sağlık hizmetlerine uygulanmasıdır. Herkesin, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır. Maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme kapsamında, sağlık hizmetlerinden gerektiği gibi yararlanması, gerekli bakım ve tedaviyi görmesi gerekmektedir. Bu sebeple, hasta hakkının esas kapsamı bakım ve tedavidir.

Hasta bakım ve tedaviyi görmekte iken; yukarıda belirtildiği üzere, kişi olması ve kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmasının doğal sonucu olarak, iradesinin esas alınması gerekmektedir. Buna göre, bakım ve tedavinin hastanın iradesi doğrultusunda yapılması, hastanın onayının alınması gerekmektedir.

Hastanın, kendisine yapılacak bakım ve tedavi hakkında, geçerli bir onayda bulunabilmesi için yeterli oranda bilgilendirilmesi gerekir. Buna "hastanın bilgilendirilme, aydınlanma hakkı" denir.

Sağlık hizmetinden yararlanmada, gerek sağlık hizmeti sonucunda ve gerekse de hastanın bizzat açıklaması ile özel yaşamına ilişkin bilgiler, sağlık çalışanına aktarılmaktadır. Bakım ve tedavi amacıyla hastaya ait bilgilerin sağlık personeline açıklanması, bu bilgilerin üçüncü kişilere aktarılmasını doğurmaz. Bu şekilde paylaşılan bilgilerin üçüncü kişilere karşı korunması, bakım ve tedavinin hastanın kişilik haklarının ihlâlini doğurmayacak şekilde yürütülmesi, mahremiyet ve özel hayat hakkını gerektirir.

Hasta lehine tanınan bütün bu yetkilerin, hukuk düzenince korunduğundan bahsedebilmek için, bu hakların ihlâlinde, hastanın başvuru hakkının olması gerekmektedir. Hasta haklarına uyulmadığı takdirde, haklarına uyulmasını isteme; zarara uğradığında, zararının giderilmesini isteme hakkına sahip olmakla, bu yetkiler önem taşır. Bu sebeple, hastanın son ve en önemli haklarından birisi de "başvuru hakkı"dır.

Hasta hakkının kapsamını oluşturan "aydınlanma", "onay", "bakım ve tedavi," "mahremiyet ve özel hayat" ve "başvuru" hakkını sağlık hizmetlerinin işleyişi esasıyla, sırayla açıklığa kavuşturulması gerekir.

2. Hasta hakları

2.1. Aydınlanma hakkı

Hastanın aydınlanma hakkı, diğer haklarının temeli ve ön koşuludur. Aydınlanma hakkı, hastanın Anayasa teminatı altında olan "kendi geleceğini bizzat belirleme hakkı"nın somutlaşmasına hizmet eder.(18) Hasta, tıbbî durumunu bildiği takdirde geleceğini de belirleme imkanına sahip olacaktır.

Hukukumuzda, hastanın aydınlanma hakkına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Tıbbî Deontoloji Nizamnamesinin 14/2'nci maddesine göre, hastalığın artması ihtimali bulunmadığı takdirde, teşhise göre alınması gereken tedbirler, hastaya açıkça söylenmelidir. Aynı Tüzüğün 26/2'nci maddesi, konsültasyon neticesinin hastaya bildirilmesi gerektiğini hükme bağlamıştır. 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunun 7'nci maddesine göre, hekimin vericiyi ve alıcıyı aydınlatması gerekir.

Hekimin hastayı aydınlatması, sadece hukukî bir zorunluluk değildir. Hastanın aydınlatılması, tıbbî etiğin de gereğidir.

Aydınlanma hakkı, hastanın sağlık hizmetleri, teşhis, tedavi, tedavi süreci ve tedavi sonucu konusunda aydınlatılmasını gerektirir.

Hastanın sağlık hizmetleri konusunda aydınlatılması, hastanın sağlık kuruluşunun işleyişi hakkında bilgilendirilmesini ifade eder. Hastaya, sağlık kuruluşunda uymak zorunda olduğu kurallar, hakları, muhtemel durumlarda yardım isteyebileceği kişi veya birim, sağlık hizmetinin mahiyeti, ödeme koşulları, ödemeyi nereye, nasıl ve ne şekilde yapması gerektiği konusunda yeterli bilgi verilmelidir. Hastanın özellikle tedavi maliyetleri konusunda aydınlatılmaması, bazı olumsuz sonuçlara neden olmakta, hastanın geç taburcu olması veya hukuksal ihtilâflara sebep olabilmektedir.

Hasta, başvurmuş olduğu sağlık teşkilâtının kendisine yakındığı hastalık konusunda yeterli ve gerekli yardımı yapıp yapamayacağı, personelin ve/veya imkanların yapılması gereken tedavi için yeterli olup olmadığı, yeterli değilse hangi kurum veya hastaneye başvurması gerektiği konularında, yeterli ve zamanında bilgilendirilmelidir.

Hasta, sağlık durumunu, kendisine uygulanacak tıbbî işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel sakıncaları, alternatif tıbbî müdahale usulleri, tedavinin kabul edilmemesi halinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçları ve hastalığın seyri ve neticeleri konusunda, sözlü veya yazılı olarak bilgi isteme hakkına sahiptir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 15).

Kural olarak, hasta, kendisine tıbbî yardımda bulunacak hekim tarafından bizzat tıbbî müdahale öncesinde hastanın anlayacağı şekilde aydınlatılmalıdır.

Bununla birlikte, tıbbî müdahalenin niteliği, ivediliği, hastanın kişiliği, aydınlanmaya ilişkin iradesi gibi hususlar aydınlanma hakkının kapsamını etkilemektedir.

Tıbbî müdahale ivedi ise, hastanın aydınlatılması azalmakta veya ortadan kalkmaktadır (1219 sayılı Yasa madde 70). Tıbbî müdahale ivedi değilse hasta ayrıntılı olarak aydınlatılmalıdır.

Tıbbî müdahale sonucunda, zorunlu olarak ortaya çıkacak komplikasyonlar önemli ise, hasta mutlaka bilgilendirilmelidir. Örneğin, hastanın çocuk yapma yeteneğinin kaybolması söz konusu ise, bunun mutlaka hastaya anlatılması gerekir. Buna karşılık, tıbbî müdahale sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkan, makul bir hasta tarafından da kabul edileceği olağan bulunan komplikasyonlar hakkında, hastanın aydınlatılması gerekmeyebilir.(19) Yargıtay, haklı olarak, tıbbî müdahale sonucunda mayubiyetin meydana gelebileceğinin açıkça hastaya anlatılması görüşündedir.(20)

Hastanın tutumu da aydınlatmanın kapsamını etkilemektedir. Hekimin aydınlatmasıyla yetinmeyip ayrıca bilgi isteyen hastanın, ayrıntılı bilgilendirilmesi gerekmektedir.(21)

2.2. Onay hakkı

Tıbbî müdahalelerin veya daha geniş kavram olan sağlık hizmetlerinin konusu, kişinin maddî ve manevî varlığı, beden tamlığıdır. Bu itibarla, sağlık hizmetlerinden yararlanıp yararlanmama, tıbbî müdahaleyi kabul veya ret etme konusunda kişinin bir karar vermesi, yaşama, maddî ve manevî varlığını geliştirme hakkının gereğidir. Bu hakkı kullanması, tıbbî müdahaleye yönelik irade açıklamasında bulunması ile gerçekleşecektir. İşte, bu irade açıklamasına, hastanın "onay hakkı" denir. Bu irade açıklaması, tıbbî müdahaleye tam onay, kısmen onay ya da tıbbî müdahaleyi ret şeklinde olabilir.

Kanımızca, onayın soyut ve genel olarak verilmesi yeterlidir. Ancak onay belli bir hekim için verilmişse ve/veya belli bir şikâyetin giderilmesi için verilmişse bunun esas alınması gereklidir.

Onayın geçerli olabilmesi için hastanın bilgilendirilmesi gerekir. Bununla birlikte onayın hasta tarafından verilmesi; onayın tıbbî müdahaleye ve sağlık hizmetini vermeye ehil kişilere yönelik olması gerekir.

Onay, tıbbî müdahalenin ön koşulu olduğundan, bu ön koşul gerçekleşmeden tıbbî girişimin yapılmaması gerekir. Bu nedenle, hasta, tıbbî müdahalenin gerçekleştirilmesinden önce veya en geç tıbbî müdahale sırasında, onayını bildirmelidir (Biyoetik Sözleşmesi md.5/1).(22, 23)

Mevzuatın öngördüğü istisnalar dışında, onay, herhangi bir şekle bağlı değildir (Hasta Hakları Yönetmeliği md. 28). 1219 sayılı Yasa, büyük cerrahi ameliyatlarda hastanın yazılı onay vermesi gerektiğini hükme bağlamıştır. Yine organ ve doku alınabilmesi için, vericinin yazılı ve imzalı veya en az iki tanık önünde sözlü olarak beyan edip imzaladığı tutanağın bir hekim tarafından onaylanması gerekir (2238 sayılı Yasa madde 6). Yargıtayda bir kararında, "hekimin, yaptığı ameliyatın çok ağır sonuçlar doğurabileceğini hastaya anlatarak, onun bu muhtemel sonuçlara rağmen ameliyatı istediğine ilişkin onayını almış olması gerektiğini" belirtmiştir.(24)

Kural olarak, hastanın onayı alındıktan sonra tıbbî müdahalede bulunulmalıdır. Ancak bazı hallerde onay alınması mümkün olamamakta ve bazı hallerde de verilen onay esas alınmamakta ya da hiç aranmamaktadır. Hastaya tıbbî müdahalenin yapılması çok acil ise ve hasta onay verebilecek durumda değilse, onayın alınmasına gerek yoktur. Kişinin trafik kazası sonucu ağır yaralanması ve şuurunu kaybetmesi halinde, durum budur.

2.3. Bakım ve tedavi hakkı

Bakım ve tedavi, hekim ve diğer sağlık personelinin hastaya yönelik belli nitelik ve kapsamlara haiz tıbbî faaliyetleridir. Burada sadece hekimin değil, diğer sağlık personelinin, doğrudan veya dolaylı olarak, hastanın acılarını dindirme, iyileştirme, tıbbî müdahale süresince hastanın kişisel ihtiyaçlarını karşılamaya ilişkin tüm faaliyetleri, bakım ve tedavi hakkının konusunu oluşturmaktadır. Anlaşılacağı üzere, bakım ve tedavi hakkının konusu, birbiri içine geçen ve aynı zamanda belli aşamalar da seyreden pek çok faaliyeti içerir.

Bakım ve tedavinin konusunun birinci aşaması tanıdır. Hastanın yakındığı, giderilmesini istediği hususun tespitidir. Tanı, tedavinin temelini oluşturmaktadır.

Bakım ve tedavinin ikinci basamağı ise, sağlık hizmetinden yararlanan kişinin konulan tanıya göre biyolojik, psikolojik, fizyolojik bozuklukların giderilmesine ilişkin hekimlik faaliyetleridir. Bu hekimlik faaliyetlerine "tedavi" de denilmektedir. Tedavi; hastalığı önlemek, ortadan kaldırmak veya iyileşmesini çabuklaştırmak, hastalığın tehlikelerini azaltmak, yarattığı ızdırapları teskin etmek, arazlarını ortadan kaldırmak veya hafifletmek için alınan tedbirlerin, uygulanan ilaçların veya cerrahi müdahalelerin bütününü ifade eder (Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi madde 13).(25)

Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun hastanın en temel hakkı, dolayısıyla hekimin asıl edimi hastayı tedavi etmektir.(26) Tıbbî faaliyetin özü, hasta hakkının özü, bakım ve tedavidir. Hastanın aydınlanması, onayın alınması, bakım ve tedavi öncesi gözetilmesi gereken hususlar olup bunların da amacı, doğru bakım ve tedavinin sağlanmasıdır.

Yukarıda değinilen hususlar, hasta ile hekim arasındaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun geçerli olacak hususlardır. Hasta-hekim, hasta-sağlık kuruluşu arasındaki hukuksal ilişkinin niteliğine göre, bakım ve tedavi hakkının konu ve kapsamı genişlemekte veya daralmaktadır. Yapılan sözleşmede hastaya yapılacak tıbbî müdahalenin niteliği, şekli, süresi, bakım ve tedavi süresince barınma, yeme ve diğer temel ihtiyaçların karşılanması hükme bağlanmış olabilir. Bu şekilde yapılacak sözleşmelerde belirtilen edimler de bakım ve tedavi hakkının konusunu teşkil edecektir.

Sağlık hizmetlerinin özünü oluşturan bakım ve tedavi, hasta hakları açısından ele alındığında, bazı hususları kapsaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bakım ve tedaviyi yapacak hekimin hasta tarafından seçilebilmesi; bakım ve tedavinin meslekî özen içinde tıp biliminin gereklerine göre yapılması, sosyal açıdan kaliteli sağlık hizmeti niteliğinde olması ve ekonomik olması gerekir. Hasta, bakım ve tedaviyi alırken gerek fizikî koşullar açısından ve gerekse de başka bir hastalığa yakalanmamak açısından güvende olmalıdır.

Bakım ve tedavinin yukarıda belirtilen hususların kapsaması gerektiği mevzuat hükümlerinde hükme bağlanmış olup (Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi, Hasta Hakları Yönetmeliği, Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun) yargısal kararlara da konu olmaktadır.(27, 28, 29)

2.4. Mahremiyet ve özel hayat hakkı

Kişinin bakım ve tedavi amacıyla ya da başka bir sebeple açıklamak zorunda olduğu, ancak, toplumdaki tüm bireylerin bilgisinden saklamak istediği yaşam alanına, "mahremiyet" denir. "Özel hayat (yaşam) alanı"nı ise, bizzat kendisi tarafından oluşturduğu ve/veya önemsediği değerler ve yaşam tarzı oluşturmaktadır. Bu değerler içinde, kişinin inanışları, felsefi düşüncesi, hayata bakış açısının oluşmasında etkili olan hususlar da yer almaktadır. Mahremiyet ve özel hayat alanı, birlikte anıldığında, kişinin başkasının bilgisinden sakladığı şeyler, yaşamsal değerleri ve yaşama tarzının önemsenmesini ve korunmasını kapsamaktadır.

Mahremiyet ve özel hayat alanının hukuk tarafından tanınması, bunun hak olarak tanımlanmasını doğurmaktadır. Böylece, mahremiyet ve özel hayat alanı, hukuksal olarak korunmaya alınmış, bu alana tecavüz niteliğindeki eylemlere karşı korunma sağlanmış olunur.

Hekim, klâsik muayene ile hastanın vücut yapısını, prognoz ile geçmişini öğrenecek; gerekirse ek sorular sorarak özel yaşamına ilişkin bilgilere sahip olacak; yapacağı tetkik ve tahlillerle de hastanın da bilmediği bilgilere sahip olacaktır. Görüldüğü gibi her tıbbî müdahale, hasta için özel yaşamına müdahale anlamını taşımaktadır.

Nelerin hastanın mahremiyet ve özel yaşam hakkının konusunu oluşturduğunun tespiti, her tıbbî müdahale için ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirir. Genel bir hasta tipinden hareketle hastanın özel hayat hakkının belirlenmesi yanlış olacaktır.(30) Hastanın mahremiyet ve özel yaşama hakkının konusunun tespitinde, öncellikle, somut hasta tipi esas alınmalıdır. Hekim, hasta ile ilgili bilgilerde, kendi değer yargılarına göre değerlendirme yapamaz. Hekimin değer yargılarına göre, hastanın mahremiyet ve özel yaşam alanının tespiti mümkün değildir.

Hastanın mahremiyet ve özel hayat hakkının kapsamı, tıbbî etik tartışmalarına ve mevzuat hükümlerine konu olmuştur. Bu konuda esaslı düzenleme olarak kabul edilebilecek Hasta Hakları Yönetmeliğinin 21'inci maddesi, aynen şöyledir:

"Hastanın mahremiyetine saygı gösterilmesi esastır. Her türlü tıbbî müdahale, hastanın mahremiyetine saygı gösterilmek suretiyle icra edilir. Mahremiyete saygı gösterilmesi ve bunu isteme hakkı; hastanın sağlık durumu ile ilgili tıbbî değerlendirmelerin gizlilik içerisinde yürütülmesini; muayenenin, teşhisin, tedavinin ve hasta ile doğrudan teması gerektiren diğer işlemlerin makul bir gizlilik oranında gerçekleştirilmesini; tıbben sakınca olmayan hallerde yanında bir yakınının bulunmasına izin verilmesini; tedavisi ile doğrudan ilgili olmayan kimselerin, tıbbî müdahale sırasında bulunmamasını; hastalığın mahiyeti gerektirmedikçe, hastanın şahsî ve ailevi hayatına müdahale edilmemesini; sağlık harcamalarının kaynağının gizli tutulmasını kapsar. Ölüm olayı, mahremiyetin bozulması hakkını vermez."

Hastanın mahremiyet ve özel hayat hakkı, hekim ve diğer sağlık personelinin hasta hakkında edindiği bilgileri, üçüncü kişilere aktarmamasını, hasta ile ilgili bilgilerin saklanmasını gerektirir. Hastanın bu hakkı, tıbbî etik ve anayasal haktır (Anayasa madde 20).

Hasta ile ilgili bilgi ve belgelerin üçüncü kişilere karşı korunması, özel yaşamın masumiyetini ifade eder. Ancak hasta ile ilgili özel yaşam bilgilerinin masumiyeti ilkesi, her zaman mutlak değildir. Bazı hallerde, hasta ile ilgili bilgi ve belgelerin açıklanması yapılmaktadır. Üstelik bu durum, hastanın özel yaşamının ihlâli sonucunu doğurmamaktadır. Bu hallerin çoğu kanunda belirtilmiştir. Daha çok Umumî Hıfzıssıhha Kanununda düzenlenen bu istisnalar toplum sağlığı ve güvenliği amaçlı olup kolera, veba, tifo, cüzzam, kızamık, kuduz gibi sari ve salgın hastalıklara ilişkindir. Bu hastalıklardan birisine tutulduğu tespit edilen kişileri kimlik bilgileri ve durumlarının ilgili birimlere bildirilmesi zorunludur. Bazen de hastanın onayı ile mahremiyet ve özel hayat alanına ilişkin bilgiler açıklanabilir.

2.5. Başvuru hakkı

Tıp etiği ve hukuk tarafından hasta lehine tanınan yetkilerin anlam kazanabilmesi, bu yetkilerin güvence altına alınması ile olur. Bunun için hasta lehine tanınan yetkilerin ihlâli halinde; hastanın ihlâlin engellenmesini isteme, ihlâl edilmişse telafisini talep etme hakkı olmalıdır.

Hasta, sağlık hizmeti alırken karşılaştığı sorunların çözümü için çeşitli başvuru imkanlarına sahiptir. Yapılacak başvuru, etik, idarî ve yargısal nitelik taşıyabilir. Belirtmek gerekir ki, hasta lehine tanınan yetkilerin, güvencesiz olması ve özellikle hukuksal güvence taşımamaları, bu yetkilerin hak olarak nitelendirilmemesini doğurur. Bu itibarla, başvuru hakkı, hasta lehine tanınan yetkilerin hak olarak nitelendirilmesinin esasını teşkil eder.

Hasta-hekim ilişkisinin güvene dayandığı ilk dönemlerde hastanın güvencesi, sadece tıp mesleğinin etik kurallarıydı. Hekim, babacan tavrıyla hastanın haklarını korumakta, hasta bir hak talep etmeksizin hekime teslim olmaktaydı. Hasta haklarının gelişmesi ile hasta lehine tanınan yetkiler, hem hukuksal güvenceye bağlanmış oldu, hem de hakların etik olarak korunması, daha da gelişti.

Hasta haklarının etik güvencesi, etik kuralların hasta lehine daha da belirginleşmesi, tıp uygulamasındaki pratiğin etik kurum ve kuruluşlarca tartışılıp değerlendirilmesi, etik yaptırımların uygulanması ile belirginleşmektedir. Ayrıca, hasta haklarının tanımlanıp korunmasında hukukun etik kurallardan yararlanması ile de etiğin hukuksal alana kayarak güçlenmesini sağlamıştır.

Hasta hakları konusundaki gelişmenin en önemlisi, hasta lehine tanınan yetki ve irade beyanlarının hukuk tarafından kabul edilmesidir. Bu yetki ve irade beyanlarının hukuk tarafından benimsenmesi ile hukuksal güvence sağlanmıştır. Hukuksal güvence ile hasta haklarının ihlâli, hukuksal yaptırıma bağlanmıştır. Hukuksal yaptırım, diğer sosyal kuralların yaptırımından en güvenceli olanıdır. Bu itibarla, hasta haklarının en büyük güvencesi hukuksal güvencedir.

Hasta haklarının hukuksal güvenceye kavuşması, hastaya karşı yükümlülük içinde olacak kişi ve kuruluşların daha dikkatli davranmalarını sağlamaktadır.

Hasta haklarının hukuksal ve etik güvencesinin yanında, temel güvencelerinin de olması gerekmektedir.

Temel güvencelerinin başında, hastanın, hakları konusunda bilgi sahibi olması gelir. Hasta, haklarını bildikçe haklarına sahip olacaktır.

Hasta belirtilen tüm haklarının ihlâlinde başvuru hakkını kullanabilir.

İdarî başvuruyu kendisine sağlık hizmeti veren birime yapmalıdır.

Etik başvuruyu, etik kurullara ve meslekî kuruluşlara yapabilir. Meslekî kuruluşların en etkili ve yaygın olanı tabip odaları ve üst birlikleridir.

Yargısal başvuruyu ise yargı organlarına yapmalıdır. Yargı organları Cumhuriyet başsavcılıkları ve mahkemelerdir.

Yargısal başvurularda hastanın iki temel talebi olacaktır: Zararının tazmini ve sorumlunun cezalandırılması.

Hasta, zararının tazminini, tazminat davası ile talep edecektir. Tazminat talebi ise, iki türlü olabilir: Birincisi, hastaya verilen zararın maddî olarak tazminidir. Maddî tazminat talebinde hasta, tedavi yüzünden uğradığı kazanç kaybını isteyecektir. Ayrıca meydana gelen zararın yeni bir tedaviyi gerektirmesi halinde bu tedavi giderini de talep edecektir. Hasta, meydana gelen zararla, kısmi veya daimi zaafa uğramışsa bunun giderilmesini isteyebileceği gibi, ölmesi halinde bakmakla yükümlü olduğu kişiler de tazminat talebinde bulunabilirler.

İkinci tazminat talebi ise, manevî tazminattır. Manevî tazminat talebinde hasta, yanlış bakım ve tedavinin kendisi için doğurduğu olumsuz manevî zararın giderilmesini talep edecektir.

Yargı mercilerinin, sağlık kuruluşunun ve/veya sağlık personelinin hastaya tazminat ödemelerine karar verebilmesi için hastanın başvurusu zorunludur. Ancak ceza hukuku açısından sağlık personelinin takibata uğraması için kural olarak hastanın başvurusu aranmaz. Ceza hukuku açısından hastanın başvurusu, sadece Cumhuriyet başsavcılığının harekete geçmesini sağlayacaktır. Cumhuriyet başsavcılığınca resen soruşturma yürütülecektir. Sağlık personelinin görevi ihmali, taksirle ölüme sebebiyet vermesi gibi hallerde durum budur. Sağlık çalışanının taksirle yaralamaya sebep olması ve bu yaralamanın 20 günden az mutat iştigale engel nitelik taşıması, basit etkili eylem (TCK madde 456/4) hallerinde ise, yine hastanın şikâyeti aranacaktır.

Sonuç olarak denilebilir ki hasta hakları, temel hak ve değerlerin sağlık alanına yansımasıdır.

Hasta hakları bir ucu açık haklardandır. Bu sebeple, değişim ve gelişim göstermektedir. Ayrıca hasta haklarının içerik ve kapsamı, toplumun ekonomik, sosyal ve bilinç düzeyi ile alakalı olup, bu parametrelere göre gelişim ve değişim göstermektedir.

Kişinin kendi geleceğini belirleme hakkı gereği, sağlık hizmetleri sunumunda, hasta merkezli faaliyet esas alınmalıdır.

Hasta merkezli sağlık hizmeti için hasta-hekim, hasta-sağlık çalışanı, hasta-sağlık kuruluşu iş birliği gereklidir.



KAYNAKÇA

Akdur, Recep, 1997, "Koruyucu Sağlık Hizmetlerinde Etik Sorunlar", Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s.159-168

Akın, F. İlhan, 1987, Kamu Hukuku, 5. Bası, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş. İstanbul.

Ayan, Mehmet, 1991, Tıbbî Müdahalelerden Doğan Hukukî Sorumluluk, Kazancı Kitap Ticaret A. Ş., Ankara.

Bayraktar, Köksal, 1972, Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Sermet Matbaası, İstanbul.

Cihan, Erol, 1997, "Hukukî Açıdan Hasta Hakları" Tıbbî Etik Yıllığı, IV, İstanbul s., 25-29.

Çilingiroğlu, Cüneyt, 1993, Tıbbî Müdahaleye Rıza, Filiz Kitabevi, İstanbul.

Çinko, Mehmet Sıddık, 2001, Hasta Haklarının Hukukî ve Tıbbî Açıdan İrdelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü, İstanbul.

Fişek, Nusret, 1996, "İnsan Hakları ve Hekimlik" Hekimlik ve İnsan Hakları Türk Tabipleri Birliği Deneyimi, 1984-1992, (Derleyen Ata Soyer).

Göze, Ayferi, 1989, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 5. Baskı, Beta Basım Yayım ve Dağıtım A. Ş., İstanbul.

Hamzaoğlu, Onur, 1997," Sağlıklılık ve Etik" Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s., 151-153.

Hekim Forumu, 1996, "Neden Hasta Hakları", s., 107, 15, İstanbul Tabip Odası Yayını, s., 4-9

Illıch, İvan, 1995, Sağlığın Gasbı, (Çev. Süha Sertabiboğlu) 1.Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

Kalaca, Çağrı, 1997, "Hasta Hakları" Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s., 35-52.

Lök, Veli,1996, "İnsan Hakları ve Sağlık" Hekimlik ve İnsan Hakları Türk Tabipleri Birliği Deneyimi, 1984-1992 (Derleyen Ata Soyer).

Ortaylı, Nuriye, 1996, "İğneyi Kendine Çuvaldızı Başkasına" Hekim Forumu, İstanbul Tabip Odası Yayınları, 15, s. 107, s.10-11

Özsunay, Ergun, "Alman ve Türk Hukuklarında Hekimin Hastayı Aydınlatma Ödevi ve İstisnaları" Sorumluluk Hukukundaki Yeni Gelişmeler, 5. Sempozyum, Mukayeseli Hukuk Araştırma ve Uygulama Merkezi, Fakülteler Matbaası, İstanbul, s. 31-59.

Öztürk, Hafize, 1997, "Etik Alanında Temel Yaklaşımlar", Etik Bunun Neresinde, Ankara Tabip Odası Yayınları, Ankara, s. 15-25

Terzioğlu, Arslan, 1997 "Tıbbî Etik Açısından Hasta Hakları ve Hekim", tıbbî Etik Yıllığı, IV, İstanbul. s.7-12.

Yargıtay İkinci Ceza Dairesinin 08.04.1994 tarih, 1994/738, E-2971 K. sayılı kararı, YKD, c. 20, sy. 7, Temmuz 1994

Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin 17.10.1964 tarih, 6428 E,-4925 K sayılı kararı, (Bayraktar, Köksal, 1972, Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu, Sermet Matbaası, İstanbul).

Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin 07.03.1977 tarih, 1976/ 6297 E-1977/2541 K. sayılı kararı, YKD, c. 4, s. 6, Haziran1978.

Yargıtay Onüçüncü Hukuk Dairesinin 14.03.1983 tarih, 1982/7237 E-1983/1783 K sayılı kararı, YKD c. 9, s. 7,

Danıştay Onikinci Dairesinin 25.12.1968 tarih, 1967/788 E-1968/2489 K sayılı kararı, (Hancı, İ. Hamit, 1995, Hekimin Yasal Sorumlulukları (Tıbbî Hukuk), Egem Tıbbî Yayıncılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi, İzmir).

Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi, İnsan Hakları ve Biyoetik Sözleşmesi( Biyoetik Sözleşmesi).

"İnsan Hakları İhlâli" İddiaları Bağlantısı İçinde Sağlık ve Hasta Hakları (Mevcut Durum, Tenkitler ve Hâl Çareleri) Konusunda Sağlık Bakanlığı Raporu

http://www.hukukcular.org.tr/yazi_detay.php?Yazi_id=78&yazar=42
#929
O bir zamanlar ayakkabı boyacısıydı. Sokağın nabzını iyi kavradı.

Ülkesinin kaderi haline gelen yoksulluk ve üst üste yaşanan krizlerin nedenleri konusunda kafa yordu. Sonunda şifreyi çözdü.

Ülkenin içinde bulunduğu vahim durumun, uzun yıllar boyunca devleti yöneten "vasat insanların" ortaya çıkardığı bir fatura olduğuna kanaat getirdi.

Bir tespiti çok önemliydi: Hükümetler kim için var olduklarını bilmeliler ve politikalarını o önceliğe göre belirlemeliydiler. Hükümet zenginlerin değil, öncelikle yoksul kesimler için var olmalıydı. Çünkü zenginler zaten işin yolunu bulmuşlardı. Önemli olan geniş yoksul kesimlerin elinden tutmaktı.

Bu düşüncelerle, gidişatı durdurmak ve ülkesindeki yoksulluğu bitirmek için en tepeye çıkmak gerektiğini anladı ve gün geldi ülkesinde cumhurbaşkanı oldu.

Sözünü ettiğimiz kişi, resmi bir ziyaret için birkaç gündür ülkemizde bulunan Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva'dan başkası değil.

Da Silva'nın NTV'de ayınlanan röportajını izlerken, ülkesini batık bir devletten IMF'e borç veren bir ülke konumuna nasıl geldiklerinin ipuçlarını öğrendik.

Röportaj sırasında Da Silva'nın beden dilini, kıyafetini ve içinde bulunduğu ruh halini gözlemledim. Yıkıntı halindeki bir ülkenin enkazı üzerinde puro tüttüren, içinden çıktığı çevrelerden kopuk, tuzu kuru bir papyonlu gibi değil, ütüsüz pantalonu, mutevazi kıyafeti ile, saray havasının bile bozamadığı "bu ülkenin hali ne olacak" sorusuna cevap arayan sokaktaki insanın devletin tepesinde sorumluluk üstlenmiş bir duruşu vardı.

Da Silva, Latin Amerika'nın en önemli politikacılarından biri. 1945 yılında yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğru dürüst bir eğitim görmedi. 12 yayındayken iş hayatına sokaklarda ayakkabı boyarak başladı. Hani derler ya hayat mektebinden mezun, o da tıpkı öyleydi. Zaman içinde sendika liderliğine yükseldikten sonra 1980 yılında politikaya atıldı.

Solcu İşçi Partisi lideri olan Lula, 1986 yılında parlamentoya girdi. 2002 ve 2006'da olmak üzere, iki kez ardı ardına cumhurbaşkanı seçildi. Halkın kendisine gösterdiği yoğun destek hala sürüyor.

NTV sunucusunun, "kendinizi nasıl tanımlarsınız? Sosyalist misiniz, sosyal demokrat mısınız, popülist misiniz, pragmatist misiniz?" sorusuna verdiği cevap çok anlamlıydı. Şöyle dedi: "Bir devlet başkanının alnında etiket olamaz. Ben bütün Brezilyalılar için Brezilya'yı yönetiyorum..."

Ömrünü IMF politikalarına muhalif olarak geçirmiş, sokaklarda bu konuda elinde pankart ve dövizler gezdirmiş biri olarak IMF ile bir masa oturamazdım diyen Da Silva, ülkesini IMF cenderesinden nasıl kurtardıklarını da anlattışunları söyledi:

"...Her şeyden önce politik ekonomi açısından bir büyü yok. Mali politikalarda çok ciddi bir tutum ortaya koyduk. Harcamalarımızı çok ciddi bir şekilde tanımladık ve önceliklerimizden biri refah alanıydı. 20 milyon Brezilyalıyı yoksulluktan orta sınıfa çıkardık. Biz artık IMF'den borç alan değil, IMF'ye borç veren ülkeyiz. Bugün rezervlerimizde önemli miktarda para var. Hiçbir kuruma borcumuz yok.

IMF'nin o zamanki başkanına borcumuzu ödemek istediğimizde; "Yok yok! Brezilya'da kalsın o para, gerek yok vermenize" dediler. 'Siyasi karar verme sürecine yabancı müdahaleleri kabul etmiyoruz. Biz tek taraflı olarak IMF kredilerini ödeme kararı aldık ve ödedik. Artık borçlu değiliz ve aksine biz bugün kredi sağlayabiliyoruz. IMF direktörünün Brezilya'nın artık IMF'den para almaya ihtiyacı yok dediğinde nasıl şaşırdığını hatırlıyorum. Biz IMF'ye bugün en az gelişmiş ülkelere kredi vermesi için kredi veriyoruz.

Ben hayatım boyunca "IMF dışarı!" pankartları taşıdım. Nasıl IMF ile çalışabilirdim? IMF bu ülkelere borç vermeli, ama o ülkenin ekonomi politikasına ülkeyi yönetenler karar vermeli. Biz artık IMF'nin bizim ulusal ekonomimize müdahale etmesine izin veremeyiz. IMF yetkililerinin bizim bakanlarımıza talimatlar vermesini istemiyoruz.

Çalışmalarımızla 106 bin istihdam alanı yarattık. Şimdi çok daha iyi bir durumdayız. Brezilya artık bağımsız olmayı öğrendi. Brezilya hiçbir ülkeye bağımlı değli. Hiçbir ülkeye karşı çıkmak istemiyoruz. Ama ikinci sınıf ülke olmak da istemiyoruz. Eşitlik istiyoruz."

Hükümet yoksulları kollamalı...

Da Silva önceliklerini de şöyle sıraladı:

"...Brezilya'da bizim önceliğimiz, ülkemizdeki yoksullara yardım etmekti. 11 milyon yoksul aileye ulaştık. En uzak yerlere bile elektrik taşıdık. Asgari ücretin yükseltilmesi için çalıştık. 2013'e kadar 203 milyar dolarlık yatırımlar yapılacak. Özel düşük faizli kredi yarattık. Toplumda ihtiyaç duyan kesimlere yardım ettik. Hükümet zengin değil, yoksul kesimler için var olmalı. Çünkü devlete esas ihtiyacı olan yoksul kesimler. Brezilya'nın gerçekleştirdiği büyüyü herkes gerçekleştibilir. Önemli olan bu politkaları uygulamak. Türkiye de bunu gerçekleştirebilir."

Da Silva'ya gezisi sırasında bazı bakanları ve çok sayıda Brezilyalı işadamı eşlik ediyor. Brezilya heyetinin Türkiye'nin ardından Suudi Arabistan'a geçecek.

Başarılı belediyelerimizden birinin, "çalışınca oluyor" şeklinde güzel bir sloganı vardı. Brezilya çalıştı ve başardı.

Da Silva diyor ki; "Dünyadaki pek çok ülke büyümeye başladı. Çin, Hindistan ve Türkiye önemli rol oynuyor. Bu yüzden Türkiye dünya politikalarında çok daha fazla söz sahibi olmalı."

Bugün aslında farklı bir konuyu yazmak istiyordum. Fakat bazı medya gruplarının  ve iş dünyasının önde gelen isimlerinin IMF ile anlaşma yapılması konusundaki ısrarcı yaklaşımlarını görünce, Brezilya örneğine dikkatleri çekmek istedim.

Brezilya Devlet Başkanı Da Silva Türkiye'nin konumunu önemsiyor ve bazı önerilerde bulunuyor. Dilerim yetkililer, "madem onlar başarmış, biz neden başaramayalım ki..." diye düşünürler ve içişlerimize müdahale anlamına gelen IMF kredilerine boyun eğmezler ve ülkemizi bu paraya muhtaç duruma düşürmezler.

Siyasetin yeniden harmanlanma sürecine girdiği şu konjonktürde Brezilya örneğine tüm ilgililerin dikkatini çekmek istiyorum.

Kendinize, ülkenize ve insanınıza güveniniz.

(Röportajın tamamını buradan izleyebilirsiniz: http://video.ntvmsnbc.com/Default.aspx?QueryStringValue=58585858585853456435297572776530536430865373736530536430335835586539627480113463848067401437)

Prof. Dr. Osman ÖZSOY -  Haber7.com

http://www.haber7.com/haber/20090522/Gul-ve-Erdogan-bu-adami-iyi-izlemeli.php
#930
Vahim bir mahkeme kararı: Düşünce tehlikedir

Vatan Gazetesi'nde Can Ataklı bir süre önce bir yazı kaleme almıştı. "Bu Paralar Niçin Alındı" başlıklı bu yazıda, 1915 Özür Kampanyası'na katılanlar, bu ve benzer kampanyalar için AB'den para almakla itham edilmişti...

Tarz ucuzdu...

Kimi imzacıların üyesi oldukları sivil toplum kuruluşları internetten bulunmuş, bunların aldıkları bazı araştırma fonlarına ilişkin Avrupa kaynaklarının toplamı, kaynak bu kişilere, bu kişilerin cebine aktarılıyor gibi göstermişti.

Böylece 1 milyon avro, 200 bin avro alan adamlar haline getirmişti Ataklı kimi isimleri.

Ucuz işti ve her ucuz iş gibi kirletici yanı vardı.

O yazıda ismi geçenlerden, Ahmet İnsel, Murat Belge, Adalet Ağaoğlu, Can Ataklı'ya tekzip göndermişler, tekzip metni yayınlanmayınca mahkemeye başvurmuşlardı.

Bu durumda, beklenen nedir?

Tartışmaya, düşünmeye mahal bırakmadan, rutin bir kararla mahkemenin tekzibin yayınlanması hükmünü vermesi değil mi?

Peki ne oldu?

Talep mahkeme tarafından reddedildi.

Beteri şu: Mahkeme tekzibe konu olan yazıyı değil, 1915 Özür Kampayasını tartışarak, dahası yorumlayarak aldı kararını...

Bu ibretlik kararı biz de kayda geçirelim.

Yorumunda şöyle diyor mahkeme:

"Kampanyayı başlatanlar arasında yer alan, tekzip talebinde bulunanların, kimilerine göre, Türk Milletinin geçmişini ve tarihini ağır bir sorumluluk altına sokacak ve yine Türk Milleti ve Türk Devletini uluslararası sahada belki de hukuken sorumlu tutmaya ve sanki bir suç işlemiş olup, bundan pişmanlık duyup ikrar eden konumuna düşürecek bu masum gibi gözüken kampanya, fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında ve ahlaken de erdemli bir davranışmış gibi sunulsa ve böyle olduğu kabul edilse bile; aynı görüşü paylaşmayanların; tarihsel ve düşünsel açıdan direnç göstermelerinin de fikir ve inanç özgürlüğü kapsamında kaldığı kuşkusuzdur".

Karar ise şöyleydi:

"Yazarın kaleme aldığı sözü geçen yazının tamamen; fikir ve düşünce özgürlüğü ile bunun doğal bir yansıtma biçimi olan basın özgürlüğü sınırları çerçevesinde kaldığı; AB fonlarından para alınmasının belli usullere göre yapılması durumunda zaten suç olarak değerlendirmediği hususu tekzip talebinde bulunanların düzeltme metnine aldıkları yazılarından da anlaşılmıştır."

Gerçekten inanılır gibi değil...

Türkiye'de yargının ilerdiği ideolojik ve politik hat tanımlanabilir, açıklanabilir değil...

Bir hakim böyle düşünse bile, kişisel düşüncesini, ideolojik mülahazasını bir karara yansıtabilir mi?

Baskın Oran'ın son yazısında sorduğu soru kadar basit hadise:

"Acaba ... yargıçlarımız ... örneğin Hukukçular Derneği diye bir derneğin AB'den aldığı araştırma fonunu, bir 'gazeteci' kalkıp da, kendilerinin açık açık isimlerini vererek, 'Şu şu kişiler ceplerine atmışlardır' diye ilan etseydi acaba ne yaparlardı?"

Bu nasıl hukuk düzenidir?

Demek ki dün olduğu gibi bugün de, bazı kişilerin kişilik hakları çiğnenebilir, bazı düşünceleri savunan kişiler karalanabilir bu düzende...

Bırakın yargıç olmayı, hakkaniyet sahibi bir insansanız, yapılan bir açıklamayı beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz, fakat hukuk ve yasaları kendi gücünüz haline çeviremezsiniz...

Yargıçsanız siyaset yapamazsınız.

Fayda tanımı yapamazsınız...

Tarihçilik hiç yapamazsınız...

Düşünce karalanacak, düşünce sahipleri kirletilecek, bu düşünce ve düşünce adamı düşmanlığı mahkemelerde aklanacak...

Böyle bir şey olabilir mi?

Yazık ki oluyor, hala oluyor...

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/default.aspx?i=15518&y=AliBayramoglu
#931
Limited şirket ve anomim şirket ana sözleşme örneklerini Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın web sitesinden temin edebilirsiniz:

Limited şirket: http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=2475

Anomim şirket: http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=1236

Diğer şirket işlemleri için bkz. http://www.sanayi.gov.tr/webedit/gozlem.aspx?sayfaNo=702
#932
Adalet Bakanlığı'nın Türkiye'deki tüm adliyeleri kapsayacak şekilde hazırladığı telefon rehberine bu adresten erişebilirsiniz:

http://www.adalet.gov.tr/rehber/rehber.asp
#933
'Sakıncalı' içeriklerin çıkarıldığı YouTube video paylaşım sitesine 2.5 yıldır uygulanan erişim yasağı, mahkeme tarafından kaldırıldı. Aşağıda yasağın başından kaldırılışına kadarki süreçte konuyla ilgili gündeme gelen olaylar ve haberler yer almaktadır.


Youtube Yasağı 1 yılını doldurdu:

Türkiye İnternetle Savaşmaktan Vazgeçmelidir!


Mustafa Akgül

İnternet teknolojileri Derneği


İnterneti yasaklamak, interneti ve çağı algılayamanın sonucunda en hafifinden "Pire için Yorgan yakmaktır". Ülkemiz, internetden korkan, onu kontrol etmeye çalışan, Donkişot vari internete savaş açan bir ülke görüntüsü çizmektedir. Yasaklar, en iyisinden, Türkiyenin kafasını kuma gömmesidir. Başbakanımız, yasağı deldiğini TV'de açıklamakta, medya yasağın nasıl delineceğini anlatmakta, yurttaşlarımız da bu yasakları delmenin yollarını kolayca öğrenebilmekteler. "zararlı içeriği", yönetişim ilkeleri ışığında modern dünyaya paralel bir şekilde çözmek mümkündür. Ülke olarak yasaklama refleksinden vazgeçip, interneti demokrasimizi geliştirmek, toplumsal kalkınmayı sağlamak, dünya ile nasıl rekabet ederiz konusuna odaklanmamız gerekir.

Ülkemiz, adı konmadan, dünya internetine savaş açmıştır. Yasakçı bir bakış açısıyla, dünyadaki tüm yer sağlayıcıların Türkiye'de kayıt olmasını istemekte; mahkemelerimiz uluslarası hukuku tesis etmeye çalışmaktadır. Tedbir olarak verilen kararlar, yargılama yapılmadan kesin karar gibi uygulanmaktadır. Bu ise en çok yurttaşlarımıza zarar vermektedir. Ülkemiz matbaada gecikmeye benzer bir mantıkla, interneti yasaklamaktadır.

İnterneti Nasıl Algılamalıyız ?

İnternet bir bilgisayar ağının ötesinde, insanları ve insanlığın düşünce ve kültür ürünlerini kapsayan bir ağdır. İnternet üzerinde 1.6 milyar insan mevcuttur. 630 milyon bilgisayar İnternet alan adı sistemi DNS'e kayıtlı durumdadır. Yeni tarama motoru cuil.com 125 milyar sayfayı indekslediğini söylemiştir, yani en az o kadar da sayfa bulunmaktadır. netcraft.com 231 milyon web saymıştır. 180 milyon civarında alan adı mevcuttur. 100 milyonu aşkın kişisel web/günlük olduğunu düşünmekteyiz. Tüm İnternette 100 milyonlar ölçüsünde video olduğu düşünülmektedir. Facebook'un kullanıcı sayısı 200 milyonu aştı.

İnternet, insanların buluştuğu, iş yaptığı, eğlendiği, öğrendiği, öğrettiği, çeşitli elektronik nesneleri değiştiği, paylaştığı, okuduğu, yazdığı bir ortamdır. İnternet, kütüphanelerin, gazete ve dergilerin, TV'lerin, müzelerin, laboratuvarların, sergilerin, konser salonlarının olduğu, insanlığın kültür mirasının paylaşıldığı bir ortamdır. İnsanlar arası iletişim, iş birliği ve dayanışmanın olduğu bir ortamdır. Yaşamın tüm boyutlarına, tüm mesleklere, tüm yaş gruplarına hitabeden, yaşamın yansını bulan, insanlığı etkileyen önemli bir gelişmedir.

Bilişim, bilgi teknolojileri ve İnternet, insanlığı yeni bir toplum biçimine taşıyan, tetikleyen ve temsil eden içiçe geçmiş araçlar bütünüdür. İnsanlık, sanayi ötesi bir toplum biçimine, adına "bilgi toplumu" demeye çalıştığımız yeni bir toplum biçimine geçişin sancılarını yaşamaktadır. Bu anlamda bilgi, temel zenginlik kaynağı, verimlilik, rekabet kaynağı ve istihdam aracıdır.

Beyinsel emek yaratılan katma değer açısından, kol emeğinin önüne geçmiştir. Yer altı zenginliklerinden, bankalardaki paralardan çok entelektüel sermaye öne çıkmıştır. Bunun sonucunda ülkelerin zenginlik kaynağı, yetişmiş insanların beyinlerindeki bilgidir denebilmektedir.

"Bilgi toplumu"na yönelişin bir sonucu olarak, sektörlerin yapısında önemli değişimler gözükmektedir. Telekom, basın, medya, eğlence sektörleri köklü olarak değişmektedir. Kamu yönetimi, bu gelişmeler sonucunda ciddi bir yeniden yapılanma arayışına girerek, kendini e-devlet uygulamaları şeklinde ortaya koymaktadır. Ülkeler ve Birleşmiş Milletler, AB, Dünya Ekonomik Forumu gibi uluslararası yapılar, ülkeleri ve tüm dünyayı "bilgi toplumu"na taşımak için planlar yapmaya, eylem planları ortaya çıkartmaya, her çocuğa bir dizüstü bilgisayar gibi tüm dünya yurttaşlarına yönelik projeler üzerinde çalışmaya başlamıştır.

Kısaca tüm dünya, "bilgi toplumu" hedefini benimsemiş ve ona yönelmek için ciddi bir çabaya girmiştir. Bu bağlamda ülkemizde de 2006-2010'u kapsayan bir "Bilgi Toplumu Stratejisi" ve "Eylem Planı" bulunmakta ancak DPT Bilgi Toplumu Dairesi sekreteryasında, DPT ile ilgili Başbakan Yardımcısı'nın başkanlığında, bakanlar düzeyinde katılımla oluşan e-dönüşüm İcra Kurulu Başkanlığı'nda ağır aksak ilerlemektedir.

5651 Ne Getirdi ?

Ülkemizdeki yasaklamaları tetikleyen, 5651 nolu aceleye getirilmiş, internetden korkan bir felsefeyle yazılmış, ileride kullanılabilinecek maddelerle dolu "Truva Atı" görüntüsü veren bir yasadır. Bir tepki ve yasaklama yasasıdır. Özgürlükler ve güvenlik dengesinin, özgürlük aleyhine bozulduğu, "internetde benim istemediğim kuş, ne pahasına olursa olsun uçmasın" bakış açısıyla, evrensel hukuk ve Anayasanın temel ilkelerinin feda edildiği bir düzenlemedir. Bu amaçla, BTK içinde İletişim Başkanlığına (TİB), hukukçu ve iletişimci ağırlıklı 93 kişilik kadro veriliyor, ve İnterneti temizleme görevi veriliyor. Yurt dışındaki webleri, TİB, resen, sorgusuz sualsiz, savunmasız, haber vermesiz kapatma yetkisine sahip. Bu yetki yurt içinde mahkemelere ait.

Ne Yapılmalı ?

Youtube 5 mayıstan beri kapalı. 3,5 milyon kişinin günlüğünü tutan wordpress.com bir yazı nedeniyle aylarca kapalı kaldı. Geocities.com, Myspace.com, DailyMotion.com, alibaba.com gibi büyük, milyonlarca kullanıcının üye olduğu, içerik eklediği çoğu weblerin yanında, richarddawkins.net, turandursun.com, anarsist.com, ataist.org gibi aykırı görüşlerin ortaya atıldığı weblerde yasaklardan nasibini aldı. Bu yasaklamalar, her zaman 5651 nedeniyle olmuyor; kişisel haklar ve fikri ve sinai hakların ihlali nedeniyle Türkiye'nin her hangi yerinde bir mahkeme, hiç bir savunma almadan, bir bilirkişiye başvurmadan tedbir olarak bir yasaklama getirebiliyor. Blogger.com'u Diyarbakır, pek çok webi de Silivri ve Gebze mahkemeleri yasakladı.

Yasakçı refleksten kurtulup, hoşgörü, katılım ve saydamlık temelinde, ifade özgürlüğünü esas alan, uzun vadeli ülke çıkarlarını gözeten süreçleri kurmalıyız.

Kısa vadede bir kitap, hatta bir paragraf yüzünden koca kütüphaneleri yasaklamak düşüncesiden vazgeçmeliyiz. Başarılı olduğumuz sürece, kendimize zarar veririz; bu harakiri çabasından vazgeçmeliyiz. BTK'nın işini yapmaması nedeniyle, 1 video nedeniyle youtube'u 1 yıldır kapalı tutmak Türkiye'ye zarar veriyor. Nesne temelli filtreleme kolayca yapılabilir; BTK bunu yapacak, mali, idari ve teknik beceriye sahiptir.

Ülkemizin hassasiyeti olduğu konulardaki "zararlı içeriği", Bilişim STK'ları ve internet gönüllüleri ile birlikte harekete ederek çözebiliriz. Kamunun katı refleksi yerine, sivil toplumun esnek, katılımcı, diyalog temelli yapısı bu sorunu daha kolay çözebilir. Devletin, esas olarak, "zaralı içerik"le mücadeleyi yurttaşa bırakması, demokrasilerde, esastır. Devlet bunu destek olmalıdır; ama işi yurttaşa bırakmalıdır.

5651 ilk fırsatta kaldırılmalı, yerine daha katılımcı ve demokrasi felsefesiyle uyumlu yeni bir yasa çıkartılmalıdır. Geçiçi olarak merkezi 1 ya da 2 mahkeme bu konuda uzmanlaşmalı; ictihat oluştuktan sonra doğal hakimler devreye girmelidir. Tüm hukuk camiasi bilişim konularında eğitilmeli, bilişimciler de hukuk kavramlarıyla eğitimde tanışmalıdır.

Türkiye internetin marjinal problemlerine cok fazla enerji harcıyor. Asıl, İnterneti demokrasimizi geliştirmek, toplumsal kalkınmaya katkı vermek ve bilgi toplumu yönünde nasıl kullanırız konularına kafa yormamız gerekir.

İnternet Yaşamdır !

5.05.2009

http://www.inetd.org.tr/Bildirge/youtube-yasak.html
#934
Dünyaca ünlü Fransız Avukat jacques Verges, Hukukçular Derneği'nin davetlisi olarak İstanbul'a geliyor. 28 Mayıs 2009 Perşembe günü 19:00'da Cemal Reşit Rey'de Jacques Verges tarafından verilecek "Savunma Saldırıyor" konferansına davetlisiniz. Konferans halka açık olup simultane tercüme yapılacaktır. 

Türkiye'nin önde gelen hukuk STK'larından Hukukçular Derneği, anarşistleri, muhalifleri ve 'teröristleri' savunmasıyla ünlenen Fransız avukat Jecques Vergès'i İstanbul'a getiriyor.

Önümüzdeki hafta ortası Türkiye'ye gelmesi beklenen Vergès, 28 Mayıs Perşembe akşamı saat 19.00'da, İstanbul'da Cemal Reşit Rey konser salonunda bir konferans verecek. "Ben bir kışkırtıcı olarak ortaya çıkıp düşünceyi tahrik etmek istiyorum" diyen 84 yaşındaki anarşist hukuk adamı, Av. Reşat Petek'in moderatörlüğünde, ünlü avukatlar Yücel Sayman ve Muhammet Emin Özkan'ın müzakereci olarak katılacakları konferansta bir konuşma yapacak.

Katalan asıllı Fransız vatandaşı bir baba ve Vietnamlı öğretmen bir annenin oğlu olarak 1925 yılında dünyaya gelen Vergès'in İkinci Dünya Savaşı'nda Liverpool'da Nazi karşıtı direnişle başlayan hayat hikâyesi, Paris'te gördüğü hukuk eğitiminin ardından giderek artan bir ünle 'zor davaların avukatı' olarak devam etti. Üstün zekâsı ve meşhur "kopuş savunması" ile adını duyanların kayıtsız kalamadığı bir ceza avukatı olan Vergès, Baader Meinhof mensuplarından Cezayirli direnişçilere, Filistinli özgürlük savaşçılarından Çakal Carlos'a kadar, sistemin 'terörist' olarak tanımlamayı tercih ettiği pek çok sanığı, bazen kendi hayatını da riske atarak müdafaa etti, idamın eşiğinden geri çevirdi.

Vergès, son olarak, 2008 yılındaki 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde hayat hikâyesini anlatan 'Terörün Avukatı' filmi ile gündeme oturmuş, hukuk, siyaset ve sinema dünyasından kalemlerin köşelerinde yer almıştı.

Vergès'in 28 Mayıs Perşembe akşamı CRR' de vereceği konferansa katılım ücretsiz olacak. Arzu edenler, konferans öncesinde saat 18.00'da gösterilecek Verges'in hayatıyla ilgili belgesel filmi de ücretsiz olarak izleyebilecekler.

Konu ile ilgili detaylı bilgi konferans için kurulan http://www.jacquesvergesistanbulda.com/ sitesinden temin edilebilir.
#935
(Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararıyla ilgili açıklamalar aşağıdadır. Bu iptal kararından sonra 23.7.2010 tarihinde TBMM'de Harçlar Kanunu'nun 28. maddesi değiştirildi. Anayasa Mahkemesi'nin kararından ve TBMM'deki değişiklikten önce hukukumuzda yaşanan tartışmalara değinen aşağıdaki mesajlar konunun evveliyatı bozulmasın diye silinmemiştir. Av. Yusuf Kaçar)

Davayı kazanan taraf harç ödemeden mahkeme kararını alabilir mi? Av. Hakan Eren'in http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=37103 adresinde yayınladığı konuyla ilgili dilekçesi şu şekilde:

....... ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ YARGIÇLIĞINA


Dosya No: .............

KONUSU : Kararın tarafımıza harçsız olarak verilmesi talebimiz.

Mahkemeniz, ........... tarihli kararı ile davanın kabulüne karar vermiş; bakiye harç miktarının davalılardan tahsiline karar vermiştir.

Bilindiği üzere, Harçlar Yasası'nın 28. ve 32. madde hükümleri "karar ve ilam harçları ödenmedikçe ilgilisine ilam verilmeyeceği" düzenlemesi içermektedir.

Ancak davanın kabulü halinde, harcı ödeme yükümlülüğü olmayan davacı tarafın, diğer tarafın bu yükümlülüğü yerine getirmemesi sebebi ile ilama kavuşamaması ve hükmün icrasını isteyememesi hakkaniyete ve vicdana uygun değildir. Davacı davasını kazanmıştır; haklılığı mahkeme kararı ile belgeye bağlanmıştır ama davalı tarafın ödemekle yükümlü olduğu harcı ödememesi sebebi ile haklılığını belgeleyen mahkeme kararına ulaşamamaktadır! Hukuk mantığının bunu kabul etmemesi gerekir.

Nitekim tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde bu konuda benzer bir dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülmüş; Mahkeme, Ülger / Türkiye davasında şu sonuçlara varmıştır:

Davacının ilamı alabilmesinin, aslında davalı tarafın ödemesi gereken harcı yatırması şartına bağlanması, "mahkemeye erişim" bağlamında adil yargılanma ilkesinin (AİHS m.6) ihlalidir.

Davacının, maddi hak elde ettiği ilamı aynı nedenlerle alamaması ve icraya konu edememesi, AİHS EK 1 no'lu Protokol'ün 1. maddesi ile korunan "mülkiyetin çekişmesiz kullanımı hakkının" ihlalidir.

Yargıç karar verirken salt yasa hükmüne değil Anayasa'ya, Anayasa ile güvence altına alınmış temel haklara ve hukuka uygun karar vermelidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ülkemizin de tarafı olduğu temel bir hukuk metnidir. Bu sözleşme, Anayasa'nın 90. maddesi hükmüne göre yasa hükmündedir. Hatta bu sözleşmelerin Anayasa'ya aykırılığının dahi iddia edilemez oluşu sebebiyle, normlar hiyerarşisinde yasalara göre üstünlük sağladığı dahi savunulabilir.

Davacının, davalının ödemesi gereken harcı ödemeden ilama kavuşamaması "mahkemeye erişim" hakkı zedelendiği için adil yargılanma ilkesinin ve parasal sonuçlar içeren ilama kavuşamaması sebebi ile de mülkiyet hakkının ihlalidir. Böyle bir ihlale sebebiyet verilmemesi için mahkemenizden harç ödemeksizin kararın tarafımıza verilmesini ve harcın davalılar tarafından ödenmesini temin maksadı ile işlem yapılmasını talep etmekteyiz.


SONUÇ ve İSTEM : Sunduğumuz nedenlerle, mahkemenizin ........... tarihli ilamının tarafımıza harç ödenmeksizin verilmesi saygılarımızla talep olunur.

Davacı vekili
Av.Hakan EREN



EK : ÜLGER/TÜRKİYE kararının Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş gayrıresmi tercümesi
#936
Pakistan Devlet Başkanı Asif Ali Zerdari Pakistan 'ın bütünlüğüne yönelik ABD saldırıları arttıkça çok net siyasi mesajlar vermeye başladı.

Pakistan Devlet Başkanı Asif Ali Zerdari çarpıcı açıklamalar yapmaya devam ediyor. Taliban'ın CIA tarafından kurdurulduğunu açıkladıktan sonra şimdi de Aralık 2001'de Usame Bin Ladin'i yakalayıp ABD'lilere teslim ettiklerini ama Amerikan Ordusu'nun Ladin'i serbest bıraktığını iddia etti.

Amerikan NBC televizyonunun 'Basın toplantısı' programına demeç veren Zerdari, eşi Benazir Butto'nun başbakan olduğu dönemde ABD hükümetinin hatalarını içeren ifşatlarda bulundu. Zerdari şöyle konuştu: Eşim Benazir Butto 1989 yılında ABD'yi Ladin konusunda uyardı. Bush yönetimi ve onun kurmaylarına sordu.

Pakistan hükümetini istikrarsızlaştırmak için çalışma mı yapıyorsunuz? 10 milyon dolar Pakistan muhalefetine bu yüzden mi yardım ettiniz? Müslüman bir ülkede seçilen ilk kadın başbakandı eşim. Ve bu kışkırtmalardan haberli olduğumuzu ABD tarafına ifade etti.

TORA BORA'DA USAME AVI

Pakistan güçlerinin ABD'lilerle birlikte Afganistan dağlarında operasyon yaptığını anlatan Zerdari, Pakistan ordusunun Tora Bora dağlarında Usame bin Ladin'i yakaladığını, Amerikan güçlerine tesilm ettiğini ama ardından ABD askerlerinin onu serbest bıraktığını söyledi.

2001 Aralık ayında yani 11 Eylül'den üç ay sonra yakalanan Ladin'in şimdi yaşadaığına inanmadığını belirten Zerdari CIA'nın sekiz yıldır Ladin'den haber alamadığını bildiğini söyledi. Zerdari, ayrıca Washington ve müttefiklerinin Ladin'in Tora Bora dağlarınan saklandığına dünyayı inandırmasının arkasında başka planlar olduğunu ima etti.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/69466-ladin-i-yakaladik-abd-birakti-haberi.aspx
#937
Gündelik hayatta yaygın olarak kullanılmakta olan plastik şişeler sağlığı tehdit ediyor.

Harvard School of Public Health'te araştırmacılar 77 öğrenci üzerinde inceleme yaptı. Öğrenciler 7 gün boyunca plastik şişelerden su içti.

Plastik şişe kullanan katılımcıların idrarlarında, dişilik hormonu östrojene benzeyen BPA maddesinin yüzde 69 arttığı görüldü. Araştırmalar neticesinde plastik şişelerde bulunan, BPA maddesinin doğumsal kusurlara, büyüme bozukluklarına ve kalp hastalığı ile diyabet riskinin artışına neden olduğu tespit edildi.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/69865-plastik-sisede-cinsel-tehlike-saglik-haberi.aspx
#938
Hukuk Sohbetleri / E-imza Nedir?
22 Mayıs 2009, 17:09:48
E-imza Nedir?

5070 Sayılı Elektronik İmza Kanunu'na göre Elektronik İmza;

Başka bir elektronik veriye eklenen veya elektronik veriyle mantıksal bağlantısı bulunan ve kimlik doğrulama amacıyla kullanılan elektronik veriyi,

Güvenli elektronik imza;

- Münhasıran imza sahibine bağlı olan,
- Sadece imza sahibinin tasarrufunda bulunan güvenli elektronik imza oluşturma aracı ile oluşturulan,
- Nitelikli elektronik sertifikaya dayanarak imza sahibinin kimliğinin tespitini sağlayan,
- İmzalanmış elektronik veride sonradan herhangi bir değişiklik yapılıp yapılmadığının tespitini sağlayan elektronik imzadır.

Elektronik imza, aslında kapsamlı bir güvenlik teknolojisi içerisinde yer alan, teknolojinin gelişimiyle birlikte artan fonksiyonları da bünyesine katarak genişleyen bir veri güvenliği uygulamasıdır. Veriler, ağ sistemleri içersinde yer alan bilgi parçacıklarıdır. İletişim ve şu anda elektronik ortamda gördüğümüz tüm uygulamaların temelinde veri sistemleri bulunmaktadır. Verilerin güvenliğini sağlamak aynı zamanda bunların oluşturduğu uygulamaların da (programların, elektronik belgelerin v.b.) bir ölçüde güvenliğini sağlamak anlamına gelmektedir.

Esasen "elektronik imza" çok genel bir kavram olup, kişilerin elle atmış olduğu imzaların tarayıcıdan geçirilmiş hali olan sayısallaştırılmış imzaları, kişilerin göz retinası, parmak izi ya da ses gibi biyolojik özelliklerinin kaydedilerek kullanıldığı biyometrik önlemleri içeren elektronik imzaları veya bilginin bütünlüğünü ve tarafların kimliklerinin doğruluğunu sağlayan sayısal imzaların tamamını içermektedir.

Sayısal imza, imzalanan metine göre farklılık gösterir ve içeriğin matematiksel fonksiyonlardan geçirilerek eşsiz olduğu düşünülen bir değer bulunması sureti ile elde edilir. Yani kişilerin, elle atılan imzada olduğu şekilde tek imzası yoktur; bunun yerine imzalamada kullanılan anahtarları vardır.

5070 sayılı Elektronik İmza Kanunu'nda geçen "elektronik imza" kavramı sayısal imzayı işaret etmektedir.

E-imzanın Faydaları Nelerdir?

İmza, günlük yaşamamızda yazılı iletişimde bulunan tarafların kimliklerini doğrulamak amacıyla kullanılan bir teknolojik uygulamadır. Elle attığımız imza da aslında bir teknolojik uygulamadır, ancak yüzyıllardır kullanılagelen bir uygulama olduğundan artık, günlük yaşamsal fonksiyonlarımızla bütünleşmiştir. Örneğin, elle imza atabilmek için objektif olarak kağıt ya da üzerinde imza atmaya elverişli bir ortam, imzamızı atabilme imkanı sağlayan bir araç (kalem veya tükenmez kalem v.b), okuma yazma bilme, kalem kullanabilme gibi araçlara ve niteliklere sahip olmalıyız. Bununla birlikte hukuki açıdan imzaya bağlanan bir takım sonuçlar olduğundan, kişilerin fiil ehliyeti dediğimiz hak ve borçları üstlenebilme ehliyetine, buna bağlı olarak akıl sağlığına ve yaptığı işlemin sonuçlarını idrak edebilecek bir zihin yapısına da sahip olması gerekmektedir. Tüm bunlar aslında, bir kişinin yazılı olarak iradesini aktardığı veya yazılı olarak kişinin iradesiyle uyuşan bir metin üzerinde o kişinin varlığını ortaya koyabilmesi için asgari sayıda gerekli olan unsurların bir araya geldiği bir teknolojiyi temsil etmektedir.

Elektronik imza da, aynen günlük hayatımızda kullandığımız ıslak imzalar gibi bir takım asgari unsurların bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu unsurlar genel olarak;

- Elektronik imza yaratmak amaçlı kullanacağımız sadece sahibi tarafımızdan bilinen ve sadece sahibi tarafından aktif konuma getirilebilecek imza oluşturma verisi,
- İçeriğine herkes tarafından ulaşılabilen imza oluşturma verisi ile imzalanan verinin gerçekten o imza oluşturma verisi ile mi oluşturulduğunu doğrulama imkanı tanıyan doğrulama verileri,
- İmza doğrulama verisini içersinde taşıyan ve elektronik kimlik kartı olarak da kullanabileceğimiz bir elektronik kayıt (elektronik sertifika),
- Elektronik imza ile ilişkilendireceğimiz veri (elektronik belge, herhangi bir elektronik uygulama veya elektronik posta mesajı) şeklindedir.

E-imza sayesinde kişiler zamandan tasarruf ederek işlemleri kolay yoldan halletmenin tadını çıkartacaktır.

UYAP ile E-İmza Adaletin Hizmetinde!

Adalet Bakanlığı e-devlet uygulaması olan Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) ile vatandaşlar artık duruşma tarihini ve dava aşamalarını öğrenmek için adliyelere gitmeyecek ve davalarının seyrini internet üzerinden öğrenebilecekler.

Avukat Bilgi Sistemi de, UYAP'ın avukatlara sağladığı bir hizmettir. Avukat Bilgi Sistemi sayesinde avukatlar, UYAP üzerinden mevcut davalarını takip edebilir, yeni bir dava açabilir, dava dosyalarına her türlü evrakı gönderebilir, yargılama harcı, ücret ve diğer masraflara ilişkin her türlü para transferini on-line olarak gerçekleştirebilir, vekâletnamesi bulunmayan dosyaları ilgili hâkimin bilgisi dâhilinde inceleyebilirler.

Avukatların, UYAP kapsamında kullanacakları nitelikli e-imza sertifikaları (NES) başvurularını Telekomünikasyon Kurumu tarafından yetkilendirilmiş sertifika hizmet sağlayıcılarına (ESHS) yapmaları gerekmektedir.

Detaylı bilgi için 5070 Sayılı Elektronik İmza Kanunu'nu inceleyebilirsiniz:

http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/1328.html
#939
Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında vermiş olduğu "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" ilişkin kararını kaldırdı.

Alınan bilgiye göre, kararda, Gül hakkında "özel evrakta sahtecilik" ve "2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'na" aykırılık suçlarından dolayı soruşturma açıldığı, soruşturma sonunda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca "kovuşturma yapılmasına yer olmadığına" karar verildiği anımsatıldı.

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararında, şunlar kaydedildi:

"Ancak; bu kovuşturmaya yer olmadığına karar verilirken Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, yasalar yönünden dokunulmazlığı bulunan ve yasalarda yargılanmaları istisna kabul edilen kişiler ile kıyas yapılarak, şüphelinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle milletvekili ve bakanlara tanınan dokunulmazlığının yasa koyucunun Cumhurbaşkanını da kapsadığı yönünde görüşleri hukuktan yoksun, kanunlara aykırı olduğu açıktır. Kıyasın; kamu hukuku alanında yapılamayacağı, kaldı ki daha önce Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin önceden suç işlemiş bulunmalarının doğal olarak yasa koyucular tarafından düşünülemediğinden Anayasa'da bu konuda boşluğun bulunduğu, bunun yerine Anayasa'nın ilgili hükümlerinde değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan kişilerin Cumhurbaşkanlığı döneminden önceki suçlarına yönelik düzenlemelerin yapılması gerektiği ve Anayasa'daki bu boşluğun kıyas yolu ile değil, hukuki düzenleme ile ortadan kaldırılması hukuki açıdan çok daha uygun olacağından; şüpheli Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurlarının mahkemesince tartışılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hukuka uygun olmayan takipsizlik kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir."

"KANUN YARARINA" BOZMA İSTEMİ

İtiraz üzerine verilen kararlar kesin nitelik taşıdığı için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı veya Abdullah Gül'ün avukatları, Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinin kararının kanun yararına bozulması istemiyle Yargıtay'a götürülmesi için Adalet Bakanlığına başvurabilecek.

Adalet Bakanlığı, istemi yerinde görürse söz konusu kararın "kanun yararına" bozulması istemiyle Yargıtay'a başvuracak. Süreçle ilgili son sözü Yargıtay söyleyecek.

TAKİPSİZLİK KARARI

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kayıp Trilyon" davasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında, "mevcut anayasal sistem gereğince, iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına" karar vermişti. Kararda, "Cumhurbaşkanının, seçilmeden önce işlemiş olduğu kişisel suçlarından dolayı Anayasada bir hüküm yer almadığı gibi TBMM İç Tüzüğünde de bir düzenlemenin mevcut olmadığı, demokratik rejimlerde Devlet Başkanının dokunulmazlığının kabul gören bir imtiyaz şeklinde oluştuğu" kaydedilmişti. 1982 Anayasasının 105. maddesine göre Cumhurbaşkanının sorumsuzluğunun "esas", sorumluluğunun ise "istisna" olarak getirildiği belirtilen kararda, 1961 Anayasasının 99. maddesi ve 1982 Anayasasının 105/3. maddeleri ile "Cumhurbaşkanının sadece vatana ihanetten dolayı sorumlu tutulabileceğinin", 105/1-2. madde fıkralarında ise "görevi ile ilgili işlemlerden dolayı sorumsuzluğunun düzenlendiği" ifade edilmişti.

Kararda, "Bunun haricinde, Cumhurbaşkanının, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesinden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülürse tutulma, sorguya çekilme, tutuklama ve yargılama yollarına maruz kalıp kalmayacağının madde metninde bulunmadığı" belirtilmişti.

Kararda, şunlar kaydedilmişti:

"Anayasanın 148/3. maddesinde belirlenen Anayasa Mahkemesinin 'görev ve yetkileri' başlıklı bölümünde, Anayasa Mahkemesinin; Cumhurbaşkanını, Yüce Divan sıfatıyla yargılaması hususu belirtilmiş ise de görev yönünden düzenlenen bu maddenin 105. maddede belirlenen görev sorumsuzluğu göz önüne alındığında sadece 105/3. maddesinde geçen vatana ihanet suçlamasına ilişkin yargılamayı kapsadığı anlaşılmakta olup, kişisel suçlardan yargılamayı içermediği, bu bağlamda Anayasal sistem içerisinde Cumhurbaşkanının 'vatana ihanet' haricinde kalan bir suçtan dolayı yargılama mercinin de düzenlenmemiş olduğu belirlenmiştir. Bu açıklamalar ışığında; Cumhurbaşkanı seçilen milletvekilinin varsa partisiyle ilişkisinin kesilmesi ve milletvekilliğinin sona ermesi, görevinin özelliğinin doğal gereği olup, milletvekilliğinin sona ermesinin, dokunulmazlık dışında kalacağı anlamına gelmediği, açıkça bu sözcüğün Anayasada yer almamasının, Anayasanın 104. maddesinde sayılan yetkileri kullanan, milletvekillerinden çok daha önemli konumda olan Cumhurbaşkanının dokunulmazlığının bulunmamasının düşünülemeyeceği ve bu hususun olsa olsa etik nezaket gereği ile bu makamın, ülkede sıkıntılar baş gösterdiğinde, oluşan problemleri; ciddi, herkesin inanacağı ve kabul edebileceği şeklinde çözebilecek son makam olacağı düşüncesiyle muhafaza ve koruma düşünceleri altında yapılan, Anayasa koyucunun tasarrufu olarak vücut bulduğu, 1982 Anayasasının, 1924 Anayasası düzenlemesinden ayrılarak 105. madde ile yaptığı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve sorumsuzluğu tanımlamasının mutlak olup, başka kanunlar veya diğer dokunulmazlıklar açısından kıyas yoluna açık bulunmadığı, Cumhurbaşkanı seçilinmesinden önce veya sonra görevle ilgili olmayan kişisel suçlardan dolayı Cumhurbaşkanının sorumluluğu ve yargılanması ile yargılama yer, usul ve şekil şartlarıyla zaman aşımının nasıl ve ne şekilde uygulanacağı hususunda hiçbir Anayasal düzenlemenin mevcut olmadığı, Anayasanın 105. maddesinin 1. fıkra hükmünden Cumhurbaşkanının vatana ihanet dışında kalan diğer görev suçlarından sorumlu olmadığının açıkça anlaşıldığı halde, kişisel suçlardan dolayı sorumlu olup olmadığı, eğer sorumlu ise yargılamanın nasıl ve ne zaman yapılacağı hususunda açık bir belirsizlik olduğu, tersine yorum tekniği ile vatana ihanet suçu haricinde yargılaması mümkün bulunmayan Cumhurbaşkanının, kişisel suçlarla ilgili doktrinde tartışılan cezai sorumluluğun ise yorumsal kıstaslarla doldurulmasının ve muğlak yargılama teknikleri ve makamları ihdas edilmesinin mümkün bulunmadığı tespit edilmiştir."

Kararda, "Mevcut Anayasal sistem gereğince, Türkiye Cumhuriyeti 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında iddia olunan eylemlerin kanıt ve unsurları tartışılmaksızın, yasal imkansızlık nedeniyle soruşturma yapılmasına gerek olmadığına CMK'nın 172. maddesi gereğince karar verildi" denilmişti. Söz konusu karara, şikayetçi Cahit Nalbantoğlu Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesinde itirazda bulunmuştu.

http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=187041
#940
Yunanistan'ı ayağa kaldıran kola gerçeği

Yunanistan'da 21 yaşında bir kadının, 2 litreden fazla kola içtikten sonra kalp krizi geçirmesi ülke gündemini bir anda değiştirmişti. Kolanın sağlıksız olduğu konusunda birleşen araştırmacılar, Ioannina Üniversitesi'nde yeni bir araştırma için toplandı. 20'ye yakın uzmanın yer aldığı araştırmanın sonuçları da gündeme bomba gibi düştü.

'KEMİK ERİMESİ' UYARISI

Araştırma sorumlularından Dr. Moses Elisaf, "Fazla kola tüketmek kalp hastalıklarına ve kemik erimesine neden oluyor. Kola içenlerin kalp ritminde bozukluk en çok görülen durum. Kola içmeyi önermiyoruz" ifadelerini kullandı. Şişmanlık, şeker ve kalp hastalıkları üzerine uzun yıllar araştırma yapan Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil de sağlıklı yaşam için kolayı evine sokmadığını belirtiyor.

http://www.haber7.com/haber/20090521/Yunanistani-ayaga-kaldiran-kola-gercegi.php

Kolalı içecekler kemiklere zarar veriyor

Kolalı içeceklerin içindeki yüksek miktardaki fosforun, kan fosforunu yükselterek kemiklerden kalsiyum kemiren hormonun düzeyini artırdığı ve bir süre sonra kalsiyumu azalan kemiklerin sağlamlıklarını yitirmesine yol açtığı belirtildi.
 
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ve Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şükrü Hatun, obezitenin her geçen gün hızla arttığını ve son yıllarda özellikle çocukların sağlığını tehdit etmeye başladığını söyledi.

Obezitenin, sadece aşırı şişmanlık olarak algılanmaması gerektiğini vurgulayan Hatun, zaman içerisinde obezitenin şeker, kalp gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilen kronik hastalıklara zemin hazırladığı uyarısında bulundu. Şekerli gıdalar içerisinde kolalı içeceklerin çok fazla tüketildiğine, bunun da sağlık üzerinde birçok olumsuz etkisinin olduğuna dikkati çeken Hatun, kolalı içeceklerin tüketiminin her geçen gün arttığını söyledi.

Prof. Dr. Şükrü Hatun, "Kolalı içecekler bir taraftan kan şekerini hızlı bir şekilde yükselten, dolayısıyla insülin hormonunu artırarak, vücudun yağ depolamaya yönelmesine yol açan yüksek miktarda şeker içermesi nedeniyle, diğer taraftan süt ve süt ürünleri gibi sağlıklı beslenmenin temeli olan içeceklerin yerine geçtiği için şişmanlık için risk oluşturuyor.'' diye konuştu. Bunların dışında kola içme alışkanlığının fast-food beslenmeye eşlik ettiğini ve kola ile birlikte daha fazla yemek yendiğini belirten Hatun, şunları söyledi:

"ABD'deki çocuk sağlığı otoriteleri, çocukların kolalı içeceklerden uzak tutulmasını öneriyor. Kolalı içeceklerin esas zararlı etkisi ise kemikler üzerinde oluyor. Amerikan Tabipler Birliği'nin Çocuk Sağlığı Dergisi'nde kolalı içecek alışkanlığının lise öğrencisi kızlarda kemik kırıkları sıklığını 3 kat artırdığını gösteren bir araştırma yayımlandı.'' AA

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=962037&title=kolali-icecekler-kemiklere-zarar-veriyor
#941
Hukuk Sohbetleri / Hukuk nedir?
22 Mayıs 2009, 01:39:56
"Hukuk" kelimesinin anlamını Türk Dil Kurumu şu şekilde açıklamış:

1) Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü.
2) Bu yasaları konu alan bilim.
3) Yasaların ceza ile ilgili olmayıp alacak verecek vb. davaları ilgilendiren bölümü.
4) Haklar.
5) (mecaz) Ahbaplık, dostluk.

Hukukun tanımlanması sorunsalı günümüze kadar bütün hukukçuları rahatsız ve meşgul etmiştir. Hukuk yaşamın her alanında var olan bir olgu olduğundan tanımlama sorunu da içinden çıkılmaz bir hale gelmiş ve hatta felsefe dünyasının önde gelen ismi İmmanuel Kant tarafından alaycı bir ifade ile "Hukukçular, kendi hukuk kavramlarına hâlâ bir tanım aramaktadırlar" sözü ile eleştirilmiştir. Aşağıda bu konuyla ilgili olarak birbiriyle paralel iki ayrı açıklama bulunmaktadır:

Hukuk Nedir?

Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, "Bana uy; Beni gerçekleştir" buyruğu ile seslenir. Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür.

"İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür."

İdesi ve ideali adalet olan hukuk, genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: "Hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir." Bu tanımdan, hukukun üç ayrı fonksiyonu yerine getirdiğini görmekteyiz. Bu fonksiyonlar düzen, pratik yarar ve adalettir.

Hukukun Toplumdaki Fonksiyonları

1. Düzen fonksiyonu
Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenleyip insanların barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.
2. Pratik yarar (Sosyal İhtiyaçların Karşılanması)
Hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Hukuk bu fonksiyonu ile toplum içinde yaşayan insanların, birbirleri ile kurmak zorunda oldukları ilişkilerini ve biyolojik, psikolojik bir varlık olarak insanın yapısından kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hukuk bu fonksiyonu ile doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayları da çeşitli hükümlerle düzenler. Hiçbir hukuk düzeni yaşamın temel gerçeklerini görmezden gelemez. Hukuk düzeni, insanın doğal yapısına ve bundan ileri gelen ihtiyaçlarına uygun olmak zorundadır. Hukuk önemli ölçüde, ekonomik gerçeklere de bağlıdır; ekonomik ihtiyaçlara uymalı ve onları karşılamalıdır.
3.Adalet Hukuk bu fonksiyonu ile belirli bir düzenleme altına aldığı sosyal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gerçek kimliğini kazanır. Hukukun idesi ve ideali adalettir. En kısa tanımıyla adalet, "bir eşitlik düşüncesi"dir.
"Adalet, nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) olmak üzere iki değişik anlamda kullanılır. Adalet aslında ahlâki bir kavramdır; Bu kapsamda, erdem, fazilet anlamında kişisel bir özelliği deyimler.

Kişi her zaman haklı olana yönelir, herkese kendine düşeni vermek yolunda sürekli ve değişmez bir çaba gösterir. İşte bu tutum ve çabayı gösteren adalet, özne (süje) ile ilgili oluşundan ötürü öznel (sübjektif) adalet olarak nitelenir. Bir erdem olan öznel adaletin dışında ve ondan önce nesnel (objektif) bir adalet kavramı vardır. Nesnel adalet, kişinin bir özelliğini değil, kişilerin somut durumlarda gerçekleştireceği ilişki biçiminin bir özelliğini deyimler.

İşte hukuk alanında hukuki değer olarak söz konusu olan adalet de, bu nesnel anlamda adalettir. Çünkü hukuk, insanlar arası ilişkileri biçimlendiren, onlara görünür ve algılanabilir bir düzen veren, bu amaca yönelen normlar bütünüdür."

Toplum içindeki davranış ve ilişkilerin değerlendirilmelerini içeren kurallar bütünü olarak hukuk, bu değerlendirmelerde adalet ölçüsünü kullandığı ve kullanmak durumunda bulunduğuna göre, adaletin böylece, hukukun da bir değerlendirilme ölçüsü olacağı doğaldır. Hukuk normlarında adalet acaba ne ölçüde yansıtılmıştır ? Mevcut hukuk ne denli adaletlidir ? İşte burada yasa üstü adalet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu, tüm hukuk sistemine ve sistemlerine egemen bulunan, nesnel ve salt bir değer niteliğindeki adalettir. Hukuk bir toplum düzenini içerir. Hukukun varlık nedeni de adalettir; gerek mevcut düzeni korumak, gerekse onu değiştirmeyi meşrulaştırmak için her zaman adalete başvurulur. Nesnel ve yasa üstü adalet hukukta karşımıza kurulu hukuk düzenlerinin asli örneği, olması gereken hukuk anlamında hukuk idesi olarak çıkar. Bu niteliği ile adalet, mevcut hukuk düzenlerinin kendisine uygun olup olmadığı açısından bir değer ve değerlendirme ölçüsü olur. Yine bu özelliği ile adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Hukukun gerçekleştirmek amacını güttüğü şey adalettir.

Birbirleri ile olumlu ve olumsuz karşılıklı ilişkilerde bulunan bu üç fonksiyon denge içinde olduklarında, adil bir hukuk düzeninin gerçekleşmesi sağlanır. Normal olarak tüm hukuk normları bu üç fonksiyonu da kapsar.

Sonuç olarak hukuk, hem adaleti gerçekleştirecek, hem toplumsal yaşama uyacak, hem de bu toplumsal yaşamın barış içinde sürebilmesi için bir düzen görünümünü sağlamaya çalışacaktır.


Hukuk Nedir?

Belirli bir toplumda kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen ve devletin yaptırım gücüyle uyulması zorunlu kılınan davranış kurallarının oluşturduğu düzenin adıdır. Yazılı olsun olmasın, hukuk kurallarını öteki toplumsal kurallardan ayıran en önemli özellik devletin yaptırım gücüyle desteklenmiş olmasıdır. Bununla birlikte iç hukuk düzeninin de uyulması kişilerin isteğine bırakılmış tamamlayıcı hukuk kuralları gibi, uluslar arası ilişkileri düzenleyen kuralları da devletin devletlerin yaptırım gücünden yoksundur. Hukuk, toplumsal ilişkilere bağlı olarak sürekli değişen bir kurumdur. Devletin giderek artan bir biçimde toplumsal yaşama müdahale etmesi ve bunu hukuk kuralları koyarak gerçekleştirmesi, kişilerin hukuka bağımlılığını artırmanın yanı sıra yazılı hukuk kurallarının karmaşıklaşması sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle hukuk ve hukukçuluk aynı zamanda bir uzmanlık alanı ve meslek niteliğini de kazanmıştır. Evrensel nitelikleri nedeniyle uygar toplumların hepsinde geçerli olan ortak hukuk kurallarının dışında her toplumun yaşam biçimi, dünya görüşü, gelenek ve göreneklerine bağlı olarak farklılık gösteren hukuk kuralları da vardır. Hukuk özü bakımından bir üst yapı kurumu olduğundan, toplumların temel ve yapısal özelliklerine göre biçimlenmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda ekonomik yapının, hukuk düzeni üzerindeki etkisi büyük önem taşır. Bu nedenle kar amacına yönelik özel girişimciliğe dayalı kapitalist sistemlerde geçerli hukuk kurallarıyla, ekonomik etkinlikleri büyük ölçüde devletleştirmiş olan kolektivist sistemlerde geçerli hukuk kuralları arasında önemli farklar bulunur. Bununla birlikte bazı kapitalist sistemlerde, devletleştirme ve planlı kalkınma gibi kolektivist ekonomi düzenine özgü öğeler yer alabilir; kolektivist sistemlerde de özel mülkiyet ve rekabet gibi kapitalist ekonomi düzenine özgü öğelere sınırlı olarak yer verilebilir. Devletin toplumsal yaşama müdahalesi bakımından özde büyük farklılıklar taşıyan bu iki sistemdeki özgürlük anlayışına bağlı olarak kişilerin irade serbestliğine ilişkin hukuk kuralları da büyük farklılıklar gösterir. Ayrıca azgelişmiş ülkelerin hukuk düzenleriyle gelişmiş ülkelerin hukuk düzenleri arasında da önemli farklar vardır.

Bir ülkenin hukuk düzeni yasama organınca oluşturulan yazlı hukuk kurallarını, yargı kararlarını ve devletin iradesi dışında oluşan genel hukuk ilkeleriyle örf ve adet kurallarını kapsar. Genel hukuk ilkeleriyle örf ve adet kuralları gibi yazılı olmayan hukuk kurallarının bağlayıcılık niteliği kazanarak hukuk düzeninde geçerli olabilmesi için devletin bu kuralları tanıyarak onları yaptırıma bağlaması zorunludur. Ayrıca hukuk kuralları emredici ve yasaklayıcı nitelikte olabileceği gibi kişilerin iradesini tamamlayıcı ve yorumlayıcı nitelikte de olabilir. Bir ülkede hukuk düzeni bir bütün oluşturmakla birlikte birbirinden farklı bölümleri de vardır. Klasikleşmiş ayrıma göre bunlar kamu hukuku ve özel hukuktur. Kamu hukuku, devletin organlarının oluşumunu, yetki ve görevlerini, kişilerin bu organlar karşısındaki hak ve yükümlülüklerini düzenleyen kurallardan oluşur. Özel hukuk ise kişiler arasındaki hak ve yükümlülük ilişkilerini düzenleyen kurallardan oluşur. Öğretide kamu hukuku ile özel hukuku birbirinden ayıran özelliklerin bu hukuk alanlarında egemen olduğu kabul edilmektedir. Kamu hukukunda kamu yararı ile özel kişilerin çıkarlarını, birincisinin üstünlüğüne zarar gelmeksizin uzlaştırmaya çalışır. Özel hukuk ise kişilerin birbiri karşısındaki çıkarlarını eşitlik kuralını zedelemeden uzlaştırmaya çalışır. Bu nedenle kamu hukuku öznelerinin özel hukuk özneleri (gerçek ve özel tüzel kişiler) karşısında üstün yetkilerle donatılmış olmasına karşın, özel hukuk özneleri arasında eşitlik kuralı geçerlidir.

Ayrıca kamu hukuku ve özel hukuk bölümleri çeşitli hukuk dallarını içerir. Başta anayasa hukuku olmak üzere uluslararası kamu hukuku, idare hukuku, ceza hukuku, icra hukuku, iflas hukuku ve kamu hukuku gibi hukuk dalları kamu hukuku bölümünü oluşturur. Buna karşılık medeni hukuk, borçlar hukuku, uluslararası özel hukuk ve ticaret hukuku gibi hukuk dalları da özel hukuk kapsamına girer. Karma nitelikte hukuk dalları arasında fikri hukuk, deniz hukuku, hava hukuku, iş hukuku ve toprak hukuku sayılabilir. Bu hukuk dallarını oluşturan hukuk kuralları bazı yönleriyle kamu hukukunun, bazı yönleriyle de özel hukukun özelliklerini taşırlar. Ayrıca önceleri idare hukuku dalı içerisinde yer alırken, kazandığı önem dolayısıyla giderek bağımsızlaşmaya başlayan maden ve petrol hukuku, ticaret hukukundan kopan bankalar hukuku ve uluslararası hukuktan ayrılarak farklı bir dal oluşturan uzay hukuku gibi yeni hukuk dalları da ortaya çıkmıştır.

Hukuk Devleti

Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı, Platon ve Aristoteles'ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu. Buna göre hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenlerde ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı. İngiltere'deki ilk anayasal belge olan Magna Carta'da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve Montesquieu'nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası'na da yansıyan ''doğal haklar'' kuramı ve ''insan hakları'' anlayışı, hukuk devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi. Bu gelişimin yarattığı birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin sağlam temellere dayandırılmasını sağladı. Devletin amacının yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman öğretisi, ''hukuk devleti'' (Rechtsstaat) deyimini ''polis devleti'' (Polizeistaat) kavramının karşıtı olarak kullandı. Yapıtlarında ''hukuk devleti'' deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak tanımladı. Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir görüştü. Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekir. 20 yüzyılda özellikle Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen'in bu biçimselci görüşü hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa'sı hukukunda ortak bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil, genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4) Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari rejimde gerçekleştirilir.

Türkiye'de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık Sami Onar'ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961 Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti deyimine yer verir.

1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir. Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır. Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu'nun çıkardığı kanun hükmündeki kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz (m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim Kanunu'nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m. 3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa yollarına baş vurulamaz.
#942
Hukuk Sohbetleri / Düşünce Özgürlüğü
22 Mayıs 2009, 00:21:43
Düşünce Özgürlüğü, Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Bilgi Hizmetleri

Ahmet Çelik ve Yaşar Tonta

Giriş

Demokrasi kuramcılarından Montesquieu'ya göre düşünce özgürlüğü en önemli özgürlüktür. Ona göre, "insan, dinamik, yaratıcı ve erdemli bir varlıktır. Fakat bu nitelikler ancak özgür bir ortamda işlerlik kazanır ve gelişir. Özgür olmayan bir ortam, kuşku ve korku da belirsizlik, güvensizlik ve uyuşukluk getirir" (Kavra, 1989: 83). Montesquieu'nun bu görüşleri günümüzde de geçerlidir. Düşüncenin özgürce ifade edilebildiği ortamlarda demokratik kurumlar varlıklarını sürdürmekte ve gelişme olanağı bulabilmektedirler.

Özgür insan, özgürce düşünebilen ve kanaatlerini özgürce ifade edebilen insandır. Bunun ön koşulu da doğru, çarpıtılmamış bilgiye erişim hakkıdır. Bilgi edinme özgürlüğü adını verebileceğimiz bu hakkın yetersiz olduğu ülkelerde kamuoyunun sağlıklı oluşmadığı, demokrasi dışı rejimlerin kitle iletişim araçlarını kullanarak gerçeğe aykırı durumları kendi halklarına benimsettikleri görilmektedir. İşte bu nedenle, bir demokraside düşünce özgürlüğü kavramının temel öncülü, vatandaşların bilgiye -özellikle devlet organlarınca üretilen bilgiye- erişim hakkıdır.

Günümüzün çağdaş toplumları bilgi edinme özgürlüklerini (ya da haklarını) geniş ölçüde basın-yayın araçları yoluyla kullanmaktadırlar. Onun için basın-yayın özgürlüğünün desteklenmesi kamu yararınadır. Kitle iletişim araçları yoluyla her türlü haberi öğrenebilme ve yayabilme 10 Aralık 1948 tarihli İnsan hakları Evrensel Bildirgesi (md. 19), 1950 tarihli Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (md. 10) ve 1975 tarihli Helsinki Nihai Senedi ile, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bir hak olarak tanınmıştır.

Son yıllarda Internet vb. gibi ağların kullanımının yaygınlaşması ile birlikte insanlar duygu, düşünce ve yaratılarını elektronik ortamda da kolayca yayabilme olanağına kavuşmuşlardır. Elektronik bilgilere erişimin kolaylaşması ve yaygınlaşması bilgi edinme özgürlüğüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Devlet tarafından üretilen elektronik ortamdaki bilgilere daha kolay erişim olanağı doğmuştur. Fakat aynı zamanda elektronik ortamdaki kişisel bilgilerin (mali bilgiler, sağlık bilgileri vs.) gizliliği ve güvenliği de son derece önem kazanmıştır.

Bu yazıda düşünce özgürlüğü ile bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiye değinildikten sonra, bilgi edinme özgürlüğüyle ilgili belli başlı konular (devlet bilgilerine erişim, gizlilik, elektronik bilgilere erişim, mülkiyet vd.) kısaca özetlenmektedir. Yazının sonunda bilgi edinme özgürlüğü ile kütüphaneler arasındaki ilişki üzerinde de durularak, kütüphanelerin bilgi edinme özgürlüğünün sağlanmasındaki rolü vurgulanmaktadır.

Düşünce Özgürlüğü-Bilgi Edinme Özgürlüğü İlişkisi

Ana Britannica'da (1984, c.7, s.577) düşünce özgürlüğü, "kişinin serbestçe düşünce edinebilme, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanmama, bunları açıklama ve yayma hakkının dokunulmazlığı" biçiminde tanımlanmaktadır. Günümüzün klasik özgürlüklerinin en önemli esin kaynağı olan 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 1. maddesinde "İnsanlar hak yönünden özgür ve eşit doğarlar ve özgür ve eşit kalmaya devam ederler" denmektedir. Bildirgenin 2. maddesi ise özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmeyi doğal bir hak olarak benimsemekte, 10. ve 11. maddelerinde de din, inanç, düşünce ve düşünceyi açıklama ve yayma hakkına yer vermektedir. Bu ilkeler bazı farklılıklarla çağdaş ülkelerin anayasa metinlerine girmiş, bir bakıma evrensel olarak benimsenmiştir.

Düşünce özgürlüğü ile bilgi edinme özgürlüğü arasında mutlak bir ilişki vardır. Düşünce özgürlüğünün "olmazsa olmazı"ı (sine qua non) bilgi edinme özgürlüğüdür. Yeterli ve doğru bilgi elde edemeyen birey ve toplumların özgür davranamadıkları konusunda yeterince örnek vardır. Bilindiği gibi düşünce özgürlüğünün iki boyutu vardır:

1. Başkalarının görüşlerine özgürce erişebilme,

2. Kendi görüşlerini yayabilme (Woodward, 1990; Turfan, 1995: xiii-xiv).

Görüldüğü gibi, bilgi edinme özgürlüğü başkalarının görüşlerine, bu arada devlete ait bilgilere, erişimi konu edinmektedir. Bilgi edinme özgürlüğünün sınırlandırılıp sınırlandırılmaması konusu, aynen düşünce özgürlüğünde olduğu gibi, önemli bir tartışma konusudur. John Stuart Mill'in öncülüğünü yaptığı bir görüş düşünce özgürlüğünün sınırsızlığını savunurken; buna karşı çıkan görüş, toplum yararı açısından, düşüncenin sınırlanabileceğini ve hatta yasaklanabileceğini öngörmektedir (Woodward, 1990: 3). Türkiye'de de 1982 Anayasası'nın "Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti" başlığını taşıyan 26. maddesinde, "Herkes. düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ve resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir" denilmekte, 13. maddesinde ise "temel hak ve hürriyetlerin Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği" belirtilmektedir.

Tartışma konusu olan özgürlüklerin kısıtlanması değil, bu kısıtlamaların kapsamı ve sınırıdır. Konu ile ilgili olarak Türk Anayasa mahkemesi 1987 yılında verdiği bir kararda şu görüşlere yer vermektedir:

Hiçbir hak ve özgürlük sınırsız olmaz. Hakların ve özgürlüklerin sınırlandırılması, demokrasinin kendi iç dinamiğini ve etkinliğini sağlama ve toplumsal yararlar bakımından mümkündür. Ancak demokrasilerde bu sınırlamanın da mutlaka bir sınırı vardır. Sınırlama hak ve özgürlüğü anlamsız ve göstermelik hale getiremez, hak ve özgürlükleri özünden zedeleyip onu ortadan kaldıracak bir ölçüye varamaz ("Polis Vazife..., 1987: 21).

Tarihsel süreçteki çeşitli örnekler göztermektedir ki kutsal (dinsel) değerler, kamu güvenliği, devleti koruma, kişileri koruma, pornografi vb. gerekçelerle çeşitli ülkelerde düşünce özgürlüğü ve doğal olarak bilgi edinme özgürlüğü sınırlanabilmektedir (Molz, 1990: 25). Bu kısıtlamaların bazen aşırıya kaçtığı da olmaktadır. Bu konudaki en çarpıcı örnek, bundan bir-kaç yıl önce The New York Times gazetesinde de yayımlanan Terry Anderson örneğidir. Ünlü Amerikalı gazeteci Anderson, ABD Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası (1986) gereğince ABD'nin resmi kaynaklarında Beyrut'taki kendi esaret günleriyle ilgili ne tür bilgi ve belgeler bulunduğunu görmek istemiş, ancak Amerikan hükümeti "teroristlerin mahremiyet haklarının ihlal edilmiş olacağı" gerekçesiyle kendisine bazı belgeleri görme izni vermemiştir!

ABD'de son olarak çıkarılan Telekomünikasyon Yasasında yer alan müstehcenlikle ilgili maddenin Amerikan Anayasasına aykırı olduğu öne sürülmektedir. Bu madde ile kişilerin düşündüklerini özgürce ifade etmelerinin olanaksız hale geldiği, sırf içinde yedi müstehcen sözcükten biri geçtiği için elektronik tartışma listelerinin bazılarının kapatılabileceği söylenmektedir. Hatta yasanın bu maddesine aykırı düşmemek amacıyla bazı tartışma listelerine gönderilen mesajlar otomatik olarak denetlenmektedir. Bu tür bir davranışın kişilerin kendilerini ifade etmelerini engellediği görüşü savunularak bununla ilgili yaşanmış ve çarpıcı bir örnek verilmektedir. Amerikan Beyaz Saray Web sayfasına gönderilen bir mesajda sırf "meme" sözcüğü geçtiği için bu mesaj otomatik olarak elenmiştir. Oysa, daha sonra mesajın meme kanseriyle ilgili olduğu görülmüştür! Bu maddeyi protesto etmek için Internet ortamındaki Web sayfaları bir süre karartılmış ve kamuoyunun dikkati buna çekilmek istenmiştir.

Kısmen de olsa bu ve benzeri kısıtlamalar nedeniyle olsa gerek, ABD'de her yıl 16 Mart günü "Bilgi Edinme Özgürlüğü Günü" olarak kutlanmaktadır.

Devlet Bilgilerine Erişim ve Bilgi Edinme Özgürlüğü

Öte yandan, hükümetler, resmi bilgilere erişimin kısıtlanması, ulusal savunma, kamu düzeni, gizli bilgileri açıklama yasağı gibi düzenlemelerle doğrudan ya da dolaylı olarak bilgi edinme özgürlüğünü kısıtlayabilmektedirler (Gboyega, 1995: 136). Örneğin, ülkemizde 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda yer alan "Gizli Bilgileri Açıklama yasağı" kapsamında, devlet memurları kamu görevleri ile ilgili olarak kitle haberleşme araçlarına bilgi ya da demeç veremezler (Gözübüyük, 1995: 172). Bu maddenin halkın haber alma özgürlüğünü büyük ölçüde engellediği açıktır. Oysa, bütçelerinin tamamını veya bir kısmını kamu kaynaklarından sağlayan kuruluşlar (üniversiteler, bakanlıklar, kamu kuruluşları vs.) yönetim kurulu toplantılarını da kamuya açık olarak gerçekleştirmek durumundadırlar. Örneğin, Amerikan vatandaşları Açık Toplantı Yasasına göre, kendi vergileriyle ayakta duran kuruluşların (personelle ilgili konular dışında) yaptıkları toplantıları izleyebilirler. Böyle bir yaklaşım aynı zamanda "saydam devlet" anlayışının da bir göstergesidir.

Kuşkusuz, kamu kaynaklarıyla üretilen bilgilerin dağıtımı ve bu bilgilere erişim konusu da bilgi edinme özgürlüğüyle yakından ilişkilidir. Vatandaşlar kendi ödedikleri vergiler kullanılarak üretilen bilgilere erişim hakkına sahip olmalı ve bu belgelere özgürce erişebilmelidirler.

Devletin resmi bilgi ve belgelerine erişimde iki tür sınırlamadan söz etmek mümkündür. Bazı kamu kuruluşları tarafından yayımlanan kitap ve raporlar içerik açısından sadece o kuruluş mensuplarının erişimine açıktır. Dışarıdan gelen kullanıcıların ise ya izin almaları gerekmekte, ya da söz konusu belgelere erişimleri kısıtlanmaktadır.

Öte yandan, gizli olmadığı halde bazı kaynaklara fiziksel açıdan erişim, bu bilgileri üreten kuruluşların gerekli önlemleri almamaları ve kolaylık sağlamamaları nedeniyle sınırlanabilmektedir. Örneğin, ülkemizde TBMM tarafından çıkarılan ve Resmi Gazete'de yayımlanan yasa ve yönetmelikler herkesin erişimine açıktır. Keza, Yargıtay, Danıştay gibi kurumların aldıkları kararlar da çeşitli yollardan duyurulmaktadır. Ancak bu tür kaynaklara erişim devlet tarafından daha etkin bir biçimde düzenlenebilir kanısındayız. Örneğin, yasama organınca çıkarılan yasa ve yönetmeliklerin, tutanak dergilerinin Internet aracılığıyla herkesin kullanımına açılmaması için hiçbir teknik neden bulunmamaktadır. Nitekim bu bilgiler özel bir şirket aracılığıyla zaten pazarlanmaktadır. Nedendir bilinmez, tüm vatandaşları ilgilendiren bu tür yasa ve yönetmelikler devlet tarafından ücretsiz olarak daha geniş bir kullanıcı grubuna sunulmamaktadır. Örneğin, bu araştırmayı yaparken Internet aracılığıyla Amerikan Kongre Kütüphanesine bağlanıp Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosunda "bilgi edinme özgürlüğü" konusunda neler yapıldığını saptayarak, ilgili yasanın (Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası, 1986) ve yasa tasarısının (Elektronik Bilgi Edinmeyi Geliştirme Yasası, 1995) tam metinlerini kolayca kendi bilgisayarımıza aktarabilmiştik. Oysa bir başka araştırma nedeniyle gittiğimiz bir kamu kuruluşunun bilgisayar merkezinden istediğimiz içtihat kararlarından (42) sadece üç tanesini bastırabiliyorduk. Görevliye elektronik ortamdaki bu kararları yanımızda götürdüğümüz bilgisayar disketine aktarıp aktaramayacağımızı sorduğumuzda aldığımız yanıt da ne yazık ki olumsuzdu.

Kamu kaynaklarıyla üretilen ve hiçbir gizliliği olmayan bu tür bilgilere erişimin gereksiz yere kısıtlanmaması ve bu bilgilerin bir an önce Internet aracılığıyla kullanıma açılması gerektiği kanısındayız.

Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Gizlilik

İletişim teknolojilerinin gelişmesi ve Internet aracılığıyla bilgilerin bir yerden bir başka yere kolayca aktarılabilmesi elektronik olarak gönderilen mesajların güvenliğini ve gizliliğini de gündeme getirmektedir.

Bu konuda yasalarda ya hiç yaptırım yoktur, ya da yetersizdir. Elektronik iletişim olanaklarını sağlayan işyerleri, çalışanların elektronik posta trafiğini istedikleri takdirde kontrol edebilmektedirler. Açılan davalarda işyerleri haklı görülebilmektedir. Buna gerekçe olarak da bu tür olanakların zaten iş dışı amaçlar için kullanılamayacağı gösterilmektedir.

Yasal kısıtlamalardan kaynaklanan bir başka husus, bilgi edinme özgürlüğü ile özel yaşamın gizliliğinin nasıl bağdaştırılması gerektiğidir. Özel yaşamın gizliliği, kişilerin özel yaşamına ve aile yaşamına müdahalede bulunulmamasını ve saygı gösterilmesini öngören temel bir hak olarak bazı ülkelerde yasal güvence altındadır. Bu durum, doğal olarak ilgili kişiye yönelik bilgilere erişimi kısıtlamaktadır. Ancak politikacılar ve devletin önemli katlarında görev yapanlara bu ilkenin daha esnek bir biçimde uygulanması (yani bu kişilerin toplumdan gizli-saklı hiçbir şeylerinin olmaması) batılı demokrasilerin benimsediği bir olgudur.

Bilgi edinme özgürlüğü ile gizlilik arasında nazik bir denge vardır. Kişilerin sağlık, eğitim ve mali durumlarıyla ilgili bilgilerin elektronik olarak kolayca edinilebilmesi ne derece bilgi edinme özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir? Örneğin, yaşam sigortası hizmeti veren firmaların kişilerin sağlık bilgilerine erişebilmeleri bu firmaların verdikleri hizmetleri nasıl etkileyebilir? Bu tür firmalar onulmaz bir hastalığa yakalanma riski olan kimseleri sigorta etme konusunda nasıl davranırlar?

Bir diğer tartışma bilginin paralı olup olmaması konusunda sürmektedir. Bir görüşe göre, "bilgi ticari bir meta niteliği kazanmıştır ve her metanın bir karşılığı vardır; bu yüzden bilgi de paralı olmalıdır." Karşıt görüştekiler ise bilgilenme hakkının, bu arada ücretsiz kütüphane ve bilgi hizmetlerinin evrensel bir hak olduğunu ve bilginin parasız olması gerektiğini öne sürmektedirler. Bu konudaki tartışmalar giderek artmaktadır.

Kütüphanelerde ve bilgi merkezlerinde bulunan kullanıcılarla ilgili özel bilgiler veya tutulan kayıtlar herkese açık mıdır? Bilim, gizlilik ve bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiler nelerdir? Bilgi edinme özgürlüğü ile akademik özgürlük arasında ne tür ilişkiler vardır?

"Düşünsel mülkiyetin korunması" üzerine yapılan tartışmalar da kütüphanecileri ilgilendiren bir başka alandır. Burada da bilgi erişim ile mülkiyet hakkı çatışabilmektedir. Bazı ülkelerde bu konu ile ilgili olarak bağlayıcı düzenlemeler yapılmaktadır.

Elektronik Bilgilere Erişim ve Bilgi Edinme Özgürlüğü

Eğer demokratik bir toplumda düşünceler serbestçe tartışılacaksa insanların bilgiye erişmeleri zorunludur. Entellektüel özgürlük ve bilgi edinme özgürlüğü kütüphanecileri de çok yakından ilgilendirmektedir. Nitekim Amerikan Kütüphane Derneği (ALA) 1982-83 yılında "Bilgiye Özgürce ve Hakça Erişim Komisyonu" kurarak konuyu ayrıntılı olarak inceletmiştir. Komisyon tartışmaları sansürden daha çok bilginin yayımı ve bilgiye erişim üzerinde yoğunlaşmış ve bu bağlamda konuya Amerikan Anayasasının televizyon yayınları ve elektronik bilgi iletim sistemlerini de içine alıp almadığı, teknoloji temelli bilgi sistemlerinin vatandaşlar için fiziki, mali, eğitsel ve teknik engeller yaratıp yaratmadığı ve devlet bilgilerinin dağıtımı ve bu bilgilere erişim açılarından yaklaşılmıştır (Eaton, 1990: 112). Adı geçen Komisyonun raporu 1986 yılında yayımlanmıştır (American Library Association, 1986). Rapor devletin ürettiği bilgilere erişim konusunda güçlü yorumlar içermekte ve sürekli bir bilgi okumaz-yazmazlar alt sınıfı yaratmanın ulusal çıkarlara uygun olmadığı not edilmektedir. Dahası, geleneksel ya da elektronik formattaki bilgi kaynaklarına erişimi sınırlanan kimselerin gerçek anlamda modern demokratik topluma ve serbest pazar ekonomisine tam ve etkin olarak katılım fırsatının ellerinden alındığı vurgulanmaktadır. Bazı devlet bilgilerinin sadece elektronik ortamda erişilebilir olmasının, çok uzun süreden beri derleme kütüphaneleri yoluyla vatandaşların devlet bilgilerine erişimini sağlayan ve böylece toplumsal bir işlevi yerine getiren kütüphaneler için de bazı sonuçlara yol açacağı öngörülmektedir (Eaton, 1990: 117).

Elektronik bilgilere erişim konusunda Amerikan Kütüphane Derneği çalışmalarına devam etmiş ve son olarak Kütüphane Hakları Bildirgesini elektronik bilgilere, hizmetlere ve bilgi ağlarına erişim açısından yorumlamıştır (bkz. Ekler). 24 Ocak 1996 tarihinde ALA Konseyi tarafından kabul edilen bu yorumda, kütüphane ve kütüphanecilerin varlık nedeninin, "düşüncenin kaydedildiği format ve teknoloji ne olursa olsun bir düşünceyi tanımlama, düzenleme, hazırlama ve erişimi sağlamakla bu hakların kullanımını kolaylaştırmak olduğu" vurgulanmaktadır. Öte yandan, evrensel bir bilgi köyünde yaşadığımız halde, pek çok kişinin ekonomik koşullar, teknolojik olanaklar ve alt yapı farklılıkları yüzünden elektronik kaynaklara erişemedikleri, bunun da insanların "bilgiye sahip olanlar" ve "bilgiye sahip olmayanlar" (information "have's" and information "have nots") şeklinde iki sınıflı bir toplum yaratacağından endişe edilmektedir.

Elektronik bilgi edinme özgürlüğü: Halen Amerikan Kongresinde Senatör Patrick Leahy'nin desteklediği "Elektronik Bilgi Edinmeyi Geliştirme Yasası" tasarısı gündemdedir. Bu yasa tasarısı, ABD'de ilk kez 1966'da çıkarılan ve 1974 ve 1986'da bazı değişiklikler gören Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasasındaki maddelerin kapsamına elektronik bilgileri de sokmaktadır. Örneğin, tasarıda elektronik formda yayımlanan kamuya ait bilgi ve belgelerin de dizinlenmesi ve kamunun yararına sunulması zorunlu hale getirilmektedir. Elektronik bilgi edinme özgürlüğününün yasal düzenlemeye kavuşturulması konusundaki çalışmalar sürdürülmektedir.

Bu kesimde elektronik bilgilere erişim ile bilgi edinme özgürlüğü üzerinde durduk. Ancak konuyu daha da genelleştirecek olursak, teknolojinin, özellikle bilgisayar ağları yoluyla elektronik bilgilere erişmenin bilgi edinme özgürlüğü üzerine etkilerinin derinlemesine incelenmesi gerektiğini söylemek mümkündür. Teknolojiye dayalı bilgi sistemlerinin vatandaşlar için oluşturduğu fiziksel, maddi, eğitimsel ve teknik engeller oluşturup oluşturmadığı ve varsa bunların neler olduğu araştırılmalıdır.

Düşünce Özgürlüğü, Bilgi Edinme Özgürlüğü ve Kütüphaneler

Olsen (1994: 32) Cornell Üniversitesi Albert Mann Kütüphanesindeki elektronik kütüphane kurma çalışmaları bağlamında düşünce özgürlüğü ile bilgi erişim özgürlüğü arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır:

Düşünce özgürlüğünün temeli, bilgiye erişim özgürlüğüdür. Bu olmaksızın ne özgür araştırma, ne gerçeğin izlenmesi, ne de bilimin ilerlemesi gerçekleşebilir. Üniversitede akademik topluluğun her üyesinin bilgi edinme özgürlüğünü ve bilgiyle ilgili tüm görüş açılarına erişimi garantileyen kurum kütüphanedir. Bu erişim özgürlüğünü sağlama ve koruma kütüphaneye yol gösteren ideladir.

Bu idealin izlenmesinde kütüphane şunları garanti eder:

Tüm kayıtlı bilgiler içeriğine önyargısızca yaklaşarak herkese sunulmalı;

Erişimi kısıtlanmaksızın ve ayrım yapmadan bilgi herkese eşitçe sunulmalı;

Kullanıcının kişilik hakları korunmalı, bireyler toplumca benimsenmeyen görüşleri izlemekte özgür olmalı ve ne okudukları açıklanmamalıdır;

Kullanıcıların ne yaptıklarıyla ilgili olarak bir kanaat, düşünce ileri sürülmemeli ve etkide bulunulmamalıdır.

Bilgi edinme özgürlüğü ile ulusal bilgi politikaları arasındaki ilişkiler üzerinde bu zamana dek pek durulmamıştır. Ancak ulusal bilgi politikalarında bilgi edinme ile ilgili konulara yer verilmesi gerekmektedir. Bilgi edinme özgürlüğü veya sansürle ilgili konuların özelde profesyonel kütüphanecileri, genelde bilgi hizmetlerini hangi yönleriyle ilgilendirdiği ayrıntılı olarak irdelenmelidir (Kızılkan, 1988; Sağlamtunç, 1991). Örneğin, kütüphanelerin yayın seçme politikaları ile bilgi edinme özgürlüğü arasında ne tür bir ilişki söz konusudur? Kütüphanelerde ve bilgi merkezlerinde bulunan kullanıcılarla ilgili özel bilgiler veya tutulan kayıtlar herkese açık mıdır? Yakın geçmişte yaşanan bir olayda, Amerikan Haber Alma Ajansı CIA'nın, kütüphane kullanıcılarına ilişkin kayıtları incelemek istemesi büyük tartışmalar yaratmıştır. Bilim, gizlilik ve bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkiler nelerdir? Bilgi edinme özgürlüğü ile akademik özgürlük arasında ne tür ilişkiler vardır? Hakemli dergilere gönderilen, ancak yayımlanması şu veya bu nedenle uygun bulunmamış makaleler kişilerin bilgi yayma ve dağıtım ile bilgi edinme özgürlüğünü nasıl etkilemektedir?

Bu bağlamda derleme yasaları ile bilgi edinme özgürlüğü arasındaki ilişkilere de kısaca değinmekte yarar görüyoruz. Bilindiği gibi, derleme yasalarının temel amaçlarından bir tanesi de, vatandaşların, bir ülkede üretilen bilgilere ve yayımlanan kitap ve dergilere kolayca erişimine olanak sağlamaktır. Belli kütüphaneler (Milli Kütüphane, Meclis Kütüphanesi, vd.) tarafından toplanan derleme nüshaları kullanıcıların hizmetine sunulmaktadır. Böylece, dolaylı yoldan da olsa, halkın bilgi edinme özgürlüğü bir dereceye kadar sağlanabilmektedir.

Ancak, ne yazık ki, derleme yasasının uygulanmasından kaynaklanan bazı sorunlar nedeniyle kütüphanelere düzenli olarak ulaşması gereken nüshalar, yerine ya hiç ulaşmamakta ya da zamanında ulaşmamaktadır. Öte yandan, bazı nedenlerle derleme nüshaları yayımlanmalarından ancak üç-dört yıl geçtikten sonra duyurulabilmekte ve okuyucu önüne çıkarılabilmektedir. Bu da vatandaşların, bu tür bilgilere zamanında erişememelerinden dolayı bilgi edinme özgürlüklerinin kısıtlanmasına yol açabilmektedir. Derleme yoluyla derme geliştiren kütüphanelerimizin konuya bir de bu açıdan yaklaşarak bir an önce vatandaşların zamanında bilgi edinmelerine olanak veren sistemler kurmalarında büyük yarar vardır.

Sonuç

Düşünce özgürlüğünün temel koşulu olan bilgi edinme özgürlüğü ile ilgili tartışmalar sürmektedir. Batılı demokrasilerde bilgi edinme özgürlüğü büyük ölçüde garanti altına alınmış, bu toplumlarda kişi haklarının korunması ön plana çıkmaya başlamıştır. Önemli sayıda ülkede ise bilgi edinme özgürlüğü çok yetersiz düzeyde gerçekleşebilmiştir. Demokrasi ile doğrudan ilintili olan bu özgürlüğe gereken önemi vermek çağdaş devletlerin vazgeçilmez görevidir. Çünkü bilgi edinme özgürlüğü düşünce özgürlüğünün, düşünce özgürlüğü de demokrasinin temel kaynağı ve güvencesidir.


Kaynaklar

Bu yazıda bilgi edinme özgürlüğü konusuna belli başlı birkaç yönüyle değindik. Ancak bilgi edinme özgürlüğü çok boyutlu bir konu olduğundan, bir bildiri çerçevesinde konuyu bütün yönleriyle ele almak hemen hemen olanaksız görünmektedir. Bu bakımdan, bu bildiride sözünü edemediğimiz, ancak konuyla ilgilenenlerin başvurmak isteyebilecekleri kısa bir kaynakça hazırladık. Bu kaynakçada yer alan çalışmalar konunun ne denli önemli olduğunu açıkça göstermektedir kanısındayız.

1995 yılında yapılan XXXI. Kütüphane Haftasının ana teması "Düşünce Özgürlüğünün Olmazsa Olmazı: Bilgi Edinme Özgürlüğü" idi. Gerek Kütüphane Haftası için düzenlenen etkinliklere hazırlanmak, gerekse bu yayın için kullanmak amacıyla geniş bir literatür taraması gerçekleştirdik. Aşağıdaki kaynaklardan da görüleceği gibi, bilgi edinme özgürlüğü oldukça "sıcak" bir konu. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde konunun hemen hemen her yönüyle (düğünce özgürlüğü, sansür, okuma özgürlüğü, özel yaşamda gizlilik, resmi kayıtların gizliliği, vd.) ilgili kitap ve makaleler yayımlanmış. Bizde ise bilgi edinme özgürlüğü konusundaki yayınlar yok denecek kadar az. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, İnsan Hakları Yıllığı gibi dergilerin yanı sıra birçok kaynak kitabı da gözden geöirmemize karşın konuyla doğrudam ilgili yazılara pek rastlayamadık. Bulabildiğimiz konuya en yakın makalenin başlığı "Yönetimde Açıklık-Gizlilik Bilgi Alma Hakkı" idi.

Aşağıdaki kaynakça kapsayıcı (exhaustive) olmayıp, son derece seçmeci davranılarak hazırlanmıştır. Amaç, listelenen kaynakların çeşitliliğinden de anlaşılacağı üzere, konunun ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktır. Bilgi edinme özgürlüğü konusunda Türkçe literatürde de bu denli ayrıntılı çalışmalar yapılmasına bir nebze katkıda bulunur umuduyla bu kaynakçayı koymayı uygun gördük.

Referanslar ve Kaynakça

Adler, Allan. (1987). Using the Freedom of Information Act : a step by step guide. Washington, D.C. : American Civil Liberties Union Foundation.

Aliefendioğlu, Yılmaz. (1991). "Temel hak ve özgürlükler açısından anayasa yarfısı", Amme İdaresi Dergisi 24(3): 101-107.

American Library Association. Commission on Freedom and Equality of Access to Information. (1986). Freedom and equality of access to information : a report to the American Library Association / Commission on Freedom and Equality of Access to Information; Dan M. Lacy, chair. Chicago : ALA.

Barnes, Trevor. (1980). Open up!: Britain and freedom of information in the 1980s. London: Fabian Society.

Bell, Robin and Helen Watchirs. (1988 December) Freedom of information : the commonwealth experience Australian Journal of Public Administration 47(4).

Biggs, M. (1990 Summer-Fall). "The impact of peer review on intellectual freedom," Library Trends 39(1-2): 145-167.

"Bill of Rights and Responsibilities for Electronic Learners," (May-June 1993). EDUCOM Review 28(3): 24-27.

Bloch, S. et al. (1994 December 5). "Can patients safely read their psychiatric records - implications of freedom of information legislation," Medical J. of Australia 161(11): 665-666.

Bowron, A. (1989 September 1). "Freedom to Read," Canadian Library Journal 114(14): 221-221.

Brady, Patricia. [1991]. The tension between Freedom of Information and Privacy Protection Acts for State Departments of Motor Vehicles. Charlottesville, Va.: Virginia Transportation Research Council.

Braunstein, Y.M. (1990 Summer-Fall). "Resolving conflicts between information ownership and intellectual freedom," Library Trends 39(1-2): 126-131.

Buschman, J. (May 1994). "Librarians, self-censorship, and information technologies," College and Research Libraries 55(3): 221-228.

Casey, William L. et al. (1983). Entrepreneurship, productivity, and the Freedom of Information Act : protecting circumstantially relevant business information. Lexington, Mass.: Lexington Books.

Cate, F.H. et al. (1994 Winter). "The right to privacy and the publics right to know - Central purpose of the Freedom of Information Act," Administrative Law Review 46(1): 41-74.

"Düşünce özgürlüğü". (1984). Ana Britannica. İstanbul: Ana Yayıncılık.

Eagles, Ian et al. (1992). Freedom of information in New Zealand. Auckland; New York: Oxford University Press.

Eaton, N.L. (1990 Summer-Fall). "Freedom and equality of access to information - The Lacy Commission Report," Library Trends 39(1-2): 111-125.

"Electronic Freedom of Information Improvement Act of 1995." (1995 July 28). (S. 1090; 104th Congress, 1st Session, (Yasa tasarısının elektronik kopyası Kongre Kütüphanesi kataloğundan edinilebilir (telnet://locis.loc.gov).

Emerging democracies and freedom of information. (1995). Ed. by Barbara Turfan et al. London: The Library Association.

Feinberg, L.E. (1989). "Managing the Freedom of Information Act and Federal information policy," Government Information Quarterly 6(4): 345-363.

Freedom of information and expression in Australia: a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the government of Australia. (1988). [London] : Article 19 Research Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Ecuador : a commentary on the report submitted to the Human Rights Committee by the government of Ecuador. (1989). [London] : Article 19 Research and Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Guinea. (1989). [London, U.K.] : Article 19 Research & Information Centre on Censorship.

Freedom of information and expression in Hong Kong : a commentary by Article 19 on the report submitted to the Human Rights Committee by the government of the United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland. (1988). [London] : Article 19.

Freedom of information and expression in Iraq : a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the Government of the Republic of Iraq. London : Article 19 Research and Information Centre on Censorship,

Freedom of information and expression in Japan: a commentary on the report submitted to the Human Rights Committee by the Government of Japan. (1989). [London, U.K.] : Article 19.

Freedom of information and expression in the Central African Republic: a commentary by Article 19 on the report submitted to the United Nations Human Rights Committee by the government of the Central African Republic. (1989). [London] : Article 19 Research & Information Centre on Censorship.

Freedom of information and youth. (1986). Jana Varlejs, editor. Jefferson, N.C. : McFarland.

Freedom of information trends in the information age. (1986). Edited by Tom Riley and Harold C. Relyea. London, England ; Totowa, N.J. : F. Cass, 1983.The information needs of a democratic society : proceedings of the Twelfth Annual Colloquium on Intellectual Freedom. Los Angeles: University of California, Los Angeles, Graduate School of Library and Information Science.

Gboyega, Banjo. (1995). "Freedom of information in Nigeria", in (Emerging..., 1995: 135-143).

Gözübüyük, Şeref. (1995). Yönetim hukuku. 8. bası. Ankara: Turhan Kitabevi.

Grade, M. (1994 May-June). "The state of the nation (Freedom of information and the freedom of secrecy in Britain," Index on Censorship 23(1-2): 207-213.

Hazell, R. (1989 Summer). "Freedom of information in Australia, Canada and New-Zealand," Public Administration 6(2): 189-210.

Information, freedom of access and perestroika [teleconference videocassette]. (1990). Riverside, Calif. : U.C. Riverside Media Resources.

Intellectual freedom manual. (1989). Compiled by Office for Intellectual Freedom of the American Library Association. Chicago: ALA.

Kaboğlu, İbrahim. (1993). "Düşünce özgürlüğü (Avrupa ölçütleri ve Türkiye). İnsan Hakları Yıllığı 45-53.

Kavra, Erol. (1989). "Montesquieu ve de Tocqueville'e göre demokrasi ve temel güvenceleri", Amme İdaresi Dergisi 22(3): 75-83.

Kızılkan, Zafer. (1988) "Düşünce özgürlüğü ve kütüphanecilik", Türk Kütüphaneciliği 2(4): 159-165.

Mankekar, D. R. (1981). "Whose freedom? Whose order?: a plea for a new international information order by Third World. Delhi : Clarion.

Milevski, S.N. (1990 Summer-Fall). "Federal policy-making and national security controls on information," Library Trends 39(1-2): 132-144.

Molz, R. Kathleen. (1990). "Censorship: current issues in American libraries;. Library Trends 39(1-2): 18-35.

"Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanununun bazı maddelerinin değiştirilmesine ve bu Kanuna bazı maddelerin eklenmesi hakkında 3233 sayılı Kanun!un iptali istemine ilişkin kararı" (Anayasa Mahkemesi Kararı) Resmi Gazete 14 Ağustos 1987 (No. 19544).

"Political barriers to infirmation access," (Special issue). (1983). Special Libraries 74(4).

Olsen, Jan. (1994). "Introduction", Library Hi Tech 12(3): 32-37.

Protecting works of fact : copyright, freedom of expression, and information law. (1991). Editors and contributors, Egbert J. Dommering ... [et al.]. Deventer; Boston: Kluwer Law and Taxation Publishers.

Riley, T.B. and D. Goldberg (1993). "First Freedom of Informatiom Conference - Hungary," Government Information Quarterly 10(3): 365-368.

Sağlamtunç, Tülin. (1991). "Kütüphanecilik açısından düşünce özgürlüğü ve sansür", Türk Kütüphaneciliği 5(3): 93-99.

Sarkaria, R. S. (Ranjit Singh). (1991). Freedom of information and official secrecy. Bhopal : Makhanlal Chaturvedi Rashtriya Patrakarita Vishwavidyalaya.

Threats to freedom of information. (1985). Washington, D.C. : Media Institute.

Tilson, J.L. (1993 May). "Freedom of information acts - invaluable resources," Trial 29(5): 43-46.

Timberlake, L. (1989 July-August). "Freedom of information on the environment," Index on Censorship 18(6-7): 6-7.

Turfan, B. (1995). "Introduction" in (Emerging..., 1995: xiii-xiv).

Wilson, Des. (1984). The Secrets file: the case for freedom of information in Britain today. Foreword by David Steel. London; Portsmouth, N.H.: Heinemann Educational.

Woodward, Diana. (1990). "A framework deciding issues in ethics". Library Trends 39(1-2): 8-17.

http://yunus.hacettepe.edu.tr/~tonta/yayinlar/beozgur.html
#943
Hukuk Sohbetleri / Cumhuriyet Nedir?
21 Mayıs 2009, 22:47:35
Türk Dil Kurumunun hazırladığı sözlükte "Cumhuriyet" kelimesi, "Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi" olarak tanımlanmıştır.

http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Kelime=cumhuriyet

Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir isimdir. Arapça "cem" kökü "bir araya toplanma, topluluk oluşturma", bu kökten türeyen cumhūr ise "cemiyet, toplum, kamu" anlamına gelir. 18. yüzyıl Avrupa'sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayan Latince respublica > Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir.

Latince respublica, klasik kullanımda "Devlet" anlamındadır. Toplumun bütünü namına kamu otoritesini kullanan tüzel kişiliği ifade eder. Avrupa siyasi düşüncesinde respublica Jean Bodin'den (1530-1596) itibaren, egemenlik hakkını kullanan hükümdardan ayrı olarak "devletin soyut kişiliği" anlamında kullanılmış, 1640'lı yıllardan itibaren de popüler kullanımda "hükümdarsız devlet biçimini" ifade etmiştir.

Osmanlı Devletinde cumhuriyet fikri ilk kez 1870'li yıllarda Genç Osmanlılar ve Mithat Paşa tarafından (açıkça savunulmaksızın) tartışılmıştır.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Cumhuriyet

[Birçok yazarlar, Cumhuriyeti hem bir devlet şekli, hem bir hükümet şekli olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak Cumhuriyet, egemenliğin bir kişiye veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet şekillerinin tasnifinde kullanılan başlıca kriterlerden biri, egemenliğin kaynağı olduğuna göre, Cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğunda şüphe yoktur. Ancak Cumhuriyet, aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da kabul edilebilir. Bu anlamda Cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet sistemini anlatır. Böylece Cumhuriyet, seçim ilkesine dayanan bir hükümet sistemi anlamı taşımaktadır. Aslında, devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramlarının birbiriyle çok yakından ilgili olduğu açıktır. Egemenliğin siyasal toplumun tümünde olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının toplum iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiidir. Aynı şekilde, devletin temel organlarının seçimden çıktığı bir sistem, milli egemenlikten veya halk egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz. Türkiye'de Cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarihli «Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline Dair Kanun» «Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, cumhuriyettir» demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak tanımlamıştı. 1924 Anayasası ise «Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir» diyerek cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli anlamını vermiştir.

Şüphesiz, bir devletin adının Cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin milli egemenlik ilkesine dayanan demokratik bir hükümet sistemine sahip olduğunu göstermez. Kendisini Cumhuriyet olarak nitelendirdiği halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de, bugün de pek çok örnekleri vardır. Oysa, Türk inkılabının ortaya çıkardığı Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamında cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik cumhuriyetçiliktir. Nitekim Atatürk'e göre, «demokrasi prensibinin en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder.» (A.Afetinan, Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk'ün El yazıları, Ankara, 1969, Türk Tarih Kurumu Yayınları). Türk kamu hukuku geleneğinde de, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının birlikte düşünüldüğü gözlemlenmektedir. Nitekim 1960-61 ve 1980-82 dönemlerinde askeri idarelerin liderleri, Cumhurbaşkanı değil, Devlet Başkanı sıfatını kullanmaya özen göstermişlerdir. 1982 Anayasasının geçici birinci maddesine göre Anayasanın halkoylaması sonucu kabul edildiğinin ilanı ile birlikte, «halkoylaması tarihindeki Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatını kazan»ır.

Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel bir değer ve zihniyet farkı cumhuriyetin «vatandaşlık», monarşinin ise «uyrukluk» (tabiiyet) kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlanmış, anayasallaşmış ve demokratlaşmış olursa olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan bir takım ayrıcalık kalıntıları vardır. Mesela monarşilerde hükümdarın şahsı, kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işlemeyeceği ve hata yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği olan İngiltere'de bile bu ilke, «Kral hata yapmaz» (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Bu açıdan, Anayasamızın 10'uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesini, sadece hukuk devletinin değil, belki ondan da önce Cumhuriyetçilik ilkesinin doğal bir sonucu saymak gerekir. Bu maddeye göre, «herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.»]

Prof. Dr. Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 4. Baskı-Ankara 1995, Yetkin Yayınları, Sayfa 47-49.


["Cumhuriyet"in bir hükümet ya da devlet biçimi mi olduğu haklı olarak akla gelebilir (Bkz. Başgil A.F., Esas Teşkilat Hukuku, Türkiye Siyasi Rejim ve Anayasa Prensipleri, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1960, s. 216 ve vd. Tunaya T.Z., İkinci Meşrutiyet Rejimi ve Atatürk, İÜ İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, Yıl 2 Sayı 3, Aralık 1981 s. 104-105). Çünkü T.C. 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının 1. maddelerinde, "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" denirken, Cumhuriyet bir devlet şekli olarak kabul ediliyor. Oysa Türkiye'de Cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı Kanun'un 1. maddesi "Türkiye Devleti'nin şekli hükümeti, Cumhuriyettir" diyordu: Burada Cumhuriyet, bir hükümet biçimi olarak öngörülüyor. Bunun gibi Fransız III. Cumhuriyet Anayasasının 8. maddesine 14 Ağustos 1884 tarihli kanunla yapılan ek, 1946 Anayasasının 95. maddesi ve 1958 Anayasasının 89. maddesinin 5. fıkrası Cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak öngörmüştür. Aslında Türkiye'de 1924 Anayasasında Cumhuriyetin bir devlet şekli olarak yer alması, Saltanatın (1922) ve hilafetin (1924) kaldırılmasından sonra, buna bağlı olan çevrelere karşı bir önlem niteliğindedir. Çünkü 5 Eylül 1920 tarih ve 18 sayılı "Nisabı Müzakere Kanunu"nun 1. maddesi, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin amacının Saltanat ve hilafetin kurtarılması (istihlas) olduğunu belirtmişti. Bu bakımdan, 1924 Anayasasında, devlet şekli olarak "Cumhuriyetin", hukuki olmaktan çok siyasi bir anlamı vardır ve devlet başkanlığının, soydan gelme yolu ile bir hanedana ait olmasını önlemektedir. 1961 Anayasasında olduğu gibi, 1982 Anayasasında da, kamu hukuku tekniği açısından, aslında devletin şeklini yani tek yapılı bir devlet oluşunu belirleyen 3. maddedeki "Türkiye Devleti, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür" hükmüdür. Bu bakımdan, teknik anlamda, Cumhuriyet bir devlet biçimi olarak değil, fakat bir hükümet biçimi olarak anlaşılmak gerekir. Demokrasi ile Cumhuriyet sözcüklerinin de birbirine karıştırılmaması gerekir: Cumhuriyet bir şekil, demokrasi ise bir içerik sorunudur. Çünkü, monarşik bir yönetimin demokratik olabilmesine karşılık, Cumhuriyet yönetiminin pekala antidemokratik olması mümkündür.]

Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku (Genel Esaslar), 4. Bası-İstanbul 1997, Beta Yayınları, Sayfa 142.
#944
Atatürk ve Atatürkçülük  

Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin çağın modasına uydular. Onca kitap yazdılar. Ürettikleri ideolojileri, başka görüşlere soluk almayı yasaklayarak uygulamaya kalktılar. Onlar hem ideokrat, hem diktatördüler.

Oysa Atatürk, asla bir ideokrat olmadı; yapay ve geleceğe kapalı bir ideoloji yaratmaya kalkışmadı.

İşte kendi ağzından söyledikleri:

'Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir'. 'Türk ulusunun elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale bilimdir'. 'Bilim neredeyse oradan alacağız. Ulusun her bireyinin beynine sokacağız'. 'İzlenen yolun, akılcı, mantıklı ve özellikle bilimsel olması gerekir'. 'Bilim için sınır ve koşul yoktur'. 'Öğreti istemem, donar kalırız'. 'Biz de uygulanamaz düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlayarak, kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun maddî ve manevi olarak çağcıllaşması yolunda eylemi söz ve kuramlara üstün tuttuk'. 'Ben manevi miras olarak kalıplaşmış hiçbir düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek, aklın ve bilimin gelişmesini yadsımak olur. Beni izlemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde aklın ve bilimin rehberliğini benimserlerse benim manevi mirasçım olurlar'.

Daha ne desin?

Atatürkçülüğün kılavuzu bilimdir. Kendisi, bir çağcıllaşma biçimidir; bilimin yaşama uygulanmasıdır. Bilimin de, dolayısıyla Atatürkçülüğün de doğasında sürekli evrim vardır.

Öyleyse dünlere bakarak yarınların keşif anahtarlarını sunan, geçmişin değil, geleceğin zaman kipi olan Atatürkçülük; kendisinden başka görüşlere katlanamayan ideolojik algılarla/dayatmalarla güdükleştirilemez, 1930'lara mıhlanamaz. Atatürkçülüğün cumhuriyetten özgürlükçü/çoğulcu/katılımcı demokrasiye doğru ilerleyen saati durdurulamaz.

Evet, Atatürk, bir diktatördü. Eğer, Batı ne yaptıysa benzerini yaparak onda tükenmeden, köksüzleşmeden, 'halka karşın, halk için' yukarıdan aşağıya dikey bir devrimle, 'haraset-i fikriye'yle uygar değerleri ulusal potada eriterek Türk insanının keşfedecekseniz, bir ölçüde baskı yapmayı, çaresiz diktatör olmayı göze alacaksınız, demektir. Ne ki Atatürk, kendisine diktatör denmesine bile katlanamamıştır.

İşte öyküsü:

Cumhuriyet yedi yaşındadır. Atatürk, Yalova'da A. F. Okyar'a şöyle der: 'Bugünkü manzaramız, diktatörlüktür. Gerçi bir Meclis vardır. Fakat içte, dışta bize diktatör gözüyle bakıyorlar. Geçen yıl Ankara'ya gelen Alman yazarı E. Ludvig, bana yönetim biçimimiz hakkında tuhaf sorular sordu. Diktatörlüğümüze kanaat getirerek geri döndü. Bunu da yazdı (...) Ben Cumhuriyeti kişisel yararım için kurmadım. Hepimiz ölümlüyüz. Ölümümden sonra, arkamda kalacak kurum bir diktadır. Ben ise millete miras olarak, bir dikta kurumu bırakmak, tarihe öyle geçmek istemiyorum'.

Oysa her şey apaçıktır.

Atatürk, izlencesini her zaman TBMM'ye danışarak uyguladı. Bütün umutların söndüğü anlarda, sürekli 'irade-i milliyeyi hákim ve kuvvay-ı milliyeyi ámil' kıldı. Bu 'irade-i milliye'nin içinde, 'sofralarımızda öküzlerimizden sonra gelen' kadının yeri yoktu. İlk nüfus sayımında kadınların da sayılmasını isteyen milletvekili TBMM'de konuşturulmamıştı. Ama O direndi, tarihe maruz kalmadı, tarih yaptı, tarih yazdı.

Peki nasıl bir diktatördü Atatürk?

Duverger'nin vurguladığı üzere, ılımlı bir diktatördü. Ölçüsü belliydi: Devrimlerin gerektirdiği oranda yasal yaptırımlara başvurmak.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/ataturk-ve-ataturkculuk-haber-139067.htm


Atatürk ne totaliterdi ne de dine karşıydı 

Mussolini, Hitler, Lenin, Stalin, Franko, Salazar aynı zamanda birer totaliter önderdiler.

Ancak Atatürk asla totaliter bir önder olmadı. O, yukarıdaki mevkideşlerinin ve kurdukları düzenlerin şiddetle karşısında olmuştur, her zaman.

İşte öyküsü.

Yıl 1935. Recep Peker, Avrupa'da kimi ülkeleri dolaşır. Almanya'dan, özellikle Mussolini İtalya'sından çok etkilenir. 9.5.1935'te toplanacak olan CHP Kurultayına sunulmak üzere ayrıntılı bir tüzük ve izlence (program) hazırlar.

Tüzük ve izlence, dönemin tek partili totaliter/ideolojik yönetimlerindeki esaslara göre kaleme alınmıştır. Üyesi sınırlı, ama gücü ve yetkileri sınırsız bir kurul (heyet) tasarlanmıştır. Bütün kararları bu kurul verecektir. TBBM, devre dışı göstermelik bir kurum olacak, İtalya ve Almanya'da olduğu gibi, üniformalı gençlik örgütü kurulacaktır. Özellikle izlence çok ayrıntılıdır. Çocukların sütlerine varıncaya dek insan yaşamının her alanına el atmaktadır.

Zaten 'şeytan da bu ayrıntıda saklıdır'. Çünkü önerilen, tam anlamıyla faşizmdir.

Başbakan İnönü'nün onayladığı tüzük ve izlence Atatürk'e sunulur.

Atatürk'ün tepkisi çok şiddetlidir:

'Bu zorbalar kimlerdir? Bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, devleti ve memleketi kendi başlarına yönetecek olan yüksek meclisin azasını, bu zorbaları kimler seçecek? Bu zorbalar heyeti, kuvvet ve salahiyetlerini kimden ve nasıl alacak? Hayret, hayreti uzma... Bu ne sakat düşüncedir? Bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir (...) Neyse ki İsmet Paşa, Recep'in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş. Her şey olduğu gibi kalacak'.

Asıl şu cümle önemli: 'Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette bir gün padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler' (H. R. Soyak'ın anılarından, I, s. 57-60).

Burada şaşırtıcı olan şudur: Cumhuriyeti kuran Atatürk, demokrasinin çoğulcu boyutunun iyice belirginleşmediği 1930'larda bile önsezisiyle özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi savunuyor.

Kuşkusuz bu görüş, 1961 ve 1982 anayasalarına aykırıdır. Ama olay, yaşanmıştır, gerçektir; inanılmaz bir ufku yansıtmaktadır.

Atatürk'ün karşı çıkmasıyla olası faşizm önlenir.

Atatürk'ün İslám diniyle ilgili görüşleri de biliniyor. Ama bu ilişki ya sömürülmüş ya da O haksız yere İslám'ın düşmanı gibi gösterilmiştir.

İşte öyküsü.

Fuat Köprülü, büyük bir bilim adamıdır. Onun başkanlığında bir 'Dinde Reform Kurulu' oluşturulmuştur. Kurul masa ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk'e sunar. Atatürk öfkelenir: 'Dinde reformu, der, din kendi içinde din insanlarıyla yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Luther değilim.' Kurulu kaldırır.

Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter, Atatürkçülük ideoloji, totalitarizm değildir.

Tek kişinin yapacağı bir işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır. Ama aslında dokuz kişi işsizdir. Ekonomide buna 'gizli işsizlik' denir. Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak algılayıp onu bir totalitarizme dönüştürenler de aslında Atatürk'ü severken boğan gizli antikemalistlerdir.

Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü gizli antikemalislerden kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak gerek. O zaman sadece Avrupa Birliğinin değil, bütün kapıların açıldığını, Atatürkçülüğün tam demokrasiye geçmede gerçek işlevini yerine getirdiği görülecektir.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/ataturk-ne-totaliterdi-ne-de-dine-karsiydi-haber-139066.htm
#945
Anayasa Mahkemesinin karar(lar)ı sonrası dış dünyada oluşan izlenimler/kanılar  

Anayasa Mahkemesinin (AYM) karar(lar)ı sonrası dış basında yazılanlar, söylenenler, yıllardır hukukun üstünlüğü için çırpınan Türk halkını; bütün dünyada, özellikle AB ve demokratik ülkeler karşısında güç durumda bırakmıştır.

İşte birkaç değerlendirme: 'Kendilerini ulusun kurtarıcısı olarak sunan askerler, (cumhurbaşkanı) oylamasının geçersizliği konusunda bütün ağırlıklarını ortaya koydular (...) Uyarı, (AYM'nin) on bir üyesini baskı altına almıştır. Bunlardan yedisi generallerin yakını olan Cumhurbaşkanı tarafından atanmıştır (...) Ordunun bildirisi Yüce Mahkemeyi etkilemiştir. Karar, Türk yargı sistemine ve demokrasiye ağır bir darbe, hukuk devleti ve yargıya inancın örselenmesi, azınlığın çoğunluğa baskısı, Anayasaya aykırı, Türkiye'de yüce yargının her zaman Ortodoks Kemalizmin inatçı bekçisi olduğunun kanıtıdır(...) 'Gül'ün adaylığına karşı ordunun demokratik olmayan ve yargının karar darbesiyle peçelenmiş müdahalesi...' (Türkiye-AB Komisyonu Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk ile yazarlar M. Nureddin, Thierry Oberlé, Sophie Shibab vb.).

Dikkat ediniz. Bu görüşlerde beş noktaya parmak basılıyor: 1-Ordunun müdahalesi. 2-Yargı kararının; a-ordunun baskısıyla ve b-ortodoks bir ideolojiyle verildiği. 3-Yargının kararıyla ordu müdahalesinin meşrulaştırılmak istendiği. 4-Yargıya güvenin yitirildiği.

Hukuka bağlı bir devlet, uygar bir toplum, bu yargıları çürütmek zorundadır.

Bu yargılardan en acımasızı, kanımca Atatürkçülük ile ilgili olanıdır.

O Atatürk ki, Atatürkçülüğü şöyle özetlemiştir: 'Ben değişmez bir düstur/dogma bırakmıyorum. Dogmacılık, sürgit değişen bilime aykırıdır. Bilimi izleyenler, beni izlemiş olurlar'.

Değişen bilim ise elbette hiçbir zaman katı bir ideoloji değildir.

Eğer Atatürk, yargının hukuka (bilime) göre değil, kendisine mal edilen tutucu bir ideolojiye ve yerindelik ölçütüne göre karar verdiği izlenimini görseydi, hiç kuşkusuz kahrolur, kıyameti koparırdı.

Hukuka kıymak, bilimi izlememektir; Atatürkçülüğe de kıymaktır.

Geliniz. İkisine de kıymayalım.

Türkiye'de üstünlerin değil, hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerli olduğunu kanıtlayalım. Yargı/yargıç, elbette kimsenin aracı olamaz. Türkiye'de de olmamıştır. Olamaz da. Çünkü yargı, devletin her türlü işlemlerini, bireylerin eylemlerini hukuk süzgecinden geçirerek, sistemi arındırır/meşrulaştırır.

Yargının bağımsız/yansız ve hukuka bağlı olmadığı izlenimini uyandırması bile sistemi kirletmeye yeter.

Yargı(çlar) dahil, başına buyruk olanları hukukun içine çeken biricik güç, yansızlıktan ve nesnellikten sapmayan bağımsız yargıdır.

Başı darda olanların/ezilenlerin iki sığınağı vardır: Nesnel hukuk ve onu yaşama geçirebilen yargı.

Bu sığınaklardan yoksun toplumlarda hiç kimse yarınından emin olamaz; 'Berlin'de yargıçlar var' diyemez.

Diyemezse tartışma rejimin içinden üzerine kayar.

Bilgi çağını yakalamalıyız. Ülkemizi, 'bilim başka, uygulama başka' aldatmacasıyla kendilerini avutanların, bilimi küçümseyerek sözde Atatürkçü geçinenlerin diyarı olmaktan çıkarmalıyız.

Hukuk, binlerce yıllık incelemelerin, deneyimlerin ürünüdür. Hukuk dili, binlerce beyinden damıtılan süzme kavramlar dilidir. Kullanırken onların içeriklerini ve sınırlarını iyi bilmezsek, kuşkulanıp bilgimizi denetlemeden uygulamaya geçersek, kesinkes yanılırız.

AYM, bu yüzden yanıldı.

Daha önceleri Yüce Mahkemenin doyurucu ve çığır açıcı bir gerekçeyle karşımıza çıkmasını dilemiştim.

27 Haziran 2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan karar, bu dileğimi gerçekleştirmek şöyle dursun, beni düş kırıklığına uğrattı. Hukukun temel kavramlarının içleri boşaltılmış, ilkeleri dışlanmıştı.

Hele hele temel gerekçeyi beslemek savıyla yazılmış, uydurma kavramlar ve dil yanılgılarıyla sakatlanmış 'ek(lemleme) gerekçeler', bu düş kırıklığımı, umutsuzluğa dönüştürdüler.

Ülkem ve yargı adına kahroldum.

Özür: 9 Temmuz 2007 tarihli yazıda yazı başlığı 'Kararlar sonrası birbirine karşıt değerlendirmeler' iken eksik ve yabancı dildeki aksanlar ters çıkmış; dip notlarının ait oldukları yerler belirtilmemiştir. Özür dilerim (S.S).

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesinin-karar-lar-i-sonrasi-dis-dunyada-olusan-izlenimler-kanilar-haber-139075.htm
#946
Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-1  

Anayasa Mahkemesi, 27 yıl önce ortaya atılan(1) ve fakat hukuka ve etiğe aykırı biçimde kaynağı gösterilmeyerek altı ay önce diriltilen 102. maddede aranan (toplantı) yetersayısı ile ilgili iptal ve durdurma kararları verdi. İkincisi RG'de yayımlandı.

Sorun en azından 10 yıl için bitti.

Ama tartışma bitmedi, bitmeyecek de.

Yüce Mahkemenin kararları, eğer günlerden beri sergilenen nedenlerin dışında bir gerekçeye dayanmıyorsa(2), bende kimi çağrışımlar uyandırdı, düş kırıklıkları yarattı.

İlkin çağrışımlara değineyim.

Yıl 1990. Merhum Prof. Dr. Sahir Erman'dan bir mektup aldım.

1983'te Roma Hukuk fakültesinde konuk profesördür, Erman. İtalya'dan alınan Ceza Yasamızın nasıl uygulandığı konusunda bir konuşma istenir. Erman en güzel kararları seçerek konuşur.(3) Konuşmanın sonunda homurdanmalar başlar. Bir ara sonradan Adalet Bakanlığı da yapan Prof. Conso, Türk yargıçlarının hukuk öğrenimi alıp almadıklarını sorar. Erman 'elbette' deyince Conso, 'Öyleyse neden böyle kararlar çıkıyor? Demek hukukun en basit kavramlarını öğretememişsiniz' diye çıkışır. Erman'ın en acı anılarından biridir bu olay. Milliyet'te de daha sonra yazdı, bu anıyı.

Ancel, 1980'de 'İtalyan Ceza Yasası, Türk uygulamasında yozlaştırılmıştır' diyordu.

Rahmetli Hocam Erem, Belçika Kongosu'ndan Prof. Bolongo'nun yapıtını inceledikten sonra 'Bunlar bizi geçmiş. Onca yıl ders verdim. Başarısız mıydım?' diye sormuştu, bana. Üzgündü elbette.

Bu eleştirilerin nedeni belliydi. Ülkemde hemen hemen hiçbir hukuk kavram yerleşmemişti. Bir örnek yeterli, bunu anlatmaya. Yargılamanın en önemli evresi 'tartışma'dır. Onu bile 'dur' kökünden türetmişlerin, karşılıklı durmayı anlatan işteş bir eyleme dönüştürmüşlerin ülkesidir, burası. Gülmece değil bu, ağlanası bir gerçektir.

Nur içinde yatsınlar. Rahmetli Kunter'e ve Dönmezer'e 'Ülkemdeki hukuk uygulamasını yaşadıkça, fakülte öğreniminin gereksizliğine inanıyorum' dediğimde birincisi gülmüş, ikincisi 'sabırlı ol' demişti.

Peki ne zamana dek?

Onlar, hukuka büyük katkılarda bulundular. Dilerim bir gün işe yararlar.

İkinci olarak, kararlar bende düş kırıklıkları yarattı.

Her şeyden önce, Yüce Mahkeme, 'küresel anlamda bir yorum anlayışı'nı geliştirmek şöyle dursun, kanımca yorumun başat kurallarını bile yıktı.

6 eylül 2001 adli yıl açış konuşmamda genç meslektaşlarıma şöyle seslenmiştim: 'Hukukçunun tek efendisi vardır: Hukuk. Hukuk, bir yasalar yığını değil, iç mantığı tutarlı bir bütündür, bir sistemdir. Yasa hükümlerine titreyen ellerle yaklaşın. Onları yorumlarken, bir kişi değil, bir kurum olduğunuzu unutmayın (...) Normları sistemle ve öbür normlarla sürtüşmeyecek biçimde yorumlayın. Yasaları yasa koyucular çıkarırlar. Ama hukuku yargıçlar yaparlar. Hukuk zor bir bilim, hukukçuluk gerilimli bir meslek, ama inceliği olan bir sanattır. Hukuku kristal özeniyle koruyun. Zorlu sorunlar karşısında, örtmecelere ve dolambaçlı söz kalabalığına asla sığınmayın. Hedefe bilimsel çizgiden yürüyün. Yargı erkini kullanmak, kolay değildir (...) Toplumsal çılgınlıkların egemen olduğu dönemlerde bile, (...) hukuka bağlılığın yürekliliği, kararlılığı içinde olmalısınız (...) 'İnsan, yaptığıdır' (Malraux). Hukuk bayrağını sizden sonraki kuşaklara teslim ederken, 'yaptıklarım, hukuksal yaşamım, yapıtım olan kararlarım üzerine ant içerim ki, hiçbir çıkarı ve beklentiyi gözetmeden, hukuku ödünsüz uyguladım' diyebiliyorsanız, yargısal soy kütüğünüz temiz demektir (...) Hukukta uyuşmazlık hukukun hasta kesimidir. Bu hastalığı ancak, kökleri hukukun derinliklerinde bulunan, dalları geleceğe yönelik adil ve tutarlı bir yapıtla iyileştirebilirsiniz. Bütün çağcıl değerlerin özü demek olan hukukun üstünlüğünü bireylere ve devlete ancak böylelikle aşılayabilirsiniz'.

Kasım 2006'da öğrencilerime hukukta yorumu anlatırken şunları söylemiştim: 'Yorumun ontolojik temeli, yasal metindir; 'yasalar, sözcüklere kazınmıştır' (E. Pound). Ozanların bile bildikleri bu ilke, yazılı hükümlerin yorumu ile ilgili '1978 Louisiana Günleri'nin 'bireşim raporu'nda, yaklaşık bin katılımcının tarafından altın kural olarak desteklenmiş; genetik, sistematik, amaçsal dahil, bütün yorum yöntemlerinin yazılı metinden yola çıkması, metnin içinde kalması gerektiği vurgulanmıştır. Frankfurter'in üç öğüdünü unutmayın: Yasal hükmü 'okuyun, okuyun, okuyun'. Yasal metnin koordinatlarını aşmaya ve dolanmaya kalkışmayın. Bu, yasal haddi aşmak, yazılı hükmün normokratik, telokratik, etokratik işlevlerini yok etmek demektir. Yorum, kurallara bağlı bir yetkidir (arbitrium regulatum), keyfi yetki (plenum arbitrium) değildir. Yasa koyucunun gönlünden geçtiğini saptasanız bile metinde olmayan bir sözü metne eklemeyin. Bu, erkler ayrılığı ilkesini çiğnemektir; yetki aşımıdır. Yasal metnin biraz ötesi sizi, halk yönetiminden/demokrasiden yargıçlar yönetimine/dikastokrasiye kaydırır. O zaman tartışma, rejimin içinden üzerine taşınmış olur.

Daha bitmedi. Konuyu sürdüreceğim.

1- Türk Parlamento Hukukunun Kaynakları ve İlgili Anayasa Mahkemesi Kararları, İstanbul, 1980, s. 167,.

2- Dilerim, Yüce Mahkeme, herkesi doyurucu, çığır açıcı bir gerekçeyle, bir başyapıtla karşımıza çıkar, hepimizi utandırır. O zaman, kendi adıma ben de, bir yazı daha yazar; özür diler, teşekkürlerimi/minnetlerimi açıklarım.

3 - Bu konuşma İtalya'da basıldı.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-1-haber-139086.htm


Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-II  

Sıkı kurallara bağlı düşünsel bir etkinlik olan hukukta yorumu işlerken, Kasım 2006'da öğrencilerime özenle ve özetle şunları söylemiştim: 'Hukukta yorumla ilgili 1978 'Louisiana Günleri'nin 'bireşim/sentez raporu'nda, genetik, sistematik, amaçsal dahil, bütün yorum yöntemlerinin/türlerinin 'ontolojik temelinin yazılı-yasal metin' bulunduğu, yorumun metin içinde kalması gerektiği bütün hukukçularca oybirliğiyle benimsenmiştir. Yasal metin varsa, yorum da vardır, yasal metin yoksa yorum da yoktur. Yorumcu, yasal metnin asla dışına çıkamaz. Ona asla yeni sözcükler ekleyemez; onda var olan sözcükleri asla yok sayamaz. Gény'den Duguit'ye, Garraud'ya, Tarello'ya dek bütün büyük hukukçular ve yorumcular, yorum konusuna girerken böyle başlarlar, söylerler ve yazarlar. Bunları hiçbir zaman unutmamalısınız'.

Anayasa Mahkememiz ise, yazılı anayasal metne; yorumbilimin (hermeneutik) koyduğu yasakları ve bireşim raporunun altın kuralını çiğneyerek, hukuk mantığı yerine aşağıda değineceğim I. James'in doğal mantığını kullanarak, yeni sözcükler eklemiş; yorumbilimi, beni ve öğrencilerimi görkemli biçimde (ama kanımca sözde) yalanlamış; mahcup etmiştir (!).

Bu koşullarda benim acaba hukuktan, bilimden, özellikle yorumbilimden ve öğrencilerimden özür dilemem mi gerekir?

Bu soruya sağlıklı yanıt verebilmek için izninizle ilkin hukuk tarihinde zorbaların, sonra üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçişin kimi örneklerini, yaşanan gelişmeleri/evreleri, kişisel anılarımı aktarmak istiyorum.

MÖ 390. Galyalılar Roma'yı kuşatırlar. Direniş yedi ay sürer. Galyalı Başbuğ Brennus, belli ölçüde altın verilirse kuşatmayı kaldıracağını bildirir. Altınlar tartılırken 80 Romalı senatör hileli tartmaya karşı çıkınca Brennus, kılıcını çekerek terazinin öbür kefesine atar ve haykırır: 'Vae victis!' (yazıklar olsun şu acınası yeniklere).

Sonuç bellidir. Sözde bir terazi vardır. Ama güçlünün/zorbanın istediği olacaktır. Olur da. Çünkü, 'silahlar konuştuğu zaman yasalar (hukuk) susar' (inter arma silent leges); 'zora karşı hukuk çaresizdir' (contra vim non valet jus).

Ortada ne hukuk ne yargı ne yargı bağımsızlığı, dolayısıyla ne de adalet vardır. Sadece üstünlerin/zorbaların hukuku vardır. O kadar.

Hukuk tarihinin birinci evresidir, bu.

Yıl 1612. İngiltere. Birini tutuklama konusunda Kilise Mahkemesi ile laik mahkeme çatışırlar. Olaya el koyan Kral I. James ile Başpiskopos Canterbury şu görüştedirler: 'Kral, her zaman Kral adına hüküm kuran yargıçların yerine geçerek karar verebilir'. Üst Mahkeme Başkanı Coke, bu görüşe karşı çıkar: 'Kral, İngiliz hukukuna göre hiçbir davada karar veremez. Dava, hukuka göre ve sadece mahkemelerce çözülebilir'. Doğal hukuk öğrenimi görmüş olan Kral, hukukun (yalnızca) akla dayandığını, uyuşmazlığı çözmek için aklın yeterli olduğunu söyleyince Başyargıç Coke, Kralın doğa hakkında yetkin bir bilgisi olduğuna inandığını, ancak kişilerin yaşam, miras ve mallarına ilişkin hakları ile ilgili davaları çözmek için doğal aklın yetersiz olduğunu, hukuk öğrenimiyle, uzun araştırmalarla, uygulama deneyimleriyle ulaşılabilen hukuksal akla gerek bulunduğunu söyler. Kral, öfkelenir ve 'Ben Kralım. Kralın yasalara bağlı olduğunu ileri sürmek hainliktir' diye haykırınca Başyargıç Coke, hukuk tarihine geçen şu yanıtı verir: 'Hiç kuşkusuz Majesteleri hiçbir kişiye bağlı değildir. Ancak herkes gibi Kral da yasalara uymak zorundadır'.

Coke'un bu son sözlerini yansıtan resim, ABD Yüksek Mahkemesinin kapısına kazınmıştır.

Böylece hukukun üstünlüğü ilkesinin temeli atılmıştır. Artık bundan böyle, sadece köylüler, kentliler, yoksullar, zenginler, soylular, soylu olmayanlar değil, toplumun hangi katmanından olursa olsun, herkes, bu arada kaptan köşkünde oturanlar, hatta krallar bile hukuka uyacaklardır.

Üstünlerin hukuku, daha doğrusu hukuksuzluğu/başına buyrukluğu dönemleri geride kalmış, hukukun üstünlüğü çağı ve hukuk karşısında herkesin eşitliği evresi başlamıştır.

Ülkemin bu evreleri aştığı kanısındayım.

Ama ey okur! Şimdi sana şu soruyu yöneltmek istiyorum: 'Anayasa Mahkememiz yorumun ontolojik temeline, altın kuralına uymuş mudur? Kimseyi incitmeden ne demeliyiz? Özellikle ben, hukuktan, bilimden, özellikle yorumbilimden, öğrencilerimden özür dileyeyim mi? Ben değilsem kim özür dilemeli?'

Dilerseniz, yanıtlamakta ivecen olmayın. Yazacaklarımı bekleyin biraz daha.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-ii-haber-139085.htm


Anayasa Mahkemesi kararlarının yarattığı çağrışımlar ve düş kırıklıkları-III  

18. yüzyıl. Prusya Kralı Büyük Frederik (II) Sans-Souci Sarayının bahçesini genişletmek için bir köylünün değirmenini satın almak ister. Buraya kadar her şey hukuksaldır. Değirmenci direnir. Kral, 'Ben Kralım. Zorla alırım' der. İşte tam bu noktada hukuk tükenmiş, zorbalık başlamıştır. Ne ki, değirmenci hukuk tarihine geçen şu yanıtı vermiştir Krala: 'Berlin'de yargıçlar var!'

Demek, 18. yüzyılda bile, Prusyalı değirmencilerin sığınacağı iki kurum dimdik ayaktadır: Hukuk ve yargı. Hukuk nesneldir; herkesin ve her şeyin üzerindedir. Kral II. (Büyük) Frederik de hukuka uyacaktır, yargıçlar da, değirmenci de. Prusya'da herkes nesnel hukuka ve bağımsız/yansız yargıçlara güvenmektedir.

Yeni bir dönemin başlangıcıdır, bu: Hukuk her gücün, herkesin üzerindedir. Artık hiç kimse Brennus'lardan, I. James'lerden, Büyük Kral denilen II. Frederik'lerden korkmamaktadır.

Yine 18. yüzyıl. Montesquieu'nün 'Yasaların Özü Hakkında' adlı yapıtı yayımlanmıştır. 'Erkler ayrılığı ilkesi'ni en katı biçimde savunan düşünüre göre, 'yargıç, yasa koyucunun/yasanın sadece ağzıdır; yasayı yorumlayamaz'. Çömezi Beccaria da aynı görüştedir.

19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları. İlke değişir: 'Yasaları yasama, hukuku yargıç(lar) yapar. Çünkü hukuku yorum tekeli, yargıcındır'. Öyle ki, İngiliz yargıçlarına yasamanın yasayı oluştururken dayandıkları gerekçeyi öğrenmeleri bile yasaklanmıştır.

Ancak bu tekelin duyarlı ve değişmez bir sınırı vardır: Yargıç, hukuku soğukkanlı mantığı içinde yorumlarken, erkler ayrılığı ilkesini çiğnememeli, asla 'yetki aşımı'na, 'yetki yağması'na kalkışmamalıdır.

İki örnek vereyim.

Yıl 1967. Fransa'da bir yargıç, Ticari Kira Yasasına göre yerinde bir hüküm kurmuş; ancak gerekçede Yasayı eleştirmiştir: 'İğreti tutkulardan esinlenen ve ölçüsüz ayrıklar getiren Yasa, korkunç sonuçlara yol açacaktır'.

Fransız Yargıtayı, 'Yargıç, yazılı hukuka uymakla yükümlüdür. Yargı kararında yasayı eleştirmek yetki aşımıdır ve erkler ayrılığı ilkesine aykırıdır' gerekçesiyle kararı bozar; kesinleşmesine izin vermez (30.5.1967). Bozma kararı doğrudur. Çünkü bir yargıç, bir makalede hukukçu olarak yasaları elbette eleştirebilir, eleştirmelidir de. Ama yargı kararında eleştiremez. Hüküm kuran 'yargıcın görevi, adaleti lütfetmek değil, yasaları (doğru yorumlamak), doğru uygulamaktır' (Sokrates). Çünkü 'yasalara, doğru oldukları için değil, sadece yasa oldukları için uyulur.' (Montaigne). Bu bilince erişmemiş biri, yargıçlık yeterliliğinden yoksundur.

İkinci örnek: Eylül 1989. Fransız Yargıtay Başkanı Drai'yle odasında baş başayız. Fransız Yargıtayının özellikle iki kararını eleştiriyorum.

Birincisi şu: Alman Yargıtayı elektrik enerjisini mal kavramına sokmamış, ancak yasal düzenlemeden sonra eylem, hırsızlık sayılabilmişti. Fransız Yargıtayı ise bu konuda çok geç kalmıştı.

Biz ise bunu kolayca başarmıştık.

İkincisi de şu: 19. yüzyılın sonlarında Fransız Cumhurbaşkanı Grèvy'nin damadı Wilson, kayınbabasının nüfuzunu kullanmış, birçok kişiye nişan dağıtacağı sözünü vererek çıkar sağlamış, ancak yargı bunu dolandırıcılık suçuna sokamamış, damat aklanmıştı. Karara tepki büyüktü. Yasa koyucu 1889'da 'nüfuz ticareti suçu'nu düzenleyerek boşluğu doldurdu. Ancak, kanımca bir boşluk yoktu. Nitekim, kimi yazarlara göre karar yanlıştı, çünkü eylem dolandırıcılık suçuna girmekteydi. Nüfuz ticareti ile dolandırıcılık suçları arasında sadece özel-genel hüküm ilişkisi bulunmakta idi.

O halde?

Başkan Drai, yerinden kalktı. Bir önceki yıl yaptığı konuşmadaki 'Yargıçlar, yorum yaparlarken yasaların üzerine çıkamazlar' cümlesini okudu ve ekledi:

-Yorum, elbette yargının tekelindedir. Ama başına buyrukluk değildir. Şunu asla unutmayın. Avrupa, erkler ayrılığı ilkesinin babaları olan Locke'ların, Montesquieu'lerin anakarasıdır. Yargıç yorum yaparken yasal metnin içinde kalmak zorundadır. Onu aşarsa, yasa koyucunun yerine geçmiş, erkler ayrılığı ilkesini çiğnemiş olur. Sizin de bizim hukuk ailesi içinde olduğunuzu sanıyorum.

Drai varsın öyle sana dursun.

'Biz bize benzeriz'. Türk yargıçları olarak kararlar veririz bizler. Sözgelimi, yasal düzenlemeleri beklemeden, İçtihatları Birleştirme Büyük Kurulunu toplar, 'telefon hattına saplama yaparak konuşma yapmayı', yani 'hizmet'i bile 'mal' kavramına sokar, eylemi hırsızlık diye niteler (6.4.1990, 2/2), isterse ceza yasası olsun, yasada boşluk varsa, örnekseme yöntemiyle onu bir çırpıda doldurur, işi çözeriz. Varsın bilim adamları; erkler ayrılığı, yasallık, ceza hukukunda örnekseme (kıyas) yasağı ilkelerinin çiğnendiğini ileri sürsünler. Varsın, hukuk dünyasının yüreği ağzına gelsin. Varsın, yurttaşlar, yarınlarını, kendilerini güvenceden yoksun görsünler.

Telaşa gerek yok. Yedi ayda yeni bir T. Ceza Yasası yapar, yasalık ilkesini düzenleyen 2. maddesine örnekseme yasağı ilkesini getirir, gerekçesinde de kendi kararlarımızı çürütmek pahasına özetle şunları yazar, sorunu çözeriz: Yargı, ceza hukukunda yorum yaparken örnekseme yasağını çiğnerse, hiçbir birey yarınından emin olamaz, özgürlükler tehlikeye düşer, güvenceden yoksun kalır.

Örneklerimiz öylesine çok ki! 2002'de bile bir mahkeme kararını, sanki bir kaymakamın iddianamesi sanmış ve 'yokluk' yaptırımıyla sakat saymıştık.

Şaşmıyorum bunlara. Çünkü benim ülkemde Montesquieu'lerin, Gèny'lerin, Drai'lerin, Radbruch'ların, Duguit'lerin ve benzerlerinin ilkeleri değil, kimileyin eski dönemlerin alışkanlıkları, kimileyin dikastokrasinin yaklaşımları yaşanıyor, hálá.

Hukuk, Avrupalı, yeni mi yeni. Ama alışkanlıklar/yaklaşımlar eski mi eski.

Çaresiz, yeni kuşaklar yetişinceye dek, yeni anlayışlar, yeni yaklaşımlar boy verinceye dek katlanacağız bunlara.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/anayasa-mahkemesi-kararlarinin-yarattigi-cagrisimlar-ve-dus-kirikliklari-iii-haber-139084.htm
#947
Yansızlık / Nesnellik üzerine 

Kolay değildir, yansız/nesnel bakışa ulaşmak. İnsanın çevresine ve kendine karşı bağımsızlığını ilan etmesidir, bu.

Özellikle iki insan, bilim adamı ve yargıç, yansız olmak için bağımsız olmak zorundadır. Topluma karşı, kendi inançlarına/görüşlerine karşı. Bağımsızlık, gerçek bilgiye/bilime ve doğru hukuka/yargıya ulaşmak için bir araç-değerdir.

Kendi zaaflarınıza kıymaya hazır değilseniz, ne yargıç olun ne de bilim adamı.

Spencer, gerçeğe/doğruya ulaşabilmek için aile, yurt, din sevgisi ya da bağımlılığı gibi önyargı kaynağı etkenlerden sıyrılmasını salık vermiş; Bachelard, önceki bilgi kırıntılarından kendisini arındıramayan bir beynin gerçeklere ulaşmak için çok yaşlı olduğunu söylemiş; Husserl, bunları ayraç içine almayı önermiştir.

Bilim adamı, ulaştığı gerçekleri dış dünyaya eğip bükmeden yansıtmak zorundadır. Yargıç hukukun ne dediğini, yasanın bütün zamanlar için geçerli temel/nesnel mantığına (ratio legis) göre, söyleyecektir. Hem de kimileyin yüreği yana yana. Çünkü yargıcın yazılı hukuku beğenmeme/uygulamadan çekme hakkı yoktur. Bilim adamı gerçekleri yansıtırken, yargıç yasayı yorumlarken artık bir kişi değil, bir kurumdur. Bilim adamı da, yargıç da, her tür güç ve etken karşısında üçüncü kişidirler. Bunun adı 'nesnel/görevsel/kurumsal yansızlık ilkesi'dir. Özellikle hukukta 'herkesin yasa önünde eşitliği'ni bu ilke sağlar.

Nesnellik/yansızlık için bu da yetmez. Bu ilkenin bir başka ilkeyle bütünleşmesi gerekir. Çünkü kendi inançlarını/görüşlerini laboratuarının ya da duruşma salonunun eşiğinde bırakamayan bir bilim adamı ya da yargıç, ne gerçek bilgilere ne de doğru kararlara ulaşabilir. Cüppesini giyen bilim adamının da, yargıcın da gerçek bilgi ve doğru karar uğruna kendi inançlarına, görüşlerine, hatta duygularına karşı da bağımsız olmaları, tutkuları ve önyargılarıyla yüklü insanı silmeleri zorunludur. Dış ve iç dünyanın şeytanlarına karşı direnmenin başka yolu yoktur.

Bunun adı da 'öznel/bireysel yansızlık' ya da 'kişisellikten arınmışlık ilkesi'dir. Bu sayede 'bilimde evrensellik ilkesi', hukukta adalet terazisindeki tartının değişmezliği ve 'yasa herkes için eşit uygulanır ilkesi' yaşama geçirilmiş olur.

Bilim adamı ve yargıcı kucaklayan bir örnek vermek istiyorum.

Saburo İenega bir bilim adamı, Japon tarihçisidir. 'Japon Tarihi' adlı yapıtında Japon ordusunun Çin'de, Singapur'da 2. Dünya Savaşı'nda kimyasal silah kullanarak suç işlediğini yazmış, yönetim kitabın okullarda okutulmasını yasaklamıştır. Ancak Japon Yüksek Mahkemesi, bilimsel/tarihsel gerçeklerin yasaklanamayacağına karar vererek yönetimin işlemini iptal etmiştir.

Burada Japon tarihçi hiç kuşkusuz, çok sevdiği ulusuna ve ülkesinin yararlarına karşın, gerçek bilgiyi yansıtmaktan vazgeçmemiştir. Japon Yüksek Mahkemesi yargıçları da öyle. Onlar da elbette ülkeleri, ulusları üzerine titremektedirler. Ancak, onların görevi, ülkelerini/uluslarını kurtarmak değil; hukuku kurtarmaktır. Bu nedenlerle nesnel mantıkla hukuka göre karar vermişlerdir.

Görülüyor ki bilim adamı için de, yargıç için de düşünsel, etik, toplumsal ve mesleksel boyutuyla yansızlık/nesnellik ilkesi vazgeçilmez bir değerdir.

Eğer bu değerler göz ardı edilirlerse, o ülkede bilim de, hukuk da sıkı düzen ideolojilere kurban edilmiş, bilimsel gerçekler ve doğru hukuk toplumdan gizlenmiş; son çözümlemede halk sahte ve ikiyüzlü bir düzenin kucağına teslim edilmiş olur.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/yansizlik-nesnellik-uzerine-haber-139119.htm
#948
Demokrat insanı yaratmak  

Bir dostumla televizyondaki tartışmayı izliyoruz. Konuşmacılardan biriyle ters düşüyor o. Karşı görüşü savunan konuştukça sövüyor.

Tartışma bitince Sokratik yönteme özenerek sorguluyorum dostumu:

-Sövdüğün kişinin yüzü, saçları, gözleri, ağzı, burnu seninkilere benziyor mu?

-Kardeşim değil. Niye benzesin ki?

-Peki, yumurta ikizi kardeşin olsaydı tıpkıbasımın olmasını ister miydin?

-Asla.

-Demek beyinlerinizin de benzemezliğini kabul ediyorsun ve istemiyorsun.

-Elbette.

-Öyleyse farklı beyinlerinizin farklı düşünceler üretmelerini niçin kabul edemiyorsun?

Gülümsemekle yetiniyor.

Sıklıkla yaşadığımız, bizler için nedense sıradan bir olay, bu.

Oysa bu olay, özünde hem doğaya, hem ahlaka, hem hukuka, hem de Türkçe'ye aykırıdır.

Doğaya aykırı. Çünkü, etkinliği düşünmek olan beyinler başka başka. Ürettikleri düşüncelerin de başka başka olması öylesine doğal ki.

Ahlaka aykırı. Çünkü, yaratıkların en onurlusu olan insanın dokunulamaz özgür alanına, beynine ve ürünlerine saldırı.

Hukuka aykırı. Çünkü, sövme suçtur. Ayrıca anayasalar, bırakınız sövmeyi, düşüncelerin/inançların/kanıların 'kınanmalarını' bile yasaklamışlardır (Anayasa, m. 25).

Yıllarca önceydi. Üçü Fransız, biri Polonyalı, biri Türk beş hukukçu tartışıyorduk. İçimizden biri, Polonyalı yargıca: 'Evet, ama ne yazık ki komünistsiniz!' demez mi?

Buna herkes tepki gösterdi. Çünkü, doğaya, ahlaka, hukuka aykırı bir kınama yargısı ile sakattı söylenen: 'Ne yazık ki'. Komünizm, her görüş ve düzen gibi, eleştirilebilirdi. Ama kınanamazdı.

Evet, yukarıdaki olay Türkçe'ye de aykırı. Çünkü, 'tartışmak', işteş bir eylemdir. Sizin görüşünüzü karşınızdaki tartacak, onun görüşünü siz tartacaksınız. Bu karşılıklı eylemin adı, 'tartışmak'tır. Demek, karşılıklı tartma yoksa tartışma da yoktur. Bireşim (sentez) hiç yoktur.

Bu olgulardan yola çıkarak demokrat insanın resmini çizebilir ve kendimizi sınavdan geçirebiliriz.

Demokrat insan, her şeyden önce sağlıklı tartışmanın değerini bilen, onu başaran insandır.

Bu da yetmez.

Demokrat insan, görüşleriyle, davranışlarıyla kendisini ve toplumu sarsan, hatta inciten 'öteki'nin;

-kendisiyle eşdeğer olduğunu kabul eden,

-o görüş ve davranışları dış dünyaya yansıtma hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde kendisini hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkan, özlü deyişle Voltaire bilincini kazanmış insandır.

Tersini yapıyor, için için seviniyorsa o insan, bir faşisttir.

Bu berikileri/faşistleri azaltalım. Ama onları bile bütünüyle tüketmeyelim.

Çünkü, onlara gereksinmemiz var. Demokrat insanın fotoğrafının karanlık yüzünü bilmezsek demokrat insanın aydınlık yüzünün değerini anlayamayız. Zira demokrat insan, faşistlerin bile hak ve özgürlüklerini savunduğu için de demokrat insandır.

Faşist insan ise, kendisinden başkasının hak ve özgürlüklerine yaşama hakkı tanımadığı için faşisttir.

Bırakınız, sokaktaki sıradan insanları, en yüksek katlarda dahi, soğukkanlılıkla değerlendirilmesi gereken görüşleri/kanıları kınamanın bile ötesine geçerek söverek karşılayanlara rastlıyoruz.

Bu kötü alışkanlıklar/örnekler bir veba salgını gibi her alanı kuşatıyorlar. Bu yüzden çoğu insan, görüş sergilemeyi, kimileyin bir yüreklilik, kimileyin bir güç gösterisi olarak algılıyor; benimsediği anlayışın karşıtını ezmesi isterisiyle tartışmayı, önce sövüşmeye, sonra da dövüşmeye dönüştürüyor.

Bindiği dalı kesenler, meyveleri devşiremezler.

Yapılacak iş, demokrat insanı yaratmak ve çoğaltmaktır.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/demokrat-insani-yaratmak-haber-139121.htm
#949
Sanal yasak 

Yıllardan beri Türkiye bir yasağı tartışıyor. Tartışmanın sağlıklı sürdüğü, süreceği kuşkulu. Çünkü, alevlenen son tartışmada şimdiden ürkütücü kaygılar, karşılıklı ölümcül suçlamalar başladı, savaş baltaları çekildi bile.

Yasağın adı: Üniversitede türban.

1-Yasağın hukuksal dayanağı:

Yok. Çünkü Yüksek Öğretim Kurumu Yasasının (YÖKY) ek 17. maddesine göre, 'Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak koşulu ile yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir'.

Bu hukuksal çözüm doğru. Çünkü, üniversite sözcüğünün karşılığı 'evrenkent'.

Evren, her tür yaratığı barındırır, içselleştirir. Dışlamaz.

Kent ise, bütün insanları barındırır.

Kavram olarak 'evrenkent', görüş ve inancı ne olursa olsun, ayrım gözetmeden her tür insanı barındırır, içselleştirir. Dışlayamaz. En özgür (olması zorunlu) ortamdır.

Bu yüzden gelişmiş ülkelerin üniversitelerinde türban yasağı yok. Çünkü, bir görüş ve/ya da inancın sınırlandığı yer, evrenkent/üniversite kavramıyla bağdaşamaz. Yasaklandığı yer ise zaten evrenkent/üniversite olamaz.

Öyleyse, ergin insanların öğrenim gördüğü bir üniversitede düşünce ve inançlara yasaklar getirilmesi yanlıştır.

Demek ki, türban yasağının hukuksal/kurumsal/bilimsel dayanağı yok. Yasak eylemlidir.

2-Eylemli yasağın nedenleri:

a-Yanlış algılama: Anayasa Mahkemesinin (AYM), Danıştayın (D) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararları.

AYM ilk kararının hüküm fıkrasında, 1988/3511 sayılı Yasa ile YÖKY'de yapılan şu değişik hükmü iptal etmiştir: 'Yüksek Öğretim Kurumlarında, dini inanç nedeniyle boyun ve saçların örtü ya da türbanla kapatılması serbesttir'.

Laik hukuk düzeninde devlet, yansızdır. Herhangi bir dine ne ayrıcalık tanır, ne de onu dışlar. Devlet, bütün inançlar karşısında eşit uzaklıktadır.

Bu nedenlerle, bir din kuralını, hukuk kuralına dönüştürmek laiklik ilkesine aykırıdır. Bu açıdan iptal yerindeydi. Ancak, gerekçede yansıtılan öbür nedenceler, hem gereksizdi, hem de yersizdi. Üstelik, AYM, yerindelik denetimine kaymış, denetim sınırlarını aşmıştı.

Yasama organı bu iptal kararına uymuş, laik düzene uygun olarak ek 17. maddeyi düzenlemişti.

AYM, bu maddenin iptali isteğini reddetti. Ancak kararın gerekçesinde, türbanın serbest olmadığına değini(ver)mişti.

D de, üniversitelerce konulan yasak kararlarının hukuka aykırı olmadığını belirterek, başvuruları reddetti.

AİHM ise, olaya yakın olan (iç) yargı organlarının değerlendirmesine saygı duydu. Bu saygı, Türk denetim yargılamasının hiç gözetmediği küresel bir kuraldır. AİHM zaten yasak getiremez.

Demek, yine bir yasak yok. Ama yanlış bir algılama var. Zira sadece yasağa karşı yapılan başvuruların reddi söz konusu.

b-Yanlış uygulama: Küresel kural şudur: Mahkemelerin kararlarının gerekçeleri bağlayıcı değildir. Sadece hüküm fıkraları bağlayıcıdır. Sözgelimi, jürili mahkeme kararlarının gerekçesi bile yoktur. Bu yüzden, AYM'nin kendi kararlarının gerekçelerinin de bağlayıcı olduğuna ilişkin görüşü (27.5.1999, 58/19) hem bilimle çatışmakta ve temelsiz, hem de, bilimin çözeceği alana girdiğinden, yetki aşımıyla sakattır. İyi ki, sadece bir görüş, bir kararın hüküm fıkrası değil.

Ayraç arası bir iki söz: Eğer mahkemelerin gerekçelerinin bağlayıcı oldukları ileri sürülürse, herkesin işini gücünü bırakıp mahkeme kararlarının gerekçesini öğrenmeleri gerekir. Bu ise, işin doğasına aykırı. Çünkü, kimi zaman bu kararlarda, örneğimizde görüldüğü üzere, yasaklar bile getirilebiliyor. Hukukta, 'yasaları bilmemek özür sayılmaz' diye kurallar vardır. Bunlar bile bugün sınırlandı. Sanki bizdeki uygulama, bir kural daha getirmiş oluyor: 'Mahkeme kararlarının gerekçesini ve hüküm fıkrasını bilmemek özür sayılmaz' (!?) Hukuk dünyasında böyle bir görüşe yer verilemez.

Sonuç: Demek sanal bir yasağı tartışıyoruz.

3- Anayasal düzenleme:

Bu eylemli yasağı, anayasal bir düzenlemeyle aşmak, bana anayasa kavramıyla bağdaşmaz görünüyor.

İlle de anayasal bir düzenleme ile aşılacaksa, şöyle düşünüyorum: Düşünce ve inancın, söz, yazı, resim, karikatür, müzik, kullanılan dil ve para, taşınan simge, giyilen giysi gibi araçlarla da dış dünyaya yansıtılabileceği açıktır. Kanada Yüksek Mahkemesinin yerleşik kararları bu doğrultudadır.

Öyleyse Anayasanın 26. ve 42. maddelerinde bu doğrultuda yapılacak bir düzenleme sorunu çözülebilir.

Yeter ki, düzenleme, devletin dinler/inançlar/görüşler karşısında laik/yansız duruşunu örselemesin. Bu takdirde kaygı duyulmasına da gerek kalmaz.

Ek bir görüş: Hakları ve özgürlükleri insanlara başkaları/halk, çoğunluk sunmaz. Onlar insanın insan olarak özünde vardırlar. Bu yüzden haklar/özgürlüklerin kullanılmaları başkalarının/halkın, çoğunluğun iznine bağlanamaz; bu konuda halk oyuna başvurulamaz. Türkiye, 1987'de yaşanan gülünçlüğü/çarpıklığı bir daha yaşamamalıdır.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sami-selcuk/sanal-yasak-haber-84614.htm
#950
Pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir

Dünyanın her yanında iyiler kıt değil. Aksine iyilerin sayısı küçümsenmeyecek bir yekûn tutar. Zira insan özünde iyi bir varlık.

Fakat asıl kıt olan "aktif iyi"ler. Çünkü iyilerin çoğu "pasif iyi". Aktif iyiler iyilerin içinde devede kulak değil. Pasif iyileri "kendine iyi" olarak da tanımlayabiliriz. Pasif oldukları için iyiliği yaymak gibi bir dertleri yok. Böyle bir dertleri olmadığı için de iyiliğin çoğalmasına katkıda bulunmuyorlar.

Dahası, kötüler aktif iyilerden rahatsız oldukları halde pasif iyilerden rahatsız olmuyorlar. Hatta bırakın rahatsız olmayı, onlardan hoşnut ve razılar. Çünkü pasif iyiler kötülerin kötülüğüne ses çıkarmıyorlar. Onların kötülüğü yaymalarına aldırmıyorlar. Onların kötü olmasından rahatsızlık duymuyorlar.

Pasif iyilerin göz ardı ettikleri bir gerçek var: İyiliğin pasif olduğu her yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale geliyor. Bu kötülüğün tabiatı icabıdır. Kötülük karanlık gibidir. Bizatihi var değildir. Aydınlığın yokluğu halidir. Demek ki, iyiler sönük veya patlak lamba gibi değil, ışık veren açık bir lamba gibi olmalıdır.

İlk inen vahiylerden olan Müddessir suresi, daha yeni risalet görevini üstlenmiş olan Hz. Peygamber'i inşa eden surelerin başında gelir. Bu surenin giriş ayeti, "bilkuvve/potansiyel" iyiliği "bilfiil/kinatize" hale getirmeyi amaçlar. Onun için de ilk muhatabına yekten seslenir:

"Ey yatan kişi, kalk ve uyar!"

Bunun açılımı şudur:

"Ey yatan iyi! Yatan iyi iyi değildir! Kalk ve uyar! Yani, pasif halden aktif hale geç ve iyiliği yay!

Bu emri alan Hz. Peygamber, emrin gereğini yapmak için kalkmış ve iyiliği de ayağa kaldırma çabasına girişmiştir. İşte ne olmuşsa ondan sonra olmuş, o güne kadar Kureyş'in en güvenilir, en akıllı, en barışçıl insanı, birden bire "yalancı", "deli", "bozguncu" oluvermiştir. Önceki hayatında ona ilişmeyi aklından dahi geçirmeyenler, o "aktif iyi" haline gelince varlığını ortadan kaldırmak için sıraya girmişlerdir.

Neden?

Nedeni açıktır. Zira vahiy, pasif iyiyi aktif hale getirmiştir. Yatan iyiyi ayağa kaldırmış, sokağa çıkarmıştır. Sönük lambaya bitimsiz bir enerji vererek, onu bütün bir cihanı aydınlatan güçlü ışık kaynağı kılmıştır.

Dünyanın en munis, en sakin, en kendi halinde, en halim-selim insanını yeniden inşa etmiş, onu insanlığın en büyük iman hamlelerinden birini başlatan bir insanlık önderine dönüştürmüştür.

Bu vahyin en büyük mucizesi, hak sözün gücüdür.

Soruyorum kendi kendime: İyilerin tümünün pasif olduğu bir dünyada iyilik yaşar mıydı?

Cevabım "asla" oluyor. Zira dünyanın en kötüleri bile anasından kötü doğmaz. Fıtrat iyi üzerine formatlanmıştır. Hazreti insan, en iyidir. En iyi bozulunca en kötü olur. Canavarlaşan, dünyayı çirkinleştiren, insanlığın yüz karaları da başında "iyi" idiler.

İşte bu yüzden iyilerin tümünün pasif olduğu bir dünya kötülerin dünyası olurdu. Her çağda Allah'ın rahmet ve merhametinin bir eseri olan aktif iyiler olmasaydı, öylesi bir dünyada kötülük iyiliğe yer bırakmaz, pasif iyiler pasifliklerinin cezasını aktif kötülerin elleriyle yok edilerek çekerlerdi.

Tüm peygamberler peygamber olmadan önce en azından pasif iyi idiler. Allah peygamberlik kurumunu, insanlığın fıtratına yerleştirdiği bilkuvve iyiliği bilfiil hale getirmek için ihdas etti. İki hal arasındaki farkı bu müessese ve insanlığın ufuk şahsiyetleri olan peygamberler eliyle gösterdi. Fetret dönemlerine de, iyilerin pasif olduğu bir dünyada insanın nasıl ıslah edici olmaktan çıkıp ifsat edici olduğunu görmemiz için izin verdi.

Kur'an, el-Emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy ani'l-münker'i (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü önlemeye çalışmak) işte bunun için farz kıldı.

İşbu nedenle, aktif iyilerin olmadığı bir dünyanın geleceği korkunç noktayı hayal bile edemiyorum. Böyle bir dünya gerçekten yaşanılabilir bir dünya olmazdı. Böyle bir dünyada iyilik Zümrüdüanka olur Kaf dağına giderdi. Böyle bir dünya kendi kendini imha eden bir dünya olurdu.

Sözün özü şu: Yatan iyi olmak yetmez. Pasif iyi iyi değildir. Zira her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir. Kötüleri kötülüğe yüreklendiren kendileri gibilerden daha çok, pasif iyilerdir. Onlar iyiliği özneleştirmeyip nesneleştirmenin cezasını, bir müddet sonra sessiz kaldıkları kötüler tarafından yok edilmekle çekerler. Bu yok edilme varlıklarını ortadan kaldırma biçiminde değil, onlardaki zaten pasif duran iyiliği de kurutma biçiminde olur.

En yaman çelişkilerden biri de ne, biliyor musunuz: Pasif iyilerin aktif kötülerden şikayet etmeye kalkması?

Onlara birileri "Sayenizde beyim" demeli.


Aktif iyi olmak için sorumluluk ahlâkı

Doğrudur: Pasif iyi aktif kötünün teşvikçisidir. Bu da şu demektir: Pasif iyilerin varlığından iyilikten daha çok kötülük kazançlı çıkmaktadır. Yani pasif iyiler, istemeden de olsa, aktif kötülerin teşvik primi olmaktadırlar. Sonuçta pasif iyinin varlığı iyiliği çoğaltacağı yerde, dolaylı yoldan kötülüğü çoğaltmaktadır. Bunu önlemenin en iyi yolu pasif iyiyi aktif iyi haline getirmektir.

Soru şu: Peki, pasif iyiyi aktif iyi haline getirmenin yolu nedir?

Cevap kısa: Sorumluluk ahlakı.

Buradan şu sonuç çıkmakta: İyilerin pasifliği, sorumluluk bilincinin yetersizliğinden veya yokluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bir tür sorumsuzluktur. Demek ki pasif iyiyi "sorumsuz iyi" olarak da niteleyebiliriz. İyi birinden bahsedildiğinde "İyi, ama iyiliği kendine" demekle, "İyi, ama sorumsuz" demek aynı kapıya çıkmaktadır.

İnsan sorumlulukla doğar. Pavlusyen Hıristiyanlık'ta, sorumluluğun yerini "orijinal günah" almıştır. Bu da "hasbi ahlak"ın yerini "hesaplı ahlak"ın almasına neden olmuştur. Bu, sömürgecilik, soykırım, asimilasyon, ötekini şeytanlaştırma gibi kötülüklerin neden Batı'da ortaya çıktığını açıklayabilir.

İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam, insanlığın son çevriminde Kur'an vahyinde tezahür etmiştir. Kur'an vahyinin en temel kavramlarından biri de "takva"dır.

Takva'nın tam olarak ne demeye geldiğini anlamak için, ilahi vahyin kullandığı dilin kavramlarına ne muamele yaptığını bilmek lazım.

Kur'an vahyi, kendini ifşa ettiği Arap dilinin kelime ve kavramları üzerinde üç tür tasarrufta bulunmuştur. Birincisi, kelimeyi mevcut anlamından tamamen soyutlayarak onun içini yeniden doldurmuştur. Bu türden tasarruf yaptığı kelimeleri genellikle kavramlaştırmıştır. İkincisi, kelimeyi mütedavel anlamından tamamen koparmadan onun anlamını daraltmış veya genişletmiştir. Üçüncüsü, kelimeyi aynen kullanmıştır. Bu üçüncü türe genellikle kavramlaşmamış olan sıradan kelimeler girmektedirler.

Takva, vahyin birinci türden tasarrufta bulunduğu kelimeler arasına girmektedir.

Takva, Muhammedi davet öncesinde "maddi" bir nitelik arzetmektedir. Erdemlerle alakalı bir bağlamda kullanılmamaktadır. Hatta lafzi anlamda kullanıldığı bir rivayete rastlamaktayız. Sözün sahibi sahabi, savaşlarda Rasulullah'ın ardına sığınarak korunduklarını ifade sadedinde "İttekayna bi-rasulillah" demektedir.

Kur'an vahyinin inşa ettiği dünyada takva kavramının işgal ettiği merkezi yeri cahiliyye döneminde "muruet" (mürüvvet) kavramı işgal ediyordu. Takva'ya "kişinin korktuğundan korunması" anlamı yüklemek kavramı tam karşılamıyor. Kavramı semantik bir tahlile tabi tutan Japon alimi Toshihiko İzutsu, bu kavram için "Sorumluluk bilinci" karşılığını öneriyordu. Benzer anlamı daha sonra Fazlur Rahman da önerecekti. Ne ki bu anlam Türkiye'de merhum Muhammed Esed'le yaygınlık kazandığı için hep ona mal edildi.

Merhum İzutsu, işin hakkını vererek yaptığı semantik tahliller sonucu tam isabet kaydetmişti. Takva, gerçekten de "sorumluluk bilinci" anlamına kullanılıyordu.

Neye karşı sorumluluk bilinci?

Tüm varlığa. Sorumluluğun en büyüğü varlığın zirvesi Allah'a karşı duyulan sorumluluk bilinciydi. Kur'an kavramı asıl bu anlamda kullanıyordu. Zira insan sorumluluk ahlakıyla hareket edecekse, bu ahlakın aşkın bir referansı olmalıydı. Bu da Allah idi. Diğer tüm varlıklara karşı duyulan sorumluluk, temelde Allah'a karşı duyulan sorumluluğun uzantısıydı.

İnsan, bizzat var oluşu dâhil, sahip olduğu her şeyi Allah'a borçlu olarak doğar. Zaten "borç" anlamındaki "deyn"den türetilen din ve dindarlık da borçluluk bilincinden başkası değildir. Allah'a borçlu olmanın bilincine varmanın sonucu, O'na bu borcu ödemek değildir. Zira bu mümkün değildir. Zaten O da kullarından bunu beklememektedir. Beklediği "emanete sadakat"tir. Emanete sadakat ise, sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi gerekli kılar.

Bakara suresinin girişindeki "Kaynağı hakkında hiçbir şüpheye mahal bulunmayan bu kitap muttakiler için bir hidayettir" ayeti, takvanın hidayetin temelinde yer aldığını gösterir. Yani, hidayet takvayı değil, takva hidayeti getirir.

Biliyorum soracaksınız; hidayetten önceki takva da ne ola ki?

O ahlaktır; "sorumluluk ahlakı". Tıpkı "sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin" denilen Hz. Peygamber'e "sen muhteşem bir ahlaka sahipsin" denilmesi gibi. İbadet, iman, teslimiyet hep hidayetten sonraki kavramlar. Ama takva hidayetten öncesini de kapsıyor. Yani sorumluluk kişiyi iman dairesine yaklaştırırken, sorumsuzluk kişiyi o daireden çıkarabiliyor.

İşte bunun için iyi olmak yetmiyor. Eğer aktif iyi değilse, iyi olmanın sorumluluğunu kuşanmamış demektir.

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=6312&y=SamiHocaoglu
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=6401&y=SamiHocaoglu
#951
İslam kadını aşağılamadı, siz anneliği aşağıladınız!

Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam'ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam'ın kadını aşağıladığını iddia eden 'modern' bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere "boş kadın" muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının "çalışıyor" sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım...

Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.

Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı...

Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı "çalışmak" değildir. O tepeden bakılan, "Ev kadınıymış" yollu dudak bükülen bir "acizdir". Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven...

Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. "Yarın müsait misin"lere verdiği "Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum"lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım...

Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

Olsun, o yine de "çalışmayan" kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak "iş", orada çalışanlar da "çalışıp üreten kadın" sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak "iş" sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner...

Ondan sonra "bebek mi-köpek mi?" ikilemi geliyor: tıpkı Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor... Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa'nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya'da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=9819&y=SamiHocaoglu
#952
Bu konuda uygulamada çok ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Özellikle avukatlar (yani meslektaşlarımız) karşılıksız çek yaprakları sebebiyle bankaların ödemekle yükümlü olduğu bedellerin tahsili için bankaya hiç müracaat etmeden doğrudan icra takibi yoluna gitmeyi tercih etmektedir. Bu tercihte bir kısım bankaların ödeme yapmamak için kırk dereden su getirmesi, olmadık bahanelere sığınması ve meslektaşlarımızı banka şubelerinde keyfi bir şekilde uzun süre bekletmesi etkili olduğu kadar, meslektaşlarımızın 2009 itibariyle 160 TL olan asgari icra vekalet ücretine hak kazanabilmek için doğrudan icra yoluna başvurmayı tercih ettiği müşahede edilmektedir. Yerel mahkemelerin vermiş olduğu kararlar muhteliftir. Bir kısım mahkemeler çek aslı ile öncelikle bankalara müracaat edilmesinin yasal bir mecburiyet olduğu gerekçesiyle önlerine gelen itirazın iptali davalarını bankalar lehine reddederken, diğer bir kısım mahkemeler ise bu tür davaları çek hamilleri lehine kabul etmekte ve hatta içlerinden bazıları bankaları icra inkar tazminatı ödemeye dahi mahkum edebilmektedir. Bu tür davaların pek çoğu maddi değer itibariyle temyiz sınırının altında kaldığından, verilen karar doğru da olsa yanlış da olsa temyiz edilememektedir. Bu durum meselenin ciddiyetini ve önemini artırmaktadır. Ben aşağıda bu konuda yasal yönden olması gereken şeyin ne olduğunu izah etmeye çalıştım:

Öncelikle, bu konuyla ilgili şahşi görüşüm, ibraz esnasında kanuni sorumluluk tutarı talep edilmediyse, çek aslının mutlaka yeniden bankaya ibraz edilmesi gerektiği yönündedir. Bu hususla ilgili bir Yargıtay kararına yer vermek istiyorum:

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2004/13912
K. 2004/13781
T. 13.12.2004
• İTİRAZIN İPTALİ DAVASI ( Ödenmesi için Çekin Bankaya Teslim Edilmesi ve Talebe Gerek Olduğu Halde Doğrudan Doğruya Tahsili Amacıyla Yapılan İcra Takibine Bankanın İtirazı Nedeniyle )
• ÇEKTE BANKANIN SORUMLULUĞU ( Çek Aslı Bankaya Teslim Edilmeden Ve Talepte Bulunulmadan Bankalara Karşı Kanuni Sorumluluk Tutarına İstinaden İcra Takibi Yapılamayacağı )
2004/m.67
3167-1/m.1,4,10
DAVA : Dava dilekçesinde 60.000.000 lira alacak için takibe vaki itirazın iptali inkar tazminatının masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı vekili, davalı banka şubesine ait çekin süresinde bankaya ibrası üzerine çek akasına "karşılıksızdır" kaşesi basıldığı halde 3167 sayılı yasanın 10. maddesi uyarınca her çek yaprağı için ödenmesi gereken 60.000.000 lira çek yaprağı bedelinin, bu bedelin ödenmesi için çekin bankaya teslim edilmesi ve talebe gerek olmadığı halde ödenmediği için tahsili amacıyla icra takibi başlatılmış ise de takibe itiraz edildiğinden itirazın iptali, inkar tazminatının tahsili talep ve dava edilmiştir.
Dava banka vekili cevabında; ödeme için davacının 3167 sayılı yasanın 4. ve 10. maddesi gereğince aslını ibraz ederek onaylı fotokopisini alması ve talepte bulunması gerektiği halde bu şekilde başvuru yapılmadığından ödeme yapılamayacağını savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, muhatap bankanın karşılıksız çek yaprağı için sorumlu olduğu miktarı çek hamilinin talebi olup olmadığına bakılmaksızın ödemekle yükümlü olduğu kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3167 sayılı yasanın değişik 4. maddesi uyarınca; "çekin karşılığının tamamen veya kısmen bulunmaması halinde bankanın ödeme yükümlülüğü, 10. maddede belirlenen sorumluluk miktarı saklı kalmak üzere, çek hesabında bulunan miktarla sınırlıdır. 1. maddede belirlenen miktar dahil olmak üzere kısmi ödeme halinde, çekin ön ve arka yüzünün onaylı fotokopisi ücretsiz olarak hamiline verilir. Çek hamili, bu fotokopiyle müracaat borçlularına veya kambiyo senetleri hakkındaki takip usullerine başvurabileceği gibi; Cumhuriyet Savcılığına şikayette bulunurken dilekçesine bu fotokopiyi ekleyebilir ve bunu icra daireleri ile mahkemelerde ispat aracı olarak kullanabilir. Mahkeme veya icra dairesinin istemi halinde çekin aslı bu mercilere gönderilir.
Hükümet gerekçesine göre maddenin bu şekilde değiştirilmesinin amacı, keşideci ve hamilin anlaşarak bankayı dolandırmalarını önlemektir.
O halde, davacının çek asılını bankaya teslim etmediği ( teslim etmeyi de halen kabul etmediği )için davanın reddi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile kabulü doğru görülmemiştir.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 13.12.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Esasen yukarıdaki Yargıtay Kararında ve hükümet gerekçesinde açıkça ifade edildiği üzere, 3167 sayılı Kanun m.4/2 hükmünün bu şekilde düzenlenmesinin amacı, keşideci ve hamilin anlaşarak bankayı dolandırmalarını önlemektir. Bir an için kanuni sorumluluk tutarının tahsili için muhatap bankaya çek aslı teslim edilmeden bankalara karşı ilamsız takip yapılabileceği kabul edildiğinde, çek aslını alamadığı halde icra müdürlüğüne kanuni sorumluluk tutarını ödemek zorunda kalan bir bankanın, aynı çekle ilgili olarak mükerrer kanuni sorumluluk tutarı tahsil talepleriyle karşı karşıya kalabileceği, keza, ilamsız takip yoluyla bankadan kanuni sorumluluk tutarını tahsil etmesine rağmen çek aslını bankaya teslim etmemiş olan çek hamilinin, bu çekle ilgili olarak (bankadan tahsil ettiği meblağı çek tutarından düşmeksizin) keşideciden çek bedelinin tamamını tahsil ederek bankanın keşideciye rücu etme hakkını ortadan kaldırabileceği, vs. gibi ihtimallerin ortaya çıkması ve bu tarz yollarla bankaların dolandırılması söz konusu olabilecektir.

Öte yandan, Yargıtay 19. HD 2004/9172 E., 03.03.2005 tarih ve 2005/2222 sayılı Kararı ile aynı dairenin 2004/6909 E., 15.02.2005 tarih ve 2005/1234 sayılı Kararında geçen, "Çekin süresinde bankaya ibrazı, karşılığı bulunmaması halinde yasa gereğince bankanın sorumlu olduğu asgari miktarın ödenmesi talebini de içerir" cümlesinin kararlardan cımbızla çekilip tüm karar dikkate alınmadan salt bir cümle bazında yorum ve değerlendirmelere konu edilmesi ve hatalı sonuçlara varılması da bu konuda en çok düşülen hatalardan birini oluşturmaktadır kanaatimce. Çünkü bu kararlardan ilkinde "ibraz sırasında istenmeyen kanuni sorumluluk tutarının daha sonradan istenemeyeceği" keza diğerinde de "bankanın sorumlu olduğu miktarın ödenmesine ilişkin talebin çekin ibraz edildiği anda yapılması gerektiği" şeklindeki görüşler Yargıtay tarafından gayet doğal bir şekilde haklı görülmemiştir. Özetle, söz konusu kararların içeriğinde kanaatimi değiştirmemi gerektirecek bir husus bulunmuyor. Kaldı ki, yukarıda da belirttiğim gibi, kanuni sorumluluk talebi için çek aslının muhatap bankaya götürülmesi gerektiğini bizzat kanun emrediyor ve bu hükmün sebebini de "bankaların dolandırılmasının önüne geçmek" olarak açıklıyor. Buna rağmen Yargıtay'ın, içtihat yoluyla, kanunun açıkça ortaya koyduğu bu mükellefiyeti ortadan kaldıracak yahut anlamsızlaştıracak bir çizgi benimsemesinin zaten mümkün olamayacağını düşünüyorum.

Son olarak, çek kanuni sorumluluk tutarı talepleri için öncelikle ve mutlaka çek aslının muhatap bankaya götürülmesi gerektiği yönündeki yukarıdaki açıklamaların takas yoluyla ibraz edilmiş çekler için çok daha kuvvetli bir görünüm arz ettiğini de belirtmek isterim. Zira 5941 Sayılı Çek Kanunu'nun 8/son maddesinde, ilga edilen 3167 sayılı Kanun'un 6/son maddesine paralel bir hüküm mevcuttur: "Takas odaları aracılığıyla ibraz edilmiş çekler için, 3 üncü Maddenin üçüncü fıkrasında belirlenen sorumluluk miktarı dâhil, kısmî ödeme yapılmaz..."  Bu hükümden de anlaşılacağı üzere, takastan ibraz edilen çeklerle ilgili olarak Kanun ihtilafa meydan vermeyecek açıklıkta, takasta karşılıksız şerhi düşüldükten sonra çekin çek hamili tarafından muhatap bankaya fiilen ibrazına kadar (kanuni sorumluluk tutarı dahil olmak üzere) ödeme yapılmaması gerektiğini ifade etmiştir.
#953
Nasıl olumlu olabiliriz?

Olumlu olmak, olumlu düşünmek için ilk önce olumlu duyguları hatırlamak gerekir. Çünkü insanlar, ancak bir duyguyu hatırlarlarsa o duyguyu yaşarlar.

Hatırlamadığınız, aklınızın ucundan bile geçmeyen bir duyguyu nasıl yaşarsınız?

Ancak; insanlar çoğunlukla, olumsuz duygular söz konusu olduğunda hemen yaşarlar, olumlu duyguları ise ertelerler.

"Acı mı hemen gelsin abi" derken; mutluluk ise "Hele şu sınavı bir kazanayım. Evimi alayım. Arabamı alayım....." diye ertelerler.

Şimdi mutlu olmayı neden kendimize yasaklıyoruz? Şimdi mutlu olduğumuz zaman ne kaybedeceğiz?

Hiçbir şey..

İnsanlar, gündelik yaşamı içerisinde, çoğunlukla olumsuz tarafı görme alışkanlıkları olduğu için kendilerini her hangi bir durum karşısında adeta programlanmış bir robot gibi "Burada ne gibi bir yanlış var, eksik olan ne?" diye sorarlar.

Bazıları da kendilerine olumlu olmayı yasaklamıştır. Olumlu bir durum söz konusu olunca "Yahu bu gün çok güldük, acaba yarın ağlayacak mıyız?" düşüncesindedirler.

Olumsuz insanlar, çoğunlukla olumlu duyguları hatırlamazlar. Daha çok olumsuz duyguları hatırlama alışkanlıkları vardır.

Her hangi bir durumda otomatik olarak olumsuz tarafa odaklanırlar.

Her şeyin olumsuz tarafını görürler.

Çok güzel bir piknik programında; her şey yerindedir, herkes eğleniyordur, mangallar yakılmış, ızgaralar yapılmış, mis gibi yemekler yeniyordur. Onlar ayranın tuzunun az olmasından kıyametleri koparabilir ve pikniği cehenneme çevirebilirler.

Coşkuyu size hatırlatırsam, zihninizde coşku duygusu ile ilgili bilgiler gelmeye başlar. Çünkü beynimize coşku ile ilgili bir sinyal gönderdik.

Hiç coşku derken ağlamak gelir mi?

Çoğunlukla gelmez.

Eğer coşku derken ağlamak duygusu gelirse coşku ile ağlamayı ilişkilendirmişsiniz demektir.

Sizdeki coşku kelimesinin anlamı üzüntüyü tetiklemektedir. Bir defa böyle bir sorunla karşılaşmıştım.

700 doktor arkadaşın katıldığı ve 19 gün süren çok yoğun ve yorucu bir toplantıda her gün saat 16 civarında adına "Ali ile irtibat" dediğimiz; günün yorgunluğunu atmak için bir dinlendirme transı uygulamamız vardır. O programda, insanlara çok güzel bir müzik eşliğinde "düşleyebileceği en güzel hayali düşlemelerini" ve kaslarını gevşeterek rahatlamalarını telkin ediyoruz.

Böyle bir uygulamadan sonra bir doktor arkadaş bana geldi ve "Eftal bey, siz rahatlayın dedikçe ben geriliyorum. Bu neden kaynaklanıyor?" diye sordu. Şimdiye kadar ilk kez böyle bir sorunla karşılaşmıştım.

Bir süre konuştuktan sonra arkadaşın rahat olmayı sınavı kaybetmekle ilişkilendirdiğini farkettim. Yani, rahat olursa sınavı kaybetmesi kaçınılmazdı.

Ona göre, kazanabilmesi için stresli, telaşlı, endişeli olması gerekmekteydi. Çünkü stres ve endişe onda çöldeki serap etkisi yapmıştı.

Aslında, bu damardan bir Orhan Baba şarkısı dinleyip kendini acıya vermek gibi bir durumdu.  Oysa bir kişi ister sınav anında, isterse sınav çalışma döneminde ne kadar rahat (gerilimden uzak) olursa o kadar iyi konsantre olur ve beynini o oranda etkin kullanır.

Gerilim, beynin bir çok fonksiyonunu devre dışı bırakır.

Şunu zihnimizde daima canlı tutmalıyız: Zihnimizde olumlu görüntüler ya da düşünceler yoksa, bilin ki çoğunlukla olumsuzları vardır.


Her zaman olumlu olmak mümkün mü?


Elbette, her zaman olumlu olmak mümkün değil.

Zaten hep olumlu duygular yaşayıp hiç olumsuz duygu yaşamayan insanlar künt (duygusuz) olurlar.

Hayat, acılarıyla ve tatlılarıyla bir bütün.

Düşünsenize, annesini kaybetmiş biri olumlu olacağım diye kahkahalar atıyor. Yakınları anneyi defnetmeden önce o kişi için Bakırköy Akıl Hastanesinden randevu talep ederler.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta; o kişinin "Annem öldü bana da yaşamak haram abi" diye yaşamının geri kalan kısmını zindana çevirmesidir.

Bu konuda güzel bir Çin atasözü var: "Sıkıntılar kuşlar gibidir. Üzerimizden geçmesini engelleyemeyiz ama, başımıza yuva yapmasını engelleyebiliriz."

Herkes hayatında zorluklarla, problemlerle, sıkıntılarla, stresle, başarısızlıkla, hayal kırıklığı ile karşılaşabilir.

Bir kere tökezlersiniz, düşersiniz, sürünürsünüz, burnunuz sürter ama yeriniz orası değildir. O kapana takılı kalmazsınız.

Olumlu olmak; o olumsuz durumdan çıkmaktır.

Olumlu olmak; problemi çözmektir.

Olumlu olmak; zihnimizde çaldığımız bozuk plaktaki şarkıyı değiştirmektir.

Olumlu olmak; hayatımız boyunca taşıdığımız kurumuş dalı kesip daha gür bir dal yetiştirmektir.

Olumlu olmak; sorunda patinaj yapmamak, sorunu geçebilmek, çözebileceğini görmek, çözebileceğine inanmak ve çözebilmektir.

Önemli olan; hiç düşmemek değil, her düşüşte kalkabilmektir. Çünkü bir kere düştüğünüzde kalkabilirseniz, bir daha düştüğünüzde kalkabileceğinizi bilirsiniz, bu konuda kendinize güvenirsiniz.

Bir kere pes ederseniz bir daha pes edersiniz, bir daha...

Bir kere başarırsanız bir daha başarırsınız, bir daha....

Başarı başarıyı doğurur.

http://www.internethaber.com/author_article_detail.php?id=8000&interstitial=true
#954
Padişahın işi ne?

Sultan Murad Han, o gün bir hoştur. Telaşeli görünür.

Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

- Akşam garip bir rüya gördüm.

- Hayırdır inşallah?..

- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?

- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

İki molla kılığında çıkarlar yola.

Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.

Sorarlar;

- Kimdir bu? Ahali:

- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!..

- Nerden biliyorsunuz?

- Müsaade et de bilelim... Kırk yıllık komşumuz.

Bir başkası tafsilata girer;

- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarsısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..

Hele yaşlının biri çok öfkelidir.

- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..

Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:

- Nereye?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...

Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.

- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.

- Aman efendim, nasıl kaldırırız?

- Basbayağı kaldırırız işte.

- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...

- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var ama...

- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...

- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...

Yüklenip gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şâkilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namazın vakti gelmemiştir.

Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

- Sultanım, der, yanlış yapıyoruz galiba.

- Nasıl yani?..

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar.

Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.

Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar...

Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...

- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..

- Niye?

- Ümmeti Muhammed içmesin diye...

- Hayret...

- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... İlmihal, Hucceti islam okurdum...

- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...

- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.

Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...

- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

- İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; "Bakasın efendi" dedim. "Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada..."

- Doğru, öyle ya...

- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü, sonra; "Allah büyüktür hatun" dedi, "Hem padişahın işi ne?.."

Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez.

Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed'e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.

İşte NALINCI BABA, o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi'dir. Bergama'lıdır.

1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası, bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda, Cibali Tütün Fabrikası'nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.

Farkındaysanız, bu uzunlukta tek parça yazıya ilk defa yer veriyoruz. Teşekkürlerimiz Ayşe Avcıl'a.

http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/kasim/14/mseker.html
#955
Selam olsun "kuru et yiyen kadının oğlu"na!

"Mekke'nin fetih günüydü...
Bir adam Resulullah'ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu.
Resulullah da gördü adamın bu halini ve dönüp seslendi: " Titremene lüzum yok, ben kral değilim "
Ve ardından dedi ki; " Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben."

Bu hadisi her okuyuşumda sarsılırım.
Düşünün...
Mekke'yi fetheden kuvvetlerin başındaki kişinin ve Peygamber'in önünde titremez de insan, kimin önünde titrer? "
İktidarı olağanüstüleştirme " insanlık tarihi kadar eski bir hikâyedir çünkü..
Hatta geçmek bilmeyen bir hastalıktır.
Güçlülerin, militerlerin, kendine soy sop iktidarı ve havası yaratanların, en sıradan makamların sahiplerinin önünde korkar, ezilir, büzülür, titrer insan..
Ya bugün?
Popüler şöhret denen şeyden bir parça nasiplenmiş kişilerin bile yanına yanaştığında titremeye kapılıp ağzını açamayanları görürsünüz.

Nedir Peygamber'i böyle davranmaya, böyle söylemeye iten?
İlk akla gelen hep tevazu kavramı olur bu durumlarda.
Tevazu deyip geçmek doğru olur mu?
Hayır! Yanlış olur.
Hele tevazuyu alçakgönüllülük veya kendini küçültme olarak ele alıyorsanız, bu iyice yanlış olur.
Çünkü " Titremene lüzum yok, ben kral değilim " diyen Hz.Muhammed, unutulmamalıdır ki, Adem Aleyhisselam'dan beri Peygamber olduğunu, yani " fark "ını hep dile getirmiştir.
Burada vurgulanan şey...
İsmet Özel'in sözleriyle " kralın ve krallığın çarpıklığıdır ." (40 Hadis, İsmet Özel. 2005, Şule Yayınları.)
Daha doğrusu, âlemde " kral olma "nın; saltanat kurup, saltanat sürmenin çarpıklığı dır burada altı çizilen, hiç kuşku yok!

" Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben " sözüne gelince...
Nasıl da ürperticidir!
Elbette bu meselelerin acemisi ve ilahiyatçılara hem saygı duyup hem de kibirlerinden ürken biri olarak altından kalkamayacağım kadar ileri gitmek istemem.
Ama Peygamber'in bu sözünde tatlı bir dalga geçmeyle, derin bir "hakikat"in bir arada bulunuşunun beni çok etkilediğini söylemeliyim.
Belli ki, yanında tir tir titreyen adama şunu hissettirmek istemiştir.
Demek istemiştir ki...
Peygamberim, farkım bu..
Başka farkım yok.
Sen ve ben insanız.
Beni sana üstün kılacak, ne soy sop, ne kavim ne de bir iktidar bağı olamaz.

Bu konuyu neden açtım, neden bu hadisi köşeme taşıdım?
Anlatayım..
Kutlu Doğum Haftası'ndayız.
Fakat malum merkez medyanın şu köşelerinde her konuda yazarız, atarız tutarız da, bu konulardan köşe bucak kaçarız!
Ben bu tavrı hiç anlamam, anlayamıyorum.
Çağın bütün frekanslarına, bütün sorunlarına, bütün tatlarına açık biriyim.
Ama aynı zamanda bu coğrafyanın, bu tarihin, bu manevi iklimin insanıyım.
Yazım, sözüm, fikrim ve duygularım nasıl o iklimden ve o iklimin meselelerinden uzak durabilir ki!
İstedim ki, Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle okurlarıma Peygamber'in (pek öne çıkmamış) bir sözünü hatırlatayım.
Belki bu noktadan başlayarak..
İslam ve ırkçılık; İslam ve hiyerarşi; İslam ve iktidar; İslam ve eşitlik konularını bir daha düşünme şevki doğar içimizde!

http://www.sabah.com.tr/2009/04/22/haber,39469CB105FE462A9992A2B1989B6F5F.html
#956
Önce dilenci sandılar, sonra utandılar

Bugünkü yazımızın başında önce oldukça hoşunuza gideceğini düşündüğüm 2 anekdot aktaracağım. Ardından konumuzu oldukça güncel bir noktaya bağlayacağız. Hayatı fark etmek için...
Üniversitede Türk Dili profesörü sınav yapmak için amfiye geldiğinde öğrencilere, "Sınav süreniz sadece 15 saniyedir. Tek soru soracağım, ardından verdiğim sürede cevaplandırıp kâğıtları ters çevireceksiniz" der.
Soru şudur: Bu katta görevli olan hizmetlinin (eskilerin kullandığı ifade ile müstahdemin) adı nedir?
Koca amfide soruyu cevaplandırabilen sadece birkaç öğrenci olur. Profesörün yapmak istediği, öğrencilerde hayata dair farkındalık oluşturmak ve çevrelerine karşı lakayt kalmamalarını sağlamaktır.
2002 yılı Mart ayı...
Uluslar arası lisanslı NLP Trainer olmanın yanı sıra dünya'nın ilk düşünce koçu da olan Münir Arıkan, 'İletişim ve Farkındalık' konusunda seminer vermek üzere Bilgi Üniversitesi'ne gelecektir.
Türkiye'nin tanınmış isimlerinden oluşan katılımcılar salonu doldurmak üzere üniversitenin kapısından içeri girerken, hemen kapı eşiğinde oturan dilenci kılıklı bir insanı fark etmezler bile... Onların o sırada dikkat ettiği tek şey, kapı kenarında oturan bu kişiye çarpmadan içeri girmek olur.
Seminerin başlangıç saati geldiğinde sunuculuk yapan bayan, Münir Arıkan'ın oldukça güçlü olan CV'sini okur ve kendisini gür bir seda ile sahneye davet eder. Işıklar sahnede yoğunlaştığında kürsüye yürüyen şahıs herkesin dikkatini çeker. Bu kişi, az önce hızlı adımlarla yanından geçip gittikleri ve aldırmadıkları dilenciden başkası değildir.
Münir Arıkan konuşmasına şöyle başlar; "Az önce hepiniz yanımdan geçip gittiniz ve hiçbiriniz beni fark etmediniz ve aldırmadınız" der.
Hani dakika bir, gol bir derler ya... Mesaj yerine çoktan ulaşmıştır.

Uzun zamandır sizlerle paylaşmak için sabırsızlandığım bu iki örneği bugün bu sütuna taşımak için iki vesile üst üste denk geldi. Bunlardan ilki ülkemizin içine girdiği seçim süreci, diğeri de birkaç gün önce okuduğum ve yukarıdaki örneklerle birebir örtüşen dünyanın tanınmış bir müzisyenin başından geçen benzer bir olay.
Metrodaki kemancı...
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.
Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir erkek çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk kemancının önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hâkim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz.

Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmış ve salon onu dinlemek isteyenler tarafından tıklık tıklım doldurulmuştu.
Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? gibi başlıklardan oluşmaktadır.
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, dünyanın en önemli düşünce koçu hemen önümüzde oturuyorsa ve biz onunla bir göz teması kuracak kadar bile fark etmiyorsak, hayatın başka karelerinde kim bilir nerede başka neleri kaçırıyoruz acaba sorusuna cevap bulmak olmalıdır.
Kaldı ki, insanı sadece insan olduğu için fark etmek esas olmalıdır. Onu fark etmek, elbisesini, arabasını, evini, unvanını veya parasını fark etmekten önce gelmelidir. İnsan, eğer bu sahip olduklarından daha sonra fark ediliyor ise, aslında fark edilmiyor demektir. Ya da fark edilen şey, insanın kendisi değil de eşyanın kendisidir. Ve hiçbir medeniyet, insanı göz ardı ederek, eşyanın fark edilmesi ile yaratılmamıştır.
Hele seçmenleri sadece seçim zamanı fark etme ve açılım adı verilen çıkışlarla adeta bir göz kırpıp geçme olarak nitelendirebileceğimiz tutumlar yok mu, inanın dilenci muamelesi yapılan ve önüne birkaç sent para atılıp geçilen dünyanın en muteber kemancısının incitilmesinden daha öte bir görüntü oluşturuyor.
Bırakın şimdi oy beklentisi gibi basit çıkar hesaplamalarını...
İnsana sadece insan olduğu, her konuda insanca yaşam hakkı olduğu için değer vermesini öğrenin ve kişisel ve kurumsal algılamalarınızı buna göre konumlandırın.
Kemancı (seçmen) kendi değerinin farkında... Kıymet ifade eden değerleri (her çeşit insanı) fark edemeyenler utansın.

http://www.haber7.com/haber/20090216/Once-dilenci-sandilar-sonra-utandilar.php
#957
Taksim'in ortasına penis heykeli öneriyorum

Bizim kekolar, koca penisli eros heykellerini görünce pek bir hoş olurlar. Kıkırdarlar, kızarırlar, nereye bakacaklarını şaşırırlar, son çare deli gibi dalga geçerler. "Lan olm lan. Şeye tapıyorlarmış lan.. Manyak bunlar lan!" Ha sen çok geliştin de, "şeyine" tapmaktan vazgeçtin de, kalkmış eski insanlarla dalga geçiyorsun!

Sinirlendiğin zaman duyalım bakalım küfürlerini... Nereye ne yaptığını duyalım önce. Kimi anında neyinle cezalandırıyorsan görelim önce bir. En vazgeçemeyeceğin organ nedir sorusuna cevap ver önce. Sonra karar verelim gerçekten "neye" taptığını.

Dünya erkeklerinin yarısının gizli gizli kendi şeyine taptığını iddia ediyorum. En çok müridi olan şey: Penis.

Dinler boşuna bu kadar keskin değil. Ancak hadım bir erkek samimi bir inanan olabilir. Eh kesemeyeceğine göre, günahla, ayıpla korkutup mümkün olduğunca küçülteceksin. Yoksa çok ciddi bir rakip yani.

***

Topa yine sert girdim, farkındayım. Ama ortalık gene leş gibi testosteron kokmaya başladı farkındaysanız.

Bir "erkekliktir" gidiyor.

Erkekliğin erdem, erkekliğin sempati, karizma, falan filan olduğunu söyleniyor. Sıkıştığı anda sevgilisini terk ediveren \endash ki o neredeyse bütün kariyerini yakmak uğruna kendisinin dibinden ayrılmamıştı- uyuşturucu soruşturmasında "aman ismimi verme" diye korku tünellerine giren Hüsnü Dönekzurna erkekliğine laf edilmesine çok bozulmuş. "Ben klarnet çalarım, klarnet de erkek enstrümandır" diye demelenmiş. Şakaysa komik değil, gerçekse çok komik. Klarnet niye "erkek" enstrüman olsun? İnce uzun diye mi? Her ince uzun şey erkek midir? Solucan da mı bu kategoridedir? Hadi öyle olsun diyelim niye "erkek" oluyor?

Ve daha önemlisi: Erkek olunca ne oluyor? Ben sana erkek olamazsın demedim, adam olamazsın dedim diye haykırmak istiyorum. Hüsnügillere. Hepinize. Bütün plastik delikanlılara.

Erkek eşittir nedir ben anlamış da değilim.Delikanlılığın kitabını yazmaktan söz ediliyordu bir ara. Öyle bir zırva vardı veya. "Delikanlığın kitabını yazacak adam" vs vs gibi.

Nedir iddia edilen delikanlılık, erkeklik açık ve net bir şekilde soruyorum.

Zira "ben erkekim uleyn" diye ortalıkta dolaşanların hepsine bakıyorum, ne kadar kaypaklık, kalleşlik, sözünden dönme, boş alıp boş tutma, ahlaksızlık, hırsızlık, arsızlık, pişkinlik, yüzsüzlük, yalancılık, dilencilik, haraç, dolandırıcılık, ailesini terk varsa hepsi bunlarda.

Hesapça "erkeklik" denilen ama bu hıyarların yapmak isteyip de becermedikleri ne kadar insani, yüksek şey varsa onları da ne tuhaftır ki erkeklikleriyle böbürlenmeyen adamlar yapıyor.

Eli şeyinde aile babası, fakir dostu, kötü gün arkadaşı gördün mü hiç? Göremezsin.

Güya "delikanlı" olmayan, hasta çocuğunun başında sabaha kadar nöbet tutar, güya " delikanlı" olan ötekiyse evden çoktan tüymüş, kahve köşelerinde delikanlılık, errrkeklik nümeroları yapar. "Ben çocuuuma laf söyletmem.. Keserim ulan.."

Git şeyini kes hıyar!

Freud, "kadınlarda penis kıskançlığı" olduğun öne sürmüştü. Çürütüldü falan ama Türkiye'de olup kıskanmamak hakikaten mümkün değil.

Su, deri, kan ve bir takım başka dokulardan oluşan bir organdan nasıl BU KADAR güç alınır bir kadın olarak anlaması güç. Malum şahıs da "ben erkek adamım, erkek adam böyle konuşur" demiş.

Küçükçük turşucuk içi dolu fıçıcık. Ne kadar çok şey sığıyor içine.. Vay babam vay. Bütün suçu at üzerine, rahatla. Aynı zamanda bütün gücünü ve meşruiyetini de ondan al, rahatla. Ben değil o yaptı de, rahatla... Hakikaten güzel iş...

Taksim'in ortasına cami yerine dev bir penis heykeli öneriyorum arkadaşlar. Madem memleketin yarısını ona tapıyor. Bari dürüst olalım.

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=226755&Categoryid=4&wid=156
#958
Ruh halimin güvercin tedirginliği

Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. "Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: "Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur." Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

"Türk Devleti adına"
İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. "Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? "Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. "Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. "Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! "Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

#959
Yetişemedik sevgili Tarık

Pazar akşamüzeri cep telefonuma bir mail düştü. Sizinle paylaşmak istiyorum:
"Ergun Abi merhaba. Ben Tarık Karakuş. Seninle başımdan geçen ilginç bir olayı paylaşmak istiyorum. Kısa bir süreliğine Ankara'ya gittim. İstanbul'a dönüş yolunda, Düzce civarında yolda kan ter içinde otostop çeken birini gördüm. Bayağı uzağında durmama rağmen koştu geldi, bindi arabaya.
Üstünde fabrika giysileri (güvenlik görevlisi). Adı Murat. 33 yaşında. Sağdan soldan muhabbet başladı. Fabrikadan zar zor izin almış eve gitmek için. Normalde evi uzak olduğundan 15 günde bir gidiyormuş.
Ev sahibi annesi ve karısıyla tartışıyormuş. Evden çıkarmak istiyormuş. Annesi sık sık telefonla arıyor, Murat da annesini sakinleştiriyormuş.
Sonra bir sitem başladı anlatmaya. Düzce depreminde babasını ve kız kardeşini kaybetmiş. Annesine o günden beri bakıyor, bir de karısı ve yeni doğmuş bir çocuğu var.
Çocuk doğuştan böbrek hastasıymış. Murat fabrikada çalıştığından sigortalı. Çocuğun tüm diyaliz masrafları karşılanıyor ancak hortum parasını Murat ödüyor (75 YTL). Ayda eline geçen para 412 YTL. Bunun 200'ü kira. Dolayısıyla hortum paralarına yüklenince son 2 aylık kirayı ödeyememiş. 'Nerelere baş vurmadım ki' diyor. Kaymakam, bakanlık, vali...
Hatta vali odasından kovmuş bir münakaşa sonucu. Bu arada, Murat, İlahiyat mezunu. Fakat yemekhane ve yatak borcu ve bir de diploma parasını veremediği için diplomasını alamıyor.
Bunlar toplam 750 YTL tutuyormuş. Diploması olsa devlet ev veriyormuş imamlara ve 1000 YTL maaş. Yani Murat'ın hayat standardı için yeterli.
Ayrıca çocuğuna böbrek bulmuş, fakat yeterli parayı veremeyince nakil gerçekleşmemiş.
Abi kısacası ben 22 yaşımdayım, bugün 10 yaş olgunlaştım. Koca adam yanımda hüngür hüngür ağladı. 'Böyle yaşamlar da var' dedim, kendi kendime. Adamın doğru söylediğinden yüzde yüz eminim.
Elinde bir dosya vardı. İçinde çocuğun sağlıkla ilgili kayıtları, evine gelen haciz. Ben bu adama balık vermeyelim, balık tutmasını öğretelim diyorum abi.
Ben öğrenciyim, gücüm yetmez ama bu ülkede 750 YTL kimseyi fakirleştirmez.
Ama bu adam diplomasını alır, hayatı kurtulur.
Şunu da biliyorum ki, bir yerde bulaşıcı bir hastalık varsa eninde sonunda gelir bizi de bulur. Yarın aynı duruma bende düşebilirim!! Bu benim insanlık görevim. Samimiyetine güvendiğim için sana yazdım."
Mail'de Murat'ın cep telefonu da vardı.
Hemen arkadaşım Aydın Şentürk'ü buldum, bölge muhabirlerini seferber etti.
Murat'a ulaştık ama çok geç kalmıştık.
Murat doğru söylüyordu ve 9 yaşındaki yavrusunu o gün kaybetmişti.
Kızgın ve kırgındı, konuşmak bile istemiyordu.
Ve ben pazartesi gecemi hiç görmediğim, tanımadığım bir yavrunun ölümüne gözyaşı dökerek geçirdim.

http://arsiv.sabah.com.tr/2008/06/25/babahan.html
#960
5838 sayılı Kanun ile ödemeden men talimatına dayanak teşkil eden TTK.m.711/3 hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

18.02.2009 tarihinde TBMM'nde kabul edilen 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un m.32/19 hükmüne göre, 29/6/1956 tarihli ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanununun 711 inci maddesinin üçüncü fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır. Özetle ödemeden men talimatı tarih oldu  :)

Yani keşideciler bundan böyle olur olmaz, çekim elimden rızam dışında çıktı, ödemeyin diye bankalara talimat veremeyecek ve bankalar da bu tür talimatları dikkate alamayacaklar. Keşideci ancak mahkemeye müracaatla sonuç elde edebilecek. Hem bankalar hem de çek hamilleri açısında son derece yararlı bir değişiklik.

Ayrıca, aynı Kanun'un 18. maddesi ile 3167 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir:

"GEÇİCİ MADDE 2- 31/12/2009 tarihine kadar, üzerinde yazılı keşide tarihinden önce çekin ödenmek için muhatap bankaya ibrazı geçersizdir."

Yani yıl sonuna kadar ileri tarihli çekler de bankalara ibraz edilemeyecek  :)