Haberler:

Hukuk Forumumuza Hoşgeldiniz

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Konular - kilimanjaro

#1
Konya Barosu tarafından düzenlenen 2015 Borçlar Hukuku seminerini aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=4fYZ1BJSyzE
#2
Anayasa Mahkemesi (AYM) boşandıktan sonra velayeti kendisine geçen çocuğuna kendi soyadını verme talebi mahkeme tarafından reddedilen anneyi haklı buldu.

AYM söz konusu talebi Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce reddedilen Hayriye Özdemir'in Anayasa'nın 20. maddesiyle güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiğine hükmetti.

Resmi Gazete'de yayımlanan AYM'nin 25 Haziran tarihli kararında, Özdemir'in Anayasa'nın 20. maddesiyle güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiğinin tespit edildiği ve kararın, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın Diyarbakır 5. Asliye Mahkemesi'ne gönderileceği bildirildi.

-Davanın tarihçesi-

Eşinden, Diyarbakır 1. Aile Mahkemesi'nin kararıyla boşanarak çocuğunun velayetini alan Özdemir, Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvurarak, velayeti kendisinde bulunan çocuğuna boşandığı eşinin soyadı yerine kendi soyadı olan "Özdemir"in verilmesini talep etti.

Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi önce 16 Nisan 2012'de aldığı kararla Özdemir'in yaptığı 24 Şubat 2012 tarihli başvuruyu kabul edilebilir buldu.

Mahkeme kararına gerekçe olarak 21 Haziran 1934'ten beri yürürlükte olan 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun 4. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır" ifadesinin AYM'nin 8 Aralık 2011 tarihli kararıyla feshedildiği gösterildi.

Ancak temyize götürülen bu karar Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 6 Haziran 2012 tarihli kararıyla bozuldu. Gerekçeli kararda, bozma gerekçesi olarak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesi gösterildi.

Söz konusu maddede "doğru nesepli çocuğun; babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma ve ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında herhangi bir değişikliğe neden olmayacağı, babanın soyadı ve çocuk reşit olduktan sonra kendi soyadı, usulüne uygun olarak açacağı bir dava sonunda verilecek bir kararla değişmedikçe çocuğun soyadının da değişmeyeceği" ifadesi yer alıyor.

Bunun üzerine Diyarbakır 5. Asliye Hukuk Mahkemesi, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin bozma ilamını gerekçe göstererek, 24 Eylül 2012'de davanın reddine karar verdi. Özdemir, bu kararın Yargıtay 18. Hukuk Dairesince 17 Ocak 2013'te onanması ve kararın düzeltilmesi talebinin yine aynı Dairenin 8 Nisan 2013 tarihli kararıyla reddedilerek, kendisine kararın 3 Mayıs 2013'te tebliğ edilmesinin ardından 20 Mayıs 2013'te AYM'ye bireysel başvuru hakkını kullandı.

-"Eşler aynı hukuksal konumdadırlar"-

AYM'nin gerekçeli kararında, 2525 Sayılı Soyadı Kanunu'nun 4. maddesinin 2 fıkrasının AYM tarafından feshedilme gerekçesine atıfta bulunularak, kadın ve erkeğin evlilik süresince evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları gerektiğine ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri bulunduğu hatırlatıldı.

Gerekçeli kararda söz konusu maddenin, eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmamasının velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete göre ayrım yapılması sonucunu doğuracağı, bunun da Anayasa'nın 10. ve 41. maddelerine aykırı bulunduğu gerekçesiyle iptal edildiği vurgulandı.

AİLE HAYATINA SAYGI HAKKINA İLİŞKİN HAYRİYE ÖZDEMİR KARARI

Olaylar

Başvurucu, boşanma davasında velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının, boşandığı eşinin soyadı yerine kendi soyadı ile değiştirilmesi talebiyle dava açmıştır. İlk derece mahkemesi, 21/6/1934 tarihli ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun 4. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadını alır" şeklindeki ibarenin, Anayasa Mahkemesinin 8/12/2011 tarihli ve E.2010/119, K.2011/165 sayılı kararıyla iptal edildiği ve iptal kararının Resmî Gazete'de yayımlandığı, bu kapsamda annenin, çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinde haklı neden bulunduğu gerekçesi ile davanın kabulüne hükmetmiştir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesi hükmüne göre evlilik içinde doğan çocuğun babanın (ailenin) soyadını taşıyacağı, boşanma veya ölüm üzerine velayetin annede olmasının soyadında herhangi bir değişikliğe neden olamayacağı, usulüne uygun olarak açılacak bir dava sonunda verilecek kararla değişmedikçe çocuğun soyadının da değişemeyeceği tespitlerini içeren Yargıtay bozma kararı sonrasında başvurucunun davası reddedilmiştir.

İddialar

Başvurucu, boşanma davası sonrası velayeti kendisine verilen çocuğun soyadının, kendi soyadı ile değiştirilmesi talebiyle açtığı davanın reddedildiğini, Anayasa Mahkemesinin 2525 sayılı Kanun'un 4. maddesinin ilgili bölümünü iptal eden kararına dayandığı hâlde bu hususun mahkeme kararlarında karşılanmayarak gerekçesiz bırakıldığını ve karar düzeltme talebinin reddi neticesinde aleyhine para cezasına hükmedildiğini belirterek adil yargılanma ve aile hayatına saygı haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Velayetin reşit olmayan çocukların bakım ve gözetimi konusunda anne ve babaya verilen hak ve yükümlülüklerden oluşan bir müessese olduğunu, bu bağlamda anılan müessesenin çocuğun bakımı, eğitimi, temsili, mal varlığının yönetimi ve menfaatlerinin korunması için hukuki bir temel oluşturduğunu belirten Anayasa Mahkemesi; başvurucunun, velayet hakkı tevdi edilen çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinin, velayet hakkı ve bu kapsamdaki yetkilerin kullanımı ile ilgili olduğundan Anayasa'nın 20. maddesi kapsamında ele alınması gerektiğini ifade etmiştir.

Kararda, velayet hakkı ve bu bağlamdaki yetkilerin kullanımı da dâhil olmak üzere cinsiyetler arası eşitlik ve cinsiyete dayalı ayrımcılıkla ilgili hususların insan hakları ile ilgili birçok uluslararası hukuk belgesinde de yer aldığı, 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun evliliğin feshi veya boşanma hâllerinde anasına tevdi edilmiş olsa bile çocuğun, babasının seçtiği veya seçeceği adı alacağını belirten hükmünün, 8/12/2011 tarihli kararla Anayasa'nın 10. ve 41. maddelerine aykırı görülerek iptal edildiği, bunun yanı sıra Türk hukukunda ad ve soyadın belirli nedenlere dayanılarak değiştirilmesine imkân tanındığı, bu bağlamda 4721 sayılı Kanun'un 27. maddesinde adın değiştirilmesinin haklı sebeplere dayanılarak talep edilebileceğinin düzenlendiği belirtilmiştir.

Anayasa Mahkemesine göre, velayeti altındaki çocuğun soyadının değiştirilmesine ilişkin davanın reddi, başvurucunun aile hayatına saygı hakkına bir müdahale oluşturmaktadır.

Hak ve özgürlüklerin yasayla sınırlanması ölçütünün anayasa yargısında önemli bir yere sahip olduğunu ve bir müdahale söz konusu olduğunda öncelikle müdahaleye yetki veren bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığının tespiti gerektiğini ifade eden Mahkeme, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin kanunların aynı zamanda maddi bir içeriği de gerektirdiğini belirtmiştir. Yasal düzenlemenin içerik, amaç ve kapsam bakımından belirli ve ilgililerin hukuksal durumlarını algılayabilecekleri açıklıkta olması gerektiğini vurgulayan Mahkeme, ilgili kuralın uygulayıcıya belirli ölçüde takdir alanı sunması mümkün olmakla birlikte, etkin bir temel hak korumasının sağlanabilmesi için müdahaleye temel alınan kuralın lafzı ve yorumunun asgari bir kesinliği sağlaması gerektiğini hatırlatmıştır. Mahkemeye göre, yorum yöntemleriyle belirlenebilir kavramların kullanılması mümkün olmakla birlikte, kanun hükmünün uygulanmasında yeknesaklığın sağlanmamış olması belirsizliğin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Anayasa Mahkemesinin görevinin, söz konusu yorum ve uygulamanın Anayasa'ya uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğunun vurgulandığı kararda, başvuruya konu müdahalenin dayanağı olarak gösterilen "Çocuk, ana ve baba evli ise ailenin; (...) soyadını taşır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşıyorsa çocuk onun bekârlık soyadını taşır." şeklindeki hükmün, boşanma sonrası çocuğun velayeti verilen kişiler tarafından, somut başvuruya benzer mahiyette davalara konu edildiği, bu davalarda genellikle kanuniliğin tartışma konusu yapıldığı ve farklı hukuksal yorumların söz konusu olduğu ifade edilmiştir.

Sonuç olarak boşanma sonrası velayeti anneye verilen çocuğun soyadının değiştirilmesi hususunda açık bir düzenlemenin bulunmaması ve farklı yargı kararları verildiği dikkate alındığında, başvuruya konu müdahalenin dayanağı olarak gösterilen kuralın, başvurucunun velayeti altındaki çocuğun soyadının değiştirilmesi talebinin reddedilmesi şeklindeki müdahale bağlamında belirlilik şartını sağlamadığı ve bu yönüyle müdahalenin kanunilik unsurunu taşımadığı belirtilerek Anayasa'nın 20. maddesinde güvence altına alınan aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Kararın tam metnini indirmek için LÜTFEN TIKLAYINIZ.
#4
T.C
YARGITAY
17.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO: 2014 / 5205
KARAR NO: 2014 / 7062
KARAR T.: 06.05.2014

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı İ. Y. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR: Davacı vekili, davalı tarafa ait araç sürücüsünün kusurlu hareketi ile meydana gelen kazada davacıya ait aracın hasarlandığını açıklayıp, fazlaya dair haklarını saklı tutarak 10.000 TL değer kaybı ile 2.891 TL araç kiralama bedelinin 4.1.2012'den işleyecek yasal faizi tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalılar vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan kanıtlara göre; davanın kısmen kabulü ile, 2.891 TL araç kiralama bedelinin 4.1.2012'den, 6.000 TL değer kaybının dava tarihinden işleyecek yasal faizi ile davalı İsmail den tahsiline, davalı sigorta hakkındaki davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davalı İsmail vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı İsmail vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2- Dava, trafik kazasından kaynaklanan değer kaybı ve araç kiralama bedeli istemine ilişkindir. Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının "sigortanın kapsamı" başlıklı A.1.maddesi uyarınca, sigortacı, poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında, bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermiş olmasından dolayı, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder. Araçta meydana gelen hasar bedeli gibi bu hasardan kaynaklanan değer kaybı zararını da ZMSS teminatı kapsamındadır.

Dairemizce de benimsenen HGK.'nun 4.11.2009 tarih ve 2009/16-428 esas 2009/483 karar sayılı ilamı gereği; değer kaybı zararından davalı sigorta şirketinin sorumlu tutulmadığı hükmü sadece davalı (işleten) İ. vekili temyiz etmiş, davacı tarafında temyiz edilmemiştir. Müteselsil sorumluluk hükümlerinin geçerli olduğu iş bu davada davalı vekilinin, davalılar arasındaki rücu ilişkisinde aleyhine sonuç doğuracak nitelikte olan hükmü temyiz etmekte hukuki yararı mevcuttur. Bu sebeple iş bu dava yönünden icrai nitelikte olmasa da davalılar aracındaki iç ilişki yönünden dava konusu değer kaybı zararından davalı sigorta şirketinin de sorumlu olduğunun tespiti gerekmektedir.

SONUÇ: Yukarıda 1 numaralı bentte açıklanan nedenle davalı İ. vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2 numaralı bentte açıklanan nedenle aynı davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı İ. Y.'e geri verilmesine 06.05.2014 gününde oybirliği ile, karar verildi.
#5
28.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun ile tüketicilerin taraf oldukları birçok sözleşmede tüketiciler lehine önemli değişiklikler yapılmıştır. Tüketici işleminin kapsamı genişletilerek, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlem yasa kapsamına alınmıştır. Konuyla ilgili yararlı bir makaleyi okumak için lütfen tıklayınız: http://www.bursabarosu.org.tr/paylasim/File/dosyalar/2014/pdf/tuketici.pdf

İŞTE KANUNUN TAM METNİ:

TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN

Kanun Numarası      : 6502
Kabul Tarihi                     : 7/11/2013
Yayımlandığı R.Gazete   : Tarih: 28/11/2013     Sayı :  28835
Yayımlandığı Düstur      : Tertip : 5  Cilt : 54  

BİRİNCİ KISIM
Amaç, Kapsam ve Tanımlar
Amaç
MADDE 1- (1) Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak, tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini özendirmek ve bu konulardaki politikaların oluşturulmasında gönüllü örgütlenmeleri teşvik etmeye ilişkin hususları düzenlemektir.
Kapsam
MADDE 2- (1) Bu Kanun, her türlü tüketici işlemi ile tüketiciye yönelik uygulamaları kapsar.
Tanımlar
MADDE 3- (1) Bu Kanunun uygulanmasında;
a) Bakan: Gümrük ve Ticaret Bakanını,
b) Bakanlık: Gümrük ve Ticaret Bakanlığını,
c) Genel Müdür: Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürünü,
ç) Genel Müdürlük: Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğünü,
d) Hizmet: Bir ücret veya menfaat karşılığında yapılan ya da yapılması taahhüt edilen mal sağlama dışındaki her türlü tüketici işleminin konusunu,
e) İthalatçı: Kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere mal veya hizmetleri ya da bu malların hammaddelerini yahut ara mallarını ticari veya mesleki amaçlarla ithal ederek satım, kira, finansal kiralama veya benzeri bir yolla piyasaya süren gerçek veya tüzel kişiyi,
f) Kalıcı veri saklayıcısı: Tüketicinin gönderdiği veya kendisine gönderilen bilgiyi, bu bilginin amacına uygun olarak makul bir süre incelemesine elverecek şekilde kaydedilmesini ve değiştirilmeden kopyalanmasını sağlayan ve bu bilgiye aynen ulaşılmasına imkân veren kısa mesaj, elektronik posta, internet, disk, CD, DVD, hafıza kartı ve benzeri her türlü araç veya ortamı,
g) Konut finansmanı kuruluşu: Konut finansmanı kapsamında doğrudan tüketiciye kredi kullandıran ya da finansal kiralama yapan bankalar ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu tarafından konut finansmanı faaliyetinde bulunması uygun görülen finansal kiralama şirketleri ve finansman şirketlerini,
ğ) Kredi veren: Mevzuatı gereği tüketicilere kredi vermeye yetkili olan gerçek veya tüzel kişiyi,
h) Mal: Alışverişe konu olan; taşınır eşya, konut veya tatil amaçlı taşınmaz mallar ile elektronik ortamda kullanılmak üzere hazırlanan yazılım, ses, görüntü ve benzeri her türlü gayri maddi malları,
ı) Sağlayıcı: Kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla tüketiciye hizmet sunan ya da hizmet sunanın adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi,
i) Satıcı: Kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla tüketiciye mal sunan ya da mal sunanın adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi,
j) Teknik düzenleme: 29/6/2001 tarihli ve 4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanmasına Dair Kanunda yer alan tanımı,
k) Tüketici: Ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi,
l) Tüketici işlemi: Mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi,
m) Tüketici örgütleri: Tüketicinin korunması amacıyla kurulan dernek, vakıf veya bunların üst kuruluşlarını,
n) Üretici: Kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere tüketiciye sunulmuş olan mal ya da bu malların hammaddelerini yahut ara mallarını üretenler ile mal üzerine markasını, unvanını veya herhangi bir ayırt edici işaretini koyarak kendisini üretici olarak gösteren gerçek veya tüzel kişiyi,
ifade eder.
İKİNCİ KISIM
Genel Esaslar
Temel ilkeler
MADDE 4- (1) Bu Kanunda yazılı olarak düzenlenmesi öngörülen sözleşmeler ile bilgilendirmeler en az on iki punto büyüklüğünde, anlaşılabilir bir dilde, açık, sade ve okunabilir bir şekilde düzenlenir ve bunların bir nüshası kâğıt üzerinde veya kalıcı veri saklayıcısı ile tüketiciye verilir. Sözleşmede bulunması gereken şartlardan bir veya birkaçının bulunmaması durumunda, eksiklik sözleşmenin geçerliliğini etkilemez. Bu eksiklik sözleşmeyi düzenleyen tarafından derhâl giderilir.
(2) Sözleşmede öngörülen koşullar, sözleşme süresi içinde tüketici aleyhine değiştirilemez.
(3) Tüketiciden; kendisine sunulan mal veya hizmet kapsamında haklı olarak yapılmasını beklediği ve sözleşmeyi düzenleyenin yasal yükümlülükleri arasında yer alan edimler ile sözleşmeyi düzenleyenin kendi menfaati doğrultusunda yapmış olduğu masraflar için ek bir bedel talep edilemez. Bankalar, tüketici kredisi veren finansal kuruluşlar ve kart çıkaran kuruluşlar tarafından tüketiciye sunulan ürün veya hizmetlerde ise tüketiciden faiz dışında alınacak her türlü ücret, komisyon ve masraf türleri ile bunlara ilişkin usul ve esaslar Bakanlığın görüşü alınarak bu Kanunun ruhuna uygun olarak ve tüketiciyi koruyacak şekilde Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından belirlenir.
(4) Bu Kanunda düzenlenen sözleşmelere istinaden tüketiciden talep edilecek her türlü ücret ve masrafa ilişkin bilgilerin, sözleşmenin eki olarak kâğıt üzerinde yazılı şekilde tüketiciye verilmesi zorunludur. Uzaktan iletişim aracıyla kurulan sözleşmelerde ise, bu bilgiler kullanılan uzaktan iletişim aracına uygun şekilde verilir. Bu bilgilerin tüketiciye verildiğinin ispatı sözleşmeyi düzenleyene aittir.
(5) Tüketicinin yapmış olduğu işlemler nedeniyle kıymetli evrak niteliğinde sadece nama yazılı ve her bir taksit ödemesi için ayrı ayrı olacak şekilde senet düzenlenebilir. Bu fıkra hükümlerine aykırı olarak düzenlenen senetler tüketici yönünden geçersizdir.
(6) Tüketici işlemlerinde, tüketicinin edimlerine karşılık olarak alınan şahsi teminatlar, her ne isim altında olursa olsun adi kefalet sayılır. Tüketicinin alacaklarına ilişkin karşı tarafça verilen şahsi teminatlar diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmadıkça müteselsil kefalet sayılır.
(7) Temerrüt hâli de dâhil olmak üzere, tüketici işlemlerinde bileşik faiz uygulanmaz.
(8] Bu Kanun tüm düzenlemeleri yönünden katılım bankalarını da kapsar. Uygulama, kâr payı dikkate alınarak yapılır.
Tüketici sözleşmelerindeki haksız şartlar
MADDE 5- (1) Haksız şart; tüketiciyle müzakere edilmeden sözleşmeye dâhil edilen ve tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde dürüstlük kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme şartlarıdır.
(2) Tüketiciyle akdedilen sözleşmelerde yer alan haksız şartlar kesin olarak hükümsüzdür. Sözleşmenin haksız şartlar dışındaki hükümleri geçerliliğini korur. Bu durumda sözleşmeyi düzenleyen, kesin olarak hükümsüz sayılan şartlar olmasaydı diğer hükümlerle sözleşmeyi yapmayacak olduğunu ileri süremez.
(3) Bir sözleşme şartı önceden hazırlanmış ve standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediği kabul edilir. Sözleşmeyi düzenleyen, bir standart şartın münferiden müzakere edildiğini iddia ediyorsa bunu ispatla yükümlüdür. Sözleşmenin bütün olarak değerlendirilmesinden standart sözleşme olduğu sonucuna varılırsa, bu sözleşmedeki bir şartın belirli unsurlarının veya münferit bir hükmünün müzakere edilmiş olması, sözleşmenin kalan kısmına bu maddenin uygulanmasını engellemez.
(4) Sözleşme şartlarının yazılı olması hâlinde, tüketicinin anlayabileceği açık ve anlaşılır bir dilin kullanılmış olması gerekir. Sözleşmede yer alan bir hükmün açık ve anlaşılır olmaması veya birden çok anlama gelmesi hâlinde; bu hüküm, tüketicinin lehine yorumlanır.
(5) Faaliyetlerini, kanun veya yetkili makamlar tarafından verilen izinle yürütmekte olan kişi veya kuruluşların hazırladıkları sözleşmelere de niteliklerine bakılmaksızın bu madde hükümleri uygulanır.
(6) Bir sözleşme şartının haksızlığı; sözleşme konusu olan mal veya hizmetin niteliği, sözleşmenin kuruluşunda var olan şartlar ve sözleşmenin diğer hükümleri veya haksız şartın ilgili olduğu diğer bir sözleşmenin hükümleri dikkate alınmak suretiyle sözleşmenin kuruluş anına göre belirlenir.
(7) Sözleşme şartlarının haksızlığının takdirinde, bu şartlar açık ve anlaşılır bir dille yazılmış olmak koşuluyla, hem sözleşmeden doğan asli edim yükümlülükleri arasındaki hem de mal veya hizmetin piyasa değeri ile sözleşmede belirlenen fiyat arasındaki dengeye ilişkin bir değerlendirme yapılamaz.
(8] Bakanlık, genel olarak kullanılmak üzere hazırlanmış sözleşmelerde yer alan haksız şartların, sözleşme metinlerinden çıkarılması veya kullanılmasının önlenmesi için gerekli tedbirleri alır.
(9) Haksız şartların tespit edilmesi ve denetlenmesine ilişkin usul ve esaslar ile sınırlayıcı olmamak üzere haksız şart olduğu kabul edilen sözleşme şartları yönetmelikle belirlenir.
Satıştan kaçınma
MADDE 6- (1) Vitrinde, rafta, elektronik ortamda veya açıkça görülebilir herhangi bir yerde teşhir edilen malın, satılık olmadığı belirtilen bir ibareye yer verilmedikçe satışından kaçınılamaz.
(2) Hizmet sağlamaktan haklı bir sebep olmaksızın kaçınılamaz.
(3) Ticari veya mesleki amaçlarla hareket edenler; aksine bir teamül, ticari örf veya adet ya da haklı bir sebep yoksa; bir mal veya hizmetin satışını o mal veya hizmetin, kendisi tarafından belirlenen miktar, sayı, ebat gibi koşullara ya da başka bir mal veya hizmetin satın alınması şartına bağlayamaz.
(4) Bakanlık ve belediyeler, bu madde hükümlerinin uygulanması ve izlenmesine ilişkin işleri yürütmekle görevlidir.
Sipariş edilmeyen mal veya hizmetler
MADDE 7- (1) Sipariş edilmeyen malların gönderilmesi ya da hizmetlerin sunulması durumunda, tüketiciye karşı herhangi bir hak ileri sürülemez. Bu hâllerde, tüketicinin sessiz kalması ya da mal veya hizmeti kullanmış olması, sözleşmenin kurulmasına yönelik kabul beyanı olarak yorumlanamaz. Tüketicinin malı geri göndermek veya muhafaza etmek gibi bir yükümlülüğü yoktur.
(2) Bir mal veya hizmetin sipariş edildiğini iddia eden bu iddiasını ispatla yükümlüdür.

ÜÇÜNCÜ KISIM
Ayıplı Mal ve Hizmetler
BİRİNCİ BÖLÜM
Ayıplı Mallar
Ayıplı mal
MADDE 8- (1) Ayıplı mal, tüketiciye teslimi anında, taraflarca kararlaştırılmış olan örnek ya da modele uygun olmaması ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan maldır.
(2) Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda, internet portalında ya da reklam ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya birden fazlasını taşımayan; satıcı tarafından bildirilen veya teknik düzenlemesinde tespit edilen niteliğe aykırı olan; muadili olan malların kullanım amacını karşılamayan, tüketicinin makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mallar da ayıplı olarak kabul edilir.
(3) Sözleşmeye konu olan malın, sözleşmede kararlaştırılan süre içinde teslim edilmemesi veya montajının satıcı tarafından veya onun sorumluluğu altında gerçekleştirildiği durumlarda gereği gibi monte edilmemesi sözleşmeye aykırı ifa olarak değerlendirilir. Malın montajının tüketici tarafından yapılmasının öngörüldüğü hâllerde, montaj talimatındaki yanlışlık veya eksiklik nedeniyle montaj hatalı yapılmışsa, sözleşmeye aykırı ifa söz konusu olur.
Ayıplı maldan sorumluluk
MADDE 9- (1) Satıcı, malı satış sözleşmesine uygun olarak tüketiciye teslim etmekle yükümlüdür.
(2) Satıcı, kendisinden kaynaklanmayan reklam yoluyla yapılan açıklamalardan haberdar olmadığını ve haberdar olmasının da kendisinden beklenemeyeceğini veya yapılan açıklamanın içeriğinin satış sözleşmesinin akdi anında düzeltilmiş olduğunu veya satış sözleşmesi kurulma kararının bu açıklama ile nedensellik bağı içinde olmadığını ispatladığı takdirde açıklamanın içeriği ile bağlı olmaz.
İspat yükü
MADDE 10- (1) Teslim tarihinden itibaren altı ay içinde ortaya çıkan ayıpların, teslim tarihinde var olduğu kabul edilir. Bu durumda malın ayıplı olmadığının ispatı satıcıya aittir. Bu karine, malın veya ayıbın niteliği ile bağdaşmıyor ise uygulanmaz.
(2) Tüketicinin, sözleşmenin kurulduğu tarihte ayıptan haberdar olduğu veya haberdar olmasının kendisinden beklendiği hâllerde, sözleşmeye aykırılık söz konusu olmaz. Bunların dışındaki ayıplara karşı tüketicinin seçimlik hakları saklıdır.
(3) Satışa sunulacak ayıplı mal üzerine ya da ambalajına, üretici, ithalatçı veya satıcı tarafından tüketicinin kolaylıkla okuyabileceği şekilde malın ayıbına ilişkin açıklayıcı bilgiyi içeren bir etiket konulur. Bu etiketin tüketiciye verilmesi veya ayıba ilişkin açıklayıcı bilginin tüketiciye verilen fatura, fiş veya satış belgesi üzerinde açıkça gösterilmesi zorunludur. Teknik düzenlemesine uygun olmayan ürünler ise hiçbir şekilde piyasaya arz edilemez. Bu ürünlere, Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanmasına Dair Kanun ve ilgili diğer mevzuat hükümleri uygulanır.
Tüketicinin seçimlik hakları
MADDE 11- (1) Malın ayıplı olduğunun anlaşılması durumunda tüketici;
a) Satılanı geri vermeye hazır olduğunu bildirerek sözleşmeden dönme,
b) Satılanı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinden indirim isteme,
c) Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bütün masrafları satıcıya ait olmak üzere satılanın ücretsiz onarılmasını isteme,
ç) İmkân varsa, satılanın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini isteme,
seçimlik haklarından birini kullanabilir. Satıcı, tüketicinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümlüdür.
(2) Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi hakları üretici veya ithalatçıya karşı da kullanılabilir. Bu fıkradaki hakların yerine getirilmesi konusunda satıcı, üretici ve ithalatçı müteselsilen sorumludur. Üretici veya ithalatçı, malın kendisi tarafından piyasaya sürülmesinden sonra ayıbın doğduğunu ispat ettiği takdirde sorumlu tutulmaz.
(3) Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesinin satıcı için orantısız güçlükleri beraberinde getirecek olması hâlinde tüketici, sözleşmeden dönme veya ayıp oranında bedelden indirim haklarından birini kullanabilir. Orantısızlığın tayininde malın ayıpsız değeri, ayıbın önemi ve diğer seçimlik haklara başvurmanın tüketici açısından sorun teşkil edip etmeyeceği gibi hususlar dikkate alınır.
(4) Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi haklarından birinin seçilmesi durumunda bu talebin satıcıya, üreticiye veya ithalatçıya yöneltilmesinden itibaren azami otuz iş günü, konut ve tatil amaçlı taşınmazlarda ise altmış iş günü içinde yerine getirilmesi zorunludur. Ancak, bu Kanunun 58 inci maddesi uyarınca çıkarılan yönetmelik eki listede yer alan mallara ilişkin, tüketicinin ücretsiz onarım talebi, yönetmelikte belirlenen azami tamir süresi içinde yerine getirilir. Aksi hâlde tüketici diğer seçimlik haklarını kullanmakta serbesttir.
(5) Tüketicinin sözleşmeden dönme veya ayıp oranında bedelden indirim hakkını seçtiği durumlarda, ödemiş olduğu bedelin tümü veya bedelden yapılan indirim tutarı derhâl tüketiciye iade edilir.
(6) Seçimlik hakların kullanılması nedeniyle ortaya çıkan tüm masraflar, tüketicinin seçtiği hakkı yerine getiren tarafça karşılanır. Tüketici bu seçimlik haklarından biri ile birlikte 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca tazminat da talep edebilir.
Zamanaşımı
MADDE 12- (1) Kanunlarda veya taraflar arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlenmediği takdirde, ayıplı maldan sorumluluk, ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, malın tüketiciye teslim tarihinden itibaren iki yıllık zamanaşımına tabidir. Bu süre konut veya tatil amaçlı taşınmaz mallarda taşınmazın teslim tarihinden itibaren beş yıldır.
(2) Bu Kanunun 10 uncu maddesinin üçüncü fıkrası saklı olmak üzere ikinci el satışlarda satıcının ayıplı maldan sorumluluğu bir yıldan, konut veya tatil amaçlı taşınmaz mallarda ise üç yıldan az olamaz.
(3) Ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlenmişse zamanaşımı hükümleri uygulanmaz.

İKİNCİ BÖLÜM
Ayıplı Hizmetler
Ayıplı hizmet
MADDE 13- (1) Ayıplı hizmet, sözleşmede belirlenen süre içinde başlamaması veya taraflarca kararlaştırılmış olan ve objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan hizmettir.
(2) Hizmet sağlayıcısı tarafından bildirilen, internet portalında veya reklam ve ilanlarında yer alan özellikleri taşımayan ya da yararlanma amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren hizmetler ayıplıdır.
Ayıplı hizmetten sorumluluk
MADDE 14- (1) Sağlayıcı, hizmeti sözleşmeye uygun olarak ifa etmekle yükümlüdür.
(2) Sağlayıcı, kendisinden kaynaklanmayan reklam yoluyla yapılan açıklamalardan haberdar olmadığını ve haberdar olmasının da kendisinden beklenemeyeceğini veya yapılan açıklamanın içeriğinin hizmet sözleşmesinin kurulduğu tarihte düzeltilmiş olduğunu veya hizmet sözleşmesinin kurulması kararının bu açıklama ile nedensellik bağı içermediğini ispatladığı takdirde açıklamanın içeriği ile bağlı olmaz.
Tüketicinin seçimlik hakları
MADDE 15- (1) Hizmetin ayıplı ifa edildiği durumlarda tüketici, hizmetin yeniden görülmesi, hizmet sonucu ortaya çıkan eserin ücretsiz onarımı, ayıp oranında bedelden indirim veya sözleşmeden dönme haklarından birini sağlayıcıya karşı kullanmakta serbesttir. Sağlayıcı, tüketicinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümlüdür. Seçimlik hakların kullanılması nedeniyle ortaya çıkan tüm masraflar sağlayıcı tarafından karşılanır. Tüketici, bu seçimlik haklarından biri ile birlikte Türk Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca tazminat da talep edebilir.
(2) Ücretsiz onarım veya hizmetin yeniden görülmesinin sağlayıcı için orantısız güçlükleri beraberinde getirecek olması hâlinde tüketici bu hakları kullanamaz. Orantısızlığın tayininde hizmetin ayıpsız değeri, ayıbın önemi ve diğer seçimlik haklara başvurmanın tüketici açısından sorun teşkil edip etmeyeceği gibi hususlar dikkate alınır.
(3) Tüketicinin sözleşmeden dönme veya ayıp oranında bedelden indirim hakkını seçtiği durumlarda, ödemiş olduğu bedelin tümü veya bedelden indirim yapılan tutar derhâl tüketiciye iade edilir.
(4) Ücretsiz onarım veya hizmetin yeniden görülmesinin seçildiği hâllerde, hizmetin niteliği ve tüketicinin bu hizmetten yararlanma amacı dikkate alındığında, makul sayılabilecek bir süre içinde ve tüketici için ciddi sorunlar doğurmayacak şekilde bu talep sağlayıcı tarafından yerine getirilir. Her hâlükârda bu süre talebin sağlayıcıya yöneltilmesinden itibaren otuz iş gününü geçemez. Aksi takdirde tüketici diğer seçimlik haklarını kullanmakta serbesttir.
Zamanaşımı
MADDE 16- (1) Kanunlarda veya taraflar arasındaki sözleşmede daha uzun bir süre belirlenmediği takdirde, ayıplı hizmetten sorumluluk, ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, hizmetin ifası tarihinden itibaren iki yıllık zamanaşımına tabidir.
(2) Ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlenmişse zamanaşımı hükümleri uygulanmaz.

DÖRDÜNCÜ KISIM
Tüketici Sözleşmeleri
BİRİNCİ BÖLÜM
Taksitle Satış
Taksitle satış sözleşmeleri
MADDE 17- (1) Taksitle satış sözleşmesi, satıcı veya sağlayıcının malın teslimi veya hizmetin ifasını üstlendiği, tüketicinin de bedeli kısım kısım ödediği sözleşmelerdir.
(2) Tüketicinin, kira süresi sonunda bir malın mülkiyetini edinme zorunluluğunun bulunduğu finansal kiralama sözleşmeleri hakkında da bu Bölüm hükümleri uygulanır.
(3) Taksitle satış sözleşmesi yazılı olarak kurulmadıkça geçerli olmaz. Geçerli bir sözleşme yapmamış olan satıcı veya sağlayıcı, sonradan sözleşmenin geçersizliğini tüketicinin aleyhine olacak şekilde ileri süremez.
Cayma hakkı
MADDE 18- (1) Tüketici, yedi gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin taksitle satış sözleşmesinden cayma hakkına sahiptir.
(2) Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin bu süre içinde satıcı veya sağlayıcıya yöneltilmiş olması yeterlidir. Satıcı veya sağlayıcı, cayma hakkı konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispat etmekle yükümlüdür.
(3) Satıcı cayma süresi içinde malı tüketiciye teslim etmişse tüketici, malı ancak olağan bir gözden geçirmenin gerektirdiği ölçüde kullanabilir; aksi takdirde tüketici cayma hakkını kullanamaz. Cayma hakkı süresi sona ermeden önce, tüketicinin onayı ile hizmetin ifasına başlanan hizmet sözleşmelerinde de tüketici cayma hakkını kullanamaz.
(4) Tüketicinin satıcıyı bulduğu finansal kiralama işlemlerinde cayma hakkı kullanılamaz.
Temerrüt
MADDE 19- (1) Taksitle satış sözleşmelerinde tüketicinin taksitleri ödemede temerrüde düşmesi durumunda, satıcı veya sağlayıcı, kalan borcun tümünün ifasını talep etme hakkını saklı tutmuşsa, bu hak ancak satıcı veya sağlayıcının bütün edimlerini ifa etmiş olması, tüketicinin de kalan borcun en az onda birini oluşturan ve birbirini izleyen en az iki taksidi veya kalan borcun en az dörtte birini oluşturan bir taksidi ödemede temerrüde düşmesi hâlinde kullanılabilir. Satıcı veya sağlayıcının bu hakkı kullanabilmesi için tüketiciye en az otuz gün süre vererek muacceliyet uyarısında bulunması zorunludur.
(2) Muaccel kılınan taksitlerin hesaplanmasında faiz, komisyon ve benzeri masraflar dikkate alınmaz.
Erken ödeme
MADDE 20- (1) Tüketici, borçlandığı toplam miktarı önceden ödeyebileceği gibi vadesi gelmemiş bir ya da birden çok taksit ödemesinde de bulunabilir. Her iki durumda da satıcı veya sağlayıcı, faiz veya komisyon aldığı durumlarda ödenen miktara göre gerekli tüm faiz ve komisyon indirimini yapmakla yükümlüdür.
Diğer hususlar
MADDE 21- (1) Tüketicinin taşınır bir malın satış bedelini önceden kısım kısım ödemeyi, satıcının da bedelin tamamen ödenmesinden sonra satılanı tüketiciye teslim etmeyi üstlendikleri ve ödeme süresi bir yıldan daha uzun veya belirsiz olan sözleşmeler hakkında Türk Borçlar Kanununun ön ödemeli taksitle satış hükümleri uygulanır.
(2) Sözleşmenin zorunlu içeriği, tüketici ile satıcı ve sağlayıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı, erken ödeme ile diğer hususlara ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

İKİNCİ BÖLÜM
Tüketici Kredileri
Tüketici kredisi sözleşmeleri
MADDE 22- (1) Tüketici kredisi sözleşmesi, kredi verenin tüketiciye faiz veya benzeri bir menfaat karşılığında ödemenin ertelenmesi, ödünç veya benzeri finansman şekilleri aracılığıyla kredi verdiği veya kredi vermeyi taahhüt ettiği sözleşmeyi ifade eder.
(2) Kredi kartı sözleşmeleri, faiz veya benzeri bir menfaat karşılığında, ödemenin üç aydan daha uzun süre ertelenmesi veya benzer şekilde taksitle ödeme imkânı sağlanması hâlinde tüketici kredisi sözleşmesi olarak değerlendirilir. Ancak bu durumda uygulanacak faiz oranı kredi kartı sözleşmesi uyarınca belirlenen orandan fazla olamaz.
(3) Tüketici kredisi sözleşmesi yazılı olarak kurulmadıkça geçerli olmaz. Geçerli bir sözleşme yapmamış olan kredi veren, sonradan sözleşmenin geçersizliğini tüketicinin aleyhine olacak şekilde ileri süremez.
Sözleşme öncesi bilgilendirme yükümlülüğü
MADDE 23- (1) Kredi verenin ve varsa kredi aracısının, tüketiciye, teklif ettikleri kredi sözleşmesinin koşullarını içeren sözleşme öncesi bilgi formunu, sözleşmenin kurulmasından makul bir süre önce vermesi zorunludur.
Cayma hakkı
MADDE 24- (1) Tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin tüketici kredisi sözleşmesinden cayma hakkına sahiptir.
(2) Kredi veren, cayma hakkı olduğu konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispat etmekle yükümlüdür. Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin cayma hakkı süresi içinde kredi verene yöneltilmiş olması yeterlidir.
(3) Cayma hakkını kullanan tüketicinin krediden faydalandığı hâllerde, tüketici, anaparayı ve kredinin kullanıldığı tarihten anaparanın geri ödendiği tarihe kadar olan sürede tahakkuk eden faizi en geç cayma bildirimini kredi verene göndermesinden sonra otuz gün içinde geri öder. Bu süre içinde ödeme yapılmaması hâlinde tüketici kredisinden cayılmamış sayılır. Faiz, akdî faiz oranına göre hesaplanır. Tüketiciden, hesaplanan akdî faiz ve bir kamu kurum veya kuruluşuna veya üçüncü kişilere ödenmiş olan masraflar dışında herhangi bir bedel talep edilemez.
Faiz oranı
MADDE 25- (1) Belirli süreli tüketici kredisi sözleşmelerinde faiz oranı sabit olarak belirlenir. Sözleşmenin kurulduğu tarihte belirlenen bu oran tüketici aleyhine değiştirilemez.
(2) Tüketici kredisi sözleşmelerinde, akdî faiz, efektif yıllık faiz veya kredinin toplam maliyetinin yer almaması durumunda, kredi tutarı faizsiz olarak sözleşme süresinin sonuna kadar kullanılır. Efektif faiz oranı, olduğundan düşük gösterilmişse, kredinin toplam maliyetinin hesaplanmasında esas alınacak akdî faiz oranı, düşük gösterilen efektif faiz oranına uyacak şekilde yeniden belirlenir. Bu hâllerde ödeme planı, yapılan değişikliklere göre yeniden düzenlenir.
Sözleşmede değişiklik yapılması
MADDE 26- (1) Belirli süreli kredi sözleşmesinin şartları, tüketici aleyhine değiştirilemez.
(2) Belirsiz süreli kredi sözleşmelerinde faiz oranında değişiklik yapılması hâlinde, bu değişikliğin yürürlüğe girmesinden otuz gün önce, tüketiciye kâğıt üzerinde veya kalıcı veri saklayıcısı aracılığıyla yazılı olarak bildirilmesi zorunludur. Bu bildirimde, yeni faiz oranının yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak ödemelerin tutarı, sayısı ile aralıklarının değişmesine ilişkin ayrıntılara yer verilir. Faiz oranının artırılması hâlinde, yeni faiz oranı geriye dönük olarak uygulanamaz. Tüketici, bildirim tarihinden itibaren en geç altmış gün içinde borcun tamamını ödediği ve kredi kullanmaya son verdiği takdirde faiz artışından etkilenmez.
Erken ödeme
MADDE 27- (1) Tüketici, vadesi gelmemiş bir veya birden çok taksit ödemesinde bulunabilir veya kredi borcunun tamamını erken ödeyebilir. Bu hâllerde kredi veren, erken ödenen miktara göre gerekli tüm faiz ve diğer maliyet unsurlarına ilişkin indirim yapmakla yükümlüdür.
Temerrüt
MADDE 28- (1) Belirli süreli kredi sözleşmelerinde tüketicinin taksitleri ödemede temerrüde düşmesi durumunda, kredi veren, borcun tamamının ifasını talep etme hakkını saklı tutmuşsa, bu hak ancak kredi verenin bütün edimlerini ifa etmiş olması, tüketicinin de birbirini izleyen en az iki taksidi ödemede temerrüde düşmesi hâlinde kullanılabilir. Kredi verenin bu hakkı kullanabilmesi için tüketiciye en az otuz gün süre vererek muacceliyet uyarısında bulunması zorunludur.
(2) Muaccel kılınan taksitlerin hesaplanmasında faiz, komisyon ve benzeri masraflar dikkate alınmaz.
Sigorta yaptırılması
MADDE 29- (1) Tüketicinin yazılı veya kalıcı veri saklayıcısı aracılığıyla açık talebi olmaksızın kredi ile ilgili sigorta yaptırılamaz. Tüketicinin sigorta yaptırmak istemesi hâlinde, istediği sigorta şirketinden sağladığı teminat, kredi veren tarafından kabul edilmek zorundadır. Bu sigortanın kredi konusuyla, meblağ sigortalarında kalan borç tutarıyla ve vadesiyle uyumlu olması gerekir.
Bağlı krediler
MADDE 30- (1) Bağlı kredi sözleşmesi; tüketici kredisinin münhasıran belirli bir malın veya hizmetin tedarikine ilişkin bir sözleşmenin finansmanı için verildiği ve bu iki sözleşmenin objektif açıdan ekonomik birlik oluşturduğu sözleşmedir.
(2) Ekonomik birliğin varlığı;
a) Satıcı veya sağlayıcının tüketici için krediyi finanse ettiği,
b) Üçüncü bir tarafça finanse edilmesi durumunda, kredi verenin kredi sözleşmesinin imzalanması veya hazırlanması ile ilgili olarak satıcı veya sağlayıcının hizmetlerinden yararlandığı,
c) Belirli bir mal veya hizmetin verilmesinin kredi sözleşmesinde açıkça belirtildiği, durumlarından en az birinin varlığı hâlinde kabul edilir.
(3) Tüketicinin mal veya hizmet tedarikine ilişkin sözleşmeden cayması ve buna ilişkin bildirimin cayma süresi içinde ayrıca kredi verene de yöneltilmesi hâlinde, bağlı kredi sözleşmesi de herhangi bir tazminat veya cezai şart ödeme yükümlülüğü olmaksızın sona erer.
(4) Bağlı kredilerde, mal veya hizmet hiç ya da gereği gibi teslim veya ifa edilmez ise satıcı, sağlayıcı ve kredi veren, tüketicinin satış sözleşmesinden dönme veya bedelden indirim hakkını kullanması hâlinde müteselsilen sorumludur. Tüketicinin bedelden indirim hakkını kullanması hâlinde bağlı kredi de bu oranda indirilir ve ödeme planı buna göre değiştirilir. Tüketicinin sözleşmeden dönme hakkını kullanması hâlinde, o güne kadar yapmış olduğu ödemenin iadesi hususunda satıcı, sağlayıcı ve kredi veren müteselsilen sorumludur. Ancak, kredi verenin sorumluluğu; malın teslim veya hizmetin ifa edilmediği durumlarda satış sözleşmesinde veya bağlı kredi sözleşmesinde belirtilen malın teslim veya hizmetin ifa edilme tarihinden, malın teslim veya hizmetin ifa edildiği durumlarda malın teslim veya hizmetin ifa edildiği tarihten itibaren, kullanılan kredi miktarı ile sınırlı olmak üzere bir yıldır.
(5) Kredi veren ile satıcı veya sağlayıcı arasında belirli bir malın veya hizmetin tedarikine ilişkin bir sözleşme olmaksızın, tüketicinin kendisi tarafından belirlenen malın veya hizmetin bedelinin kredi veren tarafından ödenmesi suretiyle kullandırılan krediler bağlı kredi sayılmaz.
Diğer hususlar
MADDE 31- (1) Belirli süreli kredi sözleşmesine ilişkin bir hesap açılması ve bu hesaptan sadece kredi ile ilgili işlemler yapılması durumunda, tüketiciden bu hesaba ilişkin herhangi bir isim altında ücret veya masraf talep edilemez. Bu hesap, tüketicinin aksine yazılı talebi olmaması hâlinde kredinin ödenmesi ile kapanır.
(2) Tüketicinin açık talimatı olmaksızın, belirli süreli kredi sözleşmesi ile ilişkili bir kredili mevduat sözleşmesi yapılamaz.
(3) Kart çıkaran kuruluşlar, tüketicilere yıllık üyelik aidatı ve benzeri isim altında ücret tahsil etmedikleri bir kredi kartı türü sunmak zorundadır.
(4) Sözleşme öncesi bilgilendirme, sözleşmenin zorunlu içeriği, kapsam dışı sözleşmeler, tüketici ile kredi verenin hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı, erken ödeme, efektif yıllık faizin hesaplanması, tüketici kredilerine ilişkin reklamların zorunlu içeriği, fesih hakkının kullanılması, temerrüt, kredinin devri, bağlı kredi ile diğer hususlara ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Konut Finansmanı
Konut finansmanı sözleşmeleri
MADDE 32- (1) Konut finansmanı sözleşmesi, konut edinmeleri amacıyla; tüketicilere kredi kullandırılması, konutların finansal kiralama yoluyla tüketicilere kiralanması, sahip oldukları konutların teminatı altında tüketicilere kredi kullandırılması ve bu kredilerin yeniden finansmanı amacıyla kredi kullandırılmasına yönelik sözleşmedir.
(2) Konut finansmanı sözleşmesi yazılı olarak kurulmadıkça geçerli olmaz. Geçerli bir sözleşme yapmamış olan konut finansmanı kuruluşu, sonradan sözleşmenin geçersizliğini tüketicinin aleyhine olacak şekilde ileri süremez.
Sözleşme öncesi bilgilendirme yükümlülüğü
MADDE 33- (1) Konut finansmanı kuruluşları, tüketiciye, konut finansmanı sözleşmesinin koşullarını içeren sözleşme öncesi bilgi formunu, sözleşmenin kurulmasından makul bir süre önce vermek zorundadır.
Temerrüt
MADDE 34- (1) Tüketicinin taksitleri ödemede temerrüde düşmesi durumunda konut finansmanı kuruluşu, kalan borcun tamamının ifasını talep etme hakkını saklı tutmuşsa, bu hak ancak konut finansmanı kuruluşunun bütün edimlerini ifa etmiş olması ve tüketicinin de birbirini izleyen en az iki taksidi ödemede temerrüde düşmesi hâlinde kullanılabilir. Konut finansmanı kuruluşunun bu hakkını kullanabilmesi için tüketiciye en az otuz gün süre vererek muacceliyet uyarısında bulunması gerekir.
(2) Muaccel kılınan taksitlerin hesaplanmasında faiz, komisyon ve benzeri masraflar dikkate alınmaz.
(3) Finansal kiralama işlemlerinde, muacceliyet uyarısında verilen süre içinde tüketicinin edimini yerine getirmemesi hâlinde, bu sürenin sona ermesini takiben konut finansmanı kuruluşu kalan borcun tamamını ifa etme hakkını kullanmak üzere konut finansmanı sözleşmesini feshettiği takdirde, konutu derhâl satışa çıkarmakla yükümlüdür. Konut finansmanı kuruluşu satış öncesinde konut için 6/12/2012 tarihli ve 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu uyarınca yetki verilmiş olan kişi veya kurumlara kıymet takdiri yaptırır. Takdir edilen kıymet, satıştan en az on iş günü önce tüketiciye bildirilir. Konut finansmanı kuruluşu takdir edilen kıymeti dikkate alarak basiretli bir tacir gibi davranmak suretiyle konutun satışını gerçekleştirir. Konutun satışından elde edilen bedelin, kalan borcu aşması hâlinde aşan kısım tüketiciye derhâl ödenir. Konut finansmanına yönelik finansal kiralama işlemlerinde 21/11/2012 tarihli ve 6361 sayılı Finansal Kiralama, Faktoring ve Finansman Şirketleri Kanununun 33 üncü maddesi uygulanmaz.
(4) Konutun satışının bu maddenin üçüncü fıkrası kapsamında gerçekleştirilmesi ve varsa elde edilen bedelin kalan borcu aşan kısmının tüketiciye ödenmesini takiben tüketici veya zilyetliğin devredilmiş olması hâlinde zilyetliği elinde bulunduran üçüncü şahıslar konutu tahliye etmekle yükümlüdür. Konutun tahliye edilmemesi hâlinde konut sahibi, 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanununun 26 ncı ve 27 nci maddeleri uyarınca tüketici veya zilyetliği elinde bulunduran üçüncü şahıslar aleyhine icra yoluna başvurabilir.
Bağlı krediler
MADDE 35- (1) Bağlı kredi sözleşmesi; konut finansmanı kredisinin münhasıran belirli bir konutun satın alınması durumunda bir sözleşmenin finansmanı için verildiği ve bu iki sözleşmenin objektif açıdan ekonomik bir birlik oluşturduğu sözleşmedir.
(2) Bağlı kredilerde, konutun hiç ya da gereği gibi teslim edilmemesi nedeniyle tüketicinin bu Kanunun 11 inci maddesinde belirtilen seçimlik haklarından birini kullanması hâlinde, satıcı ve konut finansmanı kuruluşu müteselsilen sorumludur. Ancak, konut finansmanı kuruluşunun sorumluluğu; konutun teslim edilmemesi durumunda konut satış sözleşmesinde veya bağlı kredi sözleşmesinde belirtilen konut teslim tarihinden, konutun teslim edilmesi durumunda konutun teslim edildiği tarihten itibaren, kullanılan kredi miktarı ile sınırlı olmak üzere bir yıldır.
(3) Konut finansmanı kuruluşları tarafından verilen kredilerin ipotek finansmanı kuruluşlarına, konut finansmanı fonlarına veya ipotek teminatlı menkul kıymet teminat havuzlarına devrolması hâlinde dahi, kredi veren konut finansmanı kuruluşunun sorumluluğu devam eder. Krediyi devralan kuruluş bu madde kapsamında sorumlu olmaz.
(4) Konut finansmanı kuruluşu ile satıcı arasında belirli bir konutun tedarikine ilişkin bir sözleşme olmaksızın, tüketicinin kendisi tarafından belirlenen konutun bedelinin kredi veren konut finansmanı kuruluşu tarafından ödenmesi suretiyle kullandırılan krediler bağlı kredi sayılmaz.
Faiz oranı
MADDE 36- (1) Kredilerde geri ödeme tutarlarının, finansal kiralama işlemlerinde ise kira bedellerinin anaparayı aşan kısmı bu madde kapsamında faiz olarak kabul edilir.
(2) Sözleşmede belirtilmek suretiyle konut finansmanına yönelik kredilerde ve finansal kiralama işlemlerinde faiz oranı sabit veya değişken olarak ya da aynı kredi için her iki yöntem esas alınmak suretiyle belirlenebilir. Faiz oranının sabit olarak belirlenmesi hâlinde, sözleşmenin kurulduğu tarihte belirlenen oran tarafların rızası dışında değiştirilemez. Oranın değişken olarak belirlenmesi hâlinde ise, başlangıçta sözleşmede belirlenen oran, dönemsel geri ödeme tutarı başlangıçta sözleşmede belirlenen azami dönemsel geri ödeme tutarını aşmamak koşuluyla ve sözleşmede belirlenecek yurt içinde veya yurt dışında genel kabul görmüş ve yaygın olarak kullanılan endekslerden en düşük olanı baz alınarak değiştirilebilir. Oranların değişken olarak belirlenmesi hâlinde bu yöntemin muhtemel etkileri konusunda tüketicilerin bilgilendirilmesi şarttır. Bu amaçlarla kullanılabilecek referans faizler ve endeksler Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından belirlenir.
Erken ödeme
MADDE 37- (1) Tüketici, vadesi gelmemiş bir veya birden çok taksit ödemesinde bulunabileceği gibi, konut finansmanı borcunun tamamını erken ödeyebilir. Bu hâllerde, konut finansmanı kuruluşu, erken ödenen miktara göre gerekli tüm faiz ve diğer maliyet unsurlarına ilişkin indirim yapmakla yükümlüdür.
(2) Faiz oranının sabit olarak belirlenmesi hâlinde, sözleşmede yer verilmek suretiyle, bir ya da birden fazla ödemenin vadesinden önce yapılması durumunda, konut finansmanı kuruluşu tarafından tüketiciden erken ödeme tazminatı talep edilebilir. Erken ödeme tazminatı gerekli faiz indirimi yapılarak hesaplanan ve tüketici tarafından konut finansmanı kuruluşuna erken ödenen tutarın kalan vadesi otuz altı ayı aşmayan kredilerde yüzde birini, kalan vadesi otuz altı ayı aşan kredilerde ise yüzde ikisini geçemez. Oranların değişken olarak belirlenmesi hâlinde tüketiciden erken ödeme tazminatı talep edilemez.
Sigorta yaptırılması
MADDE 38- (1) Tüketicinin yazılı veya kalıcı veri saklayıcısı aracılığıyla açık talebi olmaksızın kredi ile ilgili sigorta yaptırılamaz. Tüketicinin sigorta yaptırmak istemesi hâlinde, istediği sigorta şirketinden sağladığı teminat, konut finansmanı kuruluşu tarafından kabul edilmek zorundadır. Bu sigortanın kredi konusuyla, meblağ sigortalarında kalan borç tutarıyla ve vadesiyle uyumlu olması gerekir.
Diğer hususlar
MADDE 39- (1) Konut finansmanı sözleşmesine ilişkin bir hesap açılması ve bu hesaptan sadece kredi ile ilgili işlemler yapılması durumunda, tüketiciden bu hesaba ilişkin herhangi bir isim altında ücret veya masraf talep edilemez. Bu hesap, tüketicinin aksine yazılı talebi olmaması hâlinde kredinin ödenmesi ile kapanır.
(2) Tüketicinin açık talimatı olmaksızın konut finansmanı sözleşmesi ile ilişkili bir kredili mevduat sözleşmesi yapılamaz.
(3) Bu Bölüm hükümlerinin uygulanmasında, konut yapı kooperatiflerinin gerçek kişi ortakları da tüketici olarak kabul edilir.
(4) Sözleşme öncesi bilgilendirme, tüketici ile konut finansmanı kuruluşunun hak ve yükümlülükleri, sözleşmenin zorunlu içeriği, konut finansmanı reklamları, yeniden finansman, bağlı kredi, temerrüt, erken ödeme ve yıllık maliyet oranının hesaplanması ile diğer hususlara ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ön Ödemeli Konut Satışı
Ön ödemeli konut satış sözleşmeleri
MADDE 40- (1) Ön ödemeli konut satış sözleşmesi, tüketicinin konut amaçlı bir taşınmazın satış bedelini önceden peşin veya taksitle ödemeyi, satıcının da bedelin tamamen veya kısmen ödenmesinden sonra taşınmazı tüketiciye devir veya teslim etmeyi üstlendiği sözleşmedir.
(2) Tüketicilere sözleşmenin kurulmasından en az bir gün önce, Bakanlıkça belirlenen hususları içeren ön bilgilendirme formu verilmek zorundadır.
(3) Yapı ruhsatı alınmadan, tüketicilerle ön ödemeli konut satış sözleşmesi yapılamaz.
Şekil şartı
MADDE 41- (1) Ön ödemeli konut satışının tapu siciline tescil edilmesi, satış vaadi sözleşmesinin ise noterde düzenleme şeklinde yapılması zorunludur. Aksi hâlde satıcı, sonradan sözleşmenin geçersizliğini tüketicinin aleyhine olacak şekilde ileri süremez.
(2) Satıcı, geçerli bir sözleşme yapılmış olmadıkça tüketiciden herhangi bir isim altında ödeme yapmasını veya tüketiciyi borç altına sokan herhangi bir belge vermesini isteyemez.
Teminat
MADDE 42- (1) Bakanlıkça projedeki konut adedi ya da projenin toplam bedeli kriterine göre belirlenecek büyüklüğün üzerindeki projeler için satıcının ön ödemeli konut satışına başlamadan önce; kapsamı, koşulları ve uygulama esasları Hazine Müsteşarlığınca belirlenen bina tamamlama sigortası yaptırması veya Bakanlıkça belirlenen diğer teminat ve şartları sağlaması zorunludur.
(2) Bina tamamlama sigortası kapsamında sağlanan tazminat, teminat ve benzeri güvenceler iflas veya tasfiye masasına dâhil edilemez, haczolunamaz, üzerlerine ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz konulamaz.
Cayma hakkı
MADDE 43- (1) Tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin ön ödemeli konut satış sözleşmesinden cayma hakkına sahiptir. Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin bu süre içinde satıcıya yöneltilmiş olması yeterlidir. Satıcı, cayma hakkı konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispat etmekle yükümlüdür.
(2) Taşınmazın kısmen veya tamamen bağlı krediyle alınması durumunda bağlı kredi sözleşmesi, sözleşmenin kurulduğu tarihte hüküm doğurmak üzere bu maddede öngörülen cayma hakkı süresi sonunda yürürlüğe girer. Konut finansmanı kuruluşu cayma hakkı süresi içinde tüketiciden faiz, komisyon, yasal yükümlülük ve benzeri isimler altında hiçbir masraf talep edemez.
(3) Satıcının aldığı bedeli ve tüketiciyi borç altına sokan her türlü belgeyi iade ettiği tarihten itibaren, tüketici on gün içinde edinimlerini iade eder.
Konutun teslimi
MADDE 44- (1) Ön ödemeli konut satışında devir veya teslim süresi sözleşme tarihinden itibaren otuz altı ayı geçemez. Kat irtifakının tüketici adına tapu siciline tescil edilmesiyle birlikte zilyetliğin devri hâlinde de devir ve teslim yapılmış sayılır.
Sözleşmeden dönme
MADDE 45- (1) Ön ödemeli konut satışında, devir veya teslim tarihine kadar tüketicinin herhangi bir gerekçe göstermeden sözleşmeden dönme hakkı vardır. Sözleşmeden dönülmesi durumunda satıcı; konutun satışı veya satış vaadi sözleşmesi nedeniyle oluşan vergi, harç ve benzeri yasal yükümlülüklerden doğan masraflar ile sözleşme bedelinin yüzde ikisine kadar tazminatın ödenmesini isteyebilir.
(2) Satıcı, yükümlülüklerini hiç ya da gereği gibi yerine getirmezse tüketiciden herhangi bir bedel talep edemez. Tüketicinin ölmesi veya kazanç elde etmekten sürekli olarak yoksun kalması sebebiyle ön ödemeleri yapamayacak duruma düşmesi ya da sözleşmenin yerine olağan koşullarla yapılacak bir taksitle satış sözleşmesinin konulmasına ilişkin önerisinin satıcı tarafından kabul edilmemesi yüzünden sözleşmeden dönülmesi hâllerinde tüketiciden herhangi bir bedel talep edilemez.
(3) Sözleşmeden dönülmesi durumunda, tüketiciye iade edilmesi gereken tutar ve tüketiciyi borç altına sokan her türlü belge, dönme bildiriminin satıcıya ulaştığı tarihten itibaren en geç doksan gün içinde tüketiciye geri verilir. Satıcının aldığı bedeli ve tüketiciyi borç altına sokan her türlü belgeyi iade ettiği tarihten itibaren, tüketici on gün içinde edinimlerini iade eder.
Diğer hususlar
MADDE 46- (1) Sözleşme öncesi bilgilendirme, sözleşmenin zorunlu içeriği, tüketici ile satıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı ve sözleşmeden dönme ile diğer uygulama usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Diğer Tüketici Sözleşmeleri
İş yeri dışında kurulan sözleşmeler
MADDE 47- (1) Satıcı veya sağlayıcı ile tüketici arasında;
a) Teklifin tüketici ya da satıcı veya sağlayıcı tarafından yapılmasına bakılmaksızın iş yeri dışında, tarafların eş zamanlı fiziksel varlığında kurulan,
b) Tarafların eş zamanlı fiziksel varlığında tüketiciyle iş yeri dışında görüşülmesinin hemen sonrasında, satıcı veya sağlayıcının iş yerinde ya da herhangi bir uzaktan iletişim aracıyla kurulan,
c) Mal ve hizmetlerin tüketiciye tanıtımı ya da satışı amacıyla satıcı veya sağlayıcı tarafından düzenlenen bir gezi esnasında kurulan,
sözleşmeler iş yeri dışında kurulan sözleşmeler olarak kabul edilir.
(2) İş yeri dışında kurulan sözleşmeler, Bakanlık tarafından yetkilendirilmiş satıcı veya sağlayıcı tarafından kurulur.
(3) Tüketicinin, iş yeri dışında kurulan sözleşme ya da buna karşılık gelen herhangi bir öneri ile bağlanmadan önce ayrıntıları yönetmelikte belirlenen hususlarda açık ve anlaşılır şekilde bilgilendirilmesi zorunludur. Tüketicinin bilgilendirildiğine ilişkin ispat yükü satıcı veya sağlayıcıya aittir.
(4) İş yeri dışında kurulan sözleşmeler yazılı olarak kurulmadıkça geçerli olmaz. Geçerli bir sözleşme kurmamış olan satıcı veya sağlayıcı, sonradan sözleşmenin geçersizliğini tüketicinin aleyhine olacak şekilde ileri süremez. Satıcı veya sağlayıcı; tüketicinin kendi el yazısı ile sözleşme tarihini yazmasını ve sözleşmeyi imzalamasını sağlamak, sözleşmenin bir nüshasını tüketiciye vermek ve mal veya hizmeti tüketiciye sunmakla yükümlüdür. Sözleşmenin tüketiciye teslim edildiğinin ve mal veya hizmetin sunulduğunun ispatı satıcı veya sağlayıcıya aittir.
(5) Tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir. Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin bu süre içinde satıcı veya sağlayıcıya yöneltilmiş olması yeterlidir. Cayma süresi içinde satıcı veya sağlayıcı sözleşmeye konu mal veya hizmet karşılığında tüketiciden herhangi bir isim altında ödeme yapmasını veya tüketiciyi borç altına sokan herhangi bir belge vermesini isteyemez. Satıcı veya sağlayıcı, cayma hakkı konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispat etmekle yükümlüdür. Tüketici, cayma süresi içinde malın mutat kullanımı sebebiyle meydana gelen değişiklik ve bozulmalardan sorumlu değildir.
(6) Satıcı veya sağlayıcının bu maddede belirtilen yükümlülüklere aykırı hareket etmesi veya tüketiciyi cayma hakkı konusunda gerektiği şekilde bilgilendirmemesi durumunda, tüketici cayma hakkını kullanmak için on dört günlük süreyle bağlı değildir. Her hâlükârda bu süre cayma süresinin bittiği tarihten itibaren bir yıl sonra sona erer.
(7) Sözleşmenin zorunlu içeriği, kapsam dışı sözleşmeler, doğrudan satışlar, tüketici ile satıcı ve sağlayıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı, bilgilendirme yükümlülüğü, teslimat, satış yapacaklarda aranacak nitelikler ile diğer uygulama usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.
Mesafeli sözleşmeler
MADDE 48- (1) Mesafeli sözleşme, satıcı veya sağlayıcı ile tüketicinin eş zamanlı fiziksel varlığı olmaksızın, mal veya hizmetlerin uzaktan pazarlanmasına yönelik olarak oluşturulmuş bir sistem çerçevesinde, taraflar arasında sözleşmenin kurulduğu ana kadar ve kurulduğu an da dâhil olmak üzere uzaktan iletişim araçlarının kullanılması suretiyle kurulan sözleşmelerdir.
(2) Tüketici, mesafeli sözleşmeyi ya da buna karşılık gelen herhangi bir teklifi kabul etmeden önce ayrıntıları yönetmelikte belirlenen hususlarda ve siparişi onaylandığı takdirde ödeme yükümlülüğü altına gireceği konusunda açık ve anlaşılır şekilde satıcı veya sağlayıcı tarafından bilgilendirilir. Tüketicinin bilgilendirildiğine ilişkin ispat yükü satıcı veya sağlayıcıya aittir.
(3) Satıcı veya sağlayıcı, tüketicinin siparişinin kendisine ulaştığı andan itibaren taahhüt edilen süre içinde edimini yerine getirir. Mal satışlarında bu süre her hâlükârda otuz günü geçemez. Satıcı veya sağlayıcının bu süre içinde edimini yerine getirmemesi durumunda tüketici sözleşmeyi feshedebilir.
(4) Tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir. Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin bu süre içinde satıcı veya sağlayıcıya yöneltilmiş olması yeterlidir. Satıcı veya sağlayıcı, cayma hakkı konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispat etmekle yükümlüdür. Tüketici, cayma hakkı konusunda gerektiği şekilde bilgilendirilmezse, cayma hakkını kullanmak için on dört günlük süreyle bağlı değildir. Her hâlükârda bu süre cayma süresinin bittiği tarihten itibaren bir yıl sonra sona erer. Tüketici, cayma hakkı süresi içinde malın mutat kullanımı sebebiyle meydana gelen değişiklik ve bozulmalardan sorumlu değildir.
(5) Oluşturdukları sistem çerçevesinde, uzaktan iletişim araçlarını kullanmak veya kullandırmak suretiyle satıcı veya sağlayıcı adına mesafeli sözleşme kurulmasına aracılık edenler, bu maddede yer alan hususlardan dolayı satıcı veya sağlayıcı ile yapılan işlemlere ilişkin kayıtları tutmak ve istenilmesi hâlinde bu bilgileri ilgili kurum, kuruluş ve tüketicilere vermekle yükümlüdür. Ancak bu fıkra kapsamında aracılık edenler, satıcı veya sağlayıcı ile yaptıkları sözleşmeye aykırı fiillerinden dolayı sorumludur.
(6) Mesafeli sözleşmelerde, kapsam dışı sözleşmeler, tüketici ile satıcı ve sağlayıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı, bilgilendirme yükümlülüğü, teslimat ile diğer uygulama usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.
Finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşmeler
MADDE 49- (1) Finansal hizmetler, her türlü banka hizmeti, kredi, sigorta, bireysel emeklilik, yatırım ve ödeme ile ilgili hizmetleri ifade eder. Finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşme, finansal hizmetlerin uzaktan pazarlanmasına yönelik olarak oluşturulmuş bir sistem çerçevesinde, sağlayıcı ile tüketici arasında uzaktan iletişim araçlarının kullanılması suretiyle kurulan sözleşmelerdir.
(2) Finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşmelerde, tüketicinin sözleşmenin kurulmasına ilişkin iradesini açıklamadan önce, cayma hakkı, tüketicinin kabul beyanı vermesi hâlinde yükümlülük altına gireceği ve ayrıntıları Bakanlıkça belirlenen diğer hususlarda, açık, anlaşılır ve kullanılan iletişim araçlarına uygun bir şekilde bilgilendirilmesi zorunludur. Bu bilgilendirmenin ticari amaçla yapıldığı anlaşılır olmalı ve sesli iletişim araçlarının kullanıldığı hâllerde sağlayıcının kimliği ile görüşme talebinin sebebi her görüşmenin başında belirtilmelidir. Tüketicinin sözleşmenin kurulmasına dair kabul beyanı kullanılan iletişim araçlarına uygun olarak fiziki veya elektronik ortamda tespit veya kayıt edilir. Sağlayıcı, cayma hakkının iletilmesi ile fiziki veya elektronik ortamda yapılacak tespit veya kayıtlar için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
(3) Sağlayıcının, sözleşmenin bütün şartlarını ve Bakanlıkça belirlenen diğer hususları, kâğıt üzerinde veya kalıcı veri saklayıcısı aracılığıyla tüketiciye iletmesi zorunludur. Bu yükümlülük, tüketicinin sözleşmeyi kuran iradesini yöneltmesinden önce veya tüketicinin talebi üzerine yazılı bilgilendirmeye elverişli olmayan bir uzaktan iletişim aracı kullanılarak sözleşmenin kurulması hâlinde sözleşmenin kurulmasından hemen sonra yerine getirilir.
(4) Tüketici, sözleşme ilişkisinin devam ettiği süre içinde herhangi bir ücret ödemeksizin sözleşmenin kâğıt üzerinde yazılı bir örneğini talep edebilir. Ayrıca tüketici, finansal hizmetin niteliğiyle bağdaşması hâlinde kullanılan uzaktan iletişim aracını değiştirme hakkına sahiptir.
(5) Tüketici, finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşmelerden on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin cayma hakkına sahiptir. Cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimin bu süre içinde sağlayıcıya yöneltilmiş olması yeterlidir. Sağlayıcı, cayma hakkı konusunda tüketicinin bilgilendirildiğini ispatla yükümlüdür. Sigorta sözleşmelerine ve bireysel emekliliğe ilişkin sözleşmelerde ise cayma süresi hakkında diğer mevzuatta yer alan tüketici lehine olan hükümler uygulanır.
(6) Finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşmelerde, tüketicinin sözleşmeyi sona erdirmesine ilişkin talebini herhangi bir uzaktan iletişim aracıyla iletmesi yeterlidir. Tüketici, sözleşmeyi sona erdirmek için sözleşmenin tesis edilmesini sağlayan yöntemden daha ağır koşullar içeren bir yöntem kullanmak zorunda bırakılamaz.
(7) Finansal hizmetlere ilişkin mesafeli sözleşmelerde, uzaktan iletişim araçlarının kullanılması, kapsam dışı sözleşmeler, kartla ödeme, tüketici ile sağlayıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı ile diğer uygulama usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.
Devre tatil ve uzun süreli tatil hizmeti sözleşmeleri
MADDE 50- (1) Devre tatil sözleşmesi, bir yıldan uzun süre için kurulan ve tüketiciye bu süre zarfında birden fazla dönem için bir veya daha fazla sayıda gecelik konaklama imkânı veren sözleşmelerdir.
(2) Devre tatil sözleşmeleri ile sağlanan hakkın şahsi veya ayni bir hak olması bu maddenin uygulanmasını engellemez. Devre tatile konu taşınmazın inşa edileceği arsa için yapı ruhsatı alınmadan tüketicilerle ön ödemeli devre tatil sözleşmesi yapılamaz.
(3) Uzun süreli tatil hizmeti sözleşmesi, bir yıldan uzun süre için kurulan ve tüketiciye, belirlenen süre zarfında konaklamaya veya konaklama ile birlikte seyahat ya da diğer hizmetlerin beraber sunulduğu durumlara ilişkin indirim yahut diğer menfaatlerden faydalanma hakkı verilen sözleşmelerdir.
(4) Tüketicilere aşağıdaki sözleşmelerin kurulmasından en az bir gün önce, Bakanlıkça belirlenen hususları içeren ön bilgilendirme formu verilmesi zorunludur:
a) Devre tatil sözleşmeleri
b) Uzun süreli tatil hizmeti sözleşmeleri
c) Değişim sözleşmeleri
ç) Satıcı veya sağlayıcının, devre tatil veya uzun süreli tatil hizmetinin alınıp satılması hususunda tüketiciye yardımcı olduğu yeniden satış sözleşmeleri.
(5) Mesafeli satış yöntemiyle kurulan sözleşmeler hariç olmak üzere satıcı veya sağlayıcı, tüketicinin kendi el yazısıyla sözleşme tarihini yazmasını ve sözleşmeyi imzalamasını sağlamakla yükümlüdür. Yazılı veya mesafeli olarak kurulan bu sözleşmelerin bir nüshasının kâğıt üzerinde veya kalıcı veri saklayıcısı ile tüketiciye verilmesi zorunludur. Daha ağır şekil şartları öngören kanun hükümleri saklıdır.
(6) Tüketici, on dört gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir. Devre mülk hakkı veren sözleşmeler hariç olmak üzere, cayma süresi dolmadan satıcı veya sağlayıcı, tüketiciden herhangi bir isim altında ödeme yapmasını veya tüketiciyi borç altına sokan herhangi bir belge vermesini isteyemez. Devre tatil, uzun süreli tatil hizmeti sözleşmeleri ve bu sözleşmelerle birlikte düzenlenmiş olan yeniden satım, değişim ve ilgili diğer tüm sözleşmeler cayma hakkının kullanılması ile birlikte kendiliğinden sona erer.
(7) Tüketicinin ödeyeceği bedel, kısmen veya tamamen satıcı veya sağlayıcı ile kredi veren arasındaki anlaşmaya dayanılarak bir kredi veren tarafından karşılanıyorsa, tüketicinin sözleşmeden cayması ve buna ilişkin bildirimin cayma süresi içinde ayrıca kredi verene de yöneltilmesi hâlinde, bağlı kredi sözleşmesi de herhangi bir tazminat veya cezai şart ödeme yükümlülüğü olmaksızın sona erer.
(8] Bakanlıkça projedeki devre sayısı ya da projenin toplam bedeli kriterlerine göre belirlenecek büyüklüğün üzerindeki projeler için satıcı veya sağlayıcının ön ödemeli devre tatile konu taşınmazın satışına başlamadan önce kapsamı, koşulları ve uygulama esasları Hazine Müsteşarlığınca belirlenen bina tamamlama sigortası yaptırması veya Bakanlıkça belirlenen diğer teminat veya şartları sağlaması zorunludur. Bina tamamlama sigortası kapsamında sağlanan tazminat, teminat ve benzeri güvenceler iflas veya tasfiye masasına dâhil edilemez, haczolunamaz, üzerlerine ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz konulamaz.
(9) Devre tatile konu taşınmazın ön ödemeli satılması durumunda, devir veya teslim tarihine kadar tüketicinin herhangi bir gerekçe göstermeden sözleşmeden dönme hakkı vardır. Sözleşmeden dönülmesi durumunda satıcı, sözleşme bedelinin yüzde ikisine kadar tazminat talep edebilir. Satıcı, yükümlülüklerini hiç ya da gereği gibi yerine getirmezse tüketiciden herhangi bir bedel talep edemez. Sözleşmeden dönülmesi durumunda, tüketiciye iade edilmesi gereken tutar ve tüketiciyi borç altına sokan her türlü belge, dönme bildiriminin satıcıya ulaştığı tarihten itibaren en geç doksan gün içinde tüketiciye geri verilir. Satıcının aldığı bedeli ve tüketiciyi borç altına sokan her türlü belgeyi iade ettiği tarihten itibaren, tüketici on gün içinde edinimlerini iade eder.
(10) Devre tatil amaçlı taşınmazın ön ödemeli satışında devir ve teslim süresi sözleşme tarihinden itibaren otuz altı ayı geçemez.
(11) Devre tatil, uzun süreli tatil hizmeti, yeniden satım, değişim sözleşmeleri ve ön bilgilendirmenin içeriği, tüketici ile satıcı ve sağlayıcının hak ve yükümlülükleri, cayma hakkı, ön ödemeli satışlar ile diğer uygulama usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.
(DEVAMI AŞAĞIDA)
#6
Sanıyorum bu günlerde cevabı aranan soru şu: Ak Parti ile Gülen Cemaati neden karşı karşıya geldi ?

Ak Parti iktidarına doğrudan destek veren Gülen Cemaati son iki yıldan beri neden iktidar -özellikle Başbakan Erdoğan- karşıtı politika izlemeye başladı ?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: 17 Aralık operasyonundan sonra Ak Parti neden doğrudan Gülen Cemaati liderliğini ve devlet içindeki paralel yapılanmayı doğrudan ve açıktan hedef almaya başladı ?

Malum yorumlar, analizler farklı. Herkes baktığı yere, bulunduğu tarafa göre olayları değerlendiriyor.

Genellikle Gülen Cemaati tabanı ile Ak Parti tabanının önemli bir bölümü inanç, düşünce ve yaşam tarzları itibariyle aynı veya birbirlerine çok yakın. Hatta bazı il ve ilçelerde, "mütevelli heyet üyeleri" ile Ak Parti yönetici veya üyelerinin aynı kişiler olduğu, son çatışma ortamında en fazla rahatsızlığı da bu kişilerin çektiği biliniyor.

Hal böyle olunca, çatışma ortamının ne Gülen Cemaatine, ne Ak Parti'ye ne de ülkemize faydasının olmadığını bilen ehli insaf kalemler, gönülleri incitmemek için yoğurdu üfleyerek yeme titizliği ile konuşuyor ve yazıyorlar. Buna karşı bir güruh ise maalesef çatışmadan son derece memnun, yangına körükle gidiyor, hakaret, iftira, istihza malzemelerini bol keseden hasımlarına savurarak bir daha yüz yüze bakamayacak, karşılıklı konuşamayacak bir ortam oluşturuyorlar.

Halbuki öncelikle sükunetle konuşabilmeye, birbirlerini dinlemeye ihtiyacı var tarafların. Bir tarafta devlet var diğer tarafta Türkiye'deki cemaatlerden bir cemaat. Nasıl olur da bir cemaat devletin muhatabı olarak görülür tarzı yaklaşımların, çözüme bir katkı sağlamayacağını ve dikkate alınmaması gerektiğini ifade etmek isterim.

Sulh girişimlerinin zamanının geçtiğini söyleyenler olabilir. Bir yere kadar doğrudur. Ancak bütün ülkeyi ilgilendiren bir sorun devam ediyorsa, çözüm için her aşamada öneriler sunmak, pratikler geliştirmek zorunluluğu vardır. Elbette Türkiye bu sorunun da üstesinden gelecektir ama en az hasarla olması için çaba sarf etmek gerekmez mi?

Öyleyse Gülen Cemaati ile Ak Parti arasındaki kavganın asıl nedenine doğru teşhis koymak gerekir.

2001 yılında kurulup 2002 yılında girdiği ilk seçimlerde tek başına iktidar olan Ak Parti,  kendini tanımlaması, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi hedefleri, programı, vaatleri, 12 yıllık icraatları ve 2023 vizyonuyla tanınıyor. Üç dönemdir demokrasi sınavından başarı ile çıkıyor. Ak Parti'yi, geçmişte birlikte siyaset yaptıkları Milli Görüş çizgisine hapsetme imkanı olmadığı, bugünkü  yüzde 50 halk desteği ile anlaşılıyor.

Bu desteği verenler arasında, yıllardan beri devlet eliyle mağdur edilen, zenci muamelesi gören, temel hak ve özgürlüklerinden mahrum edilen, hukuk önünde hak araması bile engellenen, kısaca "öz yurdunda parya" muamelesi gören inançlı vatandaşlarımız ile bir çok dini cemaatlerin bulunduğu  bir gerçektir.

Gülen Cemaati de özellikle 2010 referandumu ve 2011 seçimlerinde sahip olduğu medya ve mensuplarıyla Ak Parti'ye açık destek vermiştir. 2011 seçimlerinden sonra ise Ak Parti ile yollarının neden ayrıldığını Wall Street Journal'a verdiği röportajda demokratikleşme reformlarının devam ettirilmemesine bağlayan Fethullah Gülen şöyle açıklıyor:

"Ancak biz bu demokratikleşme reformlarının devam etmesini isterdik. 2010 yılındaki anayasa değişikliklerini "yetmez ama evet" sloganı ile destekleyen Türk halkı geçen son iki yıl içerisinde demokratik ilerlemenin tersine dönmüş olmasından üzüntü duyuyor. Yeni, sivil ve demokratik bir anayasa demokratik kazanımları sağlamlaştıracak ve Türkiye'yi AB'nin demokratik değerlerine bağlayacaktır. Maalesef bu çaba şu an terk edilmiş durumda."

Hocaefendi, devam etmesini istediği demokratikleşme reformlarının neler olduğunu açıklamıyor. Hatta demokratik ilerlemenin tersine döndüğünü ifade ediyor. Oysa

2010 yılından sonraki hükümetin reformları özellikle inançlı kesimin dün hayal bile edemediği önemde. Askeri vesayete gerekçe yapılan 35.maddenin değiştirilmesi, İnançlı kesimlere baskı uygulamalarına gerekçe yapılan tüm Başbakanlık genelgelerinin kaldırılması, kurban derisi, zekat, fitrelerin THK'na verilme zorunluluğuna son verilmesi, okullarda Kur'an ve Siyer derslerinin isteğe bağlı tercihli ders olarak okutulması, meslek liselerinin, İmam-Hatip Liselerinin katsayı mağduriyetlerine son verilmesi, üniversitelerde başörtüsü ile eğitim özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, kılık kıyafet yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile üniversiteler dahil bütün kamu kurumlarında başörtülü olarak çalışma özgürlüğünün sağlanması ve son olarak TBMM'de başörtülü olarak vekillik yapma yolunun açılması. Gayrımüslim vakıf mallarının iadesi, anadilde özel eğitim, farklı dil ve lehçelerde seçim propagandası imkanı, seçim barajının düşürülmesi için muhalefete alternatifli öneri sunulması v.s.

Şimdi Ak Parti'ye oy verenler ile Hizmet Hareketi'ne gönül veren, himmette bulunanlar samimiyetle şu soruları soracaklardır/sormalıdırlar:

28 Şubat Darbe döneminde, üniversiteli kızlarımızın polis zoruyla başörtülerini zorla çıkarttıkları bir süreçten her alanda eğitim özgürlüğünü sağlayan Ak Parti reformları demokratik reformlar değil mi?

28 Şubat darbe döneminde, başörtülü milletvekiline "bu kadına haddini bildirin" diye kinini kusarak, önce Meclis'ten attıran daha sonra vatandaşlıktan çıkaran Bülent Ecevit ve paralel siyasilerin uygulamalarına son vererek TBMM'de başörtülü olarak millet iradesini temsil yolunun açılması AB reformlarına uygun değil mi?

Okullarımızda Kur'an- Kerim ve Sevgili Peygamberimizin hayatının öğretildiği Siyer derslerinin seçmeli ders olarak okutulmasının sağlanması, din ve inanç özgürlüğü açısından geriye gidiş mi ? Demokratik reform mu ?

Kılık kıyafet yönetmeliği değişikliği ile kamu görevlileri arasında eşitliğin sağlanması evrensel hukuk kurallarına uygun demokratik bir reform değil mi ?

Soruları çoğaltabiliriz. Hocaefendi'nin açıklamasının Ak Parti'ye ilkesel olarak verdiği desteği çekmelerine haklı bir gerekçe olmadığı açık. Öyleyse neden ? Gelecek yazımızda devam edelim.

Reşat Petek
http://www.haber7.com/yazarlar/resat-petek/1120846-gulen-cemaati-ak-parti-kavgasinin-asil-nedeni




2011 sonrası ne değişti? Reşat Petek, haber7.com

2011 yılından itibaren Gülen Cemaati'nin Ak Parti'ye verdiği desteği kesmesinin asıl sebebinin, "geçen son iki yıl içerisinde demokratik ilerlemenin tersine dönmüş olmasından" kaynaklanmadığı, hükümetin attığı somut adımlarla net olarak ortada.

Sorumuzun cevabını ararken, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 30.12.2013 tarihli açıklaması dikkatimizi çekiyor. Bu açıklamada somut ikna edici gerekçeler var mı birlikte bakalım;

"Muhterem Hocaefendi ve Hizmet Hareketi'nin, ülkeye çok hizmetleri geçmiş AK Parti'ye karşı bir husumeti bulunmamaktadır. Hizmet, AK Parti'nin 2002-2011 arasındaki her tür demokratikleşme hamlesini açıkça desteklemiştir. Ancak, Sayın Erdoğan'ın ve partisinin yönetiminde, eylemlerinde ve eylemsizliklerinde 2011 genel seçimlerinden bu yana ciddi bir farklılık oluştuğu açıktır. AB sürecinin yavaşlaması, kuvvetler ayrılığını erozyona uğratan şekli ile başkanlık teklifi, medya özgürlüklerinin giderek daralması, parlamenter denetimin zayıflaması, Sayıştay'ın görevini yapamaz hale gelmesi ve otoriterleşme emarelerinin artması, son olarak yargıya bile müdahale edilmesi AK Parti'yi destekleyen sağduyulu kesimleri ülkenin geleceği ile ilgili derin endişelere sevk etmiştir."

İnandırıcı geliyor mu bu gerekçeler size.  CHP'nin ana muhalefet olarak ortaya koyduğu siyasi eleştirilerden ne farkı var ?

AB sürecindeki yavaşlama Ak Parti iktidarının kararsızlığından mı, AB'nin ayak sürümesi ve şimdiye kadar aday hiçbir ülkeye yapılmayan dayatmalardan mı kaynaklanıyor?

Anayasa çalışmalarında gündeme gelen başkanlık teklifi Meclis içinde ve dışında tartışıldı ve komisyonda mutabakat sağlanamadı. Bütün siyasi partilerin mutabakatı ile çoğulcu katılımcı bir anayasa yapılsın diye demokratik temsil gücünü bir tarafa bırakıp eşit oy ile masaya oturan Ak Parti'nin yeni yapılacak anayasaya başkanlık sistemiyle  ilgili bir teklif sunma hakkı da olmasın mı?

Medya özgürlüklerinin giderek daralması ve Başbakan'ın otoriterleşmesi iddialarını kendisini siyasetin dışında tanımlayan Gülen Cemaati  sözcüleri hiç ağızlarına almamalıydı. Bir gazetede nelerin yazılıp yazılmayacağı konusunda görüşmeleri faş olan, Başbakan Erdoğan'a "boşbakan" diyebilenler, 27 Mayıs darbecilerinin Menderes'e karşı kullandıkları dil ve üslubu kullanmamalıydı.

İhtilafın/çatışmanın gerçek nedenini Gülen Cemaati yayın organlarından Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş, 'İslami olana karşı siyasal İslamcılık' balıklı yazısında "iki farklı anlayışın ayırt edici özelliklerinin altını çizmenin vakti geldi" diyerek açıklıyor.

Yazar öncelikle iki farklı İslam anlayışının varlığından ve tarihi gelişiminden söz ediyor. Birincisi Anadolu toprakları üzerinde neşet etmiş, yerli bir İslam anlayışı ve bugünkü temsilcileri, ikincisi Batılı devletler tarafından işgal edilerek sömürgeleştirilen Hindistan, Pakistan, Mısır, Kuzey Afrika gibi İslam coğrafyalarında Batı'ya reaksiyon olarak ortaya çıkmış siyasal İslamcı hareketlerden beslenen Türkiye'deki İslamcı hareketler ve bugünkü temsilcileri var diyor.

Yazıda, geleneksel ve yerli İslami yaklaşımın 1970'lerden itibaren güçlü bir unsuru olarak Fethullah Gülen Hocaefendi'nin öncülük ettiği Hizmet Hareketi ile Anadolu dışından beslenen siyasal İslamcı partilerin hiçbir zaman uyuşmadığı, bu nedenle "Milli Görüş" çizgisinde kurulup kapatılan partilere ve lideri Erbakan'a hiçbir dönemde destek olmadığına yer veriliyor. Ak Parti'nin ise geleneksel geçmişinden farklı olarak 2002-2011 yılları arasında Hizmet Hareketi'nin izlediği rotaya yaklaştığı için desteklendiğini, 2011 yılındaki büyük seçim zaferinden sonra ise, politikalarının değiştiği ve siyasal İslamcı rotaya geri döndüğü için Hizmet Hareketi'nin desteğini çektiğini ifade ediliyor.

Bugün gazetesi yazarı Tarık Toros da  Bülent Kenes'in görüşlerine paralel, siyasal İslamcı kategorisine koyduğu Ak Parti'yi şöyle değerlendiriyor;

"Siyasal İslam tepeden inmecidir. Devlet, Müslümanlar'ın elinde olursa reaya da felâh bulacak, kurtuluşa erecektir. Humeyni'yle, Hamas'la, İhvan'la yakın akrabadır. Siyasal İslam yola çıkarken payanda yaptığı dini hareketleri bir süre sonra gayrimeşru sayar. "Batı uşağı" der, "Amerikan ajanı" yapar, "Siyonist" kalıba sokar. Siyasal İslam olgunlaştıktan sonra tüm unsurların kendine biat etmesini bekler. Etmeyen dışlanır. Siyasal İslam demokrasi yoluyla ülke yönetmeye talip olur. Sandıktan sonra demokrasi, liderin iki dudağının arasındadır. Muhalif fikirler ihanet kabul edilir."

Ak Parti'nin gizli ajandası olduğu, demokrasiyi araç olarak kullanıp halifeliği getirmek istediği, kadınlara zorla başlarının örttürüleceği, belediye otobüslerinde haremlik selamlık uygulaması yapılacağı vs. söylemlerine ne kadar da benziyor.

Aynı yazar, başörtülü Merve Kavakçı'nın siyasal İslam refleksiyle milletvekili yapıldığını söylerken, 4+4+4 eğitim sistemi ile düz ortaokulların önemli bir bölümünün imam hatip lisesine dönüştürülmesini de eleştiriyor.

Ak Parti "ithal siyasal İslam" çizgisine oturtulunca, Mavi Marmara'da takınılan tavır, MİT'in sevk ve idaresindeki yardım TIR'larına yapılan baskınlarla terör örgütlerine yardım yapılıyor algısı oluşturma gayretleri, bir şahsın yakalanması bahane edilerek İHH'ya operasyon haberlerinin özellikle Camiaya yakın medyada verilmesi, eğitim özgürlüğü alanının hem şekil hem muhteva olarak genişletilmesinden duyulan rahatsızlıklar sanırım daha iyi anlaşılıyor.

Hizmet Hareketi'ne gönül veren ve sadece Allah rızası için bedenen dünyanın dört bir tarafına koşturan, fikren ve malen katkıda bulunan geniş tabanın, ne imam hatip okullarının yeniden açılmasından, ne başörtülü milletvekili olmasından ne de 4+4+4 eğitim sistemi değişikliğinden rahatsızlık duymadıklarını, 'Ak Parti'nin dışarıdan ithal siyasal İslamcı olduğu" düşüncesine katılmadıklarını, bu değerlendirmelerden ciddi rahatsızlık duyduklarını ve üzüldüklerini söyleyebiliriz. Ama ne var ki Hizmet Hareketi adına yetkili olan, yazan, çizen ve konuşanların tek doğru olarak kendi yaklaşımlarını görmeleri, dünyaya gösterdikleri hoşgörüyü kendi yol arkadaşlarına gösterememeleri bugünkü çatışmanın temel sebeplerini ele veriyor.

Esasen Hizmet Hareketi'ne gönül verenler ile Ak Parti arasında hiçbir kavga ve çatışma yok. Kavga Hizmet Hareketi yönetiminin yukarıda özetlediğimiz yaklaşımlarını, bir sivil toplum kuruluşu eleştirisi sınırlarında tutmayarak, Türkiye aleyhinde plan kuranlarla paralel bir yapılanma ile aynı rotayı takip etmelerinden kaynaklanıyor.

Reşat Petek - Haber 7
http://www.haber7.com/yazarlar/resat-petek/1122070-2011-sonrasi-ne-degisti
#7
Fethullah Gülen'in konuşma tarzı çok acayip.

"Desem mi, demesem mi, deyip de demedim mi desem..."

Böyle bir şey.

Dershanelerle ilgili kanun tasarısının meclise sunulduğu iddiası üzerine yaptığı konuşmada, taraftarlarına hitaben "Firavun aleyhinizdeyse, Karun aleyhinizdeyse isabetli bir yoldasınız" demişti.

Dershane meselesinde onların 'aleyhinde' olan kim?

Tabii ki Başbakan Erdoğan.

Öyleyse "Firavun" ve "Karun" suçlamalarının muhatabı kim?

Tabii ki Başbakan Erdoğan.

Gelgelelim, sözkonusu konuşmada Erdoğan ismi geçmediği için Gülen'in Başbakan'ı kastetmediği ileri sürülebiliyor.

Fethullah Gülen'in kimseye beddua etmediği bile iddia edilebiliyor.

Meşhur "mülaane"den sonra girizgâhsız - "Kendimizi de katarak söylüyorum"suz- Arapça bir beddua var; düpedüz beddua; fakat onun da "mülaane"nin bir parçası olduğunu ve dolayısıyla beddua olmadığını söyleyebiliyor Cemaatçi kardeşlerimiz.

Fethullah Gülen'in muradı da bu olsa gerek; "Herkes ne dediğimizi ve ne yaptığımızı anlasın, ama icabında inkâr da edebilelim. Her ihtimale karşı tedbirimizi alalım."

BBC'ye verdiği mülakatta da "tedbir"li laflar etti Ferthullah Gülen.

Zaman zaman "tedbir"i elden bırakıp çok kesin de konuştu ama.

Tevili imkânsız kesinlikte ithamlarda bulundu.

Mesela, 17 Aralık operasyonu konusunda "Bir yolsuzluk olduğu muhakkak" dedi.

Tekrar ediyorum: "Bir yolsuzluk olduğu muhakkak."

Tekrar ediyorum: "MUHAKKAK."

Ortada iddialardan başka bir şey yok ve iddiaların çoğu yerlerde sürünüyor; açılmış bir dava bile yok daha; ne "MUHAKKAK"ı?

Hoca böyle peşin hüküm verirse, polis ve yargıdaki cemaat kadroları neler yapmaz?

Yargısız infaza cevaz vermek değilse nedir bu?

MUHAKKAK olanın ne olduğunu ben söyleyeyim:

Fethullah Gülen, "Firavun" ve "Karun" olarak gördüğü "büyük patron"a savaş açtı ve bütün cemaatini cepheye sürdü.

Cemaat evlerinde ders adı altında yazılan "Erdoğan ve çevresi İran tarafından muta yoluyla esir alındı" gibi korkunç iftira destanlarının, hiç yapılmamış olan bir ihaleye fesat karıştırıldığı iddiasının, Suriyeli devrimcilere yardım için çırpınan Milli İstihbarat Teşkilatı'na düzenlenen sabotajların vs, vs, vs, ancak savaş histerisiyle izah edilebileceği MUHAKKAK.

Cemaatine mensup olmayan bürokratların görevden alınmasını dert ettiğine hiç şahit olmadığımız Fethullah Gülen, 17 Aralık sürecindeki görevden almalara isyan etmekle, görevden alınan kadroları sahiplenip "Onlar bizim arkadaşlarımız" demiş oluyor; bu da MUHAKKAK.

Cemaate ait bir bankanın denetlenmesi konusunda "BDDK'daki ilgili daire başkanı ve yardımcısı bizim arkadaşlarımız" diyenler (ve bu suretle paralel devlet yapılanması içinde olduklarını itiraf edenler), deşifre olan o iki "arkadaş"larının görevden alınması gibi mevzularda "cadı avı" edebiyatı yaptıklarında MUHAKKAK ki saçmalamış oluyorlar.

Son söz: O "muhakkak"lı cümleyi kuran Fethullah Gülen, bundan böyle, kendisine ve cemaatine yönelik hiçbir suçlamada yargı kararı filan soramaz!

http://haber.stargazete.com/yazar/fethullah-gulenin-tedbirsiz-ithami/yazi-836047
#8
17 Aralık süreci, bir darbe teşebbüsü olmanın bütün özelliğini sergileyerek ve bütün hızıyla devam ediyor. Bu süreçte bütün tersi resmi söylemlerine rağmen, bütün medya kuruluşları ve resmi temsilcileri üzerinden Camia darbenin bütün sorumluluklarını üstlenmiş durumda. Bütün olaylar sanki kendi kendine rutin bir hukuki prosedür içinde cereyan ediyormuş gibi bir havayı her şeye rağmen vermeye çalışıyor. Ancak bu saatten sonra hiç kimsenin olayın yolsuzlukla ilgili boyutuna takılacak düzeyde bir zeka geriliği yok. Camia sözcüleri 17 Aralık operasyonunun ürettiği sembolizm alanına, ayakkabı kutusuna, hediye saate, evdeki para kasalarına çekmeye çalışsa da, bu söylemleri sadece hasmane bir tezahürat, bir kalabalık gürültü olarak yerini buluyor. Aslında bu konudaki performans da giderek camianın niyeti, hedefi ve bu doğrultuda organize olabilme kapasitesi konusunda daha büyük bir kitlesel endişeye yol açıyor.

Bu esnada Fethullah Gülen'in internete düşen konuşma kasetlerinin ise olayın gidişatını belirleyen bir etkisi olduğunu söylemek abartı olmaz. Kuşkusuz bu kasetler üzerinde durmak, ses kaydının kanun dışı bir yolla yapılmış olmasından dolayı etik olarak sorunludur. O yüzden doğrusu ses kaydının düştüğü günün akşamında çıktığım Kanal 24'teki programda, Yaşar Taşkın Koç, Mustafa Kartoğlu ve Hatem Ete ile birlikte etik bir kararla program sonuna kadar bu kasetler üzerinde durmadık. Ancak ertesi gün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın sesin yasadışı yolla kaydedilmiş olmasına yaptığı itirazın sonucunda, kaydın içeriğini doğrulamış olması gerçeğiyle karşı karşıya kalmış olduk.

GYV kasetlerin içeriğini doğruluyor ama bu kaydın yapılmasına itiraz ederken, içeriğinde hiçbir suç unsurunun olmadığını savunuyor ve bir alimin böyle şeyler yapmasının gayet normal olduğunu söylüyor.

Bizzat Gülen'in resmi sözcüsü konumundaki GYV tarafından doğrulandığına göre kasetlerin içeriği hakkında konuşabiliriz artık.

Bir suç unsuru olup olmadığına bence GYV kendi başına ve çok erken karar vermiş oluyor. Kaldı ki, suç unsuru olmasa bile etik olarak hesabını hiç bir zaman veremeyecekleri bir dizi ahlaki sorun var. Belki bir çok alim için bu tür bir sohbetin içinde olmak mümkün olabilir, ama şimdiye kadar bize çizilen Gülen portresi baz alındığında ya o kasetlerdeki Gülen değildir veya şimdiye kadar çizilen, münzevi, hoşgörülü, ibadetine odaklanmış, kitap teliflerinden başka geliri olmayan alim kişi portresiyle Gülen'in bir alakası yoktur.

Ortaya ihaleleri istediği iş adamlarına dağıtan, gazetelerinde yazan köşe yazarlarının ne yazacağına karar veren, başka gazetelerde yazanların yazılarına müdahale eden, devlet içinde kendine bağlı bürokratlara devletin maslahatları aleyhine iş yaptırabilen, bankaların para trafiğini yönlendirebilen, devletin vergi teftişlerini kendine sadık iş dünyasına haber vererek devleti zarara uğratan, dolayısıyla tam tamına 'yetimin hakkına alenen giren' bambaşka bir portre çıkıyor çünkü ve şimdiye kadar anlatılanların en hafif deyimiyle yalan olduğu anlaşılıyor. Dahası, bir aydır 17 Aralık operasyonuyla işlenmekte olan bütün bir yolsuzluk edebiyatının arkaplanına dair bambaşka bir manzara sunuyor.

Bu portrenin gönül yolunun müminlerin, mazlumların, ümmetin gönül yolundan geçmiyor olduğu bu kayıtlarda net bir biçimde görülüyor. Koç'un gönlüne girmeyi önemsiyor ama bunun bütün diğer mümin, mazlum ve haklı insanlarla gönül yollarının tıkanmasına mal olmasını umursamıyor.

Bazı kurumlardaki 'adamlarımız' yoluyla o gönüllere girebilmek için yapılan jestlerin bu ülkeye, bu milletin yetimlerine maliyeti nedir acaba? Koç'a gelecek olan bir teftişin tespit edebileceği mali usulsüzlüklerin önceden haber verilmesi veya haber verilmemişse bile içerdeki adamlar eliyle sorunların usulsüzce temizlenmesinin açık itirafı var orada.

Gülen'in, olayların başından beri uzlaşmacı kişiliğiyle temayüz eden Gülerce'nin ve aslında başkalarının girişimlerini de elinin tersiyle ittiği görülüyor, hem kasetlerden hem de başka haberlerden. Hükümete meydan okumaya devam ediyor.

Bir insanın, partinin veya kuruluşun hükümete meydan okuması tabii ki anormal bir durum değildir. Ama Camianın meydan okurken neye güvendiği sır değildir. Meydan okurken yaslanılan şeyin, hiyerarşik olarak hükümete tabi olan güvenlik güçleri ve doğası gereği sadece hükümetten değil her tür etkiden bağımsız olması gereken yargı içindeki yapılanma olduğu kimseye sır değil artık. Bu meydan okuyucu tavırda yargıyı kendine tabi olarak gördüğü ve ona istediği şeyi yaptırabileceğine güvendiği ve bununla hükümeti tehdit ediyor olduğu anlaşılıyor. Nitekim söylediği her sözün ardından ya polis veya yargı içinden birileri senkronize bir tavırla harekete geçiyor.

Aslında böylece 17 Aralık sürecinin bir yolsuzlukla mücadeleden ibaret olmadığı bütün çıplaklığıyla daha da anlaşılmış oluyor. Siyasetin bu yolla kuşatılmasına karşı bu yüzden hükümetin hukuktan önce siyasi bir cevap veriyor olmasını hiç kimse yadırgamıyor.

Herhangi bir oluşum, yargıda kendisine tabi bir gruba güvenerek hükümete bu şekilde meydan okuyabiliyorsa, zaten o yargının tarafsızlığından da bağımsızlığından da söz edilemez. Hükümetin bir siyaset aktörü olarak hukukun üstünlüğünü, yani bağımsızlığını ve tarafsızlığını restore edecek tedbiri almasından daha doğal bir tepkisi olamaz.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YasinAktay/kocun-gonlune-girmek-icin/49068
#9


Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Dumanlı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan alehinde ağır benzetmelerde bulundu. Ekrem Dumanlı Erdoğan'ın açıklamaları için çeşitli yorumlarda bulundu. Dumanlı Başbakan Erdoğan için öyle bir benzetme de bulundu ki sözleri bu kadar da olmaz dedirtti. Başbakan'ın Haşhaşiler açıklamasından rahatsızlığını açıkça dile getiren Dumanlı sözünü daha ileri götürdü ve Erdoğan'ın tavırlarına ilişkin 'Yezid' benzetmesi yaptı.

YEZİD BENZETMESİ

İslam dünyasına Kerbela acısını yaşatan Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin'i öldüren Yezid'i örnek gösteren Dumanlı, "Yezit İstanbul'u fethetmek için de gelmişti. Fakat siyasi merkezdeki goygoycular Yezid'i doldura doldura bir yere getirdiler" dedi.

GOY GOYCU ELEŞTİRİSİ

Yezid'in Eyüp El Ensari ile İstanbul'u kuşatmaya bile geldiğini anımsatan Dumanlı fakat yanındakilerin yönlendirmesi ile hatalar yaptığını anlatmaya çalıştı. Başbakan Erdoğan'a hakarete varan benzetmesini sürdüren Dumanlı şunları söyledi:

"Yezid 3 yıl yönetimde bulunmuş bir adamdır. 3 yılında kahraman olmuş bir adamdır. Hakkaniyet ve adaletten ayrılmasaydı İslam tarihi onun hakkında bambaşka bir şey yazacaktı. O zaman siyasetinin merkezinde oturan goygoycular Yezid'i doldura doldura bir yere getirdiler. Benim korkum şimdi de öyle bir hadisenin yaşanması" dedi.

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/basbakana-yezid-benzetmesi-yapti-18.01.2014-610077

Başbakan devlet içinde paralel devlet yapılanmasına gidenlere, bu yapılanmaya güvenerek yargısal darbeye yeltenenleri eleştiriyor, hakaret niteliğindeki cevap Ekrem Dumanlı'dan geliyor!

Ekrem Dumanlı'nın ve genel olarak cemaat medyasının dost-modern darbecilerle aynı safta yer alması, operasyonları yürüten savcılara ve emniyet güçlerine yönelik diğer eleştirilerde olduğu gibi Başbakanın "haşhaşi" tespitine de adeta bu darbecilerin avukatı imiş gibi sert şekilde cevaplar vermesi, bir kez daha dost-modern darbenin arkasındaki gücün afişe olmasına yol açtığı kanaatindeyiz. Dumanlı'nın o şok sözlerini aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz:

www.youtube.com/watch?v=CJiSbGNkKVU



Başbakan ne demişti?

Erdoğan, 17 Aralık'ın arkasındaki güçleri, suikastlarla ünlü gizli tarikat Haşhaşilere benzetmişti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık operasyonuyla ilgili en kapsamlı değerlendirmesini uzun bir aradan sonra toplanan AK Parti TBMM Grubu'nda yapmış ve operasyonun arkasındaki gücü 'Haşhaşiler'e benzetip "Sinsi virüslere izin vermeyeceğiz" diyerek yargıya da çok sert eleştiriler yöneltmişti. Başbakan'ın konuşmasından satır başları şu şekildeydi:

"Demokrasimize yönelik en büyük, en ağır ve en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildi. 17 Aralık komplosu, Türkiye'nin demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti. 17 Aralık sabahı belli merkezlere baskın yapılıyor. Tamamen gizli yürüttükleri soruşturmaları seçime 3.5 ay kala başlatıyorlar. Geçmişi 3 yıla kadar uzanıyor. Bunca zamandır bu adımları niye atmadınız? Düşünebiliyor musunuz, 25 mühürlü çuval gelecek, bunlar açılmadan anında adım atılacak. Bu işin nasıl organize edildiği ortada.

MAŞA OLARAK KULLANILAN ÖRGÜT
Bu ihanet operasyonunda maşa olarak kullanılan örgüt, taraftarlarını harekete geçirmiş, hükümete karşı kampanyanın fitilini ateşlemiş. Bir anda itibarsızlaştırma girişimleri başlamış. Milletten değil, mensubu oldukları örgütten talimat alıyor. Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş örgüt, adeta efsunladığı mensuplarını ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Bu tezgâhı kuranlar kendilerini ele verdiler. Milletin ferasetini, demokrasiye ve seçilmiş hükümete muhabbetini hesaba katmadılar. Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denen gözü dönmüş gizli örgütün devleti nasıl esir almaya çalıştığını, düşmanla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce gördük. Türkiye Cumhuriyeti, bu sinsi virüslere asla geçit vermez.

BİZ NE HAİNLER GÖRDÜK
Bu sürecin Türkiye'de inançlı kesimleri mağdur etmesine asla izin vermeyiz. Örgütün üst yönetimiyle, oradaki diğer vatandaşlarımızın hassasiyetlerini birbirinden kesinlikle ayırıyoruz. Samimi kardeşlerimizden oyunu görmelerini bekliyoruz. Hiç endişeniz olmasın. Tarihte biz nice hainler gördük. Nice ajanlara, casuslara, gayri milli saldırılara şahit olduk. Bu aziz millet duasıyla gayretiyle sarsılmaz imanıyla, kardeşlik dayanışmasıyla tüm o saldırıları aşmıştır. Aramızdan bazıları ihanet etse de, emanete hıyanetlik etse de siz kalbinize umutsuzluğun zehrini yaklaştırmayacaksınız."

http://www.haksozhaber.net/erdoganin-hashasi-benzetmesi-zamani-gerdi-43986h.htm

Başbakanın konuşmasının haşhaşilerle ilgili kısmını aşağıdaki videodan seyredebilirsiniz:

www.youtube.com/watch?v=YYoG_PMO2Uo
#10
Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit'teki "Haşhaşiler ve Hasan Sabbah" başlıklı köşe yazısında tecahülü arif sanatına başvurmuş ve "Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum" demiş. Güzel bir yazı:

Haşhaşiler ve Hasan Sabbah

Mail kutum "Haşhaşiler"e ilişkin sorularla dolu. Bir cevap vermek lâzım...

Ama önce şunu söylemeliyim ki, tarihte yaşamış bazı şahıslarla örgütler, günümüzde yaşayan şahıs ve örgütlerle benzerlikler gösterebilir. Bu aynı sürecin tekrar yaşanmaya başlandığı anlamına gelmez. Çünkü her şey kendi zamanı içinde değerlendirilir. Tarihsel süreci bugüne aynen uyarlamak ve bu anlamda benzetmeler yapmak yanıltıcı ve şaşırtıcı olabilir. Bu bakımdan Sayın Başbakan'ın "Haşhaşiler" benzetmesine katılmıyorum.

Bu zaruri izahtan sonra, "Haşhaşiler Tarikatı"na ya da örgütlenmesine gelebiliriz...

Haşhaşinler veya Haşhaşin Tarikatı 1090 yılının Eylül ayında Şii bir "din adamı" olan Hasan Sabbah tarafından kurulmuş siyasi bir örgüttür. Önce İran'da, sonra Suriye'de yayılmıştır.

Bu örgütün kurucusu Hasan Sabah, tarihin kaydettiği en vahşi, en acımasız, aynı zamanda en plânlı-programlı terörist başlarından biridir.

1034 - 1124 yılları arasında yaşamıştır. Bir dönem, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ün emrinde Selçuklu Devleti'nin hizmetine girmiş, devleti tanımış, yandaşlar edinmiş, daha sonra isyan edip Alamut Dağı'na çekilmiş, dağın tepesine inşa ettiği kaleyi dünyanın ilk "Terör Merkezi"ne dönüştürmüştü.

Masum gençlerin dini duygularını kullanarak ve çeşitli vaatlerde bulunarak saflarına kattı. Onları beyin yıkama operasyonundan geçirdi. Haşhaşla uyuşturup cennetle kandırarak kullandı. Kimini propagandist olarak, kimini diplomat olarak, kimini tüccar olarak, kimini de terörist olarak eğitti.

İlk hedefi Selçuklulardı. Devleti zayıflatmak için yöneticileri envai çeşit iftiralarla kirletti. Devletin içine soktuğu yandaşları vasıtasıyla devleti içten kemirmeye başladı.

Yöneticiler, önce işin farkında olamadılar. Devlette görev almak isteyen gençlerin "dindar" görüntüsüne kandılar. Hâlbuki onlar devlet hiyerarşisinin emrinde değil, Alamut Kalesi'nin emrinde çalışıyorlardı.

Bir süre sonra bu gerçek ortaya çıkacak ve "devlet içindeki devlet" deşifre olacaktı. Böylece mücadele hem sertleşecek, hem de açıktan yapılmaya başlanacaktı.

Haşhaşin Örgütü'ne müthiş bir disiplin ve katı bir hiyerarşi hâkimdi: Her grup, liderine gözü kapalı bağlıydı.

Ancak, "Fitne gizli kaldığı ölçüde etkili olur" (Bediüzzaman). Nitekim devlet içindeki sızmalar fark edilince, Hasan Sabbah'ın etkisi kırılmaya başladı. O da suikastlara yöneldi.

Beyni uyuşturulmuş, iradesi yok edilmiş katiller, dini bir psikoloji içinde adam öldürmeye başladılar. Bunun için ok, zehir ve hançer kullanıyorlardı.

Hasan Sabbah, müritlerinin üzerine o kadar etkiliydi ki, misafirleri geldiği zaman, müritlerinin kendisine olan sadakatini göstermek için, rastgele birini çağırır, kendisini kalenin tepesinden uçuruma atmasını isterdi. Beyni yıkanmış zavallı gençler, bu emri ikiletmeden kendilerini uçurumdan atarlardı.

Haşhaşiler, tarihte kendilerinden önce pek görülmemiş bir askeri ve siyasi taktik geliştirmişlerdi. Propagandayı siyasi ve dini taktik olarak kullanıp bir taraftan yandaşlarının sayısını sürekli artırırken, temel askeri taktik olarak da suikasta yönelmişlerdi. Bu aynı zamanda bir güç gösterisiydi, bu gücün karşısında durulamayacağı inancı iyiden iyiye yaygındı.

Zaman içinde bunun böyle olmadığı görüldü: Meşruiyetini milletten almayan hiçbir gücün ilânihaye etkili olamayacağı anlaşıldı.

Ama bu arada, başta Selçuklu Devleti'nin muhteşem veziri Nizamülmülk olmak üzere, pek çok değerli isim suikastlarda şehit edildiler.

Suikastı gerçekleştiren katil kaçmıyor, gülümseyerek öldürülmeyi bekliyordu. Çünkü mutlak manada cennete gideceğine inandırılmıştı.

Hasan Sabah, arkasında güçlü bir silahlı örgüt ve korku bırakarak 1124 yılında öldü. Ama "Haşhaşiler" Moğol istilasına kadar ayakta kaldılar. Nihayet, Hülagü Han, "Terörist Üretim Merkezi" olarak yıllar boyu faaliyet gösteren Alamut Kalesi'ni 1256'da yerle bir etti.

http://www.habervaktim.com/yazar/63240/hashasiler-ve-hasan-sabbah.html





Celâlî isyanları, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Celâlî", özet olarak "Celâlci" demektir...

Yavuz Sultan Selim zamanında, 1519 yılı Ekim başlarında Bozok'da meydana gelen "Kızılbaş Şeyhi Celâl isyanı", daha sonra meydana gelen tüm isyanlara isim olmuş, isyanlar hep "Celâlî İsyanı" olarak anılmıştır.

Âsilerin de bütününe "Celâlîler" denmiştir.

Şu halde, celâliliği, geniş anlamda, devlete isyan, yani "bağy" veya "hurûc ales-sultân" (Padişaha karşı kalkışma) diye isimlendirmek mümkündür.

Bütün kalkışmaların görünür sebepleri arasında;

Osmanlı Devleti'ni yücelten hukuk ve adalet sistemindeki bozulma...

Devlet yöneticilerinin, adaleti arka plana itmesi...

Vergilerin ağırlaşması...

Bazı tımarların sipahilerin elinden alınması...

Ekonomik hayatta bozulmalar...

Rüşvet alınıp verilmesi...

Adam kayırma...

Ancak bunların çoğu, isyana "bahane" bulmak için uydurulmuş gerekçelerdir. Asıl mesele devleti zayıf düşürüp rol kapmak, yükselişini durdurmak, kısacası "tekerine çomak" sokmaktır. İsyanların çoğunun arkasında, başta Safevi Devleti(İran) olmak üzere bazı yabancı devletlerin bulunması da bu görüşümüzü doğruluyor.

Bu isyanlar iki kaynaktan beslenir: Birincisi: Safevi Devleti'nin himayesinde gelişen isyanlardır ki, özünde Anadolu'yu Şiileştirmek emeli vardır. Zaman zaman Osmanlı Devleti, Safevî tahrikleri ve parasıyla gerçekleşen isyanlara sahne olmuş, büyük zararlar vermiştir. Bunların en önemlisi "Şahkulu" (Osmanlılar bu adama "Şeytan Kulu" diyor) isyanıdır. Sultan II. Bâyezid döneminde Antalya taraflarında gerçekleşmiş, çok kan dökülmüştür.

Çaldıran Zaferi bu tip isyanları ortadan kaldırmaya yetmemiş, Şeyh Celâl isyanı bastırıldıktan bir süre sonra, bu kez de, Kanuni'nin, oğlu Şehzâde Mustafa'yı idam ettirmesini bahane yapıp adı Mustafa olan ("Düzmece Mustafa") sahte bir şehzadenin etrafında toplanmışlar ve isyan etmişlerdir.

İkincisi: Halkın yönetimden memnuniyetsizliğinden beslenir... Bu tür isyanlarda da "dış güçler"in kışkırtması, teşviki ve katkısı olmakla birlikte, devletin hukukî, sosyal ve ekonomik hayatında bazı bozulmaların olması daha önemli bir faktördür.

Gayrimemnun kitleler aralarından çıkan bir "lider"in etrafında toplanıp düzene isyan ederler...

Bu tür isyanların en kayda değer olanlarından biri "Karayazıcı İsyanı"dır ki, Sultan III. Mehmed döneminde meydana gelmiştir...

Osmanlı Devleti'nin, o tarihte Avusturya ile savaşmasını fırsat bilen Karayazıcı Abdülhâlim (kendisi aslında devletin memurudur ve sekbanbaşılık, subaşlık gibi görevlerde bulunmuştur) etkili propaganda sayesinde yanına çektiği"Celâliler"le birlikte Malatya taraflarında ayaklanmış, Urfa'yı işgaül edip yağmalamış (1596); Cığala-zâde (Cağaloğlu) Sinan Paşa'nın bazı yanlış hareketlerinden rahatsız olan 30 bin kapıkulu askeri de kendisine katılınca, isyan iyice büyümüştür.

O kadar ki, Urfa'yı işgalden sonra, kendi kendisine "Hâlim Şah" adını vererek saltanatını ilân etmiş, sağa-sola fermanlar bile göndermiştir.

Ancak Sokullu-zâde Hasan Paşa ile girdiği savaşı kaybetmiş, ordusunun büyük bölümünü yitirmiş, kalanların bir kısmı dağılmış, kendisi de canını kurtarma derdine düşüp Canik (Samsun) dağlarına çekilmiş ve önceden aldığı yaraların enfeksiyon kapması sonucu orada ölmüştür (adamları tarafından öldürüldüğü de söylenir).

Fakat patırtı bitmemiş, yerine geçen oğlu Deli Hasan, isyanı sürdürmüş, ancak Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'nın usta siyaseti sayesinde bu büyük isyan sonlanmıştır (1603).

Tavîl Ahmed İsyanı, Canboladoğlu Ali Paşa İsyanı, Saracoğlu Ahmed İsyanı gibi kalkışmalar da devletin başını çok ağrıtmıştır.

Önümüzdeki günlerde, yine isyanlar tarihine bir pencere daha açarak, tarihin en büyük isyanını ve bastırılmasını konuşalım...

http://www.habervaktim.com/yazar/63247/celali-isyanlari.html





Kabak tadı vermiş bir hikâye: "Canbaza bak canbaza!", Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

80'li yıllardı. Genceciktim. Gencim ya, boyumdan büyük bir işe kalkışmış, tarih bilincini toplumda yeniden inşa etmek gibi bir misyon üstlenmiştim. Bir taraftan konusunu tarihten alan romanlar yazarken, diğer taraftan Anadolu'yu karış karış gezip, "Tarihin Işığında Günün Meseleleri" konulu konferanslar veriyorum.

Bir keresinde, konferansıma, hepinizin çok iyi tanıdığı üst düzey bir politikacımız da gelmişti. Konferansımı verip yanına oturduğumda, elini dizime koydu: "Yavuzcuğum" dedi, "güzel şeylerden söz ediyorsun, ama Karadenizlilik kanı seni fena halde ateşliyor; heyecandan su içmeyi unutuyorsun. Bu yüzden kelimeler gırtlağında yuvarlanmaya başlıyor, anlaşılmaz oluyorsun. Arada bir konuşmayı kesip su içmelisin."

Bizim mahallenin çocukları ise, bahsettiğim tarihlerde organizasyon gibi disiplin gerektiren işlerde çok acemiydi. Sürahi koysalar bardak koymayı, bardak koysalar sürahi koymayı unutuyorlardı. Bazen ikisini birlikte masaya koyuyorlar, ancak bu kez de sürahiye su koymayı unutuyorlardı.

Konuşmaya ara ver, su iste; suyu sürahiden bardağa boşaltırken, bir yandan da notlarına bak... Derken dikkatin dağılsın, ya konuyu kaçır ya da suyu masaya dök, notlarını ıslat...

Beyefendiye bunları kısaca anlattığımda, bir taktik hata yaptığımı söyledi. Bu iş böyle yapılmazmış. Nasıl mı yapılırmış? İşte Beyefendi'nin taktiği:

"Parlak bir lâf söyle, millet gaza gelip alkışlarken de suyu götür!"

O gün bugündür, Türkiye'de ne zaman parlak lâflar edilmeye başlansa ya da toplumda ölçüsüz bir kavganın fitili ateşlense, malı götürmek için, birilerinin bizi gaza getirmeye çalıştığını düşünmekten kendimi alamam...

Biz al takke ver külah kavga ederken, birileri elini cebimize (bazen de yüreğimize) atıyor, ne var ne yok götürüyor: Yani kavgalarımızdan başkaları nemalanıyor.

"İrtica hortladı, laiklik elden gidiyor" diye yıllar boyu yaptığımız kavgalarda nasıl soyulduğumuzu hatırlayalım...

O süreçte o günkü parayla yaklaşık yüz elli milyar dolarımız "hortlaklı manşetler" atan medya patronlarının da içinde bulunduğu bir "soygun çetesi" tarafından hortumlandı!

Bu yüzden artık çarpıcı, parlak, ürkütücü haberlere önem vermiyorum... Ne zaman bir damla suda fırtınalar koparılmaya başlanıyor, safi dikkat kesiliyorum: Toz-duman arasında "deveyi hamuduyla yutma" girişimlerini çözmeye çalışıyorum.

Durum, tamı tamına "canbaza bak" durumu!

¥

Eskiden canbazların türlü canbazlıklar yaptığı canbazhâneler varmış. Halk ücret karşılığı, canbazları seyredip eğlenirmiş.

Ortam kalabalık olduğu için de yankesicilere gün doğarmış.

Böyle bir zaman diliminde, canbazın en ölümcül hareketleri yaptığı bir sırada, yankesicinin eli seyircilerden birinin cebine giriyor.

Seyirci bunu hissediyor ve yankesicinin elini yakalıyor...

Yankesici ise hiç oralı değil, son derece pişkin bir tavırla ipte yürüyen canbazı gösteriyor: "Canbaza bak canbaza!"

Ve bu oyun, canbazı izlemeye dalan seyircinin cebindeki cüzdan yer değiştirene kadar sürüyor...

Vatandaş ne zaman uyanır gibi olsa, yankesici, ip canbazının nefes kesen hareketlerine dikkat çekmek için bastırıyor: "Canbaza bak!"

Bizim canbaz, yerine göre değişiyor: Bazen darbe çığırtkanlığına dönüşüyor, bazen kavgaya... Ama işin mantığı hiç değişmiyor. Sonuçta olan yine vatandaşa oluyor. Yine vatandaş soyuluyor.

İşte kavga/kargaşa arasında ekonomik veriler yine kötüleşmeye başladı. Bunun ağır bedelini tabii yine biz ödeyeceğiz.

¥

Bu oyundan sıkılmış durumdayım. "Canbaza bak canbaza!.." oyunu oynayanlara, bundan böyle "Sen bak kardeşim" diyeceğim, "artık kandırılmak istemiyorum."

http://www.habervaktim.com/yazar/63283/kabak-tadi-vermis-bir-hikaye-canbaza-bak-canbaza.html





"Ambargo" yedik ey halkım!, Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit

"Ambargo" kelimesinden hayatım boyunca nefret ettim: Çünkü bir şekilde gücü eline geçirenin, daha güçsüzleri ezmesi olarak algıladım.

İslam tarihinde, bilinen ilk "ambargo", Peygamber Efendimiz'e ve çevresindeki Müslümanlara konulan "ambargo"dur..

Hikâyesi kısaca şöyle:

Hâşim ve Muttalib oğullarının tümü (Müslim ve gayr-i Müslim) toplanıp Peygamberimiz'i korumaya ant içtiler...

Bunu duyan Kureyş müşrikleriyle Kinane'ler bir araya geldiler ve Müslümanları dize getirmek için "ambargo" kararı aldılar. Buna göre:

1. Haşim oğullarından gelecek hiçbir barış teklifi kesinlikle kabul edilmeyecek;

2. Onlara asla acınmayacak;

3. Kız verilmeyecek, kız alınmayacak;

4. Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak;

5. Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak;

6. Evlerine gidilmeyecek, evlere alınmayacak...

Kararlarını, üç mühürle tasdik edilmiş bir sayfaya geçirdiler.

Götürüp Kâbe'nin içine astılar.

Âlişan Efendimiz bu "ambargo"dan haberdar olur olmaz, canı o kadar yandı, yüreği öylesine acıdı ve sığınılacak yegâne dergâha öyle bir sığındı ki, metni yazan Mansur bin İkrime'nin kalem tutan eli ömür boyu çolak kaldı.

İşte "ambargo" denilince ilk bunu hatırlıyorum. Ardından İsrail'in yıllardan beri devam eden "Gazze Ambargosu"nu...

Bunlar da kelimeye karşı duyduğum antipatiyi arttıran unsurlar...

Bir gün benim kitaplarımın da "ambargo"ya uğrayacağını söyleseler inanmazdım.

Ama bu da oldu: NT Mağazaları, Yavuz Bahadıroğlu kitaplarına, gerekçe göstermeden "ambargo" koydu.

Kara listeye girdik!.. 

Hiç önemli değil elbette, zira daha önce de "Balyoz Darbesi"ni plânlayan güruhun "kara liste"sine girmiştim...

Darbe başarıya ulaşsaydı, âcilen içeri atılacak yazarlar arasındaydım...

Hesapları ters tepti: Kendileri içeri girdi.

Herkesin bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardır ve şaşmaz tek hesap O'nun hesabıdır!

Gerisi boş!

Bendeniz kırk yıldır yazıyorum. Zaman zaman Aydın Doğan'ın da aleyhine yazdım, ama ona bağlı kitapçılardan "ambargo" yemedim.

"Ticarî ambargo"larla görüş değiştirmeyeceğimi beni tanıyanlar ve kitaplarımı okuyanlar iyi bilirler.

Önemli değil, ama bu tür bir "ambargo"nun, Müslüman olarak beni kırıp inciten pek çok yönü var:

Ben yanlış yapsam bile, bunda kitaplarımın ne "suç"u var?..

Kitaplarımın bir "suç"u varsa, şimdiye kadar neden sattınız, öğrencilerinize neden tavsiye edip okuttunuz?..

Kendilerine (ve kurumlarına) hükümetin "ambargo" koyduğunu iddia edenler, neden bazı yazarlara "ambargo" koyar?..

Yüzlerce müşterek noktayı görmezden gelip tek ihtilaflı nokta üzerinden "ambargo" koymak "hizmet esasları"yla bağdaşıyor mu?..

Farklı hiçbir düşünceye tahammül edememek, "hoşgörü" söylemini "takıyye" tereddüdüne bulaştırmaz ve sorgulamaya açmaz mı?..

Bu tartışmalar başladı başlayalı "üçüncü yol"u tavsiye ettiğime yazdıklarım şahitken, ille de "taraf" olmaya zorlamak ve bu olmayınca "ambargo" koymak İslâmî açıdan şık duruyor mu?..

Eskiden demediklerini bırakmayan yazarlara bile müsamaha ile bakan ve gazetelerinde, televizyonlarında yer veren camia(yı yönetenler), öz kardeşlerini neden vurmaya çalışıyor?..

"Ambargo" dünyevî bir terim iken, uhrevi amaca yönelik insanları bununla vurmaya kalkışmak, "varlık sebebi"ne aykırı değil mi?..

Bu yaklaşım, "Bana biat etmezsen seni yok ederim" (hoş Allah'ın yok etmediğini kimse yok edemez ya) tehdidi içermiyor mu?..

Söylenecek çok şey var, ama masum, mazlum, fedakâr, cefakâr insanların hatırına susacağım.

Camiayı yönetenleri camiaya havale ediyorum!

http://www.habervaktim.com/yazar/63346/ambargo-yedik-ey-halkim.html
#11
Zaman yazarı Şahin Alpay'ın "Türkiye nükleer santralde bomba yapacak" iddiasına Enerji Bakanı Taner Yıldız, sert çıktı.



Enerji Bakanı Yıldız, Zaman yazarı Alpay'a "Bu arkadaşımız Türkiye vatandaşı mı?" diyerek tepki gösterdi.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay'ın Türkiye'nin nükleer santralde bomba yapacağını iddia ederek, İran'a atıfta bulunmasına çok sert tepki gösterdi. Yıldız'ın açıklamaları bugün Sabah gazetesinde yer aldı.

HEPSİNDE BENZER MADDE VAR
Ankara'da düzenlenen Büyükelçiler Konferansı'nın basına kapalı kısmında soruları yanıtlayan Bakan Yıldız, "Neymiş, Türkiye, İran gibi nükleer yakıtın zenginleştirilmesi ile alakalı madde koymuş. Biz bu anlaşmayı ABD, Kanada, Rusya, Fransa ile yapmışız. Hepsinde benzer madde var. Madde iki ülke kendi arasında anlaşırlarsa bu konuda çalışma yapabilirler ifadesini içeriyor" dedi.

KONJONKTÜRLE İLGİLİ
"Türkiye herhangi bir ülkeyle nükleer müzakere yapacaksa önce barışçıl anlaşmaya dönük bu maddeleri koyar. Ama birden bire Türkiye'nin uranyum zenginleştirmesiyle ilgili bir nokta oluştu" diyen Yıldız, şöyle devam etti: "Bunun konjonktürle ilgisi var. Ama bir yazarımız 'dikkatli olun ey dünya böyle bir risk var' diyor. Ben soruyorum 'Bu arkadaşımız Türkiye vatandaşı mı?'"

BAĞIMSIZLIĞA DARBE
Taner Yıldız, 17 Aralık'ta başlayan siyaseti dizayn etme operasyonuyla ilgili de değerlendirmelerde bulundu. Yıldız, "Bu operasyonda 10 sebep varsa emin olun en az 3'ü Kuzey Irak enerji işbirliğidir" dedi. Yıldız, son günlerde dünyada merak uyandıran Türkiye, Kuzey Irak enerji işbirliği alanında büyükelçilere bu yolla stratejik bir ortaklık kurulacağını belirtti. Kuzey Irak işbirliğinde petrol boru hatlarının gündemde tutulduğunu aktaran Yıldız, gözlerden kaçan bir unsuru vurgulayarak, "Ancak boru hatlarından da önemli olan bizim burada petrol üretimi yapacak olmamız. Bu doğrudan enerji bağımlılığımızı azaltacak, bağımsızlığa gidecek bir yol. Buna darbe vurulmaya çalışılıyor" diye konuştu. Yıldız, Kuzey Irak, Azerbaycan anlaşmalarıyla Türkiye'nin siyasi sınırlarının sabit kalmak kaydıyla ekonomik sınırlarını genişlettiğini belirtti.

KRİZ ORTAMI OLUŞTURUYORLAR
Enerji Bakanı Taner Yıldız, şu anda Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan bir kriz ortamı olduğunu aktardı. Taner Yıldız, "Uluslararası arenada Türkiye'nin zorunlu olarak imajını değiştirmeye dönük gayret var. Türkiye El Kaide bağımlısı bir ülke gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu siyaseten Türkiye'nin imajını değiştirmeye yönelik bir harekettir. Ekonomik açıdan da bir kriz ortamına vehmettiği gibi algı yaratılıyor" dedi. Taner Yıldız, her zaman tetiklenmeye hazır kriz altyapısı oluşturulmaya çalışıldığını kaydetti. Yıldız, "Biz bu zorluğu da aşarız. Siyasi istikrar mutlaka sürdürülebilir olacaktır" diye konuştu.

YATIRIMDA ŞÜPHE BİLE YOK
Yıldız, yatırımcıların bu krize prim vermediğini de belirterek, "Geçen hafta Başbakanımızla Japonya'daydık. 22 milyar dolarlık yatırımı gerçekleştirmede şüphe bile etmiyorlar" dedi.

MEKSİKA'DAN DAVET GELDİ
Yıldız'ın görüşmesi boyunca büyükelçiler, görev yaptıkları ülkelerdeki enerji konularıyla ilgili sorular sordu. Meksika'nın daveti Yıldız'a iletilirken, Moğolistan'ın Türkiye ile güçlü ve yeni bir enerji işbirliği kurmak istediği vurgulandı.

http://www.internethaber.com/yildizdan-zaman-yazarina-sert-tepki-631518h.htm




Zaman yazarından kendi ülkesine düşman bir dille yazıya dökülmüş nükleer skandal!



Hükümete sert eleştirileriyle bilinen Zaman yazarı Şahin Alpay, çok tartışılacak bir iddiada bulundu.

Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay, hükümetin amacının nükleer bomba yapmak olduğunu iddia etti.

Cemaat medyasının amiral gemisi Zaman'ın yazarlarından Alpay, ses getirecek bir görüş ortaya attı. Yazılarıyla hükümetin iç ve dış politikasını yerden yere vuran yazarın hedefinde bu kez iktidarın inşa etmek istediği nükleer santraller vardı.

Nükleer santrallerin güvenli olmadığını yazan Alpay, "Amaç nükleer bomba yapabilmek" başlıklı köşesinde yankı uyandıracak iddiasını böyle dile getirdi:

TIPKI İRAN GİBİ

"Yine yıllardır yazıyorum: AKP hükümetinin derdi nükleer santrallerden sadece elektrik elde etmek değil. Bölgesel, hatta küresel güç (!) olma iddiasıyla, Türkiye 1980'de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'na taraf olduğu için açıkça ifade edemediği amaç, nükleer silah yapmak, en azından nükleer silah üretmek için gerekli teknolojiye sahip olmak. Tıpkı İran gibi..."

Geçen hafta Başbakan Erdoğan'ın Japonya ziyaretinde bu amacın apaçık ortaya çıktığını savunan yazar, olay tezini Japonya'nın en çok satan gazetelerinden biri olan Asahi Shimbun'da çıkan "Japonya'nın Türkiye ile imzaladığı enerji anlaşması, nükleer silahlanma endişesi doğurdu" başlıklı haberine dayandırdı.

NÜKLEER SİLAH YAPIMINDA KULLANILABİLEN PLÜTONYUM ELDE EDECEK

Haberde Türkiye'nin tüketilmiş yakıttan uranyum zenginleştirmesi yapmasını ve nükleer silah yapımında kullanılabilen plütonyum elde etmesini öngören bir maddeyi de içerdiğini okurlarına aktaran Alpay, iktidarın ülkenin başına büyük belalar açacağını ileri sürdü. Yazar, yazısını Japonya parlamentosu ve kamuoyuna hükümete karşı mücadele yapmaya çağırarak  tamamladı:

JAPONYA PARLAMENTOSU İMZALAMASIN

"Nükleer silahların yayılması, insanlık için büyük bir tehlike. Türkiye'nin ne kendini savunmak ne de bölgesel–küresel güç olmak için nükleer silahlara ihtiyacı var. Kalkınma, güçlenme çabasında başlıca ihtiyacımız insana ve yerli, yenilenebilir, sürdürülebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmak. Umarım, Japonya Parlamentosu bu anlaşmayı onaylamaz. Eğer onaylayacak olursa, nükleer silahların yayılması anlaşmasına taraf olan Japonya'nın bu sözleşmeye sadık kalmadığı dünyaya ilan olacak.

GELECEK KUŞAKLARIN GÜVENLİĞİ İPOTEK ALTINA ALINACAK

Her durumda AKP hükümetinin uygulamak istediği, başımıza büyük belalar açma tehlikesi arz eden, gelecek kuşakların güvenliğini ipotek altına alan nükleer enerji programının durdurulması için, sorumluluk sahibi bütün yurttaşların her adımda, tüm demokratik hakları kullanarak mücadele vermeleri gerekiyor."

http://www.internethaber.com/cemaat-hukumet-kavgasi,-imanlilari-vuruyor-630210h.htm
#12
HSYK'nın Adli Yargı kararnamesiyle bir hakimle 19 savcının görev yeri değiştirildi. Listedeki isimler gündeme bomba gibi düştü. 17 Aralık operasyonundan sonra aralarında bazı hakimler ve 20 savcının görev yerleri değişti.  

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Birinci Dairesinin 16/01/2014 tarihli ve 127 sayılı Adli Yargı Kararnamesi'nde giden ve gelenlerin tam listesi şöyle:



http://www.haber7.com/guncel/haber/1117343-20-savcinin-gorev-yeri-degisti



Turan Çolakkadı'ya yeni görev



İstanbul Cumhuriyet başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge adliye başsavcılığına atandı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge Adliye Başsavcılığına atandı.  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na Bakırköy Başsavcısı Hadi Salihoğlu getirildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı Bölge Adliye Başsavcılığına, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen Gebze Savcılığına, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ercan Şafak Kocaeli Savcılığına, Ergenekon Savcısı Cihan Kansız da Sakarya Savcılığına atandı.

Öte yandan, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, cumhuriyet savcıları Zekeriya Öz, Celal Kara ve Muammer Akkaş hakkında inceleme izni verdi. Buna göre, HSYK 3. Dairesi üç savcı hakkındaki iddiaları araştırmak için müfettiş görevlendirecek. Müfettişten gelen rapor doğrultusunda HSYK 3. Dairesi soruşturma izni verilip verilmeyeceğine karar verecek.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117347-turan-colakkadiya-yeni-gorev



Bozdağ'dan 3 savcı için inceleme izni



Adalet Bakanı Bekir Bozdağ 3 savcı için incelemeye izin verdi.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 17 aralık soruşturmasını yürüten savcı Celal Kara, 2. dalga operasyonunu başlatan Muammer Akkaş ve Bakırköy Başsavcı Vekilliğine atanan Zekeriya Öz hakkında inceleme izni verdi.

KOVUŞTURMA VE DİSİPLİN CEZASI

Habertürk'ten Fevzi Çakır'ın haberine göre; Bakan'ın inceleme iznine olur verdiği yazıda üç savcı hakkında da yürütülen soruşturmalarda usul ve yasaya aykırı işlemler yapıldığı belirtildi. Bakan'ın izninin ardından HSYK 3. Dairesi üç savcı hakkındaki iddiaları araştırmak için müfettiş görevlendirecek. Müfettişten gelen rapor doğrultusunda HSYK 3. Dairesi soruşturma izni verilip verilmeyeceğine karar verecek. Soruşturma izni verilmesi durumunda ise savcılar hakkındaki dosya HSYK 2. Daire'ye gidecek. Bu Daire, savcılar için kovuşturma yapılıp yapılmamasına ve disiplin cezası verilip verilmeyeceğine karar verecek.

ÇOLAKKADI ALTINOK VE OKTAY ERDOĞAN İÇİN İZİN VERİLMEDİ

Öte yandan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ daha önce de açıkladığı üzere İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok, İstanbul Başsavcısı Turan Çolakkadı ve İstanbul TMK ile yetkili başsavcıvekili Oktay Erdoğan hakkında inceleme izni vermedi. Bu yazı da HSYK'ya gönderildi.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117331-bozdagdan-3-savci-icin-inceleme-izni



Muammer Akkaş Tekirdağ'a atandı



İstanbul'da 25 Aralık'taki ikinci darbe operasyonuna start veren Savcı Muammer Akkaş'ın görev yeri değiştirildi.

İstanbul'da 25 Aralık'taki ikinci darbe operasyonuna start veren Savcı Muammer Akkaş Tekirdağ'a atandı.

Akkaş, operasyon için kolluk güçlerine talimat vermiş, talimatı yerine getirilmeyince de Adliye'de yazılı basın açıklaması dağıtmıştı.

Akkaş, yaptığı hukuk dışı basın açıklaması nedeniyle gerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, gerekse başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümet üyeleri tarafından eleştirilmişti.

Akkaş'ın yazılı açıklama dağıtmasının ardından basın toplantısı düzenleyerek, bu durumu eleştiren Başsavcı Turan Çolakkadı da HSYK'nın bugün yaptığı toplantı sonucunda İstanbul Bölge Adliye Başsavcılığı'na getirildi.

Hatırlanacağı üzere Muammer Akkaş hukuk kurallarını hiçe sayarak Adalet sarayının önünde bildiri dağıtmıştı.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1117361-muammer-akkas-tekirdaga-atandi



HSYK'DAKİ ÜYE DEĞİŞİKLİKLERİ "DOSTMODERN DARBE" GİRİŞİMİNİ SEKTEYE UĞRATTI:

Kritik atamalar nasıl yapıldı: 5 üye sürpriz yaptı, HSYK'da dengeler değişti

Beş üye, hükümet kanadıyla hareket etti. Bakan, müsteşar ve hükümete yakın üyeler ve yüksek yargıdan seçilen üyelerin oyuyla atamalarla görevli 1. Daire'nin iki üyesi değiştirildi. Karar 9'a karşı 13 oyla alındı.



Adalet Bakanı'na geniş yetkiler veren HSYK Kanunu'nda değişiklik yapılmasına ilişkin teklif TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülürken, HSYK'da çok kritik bir toplantı yapıldı. Kurula Bakan Bekir Bozdağ ilk kez başkanlık etti, Müsteşarı Kenan İpek de HSYK üyesi sıfatıyla ilk kez toplantıya katıldı.

Vatan'ın haberine göre; HSYK Genel Kurulu, Bozdağ'ın önerisiyle hakim-savcı atamalarını yapmakla yetkili HSYK 1. Dairesi'nin 2 üyesinin değiştirilmesi teklifini oyladı. Oylamada Yargıtay ve Danıştay'dan seçilen 5 üye hükümete yakın üyelerle birlikte hareket etti. Teklif 9'a karşı 13 oyla kabul edildi.

Kararla 1. Daire üyeleri Bülent Çiçekli ile Ahmet Berberoğlu'nun yerine 3. Daire üyesi Rasim Aytin ve 2. Daire üyesi Halil Koç getirildi. Berberoğlu 2. Daire'de, Çiçekli ise 3. Daire'de görev yapacak. 1. Daire üyeliğine getirilen Koç ve Aytin, HSYK'nın hükümetin tepkisini çeken Adli Kolluk Yönetmeliği açıklamasına karşı çıkan 5 üye arasındaydı. 1. Daire'den gönderilen Berberoğlu ile Çiçekli ise imza atmıştı.

Bütün üyeler oylandı

HSYK toplantısında Bakan, Müsteşar ve Başkanvekili dışında kalan 19 üyenin tamamının görev yaptıkları dairelerde kalıp kalmayacaklarının oylandığı öğrenildi. 15 üyenin yerinde kalmalarına karar verildi.

2500 kişiyi kapsayacak

Kulislerde, 1. Daire'nin her yıl Ocak ayında çıkarılan mazeret kararnamesi ve Yargıtay tetkik hakimliğine yapılacak atamalarla ilgili kararnameyi son aşamaya getirdiği belirtildi. 1. Daire'nin önümüzdeki günlerde 50 civarında başsavcının değişeceği; özel yetkili mahkeme hakim ve savcılarını da kapsayan kararnamenin 2 bin 500 hakim ve savcıyı kapsayabileceği belirtiliyor. Buna göre 13 bin 666 hakim ve savcının yaklaşık 5'te 1'inin yeri değişecek. Kararnamenin 19 Ocak'ta ilk defa atanacak hakim ve savcıların kura kararnamesi ile birlikte çıkarılması bekleniyor.

http://www.haber7.com/hukuk/haber/1117111-5-uye-surpriz-yapti-hsykda-dengeler-degisti



HSYK'da Atama Dairesi'ne neşter

Adalet Bakanı, katıldığı ilk HSYK toplantısında Kurul üyelerinin yerlerinin değiştirilmesini önerdi. 4 üyenin yerlerinin değişikliği yüksek yargı kökenli üyelerin oylarıyla kabul edildi

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), yapısında değişiklik içeren yasa teklifinin görüşüldüğü sırada dün önemli bir adım atıldı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın ilk kez katıldığı HSYK Genel Kurulu, hâkim ve savcı atamalarında yetkili olan 1'nci Daire'nin iki üyesini değiştirdi. Öneri Bakan Bozdağ'dan geldi, Yargıtay ve Danıştay kökenli üyelerin blok desteğiyle kabul edildi. Bu yer değişikliğiyle eleştirilerin odağındaki 1. Daire'de "tarafsız denge" kuruldu.

1. DAİRE'YE NEŞTER
HSYK Genel Kurulu'nda Bakan Bozdağ, Kurul'un seçimle gelen tüm üyelerinin yerlerinin değiştirilmesini önerdi. Bu öneri kabul görmeyince Bozdağ bu kez 1'inci Daire'nin idari yargıdan seçimle gelen üyesi Ahmet Berberoğlu ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün atadığı Bülent Çiçekli'nin 2 ve 3'üncü Dairelerde, bu dairelerden Rasim Aytin ile Halil Koç'un ise 1'nci Daire'de görevlendirilmesini önerdi.

KARARA ŞERH KOYANLAR
Bakan Bozdağ'ın 1'inci Daire için önerdiği isimler HSYK'nın 26 Aralık'ta yayınladığı "Adli Kolluk Yönetmeliği Bildirisi"ne birlikte muhalefet şerhi yazan isimlerdendi.

"YÜKSEK YARGI"DAN BLOK DESTEK
Bozdağ'ın 'performans eksikliği' gerekçesiyle sunduğu öneri, HSYK Genel Kurulu'nda bir süre tartışıldı. Öneriye karşı çıkan üyelerin, "HSYK üyeliği seçimlerine 6-7 ay gibi kısa bir süre kaldı. Şimdiye kadar uyum içinde çalışılırken böyle bir değişiklik yapılması Kurul'un saygınlığını yıpratacağı gibi bir amaca yönelik hareket ediyormuş görüntüsü verir. Kaldı ki performans eksikliği oldukça soyut bir tanımlama. Bu değişikliğin zamanlaması ve amacı manidardır" dedikleri öğrenildi. Tartışmalardan sonra oylamaya geçildi. 1. Daire'nin iki üyesinin yerlerinin değiştirilmesi önerisi 9'a karşı 13 oyla kabul edildi. Kurul'un Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilerek gelen üyeleri; Ahmet Karayiğit, Ulvi Yüksel, Zeynep Kavlak, Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu ve Ziya Özcan, Bakan Bozdağ'ın önerisine destek verdi. Bu isimlerin Bozdağ'ın önerisine destek vermelerindeki sürprizse, bu 5 ismin yapıları değişmeden önce Yargıtay ve Danıştay'dan seçilerek Kurul'a gelmiş olmaları oldu.

1'İNCİ DAİRE'DE DENGE DEĞİŞTİ

HSYK Genel Kurulu'nun dünkü kararı, 1'inci Daire'deki dengeleri değiştirdi. Değişiklikle bu dairedeki üyelerin konumu şu hale geldi:
Başkan İbrahim Okur: Dünkü değişikliğe karşı çıktı. HSYK'nın yapısının değiştirilmesini öngören kanun teklifine de karşı olduğu biliniyor.
Üye Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu: Yargıtay'dan 25 Ekim 2010'da seçildi. Dünkü kararda, Bakan Bekir Bozdağ'ın önerisine destek verdi.
Üye Kenan İpek: Adli Kolluk Yönetmeliği Bildirisi'nden sonraki krizde Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı'na getirildi. Kurul'un doğal üyesi.
Üye Halil Koç: Bakanlığın önerisine destek verdi, zaten kendisi 2'nci Daire'den 1'inci Daire'ye getirildi.
Üye Rasim Aytin: Kendisini 3'üncü Daire'den kritik konumdaki 1'inci Daiye'ye getiren Bakanlık önerisine destek verdi.
Üye İsmail Aydın: Adli yargıdan HSYK üyeliğine seçilen isimler arasındaydı. Dünkü oylamadaki oyu bilinmiyor ancak Adli Kolluk Yönetmeliği bildirisine imza atmamış, "açıklama yapmayalım" demişti.
Üye Teoman Gökçe: Seçimle gelen üyelerden. Dünkü oylamadaki tavrı bilinmiyor.

YÜKSEK YARGIYI DA ETKİLEYECEK

HSYK Genel Kurulu'nun yaptığı değişiklik, önümüzdeki dönemde önemli sonuçlar doğuracak. İlk olarak HSYK Birinci Dairesi önümüzdeki haftalarda, gecikmiş olan ve "Güz Kararnamesi" diye de bilinen ana hâkim - savcı kararnamesini çıkaracak. Dünkü, "yüksek yargı - bakanlık" ittifakı kararname sırasında da devam ederse bu ittifak büyük oranda kararnameye şekil verecek. Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nda, Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçim için 20 yıllık kıdem şartı getirilmişti. Şimdi, eski hükümetler ve HSYK döneminde mesleğe alınan kıdemli hâkim - savcıların Yargıtay ve Danıştay üyelikleri de kolaylaşacak. Bu arada Adalet Bakanlığı'nın, Kurul'a 2 bin 500'e yakın hâkim-savcının görev yerinin değiştirilmesini öngören kararname taslağını gönderdiği öğrenildi.

ANAYASA KOMİSYONU DA TOPLANACAK

HSYK Yasa Teklifi'nin Meclis Anayasa Komisyonu'nda görüşülüp görüşülmeyeceği tartışmalarına son noktayı TBMM Başkanı Cemil Çiçek koydu. Çiçek, muhalefet milletvekillerinin çağrısı üzerine Anayasa Komisyonu'nun toplanması gerektiğini belirtti. Komisyonun toplanarak, HSYK teklifinin anayasaya uygun olup olmadığını tartışması bekleniyor. Öte yandan HSYK yasa teklifinin Adalet Komisyonu'ndaki görüşmeleri sırasında CHP'li Atilla Kart, Çiçek'in görüşünü içeren yazısını, Anayasa Komisyonu'na gönderdiğini, çalışmaların Anayasa Komisyonu'nun kararına kadar durdurulmasını istedi. Adalet Komisyonu Başkanvekili Hakkı Köylü ise görüşmeleri sürdürdü. Tasarıdaki 3 madde daha kabul edildi. Buna göre Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı sayısı üçe çıkartılıyor. Teftiş Kurulu Başkanı ve Başkan Yardımcıları kurul müfettişleri ile aynı haklara sahip olacak. Kurul müfettişlerinin atanmasında ikinci daire teklifte bulunacak.

SIRADA YARGI REFORMU VAR

Hükümet, HSYK değişikliğinin ardından kapsamlı bir yargı reformu için düğmeye basmaya hazırlanıyor. Reform paketinde 17 Aralık operasyonunda yaşanan hukuka aykırılıkların tekrarının önlenmesi öncelikli hedef olacak. İşte o çalışmadan bazı detaylar:

* YASAL DİNLEMEYE 3. ŞAHIS AYARI : Yasal dinlemeler yapılırken bir kişi üzerinden pek çok isim dinlenebiliyor. Düzenlemeyle bunun önüne geçilecek. Dinleme yapılacak telefon numarasının, dinlemenin hedefindeki şüpheliye ait olduğu savcı tarafından belgelenecek. Eğer telefon başkası adına ise ancak şüpheli tarafından kullanılıyorsa savcının onu da ispat etmesi gerekecek. Yasa dışı dinlemeler mahkemelerde delil olarak kabul edilmiyor. Yeni çalışma çerçevesinde hakkında dinleme kararı alınmış bir kişinin dışında yapılan dinlemeler de delil olarak kabul edilmeyecek. Üçüncü şahıslarla ilgili bilgiler imha edilecek.
* ÇEKMECE DOSYALARA YAPTIRIM : 17 Aralık operasyonunda en çok tartışılan konu soruşturmayı tamamlayan savcıların harekete geçmek için "uygun zamanlamayı" beklemesiydi. Düzenlemeye göre soruşturma başlatıldıktan sonra savcılar belli bir süre içerisinde harekete geçmezse dosya düşecek ya da dosyayı belli bir süre bekleten, hemen harekete geçmeyen savcılar hakkında işlem yapılacak.
* UYAP'A EKSİKSİZ KAYIT : Soruşturmayla ilgili bilgiler UYAP'a tam olarak girilecek. Soruşturmaya konu olanların açık kimlikleri yazılacak.
* TMK 10'LA GÖREVLİ MAHKEMELER: Çalışma kapsamında TMK 10'la görevli mahkemelerin kaldırılıp kaldırılmayacağı, kaldırılırsa sonuçları konusunda detaylı inceleme ise sürüyor.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/01/16/hsykda-atama-dairesine-nester
#13
İnanılmaz gelişmeler yaşıyoruz. Zaman gazetesinin eski ekonomi yazarı Prof. Dr. İbrahim Öztürk dün peş peşe attığı tweetlerle kendisini tanıyanları şaşırttı.

Tek çıkar yol Ak Parti'nin kapatılması olduğunu söylüyordu. Gerçekten üzüldüm. İbrahim Öztürk, parti kapatmak için iddianame düzenleyen burada isimlerini zikretmek bile istemediğim zevatla aynı çizgide mi anılacaktı.

Hatırlayacaksınız, dershane tartışmaları gündemde iken twitter hesabından "Peygamberin bile kıblesi şaştı oğlum !!! Kudüs'tü Kabe oldu. Bu alemde değişmeyen tek şey yalakalık, güce tapmak" diye yazmıştı.

Peygamberimize hakaret teşkil eden bu sözlerin kamuoyundan aldığı tepkiler nedeniyle, Öztürk'ün  Zaman gazetesiyle ilişiği kesilmiş, hatta Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da, 'Öztürk'ün söylediği laf asla kabul edilemez, özür dilemesi şart' demişti. Ben şahsen Peygamberimize hakaret kastı olamayacağı kanaatiyle hatasını kabul edip özür dileyeceğini düşünmüştüm. Ancak İbrahim Öztürk bir zaman sonra söz konusu sözleri kendisinin yazmadığını, hesabının ele geçirildiğini açıklayarak düzeltmeye çalışmış ise de, oluşan ilk algıyı düzeltemedi.

Yaklaşık iki aydır gündemde olmayan İbrahim Öztürk dün sosyal medya üzerinden son gelişmeleri değerlendirip, "Türkiye için tek çıkış yolu var. AKP'ye derhal kapatma davası açılmalı. Artık hukuki ve toplumsal meşruiyetlerini kaybettiler" diyor. Ak Parti'nin kapatılması için çağrı yapıyor. Çağrısını tekrarlıyor; "Demokrasilerde kilitlenme olunca devreye yargı girer. Demokrasidir bu. Meşrudur. AKP kapatılmalı" sözleriyle de, demokrasi yerine jüristokraside çözüm arıyor.

Cemaat adına yazmadığını, kendi görüşlerini ifade ettiğini söyledikten sonra AKP üyesi olduğunu, görüşlerinin partiyi bağlayacağını da ilave ediyor. Öztürk'e göre, AKP'yi bağlayan görüş; AKP'nin kapatılması gerektiği!

Yukarıya alıntıladığım sözler, sosyal medyada dolaşan sıradan sözlerden biri olsa üzerinde durmaya değmez diyebiliriz. Ancak, sözlerin sahibi "AKP üyesi olduğunu" -Ak Parti değil- söyleyen bir yazar, bir akademisyen olunca önemsenmeli diye düşünüyorum. Sosyal ve siyasi krizlerden çıkış yolu, gerekirse erken seçim ile halkın hakemliğine başvurmak, egemenliğin sahibi millete gitmek, halk onaylıyorsa iktidarın yeniden yetki alması, onaylamıyorsa yeni siyasi oluşumlara yetki vermesi iken çözümü iktidar partisinin kapatılmasında aramak nasıl izah edilebilir?

Fikir ve düşünce dünyasındaki bu savruluş neyin nesidir ? Sosyologlar, siyaset bilimciler olayı nasıl tahlil ederler ? Yoksa ortada psikolojik bir sorun, patolojik bir vakıa mı vardır?

Parti kapatma davalarına Türkiye zaten yabancı değil. 1924'den bu yana kapatılan siyasi parti sayısı 60'a yakın. Genelde halkın iradesine güvenmeyenler parti kapatmayı çare olarak görmüştür. Gelişmiş demokrasilerde ise silahlı mücadeleyi, cebir ve şiddeti metot olarak benimsemeyen partilerin kapatılması söz konusu değildir. Bu nedenle beğenmediğimiz darbe anayasalarında bile siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak zikredilmiştir.

Bizde ise, toplum mühendisliğine uymayan siyasal yapılanmalar sandık yoluyla engellenemeyince, partilerin kapatılmasıyla çare arandığı malumdur. Öyle ki, 28 Şubat Darbesi sürecinde iktidar ortağı birinci parti hakkında kapatma davası açılmış ve iktidar partisi kapatılmıştır. Böylece demokrasi, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan bir siyasi partiden korunmuş, kurtarılmıştır!

Milletin büyük teveccühüne mazhar olarak, tek başına iktidar olma yetkisi verdiği Ak Parti hakkında da 2008 yılında kapatma davası açıldığı, bir oyla Ak Parti'nin kapatılmaktan kurtularak para cezasına çarptırıldığı hafızalarımızda.

Geçtiğimiz ağustos ayında karar verilen Ergenekon davasında, Ak Parti kapatma davasında kullanılan bazı delillerin üretildiğinin ortaya çıkması üzerine Ak Parti "yargılamanın yenilenmesi" yoluna başvurmalıdır demiştim. Ak Parti kapatılmamış olsa da, "irticai eylemlerin odağı olma" suçlamasının sabit görülmesinin her zaman Ak Parti aleyhine kullanılabileceğini ifade etmiştim. Hatta yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmak için Ergenekon davasının kesinleşmesinin beklenmeyebileceği, dosyadaki kara propaganda sitelerinde üretilen delillerin "yeni delil" olarak ileri sürülebileceğini de ileri sürmüştüm. O günlerde Sayın Başbakan'ın konunun değerlendirilmesi yönünde talimat verdiği basında yer almıştı. İşin doğrusu Ak Parti'nin kapatılması talebinin bu kadar kısa sürede gündeme getirileceğini tahmin edememiştim.

Gündem hızla değişti. Değişmeyen, temelden değiştirilemeyen asıl sorun devam ediyor. Sorun, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini bazı kesimlerin hala kabullenememesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyimle demokrasiyi hazmedememenin sancıları devam ediyor.

Yetkiyi milletten alıp hesabını da millete verecek olan siyasal iktidara, kimseye hesap verme kaygısı ve mecburiyeti olmayanların dayatmalarda bulunması, taleplerinin bir kısmının kabul görmemesi üzerine, iktidara meşruiyet veren kendileriymiş gibi, "iktidarın hukuki ve toplumsal meşruiyetini kaybettiğini" ileri sürmeleri akıl ile, hukuk ile, demokrasiyle nasıl izah edilebilir?

Darbeci/vesayetçi anlayışın devamı bir dille Ak Parti'nin kapatılmasını istemek, sadece Ak Parti karşıtlığı, düşmanlığı değildir. Millet egemenliğine, milli iradeye, hukuk devletine karşı olmak, kumpas kurmaktır. Halkın seçtiği lidere "diktatör" deyip, kimseye hesap vermeye yanaşmayan belli bir sınıf ve zümre iktidarını savunmak  bu olsa gerek.  Neredesin sağduyu, neredesin aklı selim!

Reşat Petek - Haber 7
www.resatpetek.net
petekresat@gmail.com

http://www.haber7.com/yazarlar/resat-petek/1117136-asil-amac-ak-parti-kapatilsin
#14

Fotoğraf: Soruşturmadan el çektirilen Cumhuriyet Savcısı Muammer Akkaş.

Hükümeti hedef alan 17 Aralık operasyonunun ikinci ayağında 7 şirkete getirilen tedbir kararlarının hukuksuz olduğu ortaya çıktı. Kararları araştıran İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yarım saatte tedbir kararı verildiğini belirledi.

MÜHÜRLÜ DOSYALAR

UYAP kayıtlarında yapılan incelemenin 54 klasör ve bin 5 sayfalık fezleke içermesine rağmen, 32 klasörü içeren çuvalların hala mühürlü olduğuna dikkat çekildi.

MASAK'TAN RAPOR YOK

Kazanç miktarlarının ayrı ayrı belirlenmesi gerekirken böyle bir tespite de gidilmedi. MASAK'tan da herhangi bir rapor talep edilmediği belirlenen dosyada suçlara yönelik kurumdan veya bilirkişiden alınmış başka bir rapora da yer vermediğine işaret edildi. Raporda Cumhuriyet Savcıları, soruşturmanın usule uygun olarak yapılıp yapılmadığına ilişkin kuşkular oluştuğunu da karara not etti.

Her şey ortaya çıkacaktır

Hükümeti hedef alan 17 Aralık operasyonunun ikinci ayağı kapsamında alınan, 'mal varlıklarına el koyma kararı' kaldırılan işadamı Cemal Kalyoncu, 'Hukuksuz bir uygulama vardı, kaldırıldı. Her şey ortaya çıkacak' dedi. Açıklama yapan işadamı Kalyoncu, 'Karar açıklandı. Hukuksuz bir uygulama vardı, kaldırıldı. Hukuki süreç devam ediyor. Her şey ortaya çıkacak' diye konuştu.

Hukuk dışı bir uygulama

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer de konuya ilişkin değerlendirmesinde, 'İnsanların doğduğu andan bugüne dek sahip oldukları tüm varlıklarına tedbir koyulması Anayasa'da yasaklanan genel müsadere cezası etkisi gösteren hukuk dışı bir uygulamadır' dedi. Sözüer, şunları belirtti: 'Böyle bir uygulama sadece mallarına haksız olarak tedbir konulan kişi ve kuruluşlara değil tüm ekonomiyi büyük zarar veren sonuçlar doğurmaktadır. Borsadan hisse senedi alan ve olaylarla hiç ilgisi olmayan on binlerce borsa yatırımcısı dahi cezalandırılmak istenmiştir.'

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/akkasin-tedbiri-hukuksuz-cikti-15.01.2014-607294?ref=manset-6



7 işadamının tedbir kararının kaldırılmasına ilişkin şok ayrıntı!

'Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun 2. Dalgasında 7 işadamı ve 2 şirketin mal varlıklarına konan tedbir, soruşturmayı devralan savcılar tarafından kaldırıldı. Karar belgesinde şok ayrıntılar yer alıyor...

25 Aralık'ta başlatılan ikinci soruşturma dalgası çerçevesinde 7 işadamının ve 2 şirketin mallarına tedbir konma kararı verilmişti. 'Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun 2. Dalgasında 7 işadamı ve 2 şirketin mal varlıklarına konan tedbir, soruşturmayı devralan savcılar tarafından kaldırıldı.

25 Aralık'ta başlayan ikinci dalga operasyon çerçevesinde, savcının işadamlarının mallarına tedbir koyulan Abdullah Tivnikli, Mustafa Latif Topbaş, Cemal Kalyoncu, Ömer Faruk Kalyoncu, Mehmet Cengiz, Üsame Kutub ve Cengiz Aktürk'ün mallarına tedbir kararı kalktı.

Verilen kararın geniş gerekçelerini içeren belgede önemli ayrıntılar yer alıyor...

Savcılığın gerekçeli kararını aşağıdaki linkten inceleyebilirsiniz:

http://www.timeturk.com/tr/2014/01/14/7-isadaminin-tedbir-kararinin-kaldirilmasina-iliskin-sok-ayrinti.html#.UtSbjbQnVQY
#15
Susalım biz en iyisi

Sen...

Kendini bizden üstün gör. Sıkışınca 'senin bilmediğin, aklının ermediği şeyler var' cümlesine yaslan.

Biz, susalım.

'Başörtüsü furuattır' diyerek okul önlerinde, direnişlerde bizi yapayalnız bırak. Başörtülü kızların gözyaşları arşı tutarken sayende peruk satan dükkanlar tarihlerinin en büyük cirosunu yapsınlar.

Biz, susalım.

'Asker şu an siyasilerden daha demokrat' de, 'Orta Asya'da radikal İslam'ın önündeki engel biz oluruz' de, 'beceremediler, çekilsinler' de, 'Ecevit'e şefaatçi olmak isterim' de.

Biz, susalım.

'Otoriteden izin alınmalıydı' diye açıklama yap; sanki Mavi Marmara gemisine binenlerin iradeleri yokmuş, kendileri karar alamazlarmış, kuklalarmış gibi 'gencecik insanları ölüme gönderdiler' beyanında bulun.

Biz, susalım.

17 yaşındaki kızlara şarkı söylettiğiniz statlara Efendimiz(sav)'in geldiğini söyle.

Biz, susalım.

Ellerini gökyüzüne açıp bugüne kadar gavura, müşriğe, kafire bir kez bile etmediğin tarzda bedduayı/ahitleşmeyi Müslümanlara yap. Üstelik bu metnin içine modern hukuk ve demokrasi gibi ne idiğü belirsiz kavramlar yerleştir.

Biz, susalım.

Sen...

İngilizce gazetende Sabra ve Şatilla katili, eli kanlı Ariel Şaron hakkında 'trailblazing' yani 'öncü, önder, çığır açan' ifadelerini kullan. Televizyonunda son dakika olarak 'Ariel Şaron vefat etti' cümlesini geç.

Biz, susalım.

Nereden çıktığını bilmediğimiz 'operasyon çocuğu' yazarların, Mümin hanımlara hakaret edip iftira atsın, Mavi Marmara hakkında en ağır yalanları söylesin, IHH'yı bitirmeye çalışsın, Türkiye'yi 'terör destekçisi' gibi göstermek için bin türlü numara çeksin.

Biz, susalım.

Oy vermeye elinde bidonla giden, anlattığı hikayelerin sonunda ağlayan ünlü sunucun, IHH Başkanı Bülent Yıldırım'a 'Bülocan' diye lakap taksın. Gazetende ekonomi yazısı yazan herif 'Peygamberin bile kıblesi şaşmış oğlum' yazabilsin.

Biz, susalım.

Badem bıyık yazarın, kötü İngilizcesiyle 'Recep Tayyip Erdoğan'ın mitinginde 'cihadist Erdoğan' sloganları atıldı' diyerek bizi batılı yavşaklara şikayete yeltensin.

Biz, susalım.

Güya entelektüel yazarın, Mısır'da insanlar darbeci köpekler tarafından katledilirken 'İhvan yanlış yapıyor' diye tıslasın.

Biz, susalım.

Senin adamlarının yönettiği mahkemeler Yakup Köse ve arkadaşlarını işlemedikleri suçlardan dolayı içeri atsınlar.

Biz, susalım.

Başörtüsüne hiçbir kısıtlama olmayan Bosna'daki, Macaristan'daki okullarınızda başörtülü çalışmak yasak olsun.

Biz, susalım.

Amerika'daki insani yardım örgütün Netanyahu'nun çağrısı ile İsrail'e yardım toplasın.

Biz, susalım.

Okullarınızda, dershanelerinizde, öğrenci evlerinizde 'herkesin beşer onar twitter adresi olacak. Şu ortamda tweet atmak büyük sevaptır' densin. Kendisini, hareketinizin fedaisi görenler bize sabah akşam küfür ve hakaret etsin.

Biz, susalım.

Gazeten Roboski'nin ilk günü 'kaçakçılar vuruldu' manşeti atsın, sonra iktidarla aranızdaki 'al gülüm ver gülüm' ilişkisi değişince 'Roboski iki yıldır adalet bekliyor' deyiversin.

Biz, susalım.

Yolsuzluk davalarında 'canbaza bak canbaza' diyerek hem savcı, hem avukat, hem hakim rolüne soyunsun birileri. Bir haftada 100 milyar dolar fakirleşsin Türkiye.

Biz, susalım.

Hayır susmayacağız!

Çünkü biz, Recep Tayyip Erdoğan'a ve AK Parti iktidarına da susmadık.

TOKİ kalkınmasının yanlışlığını eleştiren onlarca makale, onlarca televizyon programı bulabilirim size 'yandaş' medyada.

Yakup Köse ve arkadaşları konusunda; KCK davası konusunda hükümeti en sert şekilde eleştiren yazılar bulabilirim.

'Yeni muhafazakar tosuncukları' yerin dibine batıran bir sürü ses kaydı, bir sürü köşe yazısı derleyebilirim.

'İktidarın üzerinde yolsuzluğun zerresi varsa temizlenmeli, faillerden hesap sorulmalı' demeyen 'yandaş medya' yazarı bulamam fakat. Çünkü istisnasız hepsi söyledi bunu.

Siz 'kaçakçılar vuruldu' manşeti atarken ben ekranda Roboski için gözyaşı döküyordum. Daha ne diyeyim.

O yüzden susmayacağız.

Ölürsek de, susarak değil, avazımız çıktığı kadar bağırarak öleceğiz. İnsan olarak ve insan kalarak...

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/ismailkilicarslan/susalim-biz-en-iyisi/48332
#16

   
Başbakan Erdoğan, 17 Aralık operasyonunu tezgahlayan paralel yapılanmaya en sert cevabı Meclis'ten verdi: Demokrasimize yönelik en büyük, en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildi. 17 Aralık, Türkiye'nin demokrasi ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hükümete yönelik 17 Aralık komplosunun arkasındaki 'paralel örgüt'e bugüne kadarki en sert tepkisini dün AK Parti'nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada verdi. 17 Aralık'ta demokrasiye yönelik en büyük, en ağır ve en ahlaksız darbe girişimine tevessül edildiğini belirten Erdoğan, bunun hukuk tarihine kara bir leke olarak geçtiğini vurguladı. Yargı ve emniyet içinde yerleşik örgütün birkaç yıllık soruşturmayı mahalli seçimlere 3,5 ay kala başlattığına dikkat çeken Erdoğan, 'Daha önce aklınız neredeydi? Bunca zamandır bu adımları niye atmadınız? Demek ki burada niyet apaçık ortada' dedi.

ŞANTAJ ÇETELERİ ACAYİP...

Operasyonun başlamasıyla birlikte ihanet projesi paydaşlarının harekete geçtiğini söyleyen Erdoğan, 'Malum medya sabah saatlerinden itibaren kendilerine servis edilen, gizlilik kaydı olan görüntüleri yayımlamaya başlıyor. Muhalefet partileri, daha meselenin ne olduğu anlaşılmadan hükümete yönelik saldırılara başlıyorlar. Belli sermaye çevreleri harekete geçiyorlar. Şantaj çeteleri acayip çalışıyor, ihanet şebekeleri el ele, birlikteler. Akşam olduğunda adeta soruşturma, sorgu tamamlanıyor, adeta mahkeme süreci tamamlanıyor ve zanlıların tamamı ve onlarla birlikte bakanlarımız, hükümetimiz suçlu ilan ediliyor' ifadelerini kullandı. Başbakan Erdoğan, konuşmasında şunları söyledi:

GÖREV DAĞILIMI YAPILMIŞ

'Her şey hazırlanmış, görev dağılımı yapılmış, kimin nerede duracağı, ne yapacağı, hangi vazifeyi yerine getireceği tek tek belirlenmiş. Sosyal medyada operasyon başlatılmış, yazılı görsel medyada görev dağılımları yapılmış, talimatlar verilmiş, kalemler verilen emirleri kağıda dökmeye başlamış. 17 Aralık sabahından itibaren gelişmeleri son derece soğukkanlılıkla takip ettik. Çünkü bu bizim için ilk değildi. Daha önce de bunları bize yaptılar. Eğer telaşa kapılsaydık bunlara hizmet etmiş olurduk. Tedbirlerimiz çok hızlı şekilde aldık.'

MİLLETİ HESABA KATMADILAR

'Bu tezgahı kuranlar, milletin ferasetini hesaba katmadı. Aziz milletimiz yapılanı gördü ve bu tuzağa karşı tavrını çok net ortaya koydu. Türkiye üzerine kimin ne hesabı varsa bu operasyonun içine dahil ederek, arzularını yerine getirmeye çalıştılar. Seçim öncesinde hükümeti yıpratmaya çalışırken 'Türkiye'nin ekonomisini de alt üst edelim' dediler. 'Faizleri yükseltip eskisi gibi kazanalım', 'Türkiye'nin dış ticaret hamlelerini bozalım', 'Enerji politikalarını sarsalım', '2023 hedeflerini, istikrarını engelleyelim' dediler.'

KİRLİ NİYETLER TEK PAKETTE

'Mavi Marmara'nın, Mısır'da dik duruşun, İran'da, Irak'ta ilkeli dış politikanın, Suriye'de insani tavrın, Filistin'de vicdani itirazın intikamını alalım, dediler. 'Türkiye'nin yükselişini durduralım' 'Çözüm sürecini bozalım, bu ülkede yeniden kan akıtalım' dediler. Bir tek operasyon paketinin içine bütün bu kirli niyetlerini koydular ve o tuzak ayaklarına dolaştı. Şimdi çıkıyorlar bize dış mihrakları soruyorlar. Allah aşkına soruyorum, bu operasyon eğer başarıya ulaşmış olsaydı, darbe girişimi başarıya ulaşmış olsaydı kazanan kim olacaktı? Bu operasyondan Türkiye'nin, aziz milletimizin kazanacağını iddia edecek bir tek aklıselim sahibi bulabilir misiniz? Faiz lobilerinin, silah, savaş ve kaos lobilerinin kazanacağı bir operasyonun yerli olabilme, milli olabilme ihtimali var mı?'

ACIRSANIZ ACINACAK HALE DÜŞERSİNİZ

'17 Aralık'tan bugüne kadar, devletin kurumları içinde nasıl çark kurulduğu, nasıl bir örgütsel yapılanmaya gidildiği net olarak ortaya çıktı. Göreceksiniz, bundan çok daha fazlası ortaya çıkacak. Kim olursa olsun, artık olayın aslı şudur: Acırsanız acınacak hale gelirsiniz. Nasıl bir takiyenın, kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün hüküm sürdüğü ortaya çıkacak. Virüs vücuda girmiş, sinsi bir şekilde yerleşmiş, çoğalmış, bir anda vücudu esir almak üzere harekete geçmiş. Ancak bu bünye, kendisini sinsi virüslere teslim edecek kadar zayıf bir bünye değil.'

HAŞHAŞÎNLER'E GEÇİT YOK

'Tarihte de bunları gördük. Büyük Selçuklu Devleti'nde Haşhaşînler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terketmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez, vermeyecektir.'

Başbakan Erdoğan, Ankara'da 317 milyon lira değerindeki 214 eserin açılışını Arena Spor Salonu'nda düzenlenen törenle gerçekleştirdi. Erdoğan, kendisini salona girişinde güllerle karşılayan çocukları sevdi.

HSYK teklifini dondurabiliriz

Başbakan Erdoğan, muhalefetin Anayasa değişikliğini birlikte yapmayı kabul etmesi halinde TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülen HSYK ile ilgili yasa teklifini dondurabileceklerini söyledi. Erdoğan, 'Yeni anayasayadaki çalışmada HSYK belli yere gelmişti. Eğer muhalefet anayasa değişkiliğini beraber yapalım derse, biz yasa teklifini dondururuz, gerekirse Genel Kurul'a indirmeyiz. Bugünkü görüşmeler burada belirleyicidir. Anayasa değişikliği, yasa değişiklinin çok çok ötesinde bir olaydır. Parlamento içinde grupların kendi gücüne göre aynen RTÜK'te olduğu gibi, sayılarına göre HSYK içinde onlar da temsil edilme imkanı bulacaklardır, bulabilirler. Biz bu teklife sıcak bakıyoruz. Böyle bir adımı atabiliriz. Hatta Hakimler Kurulu'nu ayrı, Savcılar Kurulu'nu ayrı planlayabiliriz. Birkaç maddelik anayasa değişikliğini geçirmemiz halinde, yasal düzenleme çalışmasını dondurur ve yolumuza anayasa değişikliğiyle devam ederiz' dedi. Meselenin 'kuvvetler ayrılığı' ya da 'yargı bağımsızlığı'na ilişkin olmadığına dikkat çeken Erdoğan, 'Mesele, yargının bir örgüt tarafından adeta teslim alınarak tarafsızlığını yitirme meselesidir' diye konuştu.

YARGI KİME HESAP VERİR

Başbakan Erdoğan, hesap verecekleri yerin millet olduğunu, yasama ve yürütme organının millete hesap verdiğini kaydederek, şöyle konuştu: 'Yargının hesap vereceği yer neresidir? Allah'tan başka hesap vereceği merci yoktur. Peki gelişmiş ülkeler aynen bizdeki gibi mi? Hayır. Oralarda seçilmişlerin ciddi bir yetkilerinin olduğunu görüyorsunuz. Yargı bağımsızlığı, yargının tarafsızlığını sağladığı için önemlidir. Eğer yargının bir kısmı siyasi operasyonlara hukuk kılıfı giydirmekle meşgulse meselemiz 'yargının tarafsızlığı' meselesidir.'

Kümesten aldık saraya getirdik

Başbakan Erdoğan, hükümeti yolsuzlukla suçlayan hakim-savcılara da seslenerek adliye saraylarının hangi imkanlarla yapıldığını sordu. 'Kümes gibi yerlerde hükmeden hakim ve savcı varken, biz o merdiven arasından çıkardık, getirdik İstanbul Çağlayan'da o dev adalet sarayını yaptık. Anadolu yakasında da aynı şekilde adalet sarayını yaptık. İnsan şöyle bir baktığında, 'Bu sarayları yapıp bize teslim edenler nasıl yolsuzluk şebekesi olur' diye düşünmez mi? Bunlar durup dururken olmadı' diyen Erdoğan, Türkiye'nin AK Parti döneminde dev yatırımlarla tanıştığını hatırlattı. Erdoğan, 'Bunları görmeden, bilmeden veya inadına bu iktidara yolsuzluk yakıştırması yapmak, kusura bakmasınlar ancak olsa olsa ihanetle özdeş olabilir. Ben dürüstlerini tenzih ediyorum, artniyetliler için konuşuyorum. Bu iktidar yolsuzluklara bulaşmış olanlara bunun hesabını sordu, sormaya da devam edecek' şeklinde konuştu.

Tarih onları affetmeyecek

Yargının 'millete rağmen' karar veremeyeceğini vurgulayan Erdoğan, 'Yargı millet adına karar verir, millet için karar verir. Millete rağmen veremez. Yargı milletin seçtiği hükümete, siyasete, Meclis'e, milli iradeye istikamet çizemez, dayatma yapamaz. Yargının içerisinde hukuka saygılı olan yargı mensuplarını tenzih ederim ama ne yazık ki örgüt bağlantılı çalışanları da tarih affetmeyecektir, yetkili kurum ve kurullar affetmeyecektir' diye konuştu.

Üyelerini adeta efsunlamışlar!

Millet değil, mensubu oldukları örgütten emir ve talimat alıyor ve öyle hareket ediyorlar. Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş, maşa olmuş bir örgüt, adeta efsunladığı mensuplarını kendi ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Siz kimsiniz ki bu ülkenin milletin milli istihbarat teşkilatına karşı düşmanca tutum içine giriyorsunuz? Kamuoyunun gözü önünde suç işleyenler ifadeye çağrılmazken, benim sözlerimi manşete çekti diye gazete yöneticileri ifadeye çağrılıyor. Bir savcı çıkıp sahte ihbarlar üzerinden demokrasiyi katletme, ekonomiyi durdurma, ülkeyi kaosa sürükleme cüretinde bulunabiliyor.

O savcı Reyhanlı'da neredeydi

Paralel örgütün imza attığı operasyonlarla Milli İstihbarat Teşkilatı'na da (MİT) kasttettiğini belirten Başbakan Erdoğan, 'Bu ülkenin milli istihbarat teşkilatı, Suriye'deki Türkmen kardeşlerimize yardım ulaştırmaya çalışıyor, Adana'dan bir savcı bunu engellemek için elinden geleni yapıyor' dedi. Dünyanın hiçbir yerinde bir yargı mensubunun, kendi ülkesinin istihbaratına husumet beslemesine rastlan-mayacağını kaydeden Erdoğan, şunları söyledi:

7 GÜN SONRA ANCA GİDEBİLDİ

'Reyhanlı'daki olaylar olduğu zaman bu beyefendi (savcı), Adana'dan kalkıp Reyhanlı'ya gitmemiştir. 7 günün ardından oraya gitti. 7 gün senin aklın neredeydi? O kadar insanımız şehit edildi, niye gitmedin oraya? Sormazlar mı? Ben buradan hatırlatıyorum, hadi ilgili olanlar bunu incelesinler. Türkiye maalesef bunları yaşadı. Bir savcı Adana'dan kalkıp Hatay'a MİT'in insani yardım operasyonunu engellemek üzere geliyorsa o savcı milli çıkarlara kastetmiştir. Ülkesinin düşmanlarına maşalık etmiştir.'

Fidan'ı tutuklama amaçlandı

Örgütün üst yönetimi ile diğer vatandaşların hassasiyetlerini birbirinden kesinlikle ayırdıklarını ifade eden Erdoğan, 'O başka o başka... Samimi insanlar, samimi gayretlerle fedakarlıkta bulunurken, örgütün üst yönetimindekilerin çok başka amaçlarla bunları istismar ettikleri anlaşılıyor. Biz bu ayırımı hassasiyetle muhafaza ediyoruz. Yıllarca buralarda fedakarca hizmet etmiş samimi kardeşlerimizden oynanan oyunu, kurulan tuzağı görmelerini bekliyoruz' dedi.

BU MİLLET ASLA İZİN VERMEZ

17 Aralık darbe girişiminin birçok sinsi hedefin yanında çözüm sürecini de hedeflediğini kaydeden Başbakan, '17 Aralık darbesinin mimarı olan örgüt, daha önce de MİT'in gayretlerini sabote etmiş, MİT Müsteşarı'nı (Hakan Fidan) tutuklayıp devre dışı bırakma girişiminde bulunmuştur. Kimin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz. Eğer biz buna sessiz kalmış olsaydık, benim müsteşarım kimbilir nerede olacaktı? Bu millet çözüm sürecinin sabote edilmesine asla izin vermeyecektir' diye konuştu.

Ne hainler ne casuslar gördük...

Çözüm sürecinin başladığı bir yıldan buyana nice badireyi atlattıklarına dikkat çeken Başbakan Erdoğan, 'Bu alçakça ve haince sabotajları da inşallah hep birlikte aşacağız' dedi. 'Bu millet binlerce yıllık medeniyet birikimi olan bir millettir. Tarihte biz nice hainler gördük, nice ajanlara, nice casuslara, nice gayri milli saldırılara şahit olduk. Bu aziz millet duasıyla, gayretiyle, sarsılmaz imanıyla o saldırıları aşmış ve bugünlere ulaşmıştır' diyen Erdoğan, kurulan tuzakların moralleri bozamayacağını belirtti.

UZAK ASYA HÜKÜMETE DUACI

Başbakan, Pakistan ve Malezya'da dualarla karşılandığını da anlattı. Oralarda şahit olduğu manzaranın coşkusunu arttırdığını dile getiren Erdoğan, 'Biz enerjimizi işte oralardan alıyoruz. Malezya sokaklarında bize hayır duaları eden kardeşlerimizi gördük. Gazze'de, Kahire'de, Halep'te, Saraybosna'da daha nicelerinin hayır duaları ettiğini duyduk. Yalnız değiliz' diye konuştu.



http://yenisafak.com.tr/politika-haber/en-ahlaksiz-darbe-15.01.2014-607256?ref=manset-1
#17
Yargı eliyle Hükümete karşı yürürlüğe sokulan 17 Aralık operasyonuyla ilgili Hayrettin Karaman'ın Yeni Şafak Gazetesi'ndeki köşe yazıları:

Vakıflara bağış rüşvet olur mu?

Kör muhalefet ve kin yüzünden gözü dönmüş birileri 'Başbakan'ın yakınlarının yönetim kurulunda bulunduğu bir vakfa yapılan her bağış rüşvettir' diyebiliyorlar.

Kaynaklara baktığımızda suç olan rüşvetin şöyle tarif edildiğini görüyoruz: 'Bir kamu görevlisinin, görevinin gereklerine aykırı bir işi yapması veya yapmaması için kişiyle vardığı anlaşma çerçevesinde bir yarar sağlamasıdır.'

TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) adı üstünde bir vakıf; burada çalışanlar da kimin nesi olurlarsa olsunlar 'kamu görevlisi' olarak çalışmıyorlar. İster iktidarda olanların gözüne girmek için olsun, ister Allah rızası için olsun bu ve benzeri vakıflara yardım edenlerin 'rüşvet verdiklerini', vakıfta çalışanların da 'rüşvet aldığını' iddia etmek saçmalamanın ötesinde bir abes örneğidir.

Tartışma konusu olan vakıf TÜRGEV değil de mesela 'çağdaş yaşamı destekleme' amaçlı bir vakıf olsaydı buraya yapılan yardımlar da, burada çalışan siyasetçi yakınları da övülecek, kendilerine ödüller verilecekti. Böyle çifte standartlara alıştığımız için artık ne şaşırıyor ne de öfkeleniyoruz; acı acı gülümseyip geçiyoruz.

Bu vesile ile adı geçen vakfın değerli ve onurlu hizmetçilerinin yaptıkları açıklamadan bir kısmını aşağıya alıyorum:

'Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) 1996 yılında Türk Medeni Kanunu'na göre kurulmuş olup vakıf senedinde belirtilen amaçlar doğrultusunda ülkemiz gençliğine hizmet vermektedir. 18 yıldır yükseköğrenim gören binlerce kız öğrencimizin eğitimine katkıda bulunan TÜRGEV, halen 2000'in üzerinde öğrenciye hizmet vermeye devam etmektedir. Öğrencilere burs veren, en iyi şartlarda barınma hizmeti sağlayan vakfımız, ayrıca da şehit yakını ve yetim öğrencilerimize destek olmakta; burs ve ücretsiz barınma hizmetleri sağlamaktadır.'

'Vakfımız yurt işletmeciliği yaparken asla kâr amacı gütmemektedir. Hizmetlerde kâr değil, sosyal hizmet amaçlanmaktadır. Vakfımızın çalışan personeli dışında ne yönetim ne denetim kurulu ve ne de genel kurul üyeleri vakıftan hiçbir ücret almamaktadır. Yapılan tüm çalışmalar 'gönüllülük' esasına göre ve 'gençliğimize hizmet' gayesiyle yapılmaktadır.'

TÜRGEV, ENSAR, ÖNDER, İLİM YAYMA, HÜDAYİ, İSAR, BİLİM SANAT, ANADOLU PLATFORMU gibi birçok vakıf ve derneğimiz, değerlerimize sahip çıkacak, medeniyetimizi ihya ve inşa edecek bir gençlik yetiştirmek, çeşitli sosyal ihtiyaçları karşılamak, dertlilerin dertlerine derman olmak için gece gündüz çalışıyorlar. Buralarda menfaat beklemeden hizmet verenler Allah'ın sevgili kullarıdır.

Medeniyetimiz aynı zamanda bir 'vakıf medeniyeti'dir. Halkımızın genlerinde vakıf hassasiyeti mevcuttur. Kim ne derse desin halkımız bu mirasa sahip çıkacak ve bu güzel, yararlı, sevaplı hizmet alanına alakasını arttırarak devam ettirecektir.

Yerdeki bazı yaratıkların uluması gökte seyreden bulutları etkilemez, etkilememelidir!

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/vakiflara-bagis-rusvet-olur-mu/47685




İslam'a hizmet kuruluşlarına bağışlar

Çok partili demokrasiye geçmeden önce Diyanet'in kadrosu oldukça kısıtlı idi. Şehirlerde ve köylerde birçok camiin kadrolu görevlisi yoktu. Cemaat kendi aralarında topladıkları bağış para, tahıl vb.nden, din görevlisine aylık öderlerdi.

Cami, Kur'an kursu gibi din eğitimi ve ibadet yerleri yine halktan toplanan bağışlarla yapılırdı, şimdi Diyanet Vakfı, belediyeler ve vakıflar devreye girmiş olsalar da halkın bağışı devam etmektedir.

Dindar halkımız hem çocuklarının, inandıkları dinin eğitim ve öğretimini almaları, hem de gittikçe azalan ve yetersizleşen din görevlileri sebebiyle boşluğu doldurmak için 1950'den sonra okul istediler. 1951 yılında ülkemizin yedi vilayetinde yedi yıllık İmam Hatip Okulları açıldı. Hiçbirinin devlet veya yerel yönetimler tarafından yapılmış bir binası yoktu. Ya hayır sahiplerinin bağışladığı veya bazı kurum ve kuruluşlara ait boş, fakat yetersiz, eksikli binalarda öğretim ve eğitim başladı. Ben Konya İmam Hatip Okulu'na girmiştim. Binası eskiden polis koleji olarak kullanılmış oldukça eskimiş, yetersiz, okul için elverişsiz bir bina idi.

Türkiye'nin yedi vilayetinde dindar ve hamiyetli Müslümanlar kolları sıvadılar, yaptırma ve yaşatma dernekleri kurdular, halktan bağış toplayarak İmam Hatip Okulları için uygun binalar yaptırmaya koyuldular. Konya'da Hacıüveyszade Mustafa Efendi Hocamız o yaşında beni veya benim gibi öğrencilerden birini, gideceği köyden itibarlı bir zatı da yanına alarak köy köy dolaşır, öğrencilere Kur'an okutur, vaaz verdirir, sonra köylüden yardım isterdi. Tozlu yollarda, sıcak havada uzak köylere gittiğimizi, arabadan indiğimizde terin üzerine yapışmış toz ile çamurdan adama döndüğümüzü hatırlıyorum.

Bu okullar işte bu yoldan halkın bağışlarıyla yapıldı. Sonra Yüksek Okullar ve Fakülteler kuruldu, halk bunlar için de önemli bağışlarda bulundular, yurt ve okul binaları yaptılar, yapıyorlar.

Yalnız İmam Hatip Okulları ve Kur'an Kursları mı bu yardımlardan yararlandı? Elbette hayır. Dernek ve vakıfların yurt içinde ve dışında kurdukları özel okullar, kolejler, kurs ve yurt binaları, bunların zorunlu ve gelirlerinin karşılayamadığı giderlerini de yine dindar halkımız Allah rızası için karşıladılar, karşılamaya devam ediyorlar.

Şimdi Müslümanların daha hür, daha rahat oldukları bir zamanda hayır kurumlarına ve din hizmetine ait yapılara yapılan yardımların mesele yapılması, bunlara ayrılmış olduğunu ilgililerin onayladıkları ve tanıklık ettikleri meblağlara, 'mal bulmuş mağribî gibi' el koymaları, verenleri ve aracılık edenleri sahtekarlık ve hırsızlıkla suçlamaları düşündürücüdür. Toplamada, bir yerde korumada, aktarmada, kayıtta usulsüzlükler olabilir, kimse 'bunlar oluversin' demez, ama usul hatası başkadır, hayır ve hizmet sahiplerini bin pişman hale getirecek kötü muamele başkadır.

İlgililer bu paraları geri versinler vermesinler, dindar ve hamiyetli halkımız yine de hem Balkan Üniversitesi'nin, hem Osmancık İmam Hatip Okulu'nun, hem de diğer hayır ve din hizmeti yapılarının ihtiyaçlarını ibadet hazzı içinde karşılayacaklar ve bu kervan yürümeye devam edecektir.

Şunu da şimdilik kısaca not edeyim ve günü geldiğinde daha uzun yazayım:

Ben bir İmam Hatipliyim ve bu okullardan halkımızın din eğitim ve öğretimi bakımından büyük faydalar sağlayacağına inanıyorum, elimden geldiği kadar da yardımcı oluyorum. Ama biz tekelci, ayrımcı ve rekabetçi değiliz; kimse de böyle olmamalıdır. Ülkemizde ne kadar hayra hizmet kurum ve kuruluşu varsa birbirini kardeş bilmeli, hayırda yarışmalı ve hizmeti -bu arada bağışları ve imkanları- adil olarak paylaşmalıdırlar.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/islama-hizmet-kuruluslarina-bagislar/45435



Oyunu bozmak için el ele

Doğru bakan ve gerçeği görenler şu hükümde/tespitte ittifak ediyorlar:

Çevre, yolsuzluk, diktatörlük kavramları ve her zaman olan bazı münferit vakalar kullanılarak başlatılan kalkışmalar, operasyonlar, medya savaşları içeriden ve dışarıdan Türkiye'yi çökertmek/engellemek içindir.

Türkiye niçin çökertilecek ve engellenecek?

Çünkü Türkiye; çarpık, zalim, sömürücü ve sömürgeci dünya düzenine/sistemine hayır demeye başlamış, mazlum milletlerin yanında yer alarak daha adil, insani ve adalet dairesinde barışçı bir dünyanın oluşması için yola koyulmuştur. Yalnız gayri Müslim ülkeler değil, bazı zalim İslam ülkeleri de bu savaşta Türkiye'nin karşısında, emperyalistlerin safında yer almaktadırlar.

Emperyalist Batı, ümmetin varlık ve birlik garantisi olan Osmanlı'yı, savaşarak değil, unsurları birbirine düşürerek ve Müslümanları kendi aralarında savaştırarak yıktılar. Parçalanıp zayıf düşen bir devleti savaşta yenmek, biçilmiş buğday saplarını toplamak gibidir.

Müslümanların niyeti/maksadı ne olursa olsun, 'ümmete savaş açmış, zalim düzenin devamından yana' olan sömürgeci/sömürücü devletlerle işbirliği yapamaz, onlara destek veremez ve onlardan medet umamazlar. Birlik ve beraberlik içinde hareket ettikleri sürece ümmet kendine yeter; 'ötekinden imdat isteyenler zaferden ümidi kesmelidirler'.

Yeni Türk dış politikasını tenkit etmek, iyi niyetle tavsiyelerde bulunmak her vatandaşın hakkıdır. Ama halkın büyük çoğunluğunun oyunu alarak iktidara gelmiş ve halkına hesap verme durumunda olan iktidarın da 'bir dış politika' belirleyip uygulama hakkı vardır. Daha iyiyi ve doğruyu bulmak için tartışmak, fikir alış verişinde bulunmak makul ve makbul, 'beğenmiyorum diye düşmanlarla işbirliği yapmak' gayr-i meşru ve zararlıdır.

Çare:

Derin ideolojik ihtilaf sebebiyle iktidara karşı olanlar bir yana aynı kıbleye yönelen bütün insanımızın, bu yıkıcı savaş karşısında el ele vermeleri gerekiyor.

Ağaç, çevre, yolsuzluk gibi bahanelere (oltalara) takılmadan asıl maksadı görmek ve bu suikastı önlemeyi öncelemek gerekiyor. Unutmayalım ki, en büyük yolsuzluk 'vesayetin avdetidir'.

'Biz barış istiyoruz, meşru olmayan yapı içinde yokuz, devlet içinde devlet olmak gibi bir hedefimiz de yok...' diyenler bir dakika gecikmeden dillerini ve davranışlarını değiştirmelidirler. Türkiye'ye karşı açılmış savaşta, bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeden düşmanın işine yarayacak dil ve davranış içinde olmak iç (kardeşler arası) barışın en büyük engelidir.

Dün (Cumartesi günü) gazetelerde yer alan 'çok geniş sivil toplum dayanışması ve iktidar desteği' ümitlerimizi yeşertiyor. Bütün Türkiye'yi kaplayan bu 'el ele duruş'un dışında hiçbir 'kardeş' kalmamalıdır.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/oyunu-bozmak-icin-el-ele/48087





Rüşvete ve yolsuzluğa fetva verilmez

Benim rüşvete fetva verdiğimi, yolsuzlukların örtülmesini istediğimi söyleyen veya ima eden ahlak yoksunlarına, eğer Müslüman iseler, iftiranın, karalamanın, itibar katlinin dünyada ve ahretteki sorumluluğunu hatırlatıyorum. Müslüman değilseler, dillerinden düşürmedikleri 'evrensel ahlak kitabında yaptıklarının yeri var mı' diye soruyorum.

Benim elli civarında kitabım, binlerce sayfa yazıyı içeren sitem var; buralarda ne söylediğim, ne yazdığım ortada, bunları bırakıp da kapalı kapıları zorlayanlara sesleniyorum: Dini konuşma ve açıklama bakımından açamayacağım bir kapım yoktur, arkadan dolanmaya, casusluk yapmaya gerek yok, bana sorabilirsiniz.

Ben yolsuzluğun üstü örtülsün, yolsuzluk yapanların üzerine gidilmesin filan demem; ama:

Din, hukuk ve ahlaka aykırı olduğu halde suçu sabit olmamış, hüküm giymemiş, hükmü temyizde tasdik edilmemiş insanlara –ki, bunlar henüz masumdurlar- sırf itham ve iddialara dayanarak 'suçlu' muamelesi yapmam, yapılmasına razı olmam, onların ve ailelerinin maruz kaldıkları maddi ve manevi işkenceye itiraz ederim.

Yolsuzluk iddiaları ile ilgili bilgileri hukuka ve ahlaka aykırı olduğu halde elde edip çarşaf çarşaf ilan edenlere 'zalim ve ahlaksız' derim.

Kendilerini aynı zamanda 'savcı, hakim ve yüksek hakim' yerine koyup insanları suçlayan ve mahkum edenlere, 'yahu sizde hiç insaf, vicdan, utanma duygusu, Allah korkusu, manevi sorumluluk hissiyatı... yok mu' derim.

Şeytana ve nefse uyup ister özele, ister kamuya yönelik bir haksızlık yapan, suç işleyen, milyonların kul hakkını yiyen kimselere -bu suçlar sabit olduğunda- asla müsamaha etmem, cezalarını çekmelerini isterim; ama cezalarını çekerken de 'keşke yapmasaydılar, hem kendilerine hem çevrelerine yazık ettiler' der, üzülürüm.

Bazılarının iftira ettikleri gibi bana başbakan, belediye başkanı iken, 'Hocam, daha güçlenmemiz, davayı sağlama almamız gerek. İhale verdiğimiz kişilerin kârlarından komisyon alabilir miyiz?' diye bir soru sormadı ve ben de ne ona, ne de bir başkasına 'Evet' diye cevap vermedim.

Bana o değil ama birçok kişi, 'Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır' diye sordular.

Buna verdiğim cevap şudur:

Hayır işlesin diye teşvik ve sevkettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.

Hemen kaydedeyim ki, insanları bir yerlere toplayıp manevi baskı yaparak yardım toplandığında da yukarıdaki sakınca (sevap alamama) sakıncası vardır. En uygunu insanlara, baskı yapmadan, mecbur bırakmadan ihtiyacı bildirmek ve hür iradeleriyle istedikleri kadar yardım etmelerine imkan vermektir.

Bir yerlere yardım edecek diye bir kimseye 'layık, ehil, en iyisi, en hesaplısı, kamu için en yararlısı olmadığı halde' ihale verilirse yapılan ihanet olur ve elbette caiz olmaz.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/rusvete-ve-yolsuzluga-fetva-verilmez/45227
#18


28 Şubat postmodern darbe süreciyle birlikte 2004 yılında kapatılan Milli Gençlik Vakfı (MGV) yeniden kuruldu. 13 kişilik kurucular kurulu bulunan MGV'nin el konulan malları da iade edilecek.

28 Şubat sürecinin mağdur vakıfları arasında yeralan ve 2007 yılında kapatılan Milli Gençlik Vakfı (MGV) yeniden kuruldu. Vafkfın yakın zamanda faaliyetlerine başlayacağı öğrenildi.

10 yıl sonra kaldığı yerden

2013 yılının haziran ayında torba yasa olarak adlandırılan 6495 sayılı kanun ile 28 Şubat süreci sonrası kapatılan vakıfların tekrar kurulmasının önü açılmıştı. MGV'nin yeniden kurulması için Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi'ne yapılan başvuru, önceki gün karara bağlanarak resmileşti. Böylelikle MGV'nin yeniden kurulması kesinleşmiş oldu.

Mal varlıkları 3 ay içinde iade edilecek

Milli Gazete'de yer alan habere göre kapatıldığı gün 155 adet gayrimenkulüne el konularak Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne emanet edilen MGV'nin mal varlıkları ise 3 ay içinde tekrar iade edilecek. Mahkeme kararı sonrası kurulması resmileşen MGV'nin mal varlıkları için ise Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün önümüzdeki günlerde bir çalışma başlatarak, mal varlıklarını iade işlemine başlayacağı öğrenildi.

İŞTE MGV'NİN KURUCULAR KURULU

1-Nevzat Laleli

2-Adil Gündüz

3-Nazım Karaman

4-Ali Tandoğan

5-Yahya Zararsız

6-Ertan Yülek

7-Cengiz Acar

8-Enver Ergün

9-Muzaffer Baydar

10-Mükremin Karakoç

11-Fikret Erçoban

12-Av. Yılmaz Bölükbaşı

13-Burhan Uzgur

http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/milli-genclik-vakfi-yeniden-kuruldu-08.01.2014-603241
#19


AK Parti Bartın Milletvekili Yılmaz Tunç'un hazırladığı ve içinde HSYK ile ilgili düzenlemenin de yer aldığı yasa teklifi, TBMM Başkanlığı'na sunuldu.

AK Parti, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile ilgili yasa teklifini Meclis Başkanlığı'na sundu. Adalet Bakanı'nın HSYK üzerinde yetkisini arttıran teklif HSYK'nın yapısında bazı değişiklikler öngörüyor.

AK Parti milletvekilleri, içinde HSYK ile ilgili düzenlemenin de yer aldığı yasa teklifi hazırladı.
AK Parti Bartın Milletvekili Yılmaz Tunç ile çok sayıda AK Partili milletvekilinin imza koyduğu ve 52 maddeden oluşan teklif, HSYK'nın çalışma düzenini değiştiriyor. Teklif, Hakim ve Savcılar Kanunu, Adalet Akademisi Kanunu, Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun, HSYK Kanunu, Yargıtay Kanunu, Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'da değişiklik öngörüyor.

TBMM Başkanlığı'na sunulan teklifin gerekçesinde, geçen 3 yıllık süre içinde uygulama dikkate alınarak Kurulun daha etkin ve verimli çalışması amacıyla; kurul üyeliğine seçim usulü, dairelerin oluşumu, çalışma usulü ve görevleri ve kararlarına itiraz, Genel Kurulun ve Kurul Başkanı'nın görevleri, daire başkanı, genel sekreter, genel sekreter yardımcıları, teftiş kurulu başkan ve yardımcıları, kurul müfettişleri, kurul tetkik hakimleri ve idare personelin atama ve görevlendirilmeleri konularında değişiklik yapılması zorunluluğunun doğduğu ve bir genel sekreter yardımcısı kadrosunun ihdas edildiği ifade edildi.

Teklifle, geçen 10 yıllık sürede uygulama dikkate alınarak Adalet Akademisi'nin daha etkin ve verimli çalışması amacıyla başkan ve başkan yardımcılarının görevlendirme ve atanma usulü, genel kurul ve yönetim kurulunun oluşumu ve görevleri, hizmet birimlerinin daire başkanlığı şeklinde yapılandırılması, idari personelin atanma usulü, yeni kadroların ihdas edilmesi ve diğer konularda değişiklik yapılması gereğinin ortaya çıktığı belirtildi.
Teklifle, düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihte HSYK'da görev yapan Genel Sekreter, genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları, Kurul müfettişleri, tetkik hakimleri ve idari personelin, kuruldaki görevleri bitecek. Ayrıca Kurul Başkanvekili ve daire başkanlarının bu görevleri ile Kurul üyelerinin dairelerdeki görevleri sonlanacak.

Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 10 gün içinde Kurulun Başkanı olan Adalet Bakanı; Kurul üyelerinin, asıl ve tamamlayıcı üye olarak görev yapacakları daireleri belirleyecek, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları ve genel sekreter yardımcılarını atayacak.
Üyelerin görev yapacakları daireler belirlendikten sonra 10 gün içinde Genel Kurul tarafından; Daire başkanları ve başkanvekilinin seçimi gerçekleştirilecek, Genel Sekreter adayları belirlenecek. Genel Sekreter adayları belirlendikten sonraki 3 gün içinde Başkan tarafından Genel Sekreter atanacak. Kuruldaki görevleri sona eren Genel Sekreter, genel sekreter yardımcıları, Teftiş Kurulu Başkanı, Teftiş Kurulu başkan yardımcıları, Kurul müfettişleri ve tetkik hakimleri müktesepleri dikkate alınarak uygun görülecek bir göreve atanacak.
Kuruldaki görevleri sona eren idari personel, Adalet Bakanlığı tarafından mükteseplerine uygun bir göreve atanacak. Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihte Kurul tarafından çıkarılan yönetmelik ve genelgelerin tamamı yürürlükten kalkacak.

Teklif, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilliği için 3 yıl olan görev şartını da 6 yıla çıkarıyor.
Önce Meclis'te komisyonda görüşülecek teklif buradaki görüşmelerin ardından Genel Kurulu'na gelecek.
HSYK'nın yapısı 12 Eylül 2010 günü yapılan anayasa referandumu ile değişmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ağustos operasyonunun ardından HSYK'ya ilişkin yaşananlarda büyük tepki göstermişti. Başbakan Erdoğan, Manisa'da toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada Adalet Bakanlığı'nın HSYK'yı denetleme yetkisini kaldırmalarının yanlış olduğunu belirerek, "Orada yanlış yaptık. Kimsenin denetimsiz kalmaması gerekir. Bu ülkede başbakan denetlenecek, bakanlar denetlenecek, parlamento üyeleri denetlenecek bu beyler denetlenmeyecek, olmaz" diye konuşmuştu.

http://haber.stargazete.com/guncel/ak-partinin-hsyk-teklifi-meclis-baskanligina-sunuldu/haber-826461
#20


Geçen yıl TCK'da yapılan değişiklikle, gizlice ses kaydı almaya verilen hapis cezası artırılırken, bir davada önce savcılık, ardından da mahkemenin gizli ses kaydını delil olarak kabul etmesi tartışmalara yol açtı.

Türk Ceza Kanunu'nun 133. maddesinin birinci fıkrasında geçtiğimiz yıl yapılan değişiklikten sonra yasal yöntemlere uyulmadan elde edilen gizli ses kaydı, bir savcılık tarafından iddianameye konu edildi ve mahkeme tarafından da iddianame kabul edilmek suretiyle iddianamenin dayandığı bu gayrimeşru delil de dolaylı yoldan kabul edilmiş oldu.

İlginç karar, İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat M.S.K.'nin, iddiaya göre müvekkili olmadığı halde bir şahsın vekâletini üstlenmeye çalışması ve bu şahsın yakınından savcıya vermek üzere rüşvet istemesi üzerine açılan davada verildi.

'RÜŞVET İSTEDİ' İDDİASI
Edinilen bilgiye göre olay şöyle gelişti: İsrail Alkan adlı vatandaş, bir gün telefonda kendisini avukat M.S.K., olarak tanıtan kişi tarafından arandı. M.S.K., telefonda adli bir olay sebebiyle bir süre önce tutuklanan amcasının oğlu Şerafettin Alkan'ın dosyasını incelediğini, onu tahliye ettirebileceğini söyledi. Fakat tahliye için 50 bin TL gerektiğini, bunun 10 bin TL'sini kendisinin alacağını, 40 bin TL'sini ise savcıya vereceğini söyledi. Bir gün sonra Alkan'ın yanına kadar gelen M.S.K., teklifini 40 bin TL'ye indirdi.

KONUŞMAYI KAYDA ALDI
Avukata dosyaya nasıl ulaştığını ve neden kendilerinden izin almadığını soran İsrail Alkan, durumdan şüphelendi ve avukatla olan konuşmalarını kaydetti. Sonra da ses kayıtlarıyla savcılığa gidip suç duyurusunda bulundu. M.S.K. iddiaları reddetti ancak soruşturmayı yürüten savcı Yaşar Peçen izinsiz yapılan ses kaydını delil olarak kabul edip dava açtı. Savcı Peçen hazırladığı iddianamede izinsiz ses kaydının konusu itibariyle suç içerdiğini, bu sebeple 'delil' olarak kabul ettiğini belirtti. İddianamede, "Kaydın konusu suç teşkil ettiğinden, izinsiz kayda alınsa dahi delil kıymeti vardır" denildi. Avukat M.S.K. ağır ceza mahkemesinde kamu görevlileri ile ilişkisi olduğundan bahisle bir işin gördürüleceği vaadiyle dolandırıcılık suçu kapsamında 2 yıldan 7 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. SABAH'ın telefonla ulaştığı avukat M.S.K. ise konu hakkında konuşmak istemedi.

2012 TARİHLİ YASAYLA NE DEĞİŞTİ?
Temmuz 2012'de yapılan yasa değişikliğiyle iki kişi arasındaki telefon görüşmelerinin gizlice kayda alınmasına verilen 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasının sınırı 2 yıldan 5 yıla kadar hapis olarak belirlenmişti. Türk Ceza Kanunu'nun 133. maddesinin birinci fıkrasında şu ifadeler yer alıyor: "(1) Kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları, taraflardan herhangi birinin rızası olmaksızın bir aletle dinleyen veya bunları bir ses alma cihazı ile kaydeden kişi, (Değişik ibare: 02/07/2012- 6352 S.K./80.md.) iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

YARGITAY KANUNA AYKIRI YÖNTEMLERLE ELDE EDİLEN DELİLLERİ DİKKATE ALMIYOR
Yargıtay'ın konuyla ilgili kararları, bu tür delillerin yargılamada dikkate alınmayacağı yönünde. Yargıtay'ın konuyla ilgili yerleşik kararlarını BURADAN okuyabilirsiniz.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/10/19/gizli-kayit-delil-oldu
#21
Duyurular / Kurban Bayramı tebriği
15 Ekim 2013, 20:06:24


Vekil.net ailesi olarak tüm üyelerimizin ve ziyaretçilerimizin Kurban Bayramını tebrik ediyoruz. Hayırlı bayramlar...
#22


Kanserin yüzde yüz ilacını bulduk

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi (RTEÜ) Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Halis Süleyman, kanserin yüzde 100 ilacını bulduğunu açıkladı.

Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde kanserin tedavisi için başlattığı çalışmaları yıllardır sürdüren Prof. Dr. Halis Süleyman, geçtiğimiz yıllarda mide kanserini önleyecek bir ilaç bulduğunu açıklamıştı. Çalışmalarını hızlandırmak için Atatürk Üniversitesi'nden Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi'ne geçen Süleyman, burada sürdürdüğü çalışmaları neticesinde kesin sonuca ulaştı. Süleyman, hayvanlar ve kanser kültürleri üzerinde yaptığı deneylerde kanser hücrelerini yüzde yüz yok etmeyi başardı. Tıp dünyasında devrim yaşatacak buluşun kaynağı şimdilik sır gibi saklanıyor. Bir bitkiden elde edilen etkin madde ile kansere yüzde yüz çözüm bulunurken, ilacın 1-2 yıl içerisinde insanlar üzerinde denenmeye başlaması planlanıyor. Süleyman, ilacın biran önce insanların hizmetine sunulabilmesi için destek bekliyor. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Halis Süleyman, yaptığı deneylerde yüzde yüz başarı elde ettiğini belirterek "Aslında bu bitki. Fakat şimdilik ismini açıklamıyoruz. Hayvanların üzerinde, kanser modellerinde etkili bulundu. Bu bitki ekstresini alan hayvanların midesinde olsun, pankreasında olsun kanser modelleri gelişmedi. Ayrıca biz bu bitki ekstresini kanser kültürü hücresinde denedik. Kanser kültüründe kanser hücrelerini yüzde yüz öldürdüğünü gördük. Sağlıklı insan hücresine dokunmuyor. Sadece kanser hücresini yakalıyor ve kanser hücresini öldürüyor. Biz bunun heyecanı içerisindeyiz. Bu bitkinin etken maddesini elde ettik. Etken maddeyi tespit ettik. İnşallah bir iki yıl içinde klinik çalışmasını da tamamlayarak insanlar üzerinde de denemeye başlayabiliriz" dedi.

BULUŞ TÜRKİYE'Yİ DÜNYADA BİR NUMARA YAPACAK

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Halis Süleyman buluşun sağlık alanında Türkiye'yi dünyada bir numaralı ülkesi yapabileceğini ifade ederek "Bu buluş sağlık alanında sadece üniversitemizi değil ülkemizi dünyanın bir numaralı ülkesi yapabilir. Ekonomisi olsun, gelişmesi olsun. Yılda sadece mide kanserinden ölen hastaların sayısı 1.5 milyon'u buluyor. Bu çalışmaların daha hızlı ilerlemesi için Erzurum Atatürk Üniversitesi'nden Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne geldim. Bu üniversiteyi başımın üzerinde taşımak istiyorum. İnşallah destek alıp bu çalışmalarımızı en kısa zamanda sonuçlandırırız" diye konuştu. Tüm dünyanın peşinde olduğu çalışmaya Türkiye'den gereken destek sağlanmıyor. Süleyman dünyanın bir çok üniversitesinden davetler aldığını ancak bu çalışmanın patentinin Türkiye'de kalmasını istediğine vurgu yaparak "Desteğe ihtiyacımız var. Rektörümüz olsun dekanımız olsun bizi son derece destekliyor. Bir şeyler üretilmesini istiyor. Fakat maalesef ülkemizde üretim politikası yok. Devletten üretim noktasında bir talimat gelmiyor. Ben o talimatı istiyorum. Maalesef tıp alanında ülkemizde üretim politikası sıfır" diye konuştu.

http://zaman-online.de/kanserin-yuzde-yuz-ilacini-bulduk-69761
#23
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2012 yılında icra hukuk ve icra ceza davaları dahil 425 bin 219 dava açıldığını açıkladı.

Adalet Bakanı Ergin, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun yazılı soru önergesini cevapladı. Bakan Ergin, icra hukuk ve icra ceza davaları dahil; 2003 yılında 751 bin 728, 2004 yılında 799 bin 141 , 2005 yılında 593 bin 801, 2006 yılında 808 bin 655, 2007 yılında 1 milyon 58 bin 691, 2008 yılında 691 bin 560, 2009 yılında 545 bin 992, 2010 yılında 562 bin 933, 2011 yılında 469 bin 582 ve henüz kesinleşmeyen verilere göre 2012 yılında 425 bin 219 dava açıldığını açıkladı.

İcra ve İflas Kanunu'nda yaptırım türü olarak hapis cezası, adlî para cezası, tazyik hapsi ve disiplin hapsi öngörülen suç ve fiillerin düzenleme konusu yapıldığını belirten Ergin; kanunda yaptırımı hapis cezası olarak düzenlenen suçlar bağlamında icra mahkemelerince 2009 yılında 12 bin 672; 2010 yılında 3 bin 58; 2011 yılında bin 453; 2012 yılında ise bin 171 hapis cezası verildiğini kaydetti.

Cevapta, ülke genelinde faaliyette olan icra dairesi sayısı hakkında da bilgi verildi. Buna göre faaliyette olan icra dairesi sayısı 2003 yılında bin 90; 2004 yılında bin 92, 2005 yılında bin 92; 2006 yılında bin 117; 2007 yılında bin 131; 2008 yılında bin 149; 2009 yılında bin 172; 2010 yılında bin 207; 2011 yılında bin 87 ve 2012 yılında 986 olarak gerçekleşti.

http://www.bugun.com.tr/son-dakika/bakan-ergin-2012-yilinda-425-bin--haberi/817811






6 yılda 9 bine yakın kişi yolsuzluktan yargılanmış

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2002-2008 yılları arasında yolsuzluk nedeniyle 8 bin 708 kişiye dava açıldığını açıkladı. Ergin Eylül ayında ise 2009-2012 arasında 26 bin 388 kişiye silahlı örgüt üyeliği davası açıldığını bildirmişti.

MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri'nin yazılı soru önergesini yanıtlayan Ergin, adalet istatistiklerinin hazırlanmasında, 2008 yılı öncesi dosya sayısı esas alınırken, UYAP veri tabanına uyum sağlaması amacıyla 2009 yılından itibaren suç sayısının esas alındığını belirtti. Ergin, söz konusu uygulama sonucunda, yeni istatistik hazırlama sisteminde, bir kişinin bir dosyada 10 ayrı suçunun olması ya da bir dosyada 10 ayrı sanığın olması halinde, 10 ayrı suç olarak değerlendirme yapıldığını ifade etti.

Ergin, dosya sayıları esas alınarak derlenen bilgilere göre, ihale yolsuzluk ve usulsüzlükleri nedeniyle 2002 yılında 522, 2003 yılında 719, 2004 yılında 655, 2005 yılında 979, 2006 yılında 1517, 2007 yılında 1574, 2008 yılında 2 bin 742 olmak üzere 8 bin 708 sanık hakkında kamu davası açıldığını belirtti.

Sadullah Ergin, 2002 yılında 72, 2003 yılında 42, 2004 yılında 130, 2005 yılında 274, 2006 yılında 217, 2007 yılında 242, 2008 yılında 418 mahkumiyet kararı verildiğini kaydetti.

Ergin, açılan davalardaki suç sayıları esas alınarak derlenen bilgiye göre, 2009 yılında 6 bin 570, 2010 yılında 8 bin 898, 2011 yılında 6 bin 762, 2012 yılında 6 bin 990 sanık hakkında kamu davası açıldığını; 2009 yılında 1115, 2010 yılında 830, 2011 yılında 1131, 2012 yılında 1947 mahkumiyet kararı verildiğini belirtti.

26 bin kişiye "silahlı örgüt üyeliği" davası açılmıştı

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 24 Eylül'de de BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan'ın yazılı soru önergesine verdiği yanıtta, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK'nın, silahlı örgüt kuran ve yönetenler ile bu örgüte üye olanlara verilen cezaları belirleyen 314. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları gereğince açılan soruşturma, kovuşturma, şüpheli ve sanık sayıları ile verilen karar türlerine ilişkin bilgi vermişti. Buna göre, 2009-2012 yıllarında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) "Silahlı örgüt" başlıklı 314. maddesine göre 26 bin 388 kişi hakkında kamu davası açıldı, 12 bin 191 sanık hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.

http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/10/05/6.yilda.8.bin.yolsuzluk.davasi/725973.0/
#24


Münevver Karabulut ailesinin Garipoğlu ailesi aleyhine açtığı tazminat davası sonuçlandı. Mahkeme Cem'in ailesini Münevver'in ailesine 37 bin 500 TL maddi, 1 milyon 250 bin TL manevi tazminat ödemeye mahkum etti. Karabulut ailesi kızlarının ölümüne karşılık açtıkları tazminat davasında 2 milyon TL tazminat talep etmişlerdi.

Münvver Karabulut'un ailesinin, Cem'in annesi Tülay Makbule Garipoğlu'na ve babası Mehmet Nida Garipoğlu'na kızlarının ölümünden dolayı Küçükçekmece 5. Aile Mahkemesi'ne açtığı tazminat davası 8. celsede karara bağlandı.Karar duruşmasında davalık olan Karabulut ailesi ve Garipoğlu ailesinden kimse hazır bulunmazken tarafların avukatları katıldı. Dosya, istenen tazminat miktarının değerlendirilmesi için bilirkişiye gönderilmişti. Bilirkişi raporunun dosyaya ulaşmasının ardından mahkeme dosyanın karar aşamasına geldiğini belirterek taraflardan son savunmalarını istedi.

Karabulut ailesinin avukatı Rezan Epözdemir, ceza davası kararına imza atan Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin sanıkları üst sınırdan cezalandırdığını vurguladı. Epözdemir, son savunmasında, Cem Garipoğlu'nun 197 gün ailesi tarafından teslim edilmeyip yakalanma süresinin uzamasının müvekkillerinin acı ve ızdıraplarını dahada arttırdığını belirterek, "Müvekkilim Süreyya Karabulut olay yüzünden işinden ayrılmak zorunda kalmış ve bir gözünde de aşırı bozukluğu oluşmuştur. MS hastası olan eşi Nagehan Karabulut'un da rahatsızlığı ilerlemiştir. Diğer müvekkil İbrahim Enver Karabulut ise olay sonucu yaşadığı travma nedeniyle yurtdışına gitmek zorunda kalmıştır." dedi.

Mahkemenin davalıların sosyo ekonomik durum araştırmasında maddi durumlarının tam olarak tespit edilemediğini ileri süren Epözdemir, "Ancak dosyaya sunduğumuz gazete küpürleri , dahili davalının bankadaki mal varlığına ilişkin verilen ihtiyati haciz niteliğindeki ihtiyati tedbir kararı sonucu tespit edilen değerlerle ve davalı Mehmet Nida Garipoğlu'nun şirket hisseleri ve taşınmaz kaydıyla sosyal ekonomik durumları ortaya konmuştur. Hiç mal varlığı olmadığı iddia edilen davalının 2 milyon değerinde ziynet eşyası tespit edilmiştir." şeklinde konuştu.

Davcılar avukatının ardından davalılar avukatı da son savunmasında, hükmedilecek tazminat miktarının bir tarafı zenginleştirmemesi diğer tarafı da fakirleştirmemesi gerektiğine dikkat çekti. Davacı tarafının mal varlığına ilişkin yaptıkları tespiti kabul etmediklerini söyleyen avukat Orhan Şahin, "Şirketler faal olmayıp TMSF'ye aktarılmıştır. Biz davanın uzamaması açısından bilirkişi incelemesi daha istemedik. Müvekkil Mehmet Nida Garipoğlu'nun kardeşi Hayyam Garipoğlu'nun zengin bir insan olduğu bilinmektedir. Ancak Sümerbank'ın batmasından sonra bütün mal varlığına ve şirketlerine el konulmuştur, mal kaçırma iddiası doğru değildir. Ayrıca davalı Tülay Makbule Garipoğlu'nun düğünde ve ailesinin taktığı ziynetler tartışma konusu yapılmıştır. Bu dava her iki tarafı da üzmüştür, yıpratmıştır bu nedenle bir an önce biz de davanın bitmesini istiyoruz." şeklinde savundu.

Savunmaların ardından mahkeme maddi tazminat açısından davacı İbrahim Enver Karabulut açısından reddeden mahkeme, anne ve babanın ise talebini kısmen kabul etti. İlk etapta maddi tazminat taleplerini değerlendiren mahkeme, toplam 37 bin 500 TL maddi tazminatın olay tarihi olan 03.03.2009 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılar Mehmet Nida Garipoğlu ve Tülay Makbule Garipoğlu'ndan alınarak davacılara verilmesine karar verdi.

Mahkeme manevi tazminat talebinin değerlendirmesi aşamasında ise bu kez Münevver'in erkek kardeşi davacı İbrahim Enver Karabulut'un manevi tazminat talebini kabul etti. İlk etapta davalılar Mehmet Nida Garipoğlu ve Tülay Makbule Garipoğlu'ndan ayrı ayır 500 bin TL'nin olay tarihi itibariyle yasal faiziyle davacılar Süreyya Karabulut ve Nagehan Karabulut'a verilmesine karara bağlanırken, davalıların aynı şekilde 250 bin TL manevi tazminatı davacı İbrahim Enver Karabulut'a verilmesine hükmedildi.

Temyiz yolu açık olan karar kesinleşirse, Garipoğlu ailesi olay tarihi itibariyle işletilecek yasal faiz ile birlikte 37 bin 500 TL'si maddi, 1 milyon 250 TL'si de manevi toplam 1 milyon 287 bin 500 TL ödeyecek.

OLAY

Münevver Karabulut'un cesedi, İstanbul Etiler'de 3 Mart 2009 günü, bir çöp konteynırında parçalanmış halde bulunmuş, zanlının ise, Cem Garipoğlu olduğu ortaya çıkmıştı. Garipoğlu, firar etmiş, 197 gün sonra, teslim oluncaya kadar da ülke gündeminden düşmemişti. Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi ise, davada katil zanlısı Cem Garipoğlu'nu 24 yıl hapis cezasına çarptırmıştı.

http://zaman.com.tr/gundem_munevver-karabulut-icin-rekor-tazminat_2148950.html
#25

FOTOĞRAF: Köleliği 1934'te kaldıran İngiltere, kölelere değil sahiplerine bugünkü parayla yaklaşık 240 milyar Euro ödemişti. Kölelere ise 'hürriyetinizi kazandınız, gidin kendinizi geliştirin.' denmişti.

SELÇUK GÜLTAŞLI - BRÜKSEL

14 Karayip ülkesi, 400 yıl süren esir ticareti yüzünden ortaya çıkan felaket sebebiyle İngiltere, Fransa ve Hollanda'ya karşı hukuki süreç başlattı.  Davayı, İngiliz hukuk şirketi Leigh Day takip edecek. Şirket, daha önce İngiltere'ye karşı açtığı insanlık suçu davasını kazanmıştı. Üç ülkenin, birkaç yüz milyar Euro'luk tazminat ödemek zorunda kalabileceği belirtiliyor.

İnsan hakları konusundaki hassasiyeti ile bilinen Avrupa Birliği (AB) üyesi üç ülke, sömürgecilik döneminde işledikleri insanlık suçlarının bedelini ödemekle karşı karşıya. Geçmişte AB üyelerinin sömürgesi olmuş ülkeler İngiltere, Fransa ve Hollanda'dan tazminat talep ediyor.

14 Karayip ülkesi, 400 yıl süren esir ticareti sebebiyle söz konusu ülkelere karşı  harekete geçti.  Karayip ülkeleri arasında ekonomik entegrasyonu hedefleyen CARICOM, geçen hafta BM Genel Kurulu'nda  süreci başlattı. İngiliz hukuk şirketi Leigh Day'la anlaşan CARICOM, Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'na müracaat yapılması için hazırlıklarını sürdürüyor. Leigh Day hukuk bürosu, 1952-1960 arasında Kenya'daki Mau Mau isyanının bastırılması sırasında İngiltere'nin işlediği insanlık suçlarına açtığı davayı kazanmıştı. Tazminatla ilgili henüz bir rakam telaffuz edilmiyor ancak miktarın birkaç yüz milyar Euro'yu bulabileceği kaydediliyor.

14 ülke arasında yer alan Jamaika ve Antigua-Barbuda tazminat için daha önce de bir girişim başlatmışlardı. Ancak bu yılbaşında bir araya gelen 14 ülke ortak bir kararla İngiltere, Fransa ve Hollanda'dan 400 yıl süren köle ticaretine ilişkin tazminat talep etmeye karar verdi. Tazminat miktarı ile ilgili henüz bir rakam telaffuz edilmiyor ancak rakamın birkaç yüz milyar Euro'yu bulabileceği kaydediliyor.

Batılı ülkeler köle ticaretini yasakladığında ilginç bir karara imza atarak köle olarak çalıştırılanlara değil, kölelerinden 'feragat' eden toprak sahiplerine tazminat ödemişti. Köleliği 1834'te yasaklayan İngiltere'nin yerleşimci vatandaşlarına bugünkü rakamlarla 240 milyar Euro ödediği tahmin ediliyor. İngiltere'nin eski Başbakanı Tony Blair 2007'de ülkesinin köle taşımacılığını yasaklamasının 200. yıldönümünde, köle ticaretinin sebep olduğu 'dayanılmaz acılardan' dolayı üzüntüsünü ifade etmiş ancak herhangi bir tazminattan bahsetmemişti.

Batı basınına konuşan Jamaika Milli Tazminat Komisyonu Başkanı Verene Shepherd, köleliği kaldıran İngiltere'nin kendi yerleşimcilerine milyarlarca Euro öderken, "dedelerimize hürriyetinizi kazandınız, gidin kendinizi geliştirin" demekle yetindiğini vurguluyor.

Fransa eski Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy de 'sömürgeciliğin yaralarını' gündeme getirmiş ancak Haiti'ye tazminat ödenmesi sorulduğunda Paris'in 56 milyon Euro'luk borcu sildiğini ve 2010'daki depremden sonra 40 milyon Euro'luk yardım paketi hazırladığını söylemekle yetinmişti.

14 Karayip ülkesi Almanya'nın Yahudilere, Yeni Zelanda'nın Maori ve Japon azınlığa tazminat ödediğine işaret ediyor. Afrikalı ve ABD'li siyahî akademisyenler köle ticaretini Swahili dilinde 'büyük felaket' manasına gelen 'Maafa' ismiyle anıyor. Köle ticaretine 'Afrika soykırımı' diyen akademisyenler de var. 400 yıla yakın süren köle ticaretinde yaklaşık 12 milyon Afrikalının Atlantik Okyanusu'nu aştığı tahmin ediliyor.

http://zaman.com.tr/dunya_kole-ticaretinden-avrupaya-agir-tazminat-gelebilir_2146129.html
#26


Diyarbakır Adliyesi'nde adli emanetten geçen yıl 328 kilogram eroin, 55 kilogram esrar, 97 kilogram hintkeneviri ile 11 bin 715 captagon hapın çalınmasını soruşturan savcı, güvenlik skandalını ortaya çıkardı.

Soruşturmada, temizlik şirketi şefinin kardeşi olan Mücahit Okay adlı kişinin adliye binasında taşeron şirket adına kaçak olarak 4 ay çalıştırıldığı; nezarethaneler, güvenlik kamerası odası, özel yetkili hakim ve savcı katlarında adliye personeli gibi rahatlıkla gezdiği ve hırsızlığın bu kişi tarafından yapıldığı belirtildi.

Türkiye'nin en iyi korunan binalarından Diyarbakır Adliyesi'nin adli emanet deposundan, geçen yıl yapılan hırsızlığı soruşturan savcı, binada görevli temizlik işçisi, polis ve adli emanet memurlarının da bulunduğu çok sayıda kişinin ifadesine başvurdu. Soruşturmayı tamamlayan savcı, olayla ilgili hazırladığı iddianamede, adli emanette muhafaza altındaki uyuşturucunun eksik olduğunun görevlilerce fark edildiğini belirtti. Cumhuriyet Savcısı soruşturmasında Türkiye'nin en iyi korunan binalarından biri olan ve çok sayıda önemli davanın görüldüğü Diyarbakır Adliyesi'ndeki güvenlik açığını da ortaya çıkardı.

KAYITSIZ OLARAK ADLİYE'DE ÇALIŞTIRILDI

Yapılan soruşturmada, adli emanet deposundaki uyuşturucunun, temizlik şirketinin şefi Mehmet Okay'ın kardeşi olan ve personel olmadığı halde adliyede çalıştırılan Mücahit Okay tarafından çalındığı belirlendi. İddianamede, şüpheliler Mehmet Okay ve Mücahit Okay'ın kardeş oldukları, Burhan Okay'ın ise amca çocuğu olduğu belirtildi.

Savcı, Mehmet Okay'ın adliyede temizlik şefi olduğunu ve hakim, savcı ve diğer odaların temizliği için elemanları istediği gibi görevlendirdiğini vurgularken; Okay'ın olay öncesi Silvan İlçesi'nde yaşayan kardeşini şirkete haber vermeksizin adliyede temizlik görevlisi gibi bir süre çalıştırdığına belirtti. Mehmet Okay'ın kardeşi Mücahit Okay'ı adli emanet deposu ve kamera güvenlik odası dahil bir çok yere temizlikçiymiş gibi görevlendirdiği, bu şekilde şüphelinin kendisini adliyede temizlik görevlisi olarak tanıttığı vurgulandı.

12 DOSYAYA AİT UYUŞTURUCU ÇALINDI

Şüphelilerin Terörle Mücadele Kanunu 10'ncu Madde ile görevli mahkemelerin adli emanet deposundaki uyuşturucuyu çalmak için öncelikle güvenlik kameralarının kör noktalarını tespit ettikleri belirtildi. İddianamede Mehmet Okay'ın kamera açılarını ve kör noktayı tespit etmek için kamera güvenlik odasına girdiği, çöp bidonlarını izleme bahanesiyle kör noktaları tespit ettiği belirtildi.

İddianamede, şüphelilerin emanet eşya deposunun üst kısmından geçen havalandırma borularından sürtünerek depoya girdikleri, uyuşturucu maddelerin çalındığının ise yapılan sayımda tespit edildiği belirtildi. TMK 10'ncu Madde ile yetkili mahkemelerde görülen 12 dosyaya ait uyuşturucu maddenin çalındığı belirtilen iddianamede, olayın fark edilmesi üzerine şüphelilerin evlerine operasyon düzenlendiği, ancak uyuşturucunun bulunamadığı belirtildi.

TUTUKLANDILAR

Yapılan sayımda adli emanetten 328 kilogram eroin, 55 kilogram esrar, 97 kilogram hintkeneviri ile 11 bin 715 captagon hapın kaybolduğu belirlendi. Savcının talebi üzerine kaçak olarak çalışan Mücahit Okay ile kuzeni Burhan Okay tutuklanırken, temizlik şirketi şefi Mehmet Okay ise kaçtı. Hakkında yakalama kararı çıkarılan Mehmet Okay ile tutuklu sanıkların 'kamu kurum ve kuruluşlarındaki eşyaları çalmak, uyuşturucu veya uyarıcı madde ticareti yapma ve sağlama' suçlarından 20'şer yıl hapis cezasına çarptırılması istendi.

TELEFONUNUN BATARYA VE SİM KARTINI ÇIKARDI

Sanıklardan Mücahit Okay, Savcılık ve mahkeme aşamasında susma hakkını kullanarak ifade vermedi. İfadesi alınan ve daha sonra kayıplara kaçan Mehmet Okay ise, "Mücahit benim kardeşimdir. Kendisi bizim şirketin personeli değil. Burhan Okay ameliyat olunca Mücahit'i çalışması için adliyeye çağırdım. 10-15 gün burada temizlik işine baktı. Bazı temizlik işçileri gelmediği zaman da Mücahit'i çağırıyordum. Mücahit Adliye'de 4 katın temizliğine de bakmıştı" dedi.

Dosyada şüpheli olarak gözaltına alındıktan sonra hakkında takipsizlik kararı verilen temizlik işçisi H.O. ise ifadesinde şunları söyledi:

"Nezarethane katına temizliğe giderken Mücahit ile karşılaştık. Elinde poşetler vardı. Ne olduğunu sorunca ekmek kırıntılarını toplamaya geldiğini söyledi. Mücahitle polis noktasından geçerek idare mahkemesi binasından çıktık. Arka tarafa yürüyüp, tutuklu giriş kapısına geldik. Buradan olayın olduğu zemin kata girdik. Biz askerlerin attığı çöpleri toplarken, Mücahit yanımızda bulunuyordu. Ama çöp toplamıyordu. Nezarethanelere girdiğimizde orada bekledi. 15-20 dakika sonra döndüğümüzde elinde yarıya kadar dolu, siyah çöp poşeti gördüm. Ne olduğunu sorduğumda, ekmek kırıntısı olduğunu söyledi. Çöp poşeti, içinde un veya şeker varmış gibi görünüyordu. Sonra nezarethaneden tutuklu giriş kapısına doğru yürüdük."

Dosyada ifadeleri alınan diğer temizlikçiler de Mücahit Okay'ı adliyede sık sık gördüklerini belirterek, "Temizlik odasından çok sayıda çöp poşeti aldı. Asansörde telefonunun batarya ve sim kartını çıkardı. Bu durumdan dolayı şüphelendik. Sürekli Adliyede önlük giyerek çalışıyordu" dedi.

ADLİYE'DE HERKES KAÇAK TEMİZLİKÇİYİ TANIYOR

İfadesi alınan, adliyenin temizlik işlerini yapan taşeron şirketin yetkilisi İsmail Özşanlı, Mücahit Okay'ın şirket personeli olmadığını belirterek, kendileri tarafından asla görevlendirilmediğini söyledi.

Soruşturma kapsamında adliyenin güvenlik kamerası odasında çalışan tüm polislerin de ifadesine başvuruldu. Hırsızlık olayına ilişkin tanık olarak dinlenen polis memurlarından Y.T., "Ben güvenlik kamerası odasında görev yapıyorum. Fotoğrafı gösterilen Mücahit Okay'ı temizlikçi olarak tanıyorum. 2012 yılı Mayıs ve Ağustos ayına kadar Mücahit Okay'a defalarca temizlik yaptırdım. Bu kişi 5-6 kez kamera odasında temizlik yaptı. Temizliğe bazen iş elbisesi ile bazen sivil geliyordu" dedi.

Diyarbakır Adliyesi Adli Emanet Yazı İşleri Müdürü T.K. ise, "Giriş kapılarında kamera var. Ama çalışıp, çalışmadığını bilmiyorum. 2011 yılında adli emanette bir havalandırma boşluğu vardı. Kapatılması için resmi dilekçe yazdım. Ancak bir çalışma yapılmadı. Mücahit Okay bazen depoya geliyordu. En çok çalışan kişi de oydu. Mücahit ve diğer işçiler uyuşturucunun olduğu yeri biliyordu" dedi.

Hazırlanan iddianame, Diyarbakır 10'ncu Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilirken, sanıklar Burhan Okay ve Mücahit Okay'ın önümüzdeki günlerde hakim karşısına çıkması bekleniyor. Olay sonrası kaçan temizlik şefi Mehmet Okay hakkında ise yakalama kararı çıkarıldı.

http://www.haber7.com/guncel/haber/1080964-diyarbakir-adliyesinde-uyusturucu-skandali
#27
http://www.youtube.com/watch?v=4cbWJ9TvZPI#

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, merakla beklenen Demokratikleşme Paketi'ni açıkladı Pakette seçim sistemi, kılık kıyafet ve farklı dillerde eğitimin önünü açan önemli düzenlemeler var. Bunların 6'sı kanunla 5'i de idari düzenlemeye hayata geçirilecek.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 'Demokratikleşme Paketi'ni açıkladı. Demokratikleşme paketinde yer alan reformların bir kısmının yasal düzenleme gerektirdiğini; diğer bir kısmının ise idari düzenlemelerle, yani Bakanlar Kurulu Kararı, Yönetmelik Değişikliği, Genelge ile hayata geçeceğini belirten Erdoğan, ilk olarak yasal düzenleme gerekenleri açıkladı.

PAKETTEKİ DEĞİŞİKLER NELER?

1- SEÇİM SİSTEMİ

Seçim sistemini değiştirmek için seçim sistemini tartışmaya açılıyor. Mevcut seçim sisteminin, yüzde 10 barajının, AK Parti'nin getirdiği bir sistem olmadığını belirten Erdoğan, "Biz, 2002 seçimlerine girerken bu sistem uygulanıyordu, yüzde 10 barajı vardı. Daha partimizi kurarken, mevcut seçim sisteminin katılımcılıktan uzak olduğunu, değişmesi gerektiğini güçlü şekilde ifade etmiştik. Geçen yıl, 30 Eylül'deki 4'üncü büyük kongremizde yayınladığımız 63 maddelik siyasi vizyon belgemizde de, 2023 vizyonumuz çerçevesinde seçim sistemini değiştireceğimizi bir hedef olarak ortaya koymuştuk. Gerek Akil İnsanlar Heyeti raporlarında, gerek Avrupa Birliği İlerleme raporlarında, gerekse bugüne kadar hazırlanmış bir çok raporda, seçim sistemindeki sorunlar dile getirilmişti. Tüm öneri, tavsiye, eleştirileri gözden geçirdik ve bu sorunu çözmek için artık adım atıyoruz. Yeni seçim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda biz bir tek seçenek sunmuyor, 3 farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz. Mevcut sistemle, yani yüzde 10 barajıyla devam edebiliriz... Barajı yüzde 5'e çekip, 5'li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemi'ni uygulayabiliriz. Üçüncü seçenek olarak da, ülke barajını tamamen kaldırarak, Dar Bölge Seçim Sistemi'ni getirebiliriz...Bu 3 seçeneği önümüzdeki günlerde tartışacak, Türkiye için en doğrusu, en isabetlisi hangisiyse, o yönde düzenlemeyi Meclis'e getirecek, yolumuza o şekilde devam edeceğiz." dedi.

2- SİYASİ HAKLAR

Başbakan Erdoğan, "Siyasi haklar alanında ikinci düzenlemeyi siyasi partilere devlet yardımı konusunda yapıyoruz. Siyasi partilere devlet yardımının kapsamını genişletiyoruz. Siyasi Partiler Kanunu'nun Ek 1'inci maddesini değiştiriyor, devlet yardımı için yüzde 7 olan mevcut oranı yüzde 3'e çekiyoruz. Yani seçime katılan siyasi partilerden yüzde 3'ü aşan oranda oy alanlara da, Hazineden ayrılan toplam kaynak içinden devlet yardımı yapılacak. Bu düzenlemenin de, siyasi partilerimizi güçlendireceğine, katılımcılığı artıracağına, rekabetin daha adil hale gelmesine katkı sağlayacağına inanıyoruz." ifadelerini kullandı.

3- BELDE TEŞKİLATLARI VE EŞ GENEL BAŞKANLIK

Bir başka düzenlemeyle, siyasi partilerin teşkilatlanmalarına kolaylık getirdiklerini belirten Erdoğan, "Siyasi Partiler Kanunu'nun 20'inci maddesini değiştiriyor; ilçede teşkilatlanma için, beldelerde teşkilat kurma zorunluluğunu kaldırıyoruz. Mevcut durumda, bir ilçede teşkilatlanmak için, ilçe sınırları içerisindeki beldelerin en az yarısında teşkilat kurma zorunluluğu vardı. Bunu kaldırıyor, 'Beldelerde teşkilat kurulması zorunlu değildir' ibaresini getiriyoruz. Bir başka düzenlemeyle, siyasi partilerde eş genel başkanlığın önünü açıyoruz. Bu alanda uluslararası örnekleri inceledik, demokrasilerdeki işleyişe baktık ve ilgili yasa maddesini değiştirmeyi uygun gördük. Seçim Kanunu'nun 15'inci Maddesi'ne bir ek yapıyor, tüzüklerinde yer almak ve 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla, partilere, eş genel başkanı sistemini uygulama imkanı getiriyoruz." şeklinde konuştu.

4- SİYASİ PARTİLERE ÜYELİK

Bir başka yasal düzenlemeyle, siyasi partilere üyelikte engelleri kaldırdıklarını anlatan Erdoğan, "Siyasi Partiler Kanunu'nun 11'inci maddesinde yapacağımız değişiklikle, siyasi partilere üye olmayı daraltan, kısıtlayan bazı engelleri ortadan kaldırıyoruz. Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, siyasi partilere de üye olabilmesinin önünü açıyoruz. Bu amaçla, 11'inci Maddenin B Bendindeki 6 kısıtlayıcı engeli ortadan kaldırıyoruz." diye konuştu.

5- FARKLI DİLLERDE PROPAGANDA

Yine Siyasi Partiler Kanunu'nda yapacakları değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde siyasi propaganda imkanını getirdiklerini belirten Erdoğan, şöyle anlattı: "298 Sayılı Kanunu'nun ilgili maddesini değiştirerek, siyasi parti ve adaylar tarafından yapılacak her türlü propagandada Türkçe'nin yanında farklı dil ve lehçelerin de kullanılabilmesini mümkün hale getiriyoruz. Aynı şekilde, ön seçimlerde farklı dil ve lehçelerde propaganda imkanını getiriyoruz. Siyasi Partiler Kanunu'nun 43'üncü Maddesindeki kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de Türkçeden başka bir dil ya da lehçeyle propaganda imkanını tüm partilere sağlıyoruz."

6-NEFRET SUÇLARI

Yeni süreçte, nefret, ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale gibi suçlarla daha etkin şekilde mücadele etmeye başladıklarını belirten Erdoğan, "Nefret saikiyle işlenmesi durumunda, belirli suçların cezalarını daha da artırıyoruz. Belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaşacak. Ayrımcılıkla daha etkin mücadele etmek için, ceza miktarlarını artırıyoruz. Kişinin, inançlarının gereğini yerine getirmesi dolayısıyla, belli haklarını kullanmasını, belli haklardan yararlanmasını engelleyenleri ceza kapsamına alıyoruz. Bu sebeple işlenen suçun cezasını da 1 yıldan 3 yıla kadar artırıyoruz. Türkiye'de hiç kimse, dilinden, ırkından, milletinden, renginden, inancından ve inancının gereğini yerine getirmekten dolayı ayrımcılığa maruz kalmayacak." dedi.

7- AYRIMCILIKLA MÜCADELE VE EŞİTLİK KURULU

Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kuracaklarını anlatan Erdoğan, "Ayrımcılık yasağının ihlali halinde, konuya ilişkin görev ve yetkisi bulunan kamu makamları, ihlali sona erdirmek, sonuçlarını gidermek, tekrarlanmasını önlemek üzere gerekli tedbirleri almakla yükümlü kılınacak. Yaşam tarzına saygıyı, Türk Ceza Kanunu ile güvence altına alıyoruz. Türk Ceza Kanunu'nda yapacağımız değişiklikle, dini inancın gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesini de ceza kapsamına alıyoruz. Dini ibadet ve ayinlerin, bireysel olarak da yapılmasının engellenmesini aynı şekilde bu kapsama alıyoruz. 'Cebir veya tehdit kullanarak, ya da hukuka aykırı başka bir davranışla, bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale edenlere, ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası getiriyoruz." diye konuştu.

8- YASAK OLAN HARFLER

Yapacakları bir başka düzenlemeyle, Türk Ceza Kanunu'nda, belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyideyi kaldırdıklarını ifade eden Erdoğan, "Böylece fiilen de uygulama alanı kalmayan ihlalleri ceza kanunumuzdan çıkarıyor, bir nevi klavyelere özgürlük getiriyoruz." şeklinde konuştu.

9- GÖSTERİ VE TOPLANTI KANUNU

Reform Paketi kapsamında, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun'da önemli değişiklikler yaptıklarını anlatan Erdoğan, "Bu kapsamda, öncelikle, toplantı yer ve güzergahının belirlenmesinde katılımcılığı sağlıyoruz. Mülki amir, ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşlerini almak suretiyle, nihai kararını verecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin sürelerini uzatıyoruz. Açık yerlerde, güneşin batışından bir saat önceye kadar sürebilen toplantılar, güneş batmadan dağılacak şekilde; kapalı yerlerde saat 23'e kadar süren toplantılar da, saat 24'e kadar yapılabilecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, hükümet komiseri uygulamasına son veriyoruz. Mevcut durumda, hükümet komiseri tarafından üstlenen yükümlülükler, artık düzenleme kurulları tarafından yerine getirilecek. Kurul, toplantının amacının dışına çıktığı veya düzen içinde gerçekleşmesinin imkansız olduğunu gördüğü durumda, dağılma kararı alacak ve durumu kolluk amirine bildirecek. Gösteri ve yürüyüş, kanuna aykırı hale gelirse, Düzenleme Kurulu, gösteri ve yürüyüşün sona erdiğini ilan edecek ve bunu kolluk amirine bildirecek. Düzenleme Kurulu bu görevi yerine getirmezse, o mahallin en büyük mülki amiri, toplantıyla ilgili kararını verecek." bilgisini verdi.

10- ÖZEL OKULLARDA ANA DİLDE EĞİTİM

Demokratikleşme Paketi'nde, bir başka önemli düzenlemenin eğitimle ilgili olduğunu söyleyen Erdoğan, "Yapacağımız yasal değişikliklerle, özel okullarda, farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açıyoruz. Bu konuda dünya örneklerini çok yakından inceledik. Biliyorsunuz, 2003 yılında yaptığımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi amacıyla özel kurs imkanını getirmiştik. Daha sonra ise, üniversitelerimizde, farklı dil ve lehçelerle ilgili birimlerin açılmasını sağlamıştık. Geçen yıl yaptığımız eğitim düzenlemesiyle, farklı dil ve lehçelerin okullarda seçmeli ders olarak öğretilebilmesinin yolunu açmıştık. Şimdi de, özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim verilmesini mümkün hale getiriyoruz. Ülkemizde Türkçe dışındaki dillerde eğitim ve öğretim konusu, 2923 Sayılı Kanun ile düzenlenmiştir. Bu kanuna yapacağımız bir Ek ile Özel Eğitim Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere, farklı dil ve lehçelerde özel öğretim kurumu açılabilecek. Bu kurumlarda eğitim ve öğretimin yapılacağı dil ve lehçeler Bakanlar Kurulu'nca tespit edilecek. Milli Eğitim Bakanlığımız, bu tür kurumların açılmasına ve denetimine ilişkin esasları çıkaracağı bir yönetmelikle düzenleyecek. Programlar, Kanun'da yer aldığı gibi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenecek. Yine mevcut Kanun'da yer aldığı gibi, bu okullarda da belli dersler Türkçe olacak." dedi.

11- ESKİ İSİMLERİN İADESİ

Bir başka yasal düzenlemeyle, köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engelleri kaldırdıklarını kaydeden Erdoğan, "1949 tarihli İl İdaresi Kanunu'nun 2'nci maddesinde yer alan ve dayatma içeren ibareyi kaldırarak, köylerin 1980'lere kadar kullandıkları tarihi isimlerini yeniden almasını mümkün hale getiriyoruz. Mevcut Kanun'da belirtildiği gibi, Köy isimlerinin değiştirilmesi, İçişleri Bakanlığımızın tasvibiyle olacak. İl ve İlçe isimlerinin değiştirilmesi için mevcut kanun hükmünce yasal düzenleme gerekiyor. İl ve İlçe isimlerinin değiştirilmesi yönünde talepleri Hükümet olarak dikkate alacağız." şeklinde konuştu.

12- HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ

Erdoğan, "Nevşehir Üniversitesi'nin ismini, Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olarak değiştiriyoruz. Böylece, tarihimizin bir büyük şahsiyetinin, bir gönül dostunun, gönül mimarının ismini, kabrinin bulunduğu Nevşehir'deki üniversitemize veriyoruz." diye kaydetti.

13- KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI

Demokratikleşme paketiyle getirilen bir başka yeniliğin ise kişisel verilerin korunması hakkında olduğunu söyleyen Erdoğan, "Kişisel verilerin korunmasına yasal güvence getiriyoruz. 12 Eylül 2010'da yaptığımız Anayasa değişikliğiyle, kişisel verilere Anayasal güvence getirmiştik. Şimdi, bu Anayasa maddesinin uygulamasını sağlamak için, taslağı hazır olan kanunu Meclis'imize gönderiyoruz. Kişilerin özel bilgileri ilgisiz kişiler tarafından kullanılamayacak, ilgisiz kişilerle paylaşılamayacak." dedi.

14- YARDIM TOPLAMADA KISITLAMALAR KALKIYOR

Yardım toplamada kısıtlamaları kaldırdıklarını belirten Erdoğan, "Yardım toplama konusunda, zaman zaman özgürlükler sınırlama altına alınmıştı. Kurban derisi, fitre ve zekat toplama konusunda Türk Hava Kurumu'na (THK) yetki verilmiş, aslında Anayasa ve yasalara tamamen aykırı, insan hak ve hürriyetlerine ters bir durum oluşturulmuştu. Bununla ilgili yönetmelik geçtiğimiz hafta yayınlanmıştı. Şimdi, yasal olarak da bu yanlış uygulamaya son veriyor, ilgili kanunun 8'inci maddesindeki söz konusu hükmü kaldırıyoruz. Vatandaşımız, bundan sonra yardımlarını hür iradesiyle istediği yere verebilecek." şeklinde konuştu. 

Açıkladığı bu reformlar yasal düzenleme gerektirdiğini belirten Erdoğan, "Belli bir takvim içerisinde bu yasal düzenlemeleri hayata geçireceğiz. Ancak reform paketimiz bundan ibaret değil...İkinci kısımda, sadece idari düzenleme gerektiren reformlarımız bulunuyor." diyerek bu değişiklikleri paylaştı.

15- KAMUDA BAŞÖRTÜSÜ

Bakanlar Kurulu Kararı, genelge ya da yönetmelik değişikliğiyle gerçekleştirmenin mümkün olacağı bu reformları ise şöyle açıkladı: Kılık Kıyafet Yönetmeliği'ni değiştirerek, kamu kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırıyoruz. 'Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetlerine Dair Yönetmelik', kadın ve erkekler için kısıtlayıcı hükümler içeriyordu. Bu kısıtlamalar, çalışma hakkını, din ve vicdan özgürlüğünü ihlal ediyor, ayrımcılık içeriyordu. Yönetmeliğin 5'inci maddesinde değişiklik yaparak, kadın çalışanların giyimleri üzerindeki ayrımcı ihlalleri kaldırıyoruz. Resmi Elbise giymek zorunda olan, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını, emniyet mensuplarını, yargıda hakim ve savcıları bunun dışında tutuyoruz."

16- ANDIMIZ KALKIYOR

İlkokullardaki öğrenci andı uygulamasını kaldırdıklarını ifade eden Erdoğan, "1933 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir genelge yayınlanmış, ilk ve orta dereceli okullarda Andımız uygulaması başlatılmıştı. Bu uygulama zaman zaman kaldırıldı, metin değişikliğe uğradı. 12 Mart ve 12 Eylül'de, bireysel girişimler neticesinde bu uygulama devam etti. Geçen yıl, ortaokullarda bu uygulamayı kaldırmıştık. Şimdi de, ilkokullarda bu uygulamaya son veriyoruz." bilgisini verdi.

17- MOR GABRİEL ARAZİSİ VAKFA İADE EDİLİYOR

Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisi, manastır vakfına iade edileceğini söyleyen Erdoğan, "Böylece, bir haksızlığı gideriyor, Süryani vatandaşlarımıza önemli bir haklarını teslim ediyoruz. Esasen, Cumhuriyet tarihimiz boyunca, bu konuda en büyük hassasiyeti hükümetimiz gösterdi, hakların iadesi konusunda ciddi bir çalışma sergiledi. 2003, 2008 ve 2011 yılında yaptığımız düzenlemelerle, mağduriyetlerin giderilmesi için samimi adımlar attık ve somut neticeler elde ettik. Şu ana kadar, bu kapsamda 250'den fazla iade yaptık ve 2,5 milyar Liralık mülkü hak sahiplerine teslim ettik. Süreç devam ediyor, incelemeler devam ediyor... Hiç kimseyi mağdur etmeden, hak sahiplerine haklarını teslim edeceğiz." dedi.

18- ROMAN DİL VE KÜLTÜR ENSTİTÜSÜ

Erdoğan, bir başka reformu "Roman vatandaşlarımızın dil ve kültürleri ile, karşılaştıkları sorunlara ilişkin araştırmalar yapmak, çözüm önerileri üretmek amacıyla, bir ilimiz üniversitesi bünyesinde, Roman Enstitüsü kuracağız.Roman vatandaşlarımızın yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve eğitim alanındaki sorunların giderilmesi için adımlar atıyoruz.Bu amaçla, 2009 yılında Türkiye'de ilk kez gerçekleştirdiğimiz Roman Çalıştayı sonrası başlatılan çalışmaları hızlandırıyoruz. İlgili bakanlık ve kurumlarımız çalışmalarını hızla tamamlayacaklar. Özellikle barınma noktasında Roman vatandaşlarımız için çok önemli bir adım attık ve TOKİ eliyle Roman konutları üretmeye başladık. Edirne, Çanakkale, Sakarya, Bursa ve diğer birçok il ve ilçemizde bu inşaatlar devam ediyor." diye açıkladı.

Başbakan Erdoğan son olarak "Demokratikleşme paketimiz işte bu başlıklardan oluşuyor...Türkiye'de, bugüne kadar, tek bir paket halinde açıklanan en kapsamlı reform sürecini başlatıyoruz. Bu süreci en kısa zamanda tamamlayacak, yeni hedeflere doğru ilerlemeye devam edeceğiz. Bu paketle birlikte, Türkiye ekonomisi, demokrasisi, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve kardeşliği inanıyorum ki çok büyük güç kazanacak. Sürece katkı sağlayan herkese, her kesime, tüm kurum ve kuruluşlarımıza bir kez daha teşekkür ediyorum. Açıkladığımız reform paketinin ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyor, katıldığınız için sizlere teşekkür ediyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum." diyerek konuşmasını noktaladı.

http://www.haber7.com/ic-politika/haber/1079994-pakettten-devrim-niteliginde-degisiklikler-cikti
#28


Suriye'de kendi vatandaşı olan 100 binden fazla insanı katleden, son olarak da yaklaşık 1500 kişiyi kimyasal silahlarla katleden Esed'e, Haydar Baş'tan övgü dolu sözler geldi.

Esed'in vazifesini yaptığını, barışçı olduğunu, soğukkanlı davrandığını ve yerli yerinde hareket ettiğini dile getiren Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Haydar Baş, Meltem TV'de Esed'i eleştirenlere ise sert sözlerle yüklendi.

ESED'İ ELEŞTİRENLERE AĞIR SÖZLER

Daha önce de Esed'i Hz. Hüseyin'e benzeten, Esed'e karşı olanları da Yezid'e benzeten Baş'ın bu seferki sözleri çok konuşulacağa benziyor.

Baş, Meltem TV'deki bir programda Esed'i 'barışçı' ilan ederek, Esed'i eleştirenlere birbirinden ağır sözlerle hakaret etti. Baş, sözlerini devamında ise Esed'e yapılanların karşılık bulacağı uyarısında bulundu.

HAYDAR BAŞ BU SÖZLERİ KİME SÖYLEDİ?

Esed'in kendi ülkesini korumaya çalıştığını savunan Baş, Esed'e katil diyenlere ise şunları söyledi:

"Sen kalkıyorsun, Özgür Suriye Ordusu adına iş yapan bu adamları Esed susturuyor diye Esed'e katil diyorsun Allah senin belanı versin, şerefsiz seni, senin gibi köpek var mı, hain seni" "Adam vatanını koruyacak, devletini koruyacak, suçlu olacak bunlar münafıklık yapıp, İslam toplumunu birbirine katacak haklı olacak pes yani"

"SURİYE HALKI ESED'E BAĞLI"

Suriye halkının Esed'e bağlı olduğunu ve Esed'in politikalarını kendisinin de çok beğendiğini belirten Baş, Suriye'den Türkiye'ye gelenlerin kandırıldığını para ile ikna edildiğini iddia etti.

"KAÇACAK DELİK ARAYACAKSIN"

Türkiye'nin Esed karşıtı politikalarını da eleştiren Baş: "Bu Türkiye'ye kim ne yaptı? Allah senin elini kolunu bağlar, belanı verir. Kaçacak delik arayacaksın. Dünya fare deliği kadar sana dar gelecek. Esed'e yaptığının karşılığını Allah belanı verecek." dedi.

http://www.youtube.com/watch?v=0ReaQMnkXrU#

http://www.haber7.com/ic-politika/haber/1078533-haydar-bas-esedi-yere-goge-sigdiramadi
#29


Bir grup avukat, Taksim Gezi Parkı olaylarına ilişkin bazı medya kuruluşlarının yapılan haberlerle hükümeti devirme gayreti içinde olduğu gerekçesiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu...

Çağlayan'daki İstanbul Adalet Sarayı'na gelen gruptakiler adına Hukukun Üstünlüğü Platformu Başkan Yardımcısı Esra Göncü açıklama yaptı. Göncü, haziran ayında Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı illegal örgütler ve bunları destekleyen gruplar tarafından bir başkaldırı ve ayaklanma süreci başlatıldığını söyledi.

Taksim Gezi Parkı olayları sürecinde bazı gazetelerin ve internet sitelerinin, bir program dahilinde, meşru seçimlerle iş başına gelmiş hükümeti devirme gayretiyle toplumu münipüle edecek birçok yalan ve kasıtlı habere imza attığını belirten Göncü, "Bu gazete ve internet sitesi sorumluları, olayların şiddet dozunu arttırabilmek adına gerçekle alakası olmayan, insanları suç işlemeye tahrik eden yayınlar yaparak halkı suç işlemeye tahrik etmiş, suç işleyenleri övmüş, halkı kanunlara uymamaya teşvik ve tahrik etmiştir" diye konuştu.

Göncü, söz konusu gazetelerin ve internet sitelerinin, olayların başladığı andan itibaren yasadışı grupları meşru hükümeti devirmeye yönelik tahrik ettiği ve yayınlarını da bu bağlamda yaptıklarını dile getirerek, "Yapılan haberler dikkatle izlendiğinde basının, halkı bilinçlendirme amacından ziyade kaos ortamı oluşturmaya yönelik bir strateji izlediği görülmektedir" dedi.

"Darbe ortamına zemin hazırlandı"

Göncü, süreçte bazı medya gruplarının provokatif manşetler atarak halkı sokaklara döktügünu, bunun da başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde günlerce birçok insanın güvenlik kuvvetleriyle çatışmasına neden olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

"İlk günden bu yana çıkan şiddet olaylarında, kamu mallarına zarar verilmiş, yağlamalanmış, araçlar yakılmış, vatandaşların iş yerleri yakılıp yıkılmış, caddeler trafiğe kapatılmış, vatandaşın seyahat hakkı engellenmiş, bazı yerlerde işe gidiş gelişler durmuş, halkta güvenlik endişesi yaratılmış, adeta hükümetin siyaset ve topluma vaziyet edemeyeceği görüntüsü oluşturulup bir darbe ortamına zemin hazırlanmıştır."

Kaza ya da kalp kirizi sonucu ölen kişilerin, sanki kolluk kuvvetleri tarafından öldürülmüş gibi gösterilerek halkın birbirine düşmanlığının teşvik edildiğini ve ülkenin kaos ortamına sürüklenmeye çalışıldığını anlatan Göncü, "kirli" bilgilerin gerçekmiş gibi kamuoyuna aktarıldığını, provakatif yayınların kamu yararı çerçevesinde değerlendirilmesinin düşünülemeyeceğini belirtti.

Göncü, buna benzer medya olaylarının daha önce de yaşandığına işaret ederek, "Özellikle bir program dahilinde kışkırtıcı ve halkı isyana teşvik edici yayınların aynı merkezden bir amaç uğruna yapıldığı kanaatimiz güçlüdür. Bu amaç da daha önce 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe süreçlerinde görüldüğü gibi halkın oylarıyla seçilmiş meşru hükümeti sokak olayları ve kaos ile iktidardan uzaklaştırmaktadır. Türkiye'nin en karanlık yıllarının yaşandığı 28 Şubat darbesinde attığı manşetlerle darbeye zemin hazırlayan medya gruplarının bu sefer de Gezi olaylarını bahane ederek her gün yayınlarını darbe ve halkı kışkırtmaya yönelik yapmalarının sıradan bir olay olmadığı, yaşadığımız süreçte açıkça ortaya çıkmıştır. Gazeteler, yayınladıkları sahte fotoğraf ve şahitlerle, yalan olarak yazdıklarıyla aynı süreci tekrarlamak istemektedir" değerlendirmesinde bulundu.

Tüm özgürlüklerde olduğu gibi basın özgürlüğünün de kişi ve toplum yararı açısından sınırlı olduğunu vurgulayan Göncü, basının tarafgirlik duygusu içinde, bir plan dahilinde yalan, kışkırtıcı, ayrımcı ve şiddeti teşvik edici eylemler içine girdiği anda tanınan ayrıcalıkların ortadan kalkacağını ve bu durumda basın özgürlüğünden söz edilemeyeceğini sözlerine ekledi.

Açıklamanın ardından Göncü ve beraberindeki avukatlar, adliyeye giderek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusu dilekçesini sundu.

(AA)
http://gundem.bugun.com.tr/gezi-eylemcilerine-kotu-haber-haberi/800422
#30


İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukatla isim benzerliğinden faydalanarak kendisini avukat olarak tanıtıp vekalet ve avukatlık ücretini aldığı öne sürülen kişi, 21 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Anadolu 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın 26. duruşmasına, tutuksuz yargılanan sanık Zafer Yegen'in avukatı İdil Su Emekçi ile İstanbul Barosu adına avukat Nurdan Düvenci katıldı.

Duruşmada söz alan Düvenci, sanık Zafer Yegen'in avukat olmadığı halde avukat yetkilerini kullandığını belirterek, cezalandırılmasını istedi.

Sanık Yegen'in avukatı İdil Su Emekçi ise müvekkilinin beraatini talep etti.

Mahkeme heyeti, sanık Zafer Yegen'in, İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat Zafer Yegin ile isim ve soyadı benzerliğinden faydalanarak, kendisini avukat olarak tanıtıp, avukat hak ve yetkilerini kullanarak 10 kişiye karşı, ''nitelikli dolandırıcılık'', ''resmi belgede sahtecilik'' ve ''yetkisi olmadan avukatlara ait yetkileri kullanmak'' suçlarını işlediği gerekçesiyle toplam 21 yıl 3 ay hapis ve 21 bin 500 lira adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verdi.

Olayın geçmişi

Kartal Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, Kartal'da 2009 yılında meydana gelen olayda, 53 yaşındaki Zafer Yegen'in, İstanbul Barosu avukatlarından Zafer Yegin ile olan isim ve soyadı benzerliğinden faydalanarak kendisini avukat olarak tanıtıp, birçok kişiden vekalet ve para aldığı belirtildi.

Avukatlık işini yapma yetkisi bulunmayan şüpheli Yegen'in, kendi adına "Victory Hukuk ve Danışmanlık" ibaresi bulunan kartvizit bastırdığı anlatılan iddianamede, Yegen'in çalışma adresi olarak Ümraniye'de bir adres gösterdiği ve burada polis ekipleri tarafından yapılan kontrolde, böyle bir hukuk bürosunun olmadığının tespit edildiği kaydedildi.

Yegen'in, bazı kişilerden davalarını takip etmek için vekalet ve para aldığı belirtilen iddianamede, şüphelinin gerçekte var olan avukat Zafer Yegin adına sahte vekaletnameler çıkartarak bazı kişilerin alacaklarını tahsil etmeye çalıştığı, ayrıca başka bir avukata ait kimlik belgesine fotoğrafını yapıştırıp avukat kimliği olarak kullandığı bildirildi.

AA
http://www.haber7.com/guncel/haber/1077951-sahte-avukata-hapis-cezasi
#31


Mısır'da, Müslüman Kardeşler Derneği (İhvan) ve şubelerinin "faaliyetlerinin yasaklanması"na ve derneğe ait mal varlığına el konulmasına karar verildi.

Mısır'da İhvan'ın lağvedilmesiyle ilgil davayı gören Kahire Mahkemesi, kararını açıkladı. Konuyla ilgili kararda, "Müslüman Kardeşler Derneği'nin kapatılması, derneğin ve derneğe bağlı oluşumların faaliyetlerinin yasaklanması ve derneğe ait taşınır ve taşınmaz mal varlığına el konulmasına" hükmedildiği belirtildi.

Mahkemenin ayrıca, İhvan'ın el konulan mal varlığını inceleyecek bir komite oluşturulması yönünde karar aldığı kaydedildi.

İHVAN: KARAR GEÇERSİZ
Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) Hukuk Komisyonu da Mısır'da ihvanla ilgili alınan kararın "Geçersiz ve kanun dışı" olduğunu savundu.
Komisyon adına yapılan açıklamada, Müslüman Kardeşler Derneği ve şubelerinin "faaliyetlerinin yasaklanması" ve derneğe ait mal varlığına el konulması kararı eleştirildi.
Bunun bir "Siyasi dışlanma" olduğu değerlendirilen açıklamada, kararın "Geçersiz ve kanun dışı" olduğu ifade edildi.
"Yetkisiz bir mahkeme"
Açıklamada, "Bu karar, tarafların bulunmadığı, hukukun düzgün işlemediği yetkisiz bir mahkeme tarafından alınmıştır. Ayrıca dava hukuki değildir. Çünkü Mısır İdare Mahkemesi'nin yetkisine müdahale edilmiştir" denildi.
Öte yandan bugün görülen duruşmada, Müslüman Kardeşler Teşkilatı avukatlarının katılmadığı kaydedildi.
Mısır'da konuyla ilgili açılan ve bugün sonuçlanan davada, "Müslüman Kardeşler Derneği'nin kapatılması, derneğin ve bağlı oluşumların faaliyetlerinin yasaklanması ile derneğe ait taşınır ve taşınmaz mal varlığına el konulması" kararlaştırılmıştı.

BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Peki şimdi ne olacak? Mısır'da seçim olsa Müslüman Kardeşler siyaset yapabilecekler mi?
Mahkeme sadece Müslüman Kardeşler Teşkilatına yönelik bir kapatma kararı aldı. İhvan siyasi bir örgüt ya da siyasi bir parti olarak faal değildi. Sivil toplum kuruluşu olarak görev yapıyordu. Mahkeme kararı dernek olan Müslüman Kardeşler Teşkilatına yönelik bir yaptırım uyguladı.
İhvan'ın siyasi kanadı ise Hürriyet ve Adalet Partisi. Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin liderliğini yaptığı Hürriyet ve Adalet Partisi ile ilgili şu an için bir mahkeme kararı bulunmuyor.
Yani parti kapatılmadı, bugün Mısır'da seçim yapılsa Hürriyet ve Adalet Partisi teknik olarak seçime girebilir. Ancak partinin bağlı olduğu teşkilatın mal varlıklarına el konulması, tüm siyasi kurmaylarının tutuklu bulunması nedeniyle Mısır'da darbe yönetiminin 3 Temmuz sonrası İhvan'a yönelik uyguladığı tasfiye operasyonu tüm şiddetiyle devam ediyor.
Bundan sonraki adımda Hürriyet ve Adalet Partisi de kapatılabilir, parti kapatılmasa bile siyasi olarak tüm faaliyetlerinin sekteye uğratıldığını kesinlikle söyleyebiliriz.

http://www.haber7.com/ortadogu/haber/1077446-misirda-musluman-kardeslere-darbe





İhvan yöneticilerinin mallarına da el konulmuştu

Mısır mahkemesi, Mısır Başsavcılığının Müslüman Kardeşler Teşkilatı Rehberlik Konseyi Başkanı ve 24 yöneticisinin mallarına ihtiyati tedbir konulması ve kullanım yasağı getirilmesi talebini onaylamıştı. 14 Temmuz'da, "şiddete teşvik ve şiddeti finanse etmek, olayların çıkarılması için finansal destek sağlamak" suçlamalarıyla, Müslüman Kardeşler Teşkilatı Rehberlik Konseyi Başkanı Muhammed Bedii, yardımcısı Hayrat el-Şatır ve teşkilatın yönetim kadrosundan Mahmud İzzet, Rehberlik eski Başkanı Mehdi Akif, Muhammed Sa'ad Katatni, Reşad Beyyumi, İsam Aryan, İsam Sultan, Safvet Hicazi, Muhammed Bilteci, Asım Abdulmacid, Hazim Salah Ebu İsmail, Tarık Zumur ve Muhammed Umde'nin de aralarında bulunduğu lider kadrosunun mallarına ihtiyati tedbir konulması ve kullanım yasağı getirilmesi talebi, Mısır Ceza Mahkemesi'nce onaylanmıştı.

http://www.haber7.com/ortadogu/haber/1074959-ihvan-yoneticilerinin-mallarina-el-konuluyor



'İhvan hep baskı gördü, bunu da atlatacaktır'

Eski Mısır Adalet Bakanı Ahmed Mekki, İhvan'ın kapatılmasıyla ilgili konuşarak, 'İhvan 80 yıldır baskı gördü, hepsini atlattı. Bunu da atlatacaktır' dedi.

Eski Mısır Adalet Bakanı Ahmed Mekki, Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın (İhvan) kapatılması talebiyle dava açılmadığını belirterek, davacının talep etmediği bir konuda karar verilmesinin hukuki olmadığını belirtti. Mekki, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Bir talep olacak ki hakim karar versin. Davacının talep etmediği bir şey hakkında mahkemenin hüküm vermesi hukuki değildir" dedi. Mekki, "Yalnızca Müslüman Kardeşler Derneği'nin kapatılması talebiyle dava açılmasına rağmen mahkeme hem Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın hem de  derneğinin kapatılmasına karar verdi" diye konuştu. İhvan'ın kapatılmasının gelinen süreçte kaçınılmaz sonuç olduğunu bildiren Mekki, İhvan düşüncesinin "izinli" olsa da olmasa da destekçilerinin ve taraftarlarının olacağını dile getirdi. Tarih boyunca İhvan'ın baskılar yaşadığını bildiren Mekki, "İhvan 80 yıl boyunca baskı altına alındı ancak varlığını sürdürdü. Bu yeni baskı sürecinin ardından da varlığını sürdürecek" değerlendirmesinde bulundu. Mısır'da 3 Temmuz'da yapılan askeri darbeyle Cumhurbaşkanı Muhammed Mürsi'nin görevinden uzaklaştırılması sonrasında açılan davada, "İhvan'ın ve ilgili tüm oluşumların faaliyetlerinin yasaklanması, Müslüman Kardeşler Derneği'nin kapatılması ve derneğe ait taşınır ve taşınmaz mal varlığına el konulması" kararı verilmişti.

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/79990.aspx
#32
Anayasa Mahkemesinin, avukatlıktan hakim adaylığına geçiş, yazılı yarışma ve mülakatın yapılış şekli gibi düzenlemeleri içeren 5720 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un bazı hükümlerinin iptalinin reddine ilişkin kararının gerekçesi, Resmi Gazete'de yayımlandı. CHP ve DSP'nin, söz konusu "Hakimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle 2008'de açtığı dava, 18 Mayıs 2011'de karara bağlanmış, davayı esastan sonuçlandıran Anayasa Mahkemesi, iptali istenen düzenlemelerin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin reddine karar vermişti. Heyet, söz konusu düzenlemelerin yürürlüklerinin durdurulması istemini de reddetmişti.

Yüksek Mahkemenin, avukatlıktan hakim savcı adaylığına geçmek için kanunla getirilen kuralların Anayasa'ya aykırı olduğu iddiasıyla ilgili ret gerekçesinde, kanun koyucunun, kanunda belirtilen fakülteleri bitiren mezunlar ile fiili olarak en az 5 yıl avukatlık yapmış olanları farklı iki grup olarak değerlendirdiği ve bu grupların yazılı sınav ve mülakatlarının kendi aralarında yapılmasını öngördüğü hatırlatıldı.
Avukatların adalet sisteminin vazgeçilmezlerinden olduğuna işaret edilen gerekçede, kanun koyucunun hukuk fakültesini bitirdikten sonra bir yıl avukatlık stajı yapmış ve fiilen en az 5 yıl bu mesleği icra eden, bu nedenle de yeni mezunlara göre tecrübe sahibi olan ve uygulamayı bilen kişilerin hakim ve savcılık mesleğine geçişlerine imkan tanıyan bir düzenlemeye yer verdiği kaydedildi.
Tecrübenin, hakimlik mesleğinde önemli bir rolü olduğu ve hakimlik sıfatının kazanılmasının özellikle kişilik, yetenek ve tecrübeye dayandırılması gerektiğinin BM Yargı Bağımsızlığının Temel İlkeleri arasında da yer aldığı anımsatılan gerekçede, fiilen en az 5 yıl avukatlık yapanların diğer mezunlara göre farklı bir kaynak olarak değerlendirildiği ve adaylık için yapılacak sınavın her bir kaynaktan alınacaklar için kendi aralarında yapılmasının öngörüldüğü belirtildi.
En az 5 yıl süreyle fiilen avukatlık mesleğini yapanlarla tecrübeye sahip olmayan diğer mezunların hukuksal durumlarının eşit olmadığı vurgulanan gerekçede, "Adaletli bir hukuk düzeni kurmak Anayasa'nın 2'nci maddesinin gereğidir. Bu nedenle 5 yıl avukatlık tecrübesi bulunan kişilerin bu tecrübeleri göz önünde bulundurularak kendi aralarında yapılacak yazılı yarışmada bilgilerinin ölçülmesini öngören dava konusu kuralın hukuk devletine aykırı bir yönü bulunmamaktadır" ifadesine yer verildi.
Yazılı yarışma sınavının Adalet Bakanlığı ile imzalanacak protokole göre ÖSYM tarafından yapılacağına ilişkin fıkranın iptal isteminin ret gerekçesinde de Kanun'da yer verilmeyerek idarenin takdirine bırakılan yazılı sınavın yeri, sınavın yürütülmesinde gözetilecek hususlar, tarihi, süresi, kazananların belirlenmesi gibi konuların, kanunla düzenlenecek genel ve soyut niteliği bulunmayan, zamanın şartlarına göre değişkenlik gösteren, ayrıntı ve uzmanlık gerektiren konular olduğunun altı çizildi.

-"Yüksek yargının değerlendirilmesi Mülakat Kurulu'na yansıtılmış"
Mülakat Kurulunun oluşumuna ilişkin ret gerekçesinde de mülakatın, bir kişinin davranış ve düşünceleri üstüne bilgi edinmek amacıyla sorulu cevaplı görüşme yapılarak ilgilinin muhakeme gücünü, bir konuyu kavrayıp özetleme ve ifade yeteneğini, genel ve fiziki görünümünü, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğunu ve liyakatini, yetenek ve kültürünü, çağdaş bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığını puan vermek suretiyle değerlendirme olduğu hatırlatılarak, Mülakat Kurulunda yer alan kişilerin bu nitelikleri belirleyecek bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerektiği vurgulandı.
Gerekçede, "İptali istenen altıncı fıkrada Mülakat Kurulu; Adalet Bakanlığı Müsteşarı veya görevlendireceği Müsteşar Yardımcısı başkanlığında, Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza İşleri, Hukuk İşleri ve Personel Genel Müdürleri ile Türkiye Adalet Akademisi Yönetim Kurulunun her sınav için kendi üyeleri arasından belirleyeceği 2 üye olmak üzere toplam 7 üyeden oluşmaktadır. Kurulda yer alan herbir üye farklı alanlarda tecrübeye sahip genel müdürlerden belirlenerek, bu konuda farklı bakış açılarının oluşması sağlanarak, özellikle Yargıtay ve Danıştay üyesi olan ve Adalet Akademisi Yönetim Kurulunda görev yapan üyelerin katılımıyla yüksek yargının bakış ve değerlendirmesi de Mülakat Kuruluna yansıtılmıştır" değerlendirmesinde bulunuldu.
Mülakatta "çağdaş bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığın puanlanması"nın çağdaş dünya görüşüne sahip kişilerin hakim ve savcı adaylığına kabulünü destekleyici olmadığına ayrıca mülakatın denetlenebilir, ölçülebilir ve objektif olma şartlarını ve unsurlarını taşımadığına ilişkin iddiaların ret gerekçesinde de şunlar kaydedildi:

"Hakimlik ve savcılık mesleğine seçimde muhakeme gücünün, karar vermek veya iddiada bulunmak için bir konuyu kavrayıp iddianame veya karar şekline getirerek özetleme yeteneğinin, mesleğin temsilinde fiziki görünüm ve davranışları ile olaylara verilen tepkinin, mesleğin kariyer meslek olması nedeniyle temsilde çağdaş bilimsel ve teknolojik gelişmelere açık ve kültürlü olmanın ölçülmesi doğaldır. Genel idari hizmetler sınıfında yer almakla birlikte ileride hakim ve savcı olacak adayların mülakatlarına ilişkin dava konusu kuralda belirlenen bu ölçütlerin hukuk devletine aykırı bir yönü bulunmamaktadır."
Dava konusu olan "doktora yapmak suretiyle hukuk alanında belirli bir yetkinliğe sahip kişilerin yazılı yarışma sınavı olmaksızın mülakatla hakim ve savcı adayı olarak atanmalarını" düzenleyen kuralla ilgili iptal isteminin reddine ilişkin olarak da hukuk alanında doktora yaparak belirli bir yetkinliğe ulaşmış kişilerle lisans düzeyinde hukuk eğitimi alan diğer mezunların aynı hukuksal durumda bulunmamaları nedeniyle bu kişilerin farklı kurallara tabi tutulmasının Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olmadığı ifade edildi.

-Karşı oy gerekçeleri-
Kararda, üyelerden Osman Paksüt, Fulya Kantarcıoğlu ve Zehra Ayla Perktaş'ın karşı oy gerekçelerine de yer verildi.
Paksüt, hakim ve savcı adaylarının, mesleğe giriş yönünden aynı konumda bulunduklarını belirterek, bunların meslek dışındaki ve öncesindeki deneyim veya donanımlarının, hukuki değil eylemli farklılıklar olduğunu savundu. Hukuk bilgisinin ölçülmesi amacıyla yapılacak bir sınava girişe ilişkin hukuki statüde leh veya aleyhte değerlendirilme yapılamayacağını savunan Paksüt, avukatlık mesleğinden gelenlerin kendi aralarında ayrı bir sınava tabi tutulmalarını öngören kuralın, Anayasa'nın 10'uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırı olduğunu iddia etti.
Kanunda yer verilen kurallara göre, mülakat heyetinin çoğunlukla Adalet Bakanlığı yetkililerinden oluştuğunu ifade eden Paksüt, "Hakim ve savcı adayı statüsünün Anayasa'nın 128'inci maddesinin öngördüğü anlamda bir devlet memuriyeti olarak kabulüne olanak bulunmadığı açıktır. Adaylar, özlük hakları bakımından memur kabul edilseler de devlet adına yürütmekle yükümlü bulundukları asli ve sürekli bir görev söz konusu değildir. Devlet memurları yürütme organının siyasi program ve direktiflerine göre hareket etmekle ve konusu suç teşkil etmemek şartıyla her türlü emir ve talimata uymakla yükümlüdürler" değerlendirmesinde bulundu.
Bu durumun hakim ve savcı adayı için geçerli olmadığını dile getiren Paksüt, bu nedenle kuralların, Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürdü.
Yasadaki başka bir kuralla da hukuk alanında doktora yapmış kişilerin yazılı yarışma sınavına girmeksizin mülakatla hakim ve savcı adayı olarak atanmasının düzenlendiğini anımsatan Paksüt, doktora yapmış olanların, söz konusu hukuk disiplinlerindeki bilgisinin ölçülmüş ve değerlendirilmiş olmayacağını, bu yönüyle ilgili kuralın, Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu iddia etti.
Üyeler Kantarcıoğlu ve Perktaş da hakim ve savcıların mesleğe alınabilmeleri için yapılan mülakatta, Kurul'un 7 üyesinden 5'inin bürokratlardan oluşmasının Adalet Bakanlığını belirleyici konuma getirdiğini öne sürerek, bu durumun ise Anayasa'ya aykırı olduğunu ve dava konusu altı, yedi, sekiz ve dokuzuncu fıkraların iptalinin gerektiğini savundu.


Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli red kararının tam metni şu şekilde:

19 Eylül 2013 PERŞEMBE
Resmî Gazete
Sayı : 28770

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI

Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı: 2008/7
Karar Sayısı : 2011/80
Karar Günü : 18.5.2011

İPTAL DAVASINI AÇANLAR : Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Hakkı Suha OKAY ve Kemal KILIÇDAROĞLU ile birlikte 110 milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU : 1.12.2007 günlü, 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un;

1- 1. maddesiyle, 24.2.1983 günlü, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 8. maddesine eklenen (k) bendinin,

2- 3. maddesiyle, 2802 sayılı Kanun'a eklenen 9/A maddesinin;

a- Birinci fıkrasının,

b- Altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu fıkralarının,

c- Onuncu fıkrası ile onbirinci fıkrasının birinci cümlesinin,

d- Onbeşinci fıkrasının,

3- 4. maddesiyle, 2802 sayılı Kanun'un değiştirilen 69. maddesinin son fıkrasının,

4- Geçici 1. maddesinin,

Anayasa'nın 2., 7., 10., 11., 38., 87., 138., 139., 140. ve 159. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi istemidir.
I- İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ

Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:

"III. GEREKÇE

1) 01.12.2007 Tarih ve 5720 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesi ile 2802 Sayılı Kanunun 8 inci Maddesine Eklenen (k) Bendinin Anayasaya Aykırılığı

İptali istenen kural ile avukatlık mesleğinden adaylığa geçmek isteyenlerde,

- 8 inci maddenin (ı) bendi dışında diğer koşulların bulunması,

- Meslekte fiilen en az beş yıl çalışmış olması,

- Giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının son günü itibariyle otuzbeş yaşını doldurmamış bulunması,

- Kendi aralarında yapılacak yazılı yarışma sınav ve mülakatta başarılı olması,

koşullarının aranacağı öngörülmektedir.

Bu kural, meslekte fiilen çalışma yılı dışında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından TBMM'ye 13.07.2005 günü geri gönderilen 5435 sayılı Yasa'nın aynı konuda düzenlenen fıkrası ile paralellik içermektedir. (Bu konuda bkz. Cumhurbaşkanı veto gerekçesi Ek.1).

Avukatlık mesleğinden yargıç ve savcılık adaylığına geçmek isteyenler için getirilen bu kural, alınacak aday sayısı yönünden belirsizlik içermekte, herhangi bir sayısal sınır ve çerçeve içermemekte, tamamıyla Bakanlığın takdirine bırakılmaktadır. Kural bu şekliyle, adaylık niteliklerini taşıyan ve ayrı bir sınava tabi tutulması gereken diğer kişiler yönünden öngörülemez bir durumun ortaya çıkmasına neden olacak, hukuk güvenliği zedeleyecektir. Kaldı ki, avukatlık mesleğinde fiilen çalışmadığı halde, hukuk fakültesi mezunu olup fiilen hukuk mesleğini yerine getiren meslek grupları da bulunmaktadır. Bununla birlikte, avukatlık mesleğinde en az beş yıllık çalışmış olmak koşulu, fiilen çalışma koşulu anlamına gelmemekte, avukatlık ruhsatının alındığı tarihten itibaren beş yıllık bir sürenin geçmiş olmasının yeterli olması gibi bir anlamı içermektedir.

Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da uyacağı temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir (Anayasa Mahkemesinin 30.05.2006 gün ve E.2003/82 . K.2006/66 sayılı kararı).

Anayasa Mahkemesinin 08.10.2004 tarih ve E.2003/31, K.2003/87 sayılı kararında da, Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşulu olduğu belirtilmiştir.

Diğer taraftan Yüce Mahkemenin 11.06.2003 tarih ve E.2001/346, K.2003/63 sayılı Kararında, "Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuk devletinde yargı denetiminin sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda açıkça gösterilmesi bir zorunluluktur." görüşü açıklanmıştır.

Yine Anayasa Mahkemesinin bu kararında, "Anayasa Mahkemesinin Anayasanın çeşitli maddelerinde yer alan kanunla düzenlemeden neyin anlaşılması gerektiği Anayasa Mahkemesinin birçok kararında açıklanmıştır. Buna göre yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda, yürütme organına, genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz bir düzenleme yetkisi verilmesi, yasama yetkisinin devri anlamına geleceğinden Anayasanın 7 nci maddesine aykırı düşer. Ancak, yasada temel esasların ve çerçevenin belirlenmesi koşuluyla, uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların düzenlenmesinin yürütmeye bırakılması Anayasaya aykırılık oluşturmaz. Esasen Anayasanın 8 inci maddesinde yer alan, "yürütme yetkisi ve görevi anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir" hükmünün anlamı da budur." denilmiştir.

Anayasa Mahkemesinin 05.01.2001 tarih ve E.2000/21, K.2000/14 sayılı kararında da, "İdarenin görevleri, genel olarak yasaların uygulanmasını göstermek ve sağlamaktır. Yasakoyucu, özel bir ihtisas ve teknik bilgi gerektiren konularda düzenleme yapması için hükümete yetki verebilir. Ancak, bu yetkinin amacının, sınırları ve çerçevesinin yasayla belirtilmesi gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. İdareye keyfi uygulamalara yol açabilecek çok geniş takdir yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur." denilmiştir.

İptali istenen kural ile koşulları taşıyan avukatlara, boş kadro sayısının belirli bir oranıyla sınırla olmaksızın atama yetkisi verilmiş olduğundan, boş kadroların tümünün bu şekilde doldurulması mümkündür. Bu kuralın sınırsız bir şekilde uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararlar ortaya çıkacaktır.

Bu nedenlerle söz konusu kuralın Anayasanın 2 nci ve 7 nci maddelerine aykırı düşmektedir.

Anayasanın 2 nci maddesi, Türkiye Cumhuriyetini (Sosyal hukuk Devleti) olarak tanımlamıştır. Sosyal devlet fırsat eşitliğine dayanır.

Çağdaş uygar görüşe ve Anayasanın temel yapı ve felsefesine göre, gerçek Hukuk Devleti ancak Toplumsal Devlet anlayışı içinde ise bir anlam kazanır. Hukuk Devletinin amaç edindiği (Kişiliğin Korunması) toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir...

Adaylık kadrosu yönünden konuya bakıldığında, avukatlık mesleğinden gelenlerle, hukuk fakültesi mezunu olduğu halde bu meslekten gelmeyenler aynı hukuksal konumdadırlar. Çünkü yargıç ve savcılık meslekleri "kariyer" meslekleri olup yazılı sınav ve mülakatla, ileride atanabilecek yargıç ve savcılık meslekleri için sahip olunması gereken liyakatin ölçülmesi amaçlanmaktadır. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 29.03.2007 tarih ve 234 YD sayılı kararında "...hâkim ve savcı adayları Genel İdare Hizmetleri Sınıfına tabi iseler de staj döneminin ardından yapılacak yeterlilik sınavından sonra hâkim ve savcı olarak atanacakları hususu gözetildiğinde, adayların seçimi için yapılacak sınavın ileride atanacakları görevin özellikleri de dikkate alınarak nesnel, yansız ve sadece liyakati ölçmeyi amaçlayan bir yöntemle yapılması gerekmektedir." denilmektedir. İleride atanılacak meslekler olan yargıç ve savcılık için, gerek avukatlıktan gelenler için gerekse fakülte mezunları için aranılacak ölçütler aynıdır. Bu nedenle her iki grupta yer alanlar için farklı niteliklere sahip olunması gerekmediğinden, onların farklı sınavlara tabi tutulması, eşitlik kurallarına aykırıdır.

Adaylık kadrosuna atanma yönünden aynı hukuksal konumda bulunanlar arasında farklı kuralların uygulanması da, fırsat eşitliği ilkesini ortadan kaldırdığından hem Anayasanın 2 nci hem de 10 uncu maddesine aykırılık oluşturacaktır.

Ayrıca, avukat kökenlilerin kendi aralarında, adaylık niteliğini taşıyan diğer aday adaylarının da kendi aralarında sınava tabi tutulması, diğer bir deyişle, kökene bağlı ayrı sınav yapılarak yargıç adaylarının köken ayrımına tabi tutulması, bu adayların yargıç olmaları halinde kamu vicdanında tarafsızlık konusunda kuşku yaratılması anlamına gelecektir ki, bu durumda da Anayasanın 138 inci maddesindeki "bağımsızlık" ilkesi zedelenmiş olacaktır.

Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225).

Açıklanan nedenlerle 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesi ile 2802 Sayılı Kanunun 8 inci maddesine eklenen (k) bendi, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 10 uncu, 11 inci ve 138 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir.

2) 01.12.2007 Tarih ve 5720 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 2802 Sayılı Kanuna Eklenen 9/A Maddesinin Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

İptali istenen fıkrada, yazılı yarışma sınavının Adalet Bakanlığı ile imzalanacak protokole göre ÖSYM tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Söz konusu protokol kuşkusuz 9/A maddesinde yazılı kurallar göz önünde bulundurularak yapılacaktır. Ancak, kuralda bu protokolün içeriğiyle ilgili bir çerçevenin çizilmediği görülmektedir. Hangi konuların bu protokolde yer alacağı, her sınav için ayrı protokol yapılıp yapılmayacağı, puanlama sistemi ve formülünün çerçevesi, ham puan ve işlenmiş puanların hangi yöntemlerle belirleneceği, standart sapma ya da başarı durumuna göre puanlama gibi sistemlerin uygulanıp uygulanmayacağı, sınav sorularının hazırlama yöntemi, sınav sonuçlarının hangi kurum tarafından ilan edileceği gibi konular başta olmak üzere, protokolde yer alması gereken konuların çerçevesi Yasada yer almamıştır. Çerçevesi ve sınırları yasa koyucu tarafından çizilmeksizin idareye protokol yapma yetkisi verilmiştir. Sınavın bu şekilde ÖSYM'ye bırakılması, objektiflik ilkesinin gereğini yerine getirmez, yürütme organının sınav üzerindeki etkisini ortadan kaldırmaz. Bu durum da hâkim ve savcılık mesleğinin niteliğiyle bağdaşmadığı gibi genel olarak objektif ve tarafsız sınav ilkesiyle de bağdaşmaz. Sınavın ÖSYM tarafından gerçekleştirilmesi, en çok değerlendirme yönünden tarafsızlık sağlayabilir. Ancak diğer konulardaki belirsizliği ortadan kaldırmamaktadır. Ankara Üniversitesi hukuk Fakültesi 30.11.2007 tarihli 52 nci toplantısında aldığı 451 sayılı kararında "...aday adaylarının sınavdan aldığı ham puanın herhangi bir formülle işlenerek arttırılması halinde, baraj fiilen yetmiş puanın altına düşecek ve bilgi açısından yeterli olmayanlar mülakata çağırılabilecektir. Kanun teklifinde, Adalet Bakanlığı ile Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi arasında yapılacak sınav protokolünde, aday adaylarının ham puanlarını arttırmaya yönelik (standart sapma veya başka herhangi adla anılan) bir formülün yer alamayacağına dair bir düzenleme bulunmaması önemli bir eksikliktir. Söz konusu eksiklik, mesleki yeterliliği etkileyebilecek, yetersiz adayların mülakata çağırılmasına neden olabilecek temel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır." demektedir.

Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV), Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine yazmış olduğu 03.12.2007 tarihli yazısında (Ek.1), bu hükmün idareye çok geniş ve sınırları belirli olmayan bir alan yarattığını belirtmektedir. Anılan dilekçede şu hususlara işaret edilmiştir:

"...Aynı hükmün bulunduğu Yönetmelik yürürlükte olduğu dönemde, 15.10.2006 tarihinde yapılan 100 kişilik idari yargı sınavında, yazılı sınavda 70 puan barajını aşan 482 kişi mülakata çağrılmıştır. Yazılı sınav birincisi 84,775 puan almıştır. Bu sınavda ÖSYM ile yapılan protokol uyarınca (% 10'luk) standart sapma kuralı uygulanmış, bu kural nedeniyle, kazananların dağılımı ve sayısı da genişlemiştir.

24.03.2007 tarihinde yapılan 500 kişilik adli yargı sınavında (% 20 olarak) başka bir standart sapma kuralı uygulanmış, bu sınavda daha az sayıda olarak 522 kişi 70 puan barajını aşmış, mülakata bu sayıda kişi çağrılmış, yazılı sınav birincisi 92, 971 puan almıştır.

Bu iki sınavda 2802 sayılı yasa'nın 8 inci maddesi hükmüne rağmen, yarışma sınavı olarak değil, tek ölçüt yetmiş barajını aşmak olarak konulduğundan yeterlik sınavı türünde yapılmıştır.

Bu aşamada Danıştay İDDK, 29.03.2007 tarihli kararıyla, mülakata çağrılma oranının liyakat ve başarı ölçüsünde belirlenmesi gerektiğini, sınavın 70 puanı aşan herkesin mülakata çağrılacağı bir yeterlik sınavı değil, Yasa'da düzenlendiği üzere yarışma sınavı olduğunu, bu nedenle 70 puanı aşmak koşuluyla, ancak sınırlı sayıda ve başarılı adayların mülakata çağrılması gerektiğini hükme bağlamıştır.

Bunun üzerine 12.06.2007 tarihinde yönetmelik değişikliği yapılmış ve bu çerçevede yine bu metinde de ÖSYM ile yapılacak protokolle düzenlenmesi öngörülen yazılı sınavın yürütülme ilkeleri nedeniyle, 03.11.2007 tarihinde ilan edilen 500 kişilik adli yargı sınavı için farklı bir puanlama yöntemine gidilmiştir. Bu yönteme göre, sınavda birinci olanın puanı kaç olursa olsun 100 puan almış sayılacağı ve ilan edilen kadronun en çok % 50 fazlası değil, mutlaka % 50 fazlasının mülakata çağrılacağı kuralı protokole ve sınav ilanına konulmuştur. Sonuçta ilan edilen sınavda birincinin, 100 puan almış olduğu kabul edilerek, (750 nci ile aynı puanı alması nedeniyle) 752 nci kişi 77,363 puan alarak mülakata son sıradan çağrılmıştır. Bu sınav için de (% 20 olarak) farklı bir standart sapma ve puanlama yöntemi uygulanmıştır. Ancak sınav birincisine her halükarda 100 puan verilmesi uygulaması, İDDK kararı aksine, bu yolla yükseltilen puanlar nedeniyle, 24.03.2007 tarihindeki sınava göre daha fazla adayın başarılı "ilan edilmesi" sonucunu yaratmıştır.

Son sınavda, standart sapma uygulaması yapılmadan, cevap anahtarına göre herkese, soruların sabit puan değerinin verilmesi yoluna gidilse idi, mülakata, başarılı ancak daha az sayıda kişi çağrılacaktı. Birinciye 100 puan verilmesi uygulaması ve bu çerçevede çan eğrisi uygulaması ile tüm puanlar göreceli olarak yükseltilmiş, böylece gerçekte 70 puanın altında kalacak olan kişiler, yükselen bu puanları nedeniyle mülakata çağrılmışlardır.

Yazılı sınav liyakati ölçen sınavdır. Danıştay İDDK kararı bunu vurgulamaktadır. Liyakata yönelik kuralların değerlendirilmesi ise, ideal norma göre herkes için aynı biçimde saptanır. Ancak mevcut sistemdeki, soruları az veya çok bilme oranına göre puan değerlerinin değişmesi, ideal norma göre değil, diğer adaylar karşısında liyakatli olup olmama değerlendirmesine işlerlik kazandırmaktadır. Bu ise en başarısız bir sınıfta bile birinci olan kağıda 100 puan vererek, liyakatli kişi yaratma sonucunu doğurmuştur. Mart 2007 de yapılan sınavlarda başarı oranının düşük olması ve 70 barajını aşsın aşmasın daha fazla adayı mülakata çağırma düşüncesinin o sınav sonrasında (başarılı aday sayısı azlığı nedeniyle), yürütme organında iyice pekişmesi karşısında, standart sapma gibi uygulamalarla ilan edilen kadronun başarılı olsun veya olmasın mutlaka % 50 fazlasının mülakata çağrılması yolundaki son uygulamayla, artık puanlar göreceli olarak yükseltilmiştir. ÖSYM ile yapılan yazışmalarımız bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu tablo liyakat değerlendirmesinin, gerçek değil, göreceli puanlara göre yapılmasını ortaya çıkarmıştır. İDDK kararı ile sınırlı sayıda adayın mülakata çağrılması kararı nedeniyle, başarı puanları yükseltilerek, başarılı olsun veya olmasın puanları çan eğrisi yöntemiyle yükseltilen ve fazla sayıda aday çağırmaya yol açan sistemle, sonuçta Danıştay İDDK kararı yine dolanılmıştır. Çünkü yazılı da alınan sınav puanı yükseltilince, bu durum mülakat sonucundaki ortalama başarı puanına da etki etmektedir.

Yönetmelik ve protokol yoluyla sürdürülen bu değişken sistem, şimdi yasaya taşınarak yasal dayanak yaratılmaktadır. İlan edilen kadrolar için, mutlaka mülakata aday çağrılması şart olmayıp, başarılı aday varsa onların çağrılması, yoksa yeni sınav yapılması gerekirken, mevcut uygulama her sınavda yeni sorunlar ve belirsizlikler yaratmıştır. Amaç başarılı olsun veya olmasın, mutlaka sınava giren kitleyi kendi içinde başarı sıralamasına koyarak, mutlaka mülakata ve adaylığa alım düşüncesini yansıtmaktadır.

YARSAV'da yönetmeliğin neden olduğu tüm bu durumları yargıya taşımıştır. Şimdi aynı düzenlemelerin yasaya taşınması, liyakati yansıtmayan yazılı sınav sisteminin ısrarla uygulanması iradesini yansıtmaktadır. Sınavı ÖSYM'nin yapması, ölçme ve değerlendirme yönünden tarafsızlık yönüyle gereklidir. Ancak ÖSYM'den uygulaması istenilen puanlama yöntemi liyakati yansıtmamaktadır. Sınavı ÖSYM'nin yapması ile bu tablonun görmezden gelinmesi amaçlanmaktadır. Puanlama ve değerlendirme yönünden, gerçek başarıyı yansıtan sabit bir sistemin benimsenmesi zorunludur.

2006 yılında idari yargı sınavında, sınav birincisi 100 puan üzerinden değerlendirilmiş, 82 puan almıştır. Ancak 29.03.2007 tarihli Danıştay İDDK kararı sonrasında, mülakata çağrılacak kişi sayısına kısıtlama getirilince bu sefer, 03.11.2007 tarihinde yapılan adli yargı sınavında sınavda birinci olan 100 puan almış sayılır denilerek, birincinin puanı yüze çekilip, en alttan yukarıya doğru puanlar göreceli olarak yükseltilmiş, böylece gerçekte yeterli not alamayanların puanları yükseltilerek mülakata girmelerine yol açılmıştır. Şimdi bu durum yasaya taşınmaktadır. ÖSYM'nin yaptığı yazılı sınavda bile her sınavda farklı puanlama ve ölçme yöntemlerinin uygulanması, sistemi çıkmaza sokmaktadır. Yazılı sınavla ilgili konuların protokole bırakılıp, her sınav için protokol yapılmasına yasal dayanak yaratmak yerine, protokol için aranması gereken ölçütler İDDK kararı da gözetilerek mutlaka yasada yer almalıdır. Bu haliyle yasalaşan teklifin belirtilen maddesi yerinde değildir..."

Anayasa Mahkemesinin 05.01.2001 tarih ve E.2000/21, K.2000/14 sayılı kararında "İdarenin görevleri, genel olarak yasaların uygulanmasını göstermek ve sağlamaktır. Yasakoyucu, özel bir ihtisas ve teknik bilgi gerektiren konularda düzenleme yapması için hükümete yetki verebilir. Ancak, bu yetkinin amacının, sınırları ve çerçevesinin yasayla belirtilmesi gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. İdareye keyfi uygulamalara yol açabilecek çok geniş takdir yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur." denilmiştir.

İptali istenen fıkrada, Adalet Bakanlığı ile Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi arasında yapılacak sınav protokolünde, aday adaylarının ham puanlarını arttırmaya yönelik (standart sapma veya başka herhangi adla anılan) bir formülün yer alamayacağına dair bir düzenlemeye yer verilmemesi yukarıda etraflıca açıklandığı üzere önemli bir eksikliktir. Bu nedenle, Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme yapılmadığından söz konusu fıkra Anayasanın 7 nci maddesine aykırıdır.

Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle çelişmesine yol açacak ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinin yanısıra, 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225).

Açıklanan nedenlerle 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile 2802 sayılı Kanununa eklenen 9/A maddesinin birinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir.

3) 01.12.2007 Tarih ve 5720 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 2802 Sayılı Kanuna Eklenen 9/A Maddesinin Altıncı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı

2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 9 uncu maddesinde, 8 inci maddede belirtilen niteliklere sahip olup, yazılı yarışma sınavı ile mülakatta başarı gösterenlerin adaylığa atanabilecekleri, 9/A maddesinin beşinci fıkrasında da, "Yazılı sınavda yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan almak kaydıyla en yüksek puan alandan başlamak üzere, sınav ilânında belirtilen kadro sayısının bir katı fazlası mülâkata çağrılır. Ancak başarı oranı, ilân edilen kadronun bir katı fazlasının altında olursa, sadece başarılı olanlar mülâkata çağrılır. Bu şekilde çağrılan en düşük puana sahip adayla aynı puanı alanlar da mülâkata alınır." hükmüne yer verilmiştir.

Yine 2802 sayılı Kanuna eklenen 9/A maddesinde; yazılı sınava katılanların yazılı sınav notunun yüzde yetmişi ile mülakat notunun yüzde otuzunun toplamı tespit edildikten sonra en yüksek puan alandan başlamak üzere nihai başarı listesi hazırlanacağı, puanların eşit olması halinde yazılı puan esas alınacak, yazılı puanın da eşit olması halinde kura çekilerek başarı sırası belirleneceği hükme bağlanmıştır.

Bu hükümlerden de anlaşılacağı üzere hâkim ve savcı adaylığına atanmada, yapılacak mülakatta alınacak puanın da çok önemli bir unsur olduğu yadsınamaz.

2802 sayılı Kanunun 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile eklenen 9/A maddesinin iptali istenen altıncı fıkrasında Mülâkat Kurulunun; Adalet Bakanlığı Müsteşarı veya görevlendireceği Müsteşar Yardımcısı başkanlığında, Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza İşleri, Hukuk İşleri ve Personel Genel Müdürleri ile Türkiye Adalet Akademisi Yönetim Kurulunun her sınav için kendi üyeleri arasından belirleyeceği iki üye olmak üzere toplam yedi üyeden oluşacağı öngörülmüştür.

Mesleğe alınmada Mülakat Kurulunun Adalet Bakanlığı bürokrasisinin diğer bir anlatımla yürütmenin etkin ağırlıkta olduğu şekilde oluşturulması hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve hâkimlik ve savcılık teminatı ilkeleriyle bağdaşmayacağı çok açıktır.

Hâkim ve savcılar, bilgi seviyeleriyle, kişilikleriyle ve siyasi otorite ile taraflara karşı eşit mesafedeki duruşlarıyla yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının güvencesidirler.

Anayasanın 138 inci maddesinde, "mahkemelerin bağımsızlığı", 139 uncu maddesinde "hâkimlik ve savcılık teminatı", 140 ıncı maddesinde de "hâkimlik ve savcılık mesleği" ne ilişkin özel düzenlemelere yer verilmiştir.

Anayasanın 138 inci maddesinde, "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler" denilerek yargıçların bağımsızlığı ilkesi kabul edilmiş ve böylece, yasama yetkisinin, yargıçların bağımsızlığına aykırı biçimde kullanılması önlenerek, yargıçların bağımsızlığı yasakoyucuya karşı da korunmuştur.

Anayasada bununla da yetinilmeyerek yargıçların bağımsızlığını korumak için 139 uncu maddede "hâkim teminatı" kabul edilmiştir. Anayasanın 139 uncu ve 140 ıncı maddelerinde, yargıç ve savcıların özlük haklarına ilişkin yasalarda yer alması gereken ilkeler gösterilmiş ve yasama organının bu ilkelere aykırı düzenlemeler yapması önlenmiştir. Bu kurallarla yargıçların, maddi, manevi kuşkulardan ve her türlü etkiden uzak tutulup, Anayasaya, yasalara ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar vermeleri sağlanmak istenilmiş yani yasal sorumluluğa ek olarak, vicdani sorumluluk da görev gereği onlara yüklenmiştir.

Bu durum dikkate alınarak, ilk mesleğe alınırken uygulanacak yöntem bağımsızlığa uygun olmalıdır. Yazılı yarışma sınavı ile mülakatta başarı gösterme adaylığa atanabilmek için birlikte aranan şartlardır. Yazılıyı kazananlar genellikle alınacak kontenjandan fazla olmaktadır. Yazılıda ne kadar yüksek not alınırsa alınsın mülakatta matematiksel olarak elenemeyecek kimse yoktur. Bu nedenle, hâkim olmak için yapılacak mülakatın önemi açıktır. Adaylığa atanacak kişilerin yeterliliklerinin (konuşması, görünüşü, geçmiş yaşantısı) hâkimliğe uygun olup olmadığı kontrol edilmelidir. Ancak önemli olan bu kontrolü kimlerin nasıl yaptığıdır. Bu kontrolün objektif bir şekilde yapılmasının sağlanması gerekirken iptali istenen kural ile mülakat adı altındaki keyfiliği ileri sürülen, o günkü siyasi görüş tarafından benimsenmeyen adayların elenmesi görüntüsü veren ve mesleğe girişte kuşku yaratıcı bir düzenleme yapılmıştır. Çünkü Mülakat Kurulu Adalet Bakanlığı bürokrasisinin diğer bir anlatımla yürütmenin etkin ağırlıkta olduğu şekilde oluşturulmuştur. Mülakat Kurulunda yer alan Bakanlık bürokratları, yargıç sınıfında olsalar bile 2992 sayılı Adalet Bakanlığı Teşkilat ve Görevlerine İlişkin Yasa ve 2802 sayılı Yasa'nın özellikle 38 inci maddesi uyarınca Adalet Bakanı'nın emri altındadırlar. Bu nitelikteki bürokratların yoğunluk ve çoğunlukta olacağı bir mülakat kurulu düşünülemez.

Anayasa Mahkemesinin 14.12.1995 tarih ve E.1995/19, K.1995/64 sayılı kararında şöyle denilmiştir:

"Nitelik saptamadan mesleğe kabul kararı verilemeyeceğine göre, hâkim ve savcıların nitelikleri, mesleğe kabulden önceki dönemde yani, adaylığa atanma ve adaylık süresi içinde belirlenecektir. Bu nedenle, hâkim ve savcıların diğer özlük haklarının yanısıra niteliklerinin de mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre yasa ile düzenleneceğini öngören Anayasanın 140 ıncı maddesinde belirtilen "hâkim ve savcıların nitelikleri, atanmaları" ile 159 uncu maddesindeki "adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarının mesleğe kabulü ve atanması" nın "mahkemelerin bağımsızlığı" ve "hâkimlik teminatı" esaslarına göre yürütüleceği yolundaki kuralın adaylığa kabul dönemini de kapsadığının kabulü gerekir. Anayasa, hâkimlik ve savcılık mesleğine verdiği özel önemin gereği olarak bu mesleğe girecekleri adaylığa alınış ve adaylık döneminden başlayarak güvenceye kavuşturmak istemektedir. Bu da hâkimlik ve savcılık mesleğine girmek isteyenlerin (ister adaylıktan, isterse avukatlıktan geçiş yoluyla olsun) yeterlik sınavlarının yürütmenin etkili olamayacağı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nca belirlenecek bir sınav kurulu tarafından objektif ölçme ve değerlendirme esaslarına göre yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Yasa'da belirlenen biçimde Bakanlıkça yapılacak bir yeterlik sınavı öncelikle hâkimlik ve savcılık mesleğine alınacakların yürütme organına karşı bağımsızlığını gölgelemektedir. Ayrıca, mensubu olduğu partinin siyasal görüşünü gerçekleştirmek zorunda olan bir bakana hiyerarşik olarak bağlı olan bakanlık yöneticilerinin yaptıkları yeterlik sınavı sonucu mesleğe alınacak avukatların, kendilerini her türlü maddî ve manevi etkilerden uzak ve özgür hissetmeleri zorlaşacaktır. Onlar hâkimliğin gerektirdiği her türlü yüksek nitelikleri taşısalar bile kamu vicdanında daima tarafsızlıkları konusunda kuşku duyulacaktır. Bu durum ise, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatını düzenleyen Anayasanın 138 inci, 139 uncu, 140 ıncı ve 159 uncu maddelerine aykırılık oluşturur. Dava konusu "Bakanlıkça yapılacak yazılı yeterlik sınavı" sözcüklerinin iptali gerekir."

Yine Anayasa Mahkemesinin 20.11.1990 tarih ve E.1990/13, K.1990/30 sayılı Kararında da;

"Nitelik saptanmadan atama işlemi yapılamayacağına göre, yargıç ve savcıların nitelikleri, doğal olarak, atamadan önceki dönemde yani, adaylığa atanma ve adaylık süresi içinde belirlenebilecektir. Bu durumda, yargıç ve savcıların diğer özlük haklarının yanısıra niteliklerinin de mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi esaslarına göre yasa ile düzenleneceğini öngören Anayasanın 140 ıncı maddesinin adaylık dönemini de kapsadığının kabulü zorunludur. Böylece, Anayasa, yargıçlık ve savcılık mesleğine verdiği özel önemin sonucu olarak bu mesleğe girecekleri adaylık döneminden başlayarak güvenceye kavuşturmak istemektedir. Öyleyse, yargıç ve savcı adaylarına ileride üstlenecekleri görevi doyurucu biçimde yerine getirebilmeleri için adaylık dönemi içinde de yeterli güvence sağlanmalıdır." görüşüne yer verilmiştir.

Anayasa Mahkemesinin yukarıda açıklanan kararlarından da anlaşılacağı üzere Anayasanın 140 ıncı maddesi yalnızca mesleğe atandıktan sonraki esasları belirlemekle kalmıyor, yargıç ve savcıların nitelikleri, atanmaları ve haklarını da içine alarak mesleğe atanmadan önceki koşulları da içermektedir.

Anayasa Mahkemesi 07.02.2007 tarihinde açıkladığı ve 29.11.2007 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 14 sayılı kararında ise,

"Yazılı yarışma sınavında başarı gösteren aday adayları arasından en uygun koşulları taşıyanları seçme olanağı veren mülakatın hâkim ve savcı adaylığına atanabilmek için gerekli görülmesi yasa koyucunun takdir hakkı içindedir. Mülakatta başarı göstermenin mesleğe kabul aşaması öncesinde adaylık için bir koşul olarak aranmasının Anayasaya aykırılığından söz edilemez.

Öte yandan adayların, hâkim ve savcı statüsünde olmamaları nedeniyle adaylığa atamada koşul olarak aranılan mülakatın uygulanmasına ilişkin hususların yönetmelikte düzenlenmesinde de Anayasaya aykırı bir yön görülmemiştir."

denilmiştir.

Ancak, Anayasa Mahkemesinin bu kararında, mülakat kurulunun Adalet Bakanlığınca oluşturulması ve bu Kurulda Bakanlık bürokratlarının etkin olması hususu vurgulanmış değildir.

Yargıçlar ve Savcılar Birliği'nin (YARSAV'ın) Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'ne gönderdiği 03.12.2007 tarih ve 2007/44 sayılı yazıda (Ek.2) 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile yapılan düzenlemeler etraflıca irdelenmiş ve hukuk devletinin güçlendirilmesi yolundaki gelişmelerin yargı bağımsızlığını egemen kılacak kural ve birimlerin, çağdaş anlayışlara uygun yorumlanmasını zorunlu kıldığı vurgulanırken, söz konusu düzenlemelerin evrensel kurallara aykırılığının altı da çizilmiştir.

Bu yazıda şu açıklamalarda bulunulmuştur:

"Yargıç ve savcıların mesleğe kabulleri ve kadro dağıtmak görevi 1982 Anayasasının 159 uncu maddesi uyarınca HSYK'na ait görevler içerisindedir. Anayasada yargıç ve savcı adaylığı ile ilgili açık bir hüküm yer almamış ise de, Anayasa Mahkemesi 14.12.1995 tarih ve 19/64 sayılı kararında, "adaylık sürecinin de Anayasanın 140 ıncı ve 159 uncu maddeleri kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, adayların yürütme organınca belirlenmesi durumunda, bunun yargı bağımsızlığını zedeleyeceği ayrıca bu yöntemle alınan adayların, adaylık süreci sonunda bilahare HSYK tarafından mesleğe kabul edilseler bile bu durumun meslek mensuplarının kamu vicdanında tarafsızlıklarının tartışma konusu edileceğini, dolayısıyla adaylık sürecinde yürütme organının etkisinin ortadan kaldırılması gerektiğine" ısrarla vurgu yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi 07.02.2007 tarihli, 2006/162 Esas, 2007/15 sayılı kararında bu görüşünü açıkça ortaya koymamış ise de, bu durum "adaylık sürecinin" geniş bir yoruma tabi tutulmayıp, yargı ile ilgili hükümleri, bu konuda dar bir yoruma tabi tutması ve adaylığın açıkça Anayasada düzenlenmemesinden kaynaklanmıştır. Ancak 1995 tarihli Anayasa Mahkemesi kararında yer alan saptama, uluslararası metinlerde de benzer şekilde ifadesini bulmuştur.

Yargıç ve savcı adaylarının, yargıçlık sınıfında sayılmaması yolundaki 1982 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yasasındaki düzenleme, onların mutlaka Adalet Bakanlığınca adaylığa kabulünü ve adaylık sürecinde de Bakanlığa bağlı olmalarını gerektirmez. Yargıç ve savcı adaylığı statüsü, geçici bir statüdür. Adaylık kadroları, Adalet Bakanlığına bağlı süreklilik arzeden kadrolar olmadığına göre, geçici statüleri sona erdirilince atanacakları kadronun yani mesleğin özelliğinin mutlaka gözetilmesi zorunludur. Aksi halde, halen olduğu gibi, yargıç ve savcı adaylarının yürütme organınca belirlenmesi ve adaylık sürecinde "genel idare hizmetleri sınıfına" tabi olmaları, bir başka ifadeyle memur statüsünde kabul edilmeleri nedeniyle, bu süreçte memurlaştırılan ve mesleğe alımın tek kaynağı "bu memurlar" olan kişilerin, mesleğe başladıktan sonra memurlaşmamalarını istemek bir çelişkinin de ifadesidir. Kamu görevi ile ilk tanışma anı olan adaylıktan itibaren memurlaşma sürecine tabi tutulan kişilerin mesleğe başladıktan sonra, üzerlerinden bu duyguyu atabilmeleri kolay değildir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nca ilan edilen 15.12.1985 günlü, 46/146 sayılı Yargı Bağımsızlığı Temel Şartı'nda;

"Yargıçlık mesleğine, yeterli hukuk eğitimi görmüş, yetenekli ve kişilikli bireyler seçilecektir. Seçim yönteminde, amaca aykırı düşüncelerin rol oynamasını engelleyecek tedbirler alınmalıdır. Yargıçların seçiminde, bir kişiye karşı ırk, renk, cinsiyet, din, siyasi veya diğer fikirler, milli veya sosyal menşe ve mal varlığı gibi düşüncelerle hiçbir ayırım yapılmayacak; ancak yargıç adayının ülke vatandaşı olması şartı, ayrımcılık olarak nitelendirilmeyecektir." denilmiş ve yine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de 13.10.1994 günlü, 518 inci toplantısında aldığı kararında,

"Yargıçların mesleki kariyerlerine ilişkin tüm kararlar objektif kriterlere dayanmalı, yargıçların seçimi ve kariyerleri; eğitimsel özelliklerini, dürüstlük, yetenek ve etkinliklerini de gözeten liyakat esasına göre olmalıdır. Yargıçların seçimi ve kariyerleri konusunda karar veren merci, hükümet ve idareden bağımsız olmalıdır. Bu merciin bağımsızlığını teminat altına almak için getirilecek kurallarla merciin üyeleri yargı tarafından seçilmeli ve bu merci kendi usul kurallarını kendisi koymalıdır"

kuralına yer vermiş, ayrıca 07.09.1990 tarihli BM Savcıların Rolüne Dair İlkelerdeki

"Savcıların göreve seçilmelerindeki ölçüler tarafgirliğe ve önyargıya dayanan atamalara ve bir kimseye ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir fikir, ulusal, toplumsal veya etnik köken, mülkiyet, doğum, ekonomik veya başka bir statü gibi nedenlerle ayrımcılık yapılmasına karşı güvenceler içerir"

şeklindeki kural ve benzeri düzenlemeler, artık yargıç ve savcılık yanında, onun ilk basamağı olan yargıç ve savcı adaylığı konusunda da siyasi etkilerin ortadan kaldırılması ve yürütme organının etkisinin bertaraf edileceği objektif düzenlemelerin getirilmesini zorunlu kılmıştır.

Avrupa Birliği uzmanlarınca düzenlenen Türkiye Cumhuriyetinde Yargı Sisteminin İşleyişi İle İlgili İstişari Ziyaret Raporlarında konu irdelenmiştir.

2003 yılı Raporu'nda,

Sayfa 41: "Bize göre, halihazırda Türkiye'de yürürlükte olan yargı mesleği ile ilgili sistem, temel prensiplere uygun değildir. Bu sistem, kimin hâkim adayı olacağı kimin olmayacağı hususunda verilecek karar üzerinde, siyasal bir birim olan Adalet Bakanlığına önemli derecede etkin olma imkanı sağlamaktadır.

Bize göre, hâkim adaylarının seçimine Adalet Bakanlığının müdahil olması, yargının bağımsızlığı konsepti ile çelişmekte olup, önemli temel prensiplere tezat teşkil etmektedir..."

Sayfa 43: "Yargı Bağımsızlığı Hakkında BM Temel Prensiplerinin 10. Prensibi ve Yargı Bağımsızlığı Hakkındaki Avrupa Konseyi Tavsiye kararının 1 (2) (c) Prensibine uyum arz etmesi açısından, hâkim adaylarının seçimi sürecine Adalet Bakanlığının etkisinin kaldırılmasını tavsiye ediyoruz. Halihazırda Adalet Bakanlığı tarafından ifa edilen hâkim adaylarının seçimine yönelik hususların ya Adalet Akademisine ya da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na aktarılmasını öneriyoruz.  Denilmiştir.

2004 Yılı Raporu'nda,

Sayfa 14- 15 "Yargı Bağımsızlığı Hakkında BM Temel Prensiplerinin 10. Prensibi ve Yargı Bağımsızlığı Hakkındaki Avrupa Konseyi Tavsiye kararının 1 (2) (c) Prensibine uyum arz etmesi açısından, hâkim adaylarının seçimi sürecine Adalet Bakanlığının etkisinin kaldırılmasını tavsiye ediyoruz. Halihazırda Adalet Bakanlığı tarafından ifa edilen hâkim adaylarının seçimine yönelik hususların ya Adalet Akademisine ya da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na aktarılmasını öneriyoruz. Adalet Bakanlığı, mülakatı yapan heyette görev alanların (yani Bakanlığın beş bürokratının), daha önce hâkimlik mesleğini icra ettiklerini bu nedenle mekanizmanın kabul edilebilir olduğunu ileri sürmüştür. Uzmanlar, hâkim adaylarının seçiminde yargı bağımsızlığı teminatının uygulanamayacağı yönündeki Adalet Bakanlığının iddiası ile görüş birliği içerisinde değillerdir.

...Netice itibarıyla Bakanlığın iddiasının yersiz olduğu düşünülmektedir. Buna ilaveten, uzmanların görüşüne göre mülakatı yürüten görevlilerin (Bakanlık bürokratlarının) hâkim olması keyfiyeti, mekanizmayı korumamaktadır. Mülakat anında mülakatta görevli hâkimlerin Adalet Bakanlığı tarafından istihdam edilen (Bakanlık bürokratı) görevliler olması nedeniyle bunların hükümete ve idareye bağımlı olması keyfiyeti sürmektedir.

Bu yüzden, kimin hâkim adayı olarak seçileceği kimin seçilemeyeceğine ilişkin kararlar üzerinden siyasi bir organ olarak Adalet Bakanlığının mutlak etkisi devam ettiği müddetçe, Türkiye'de yargı mesleğine girişi belirleyen prosedürün yargı bağımsızlığına önemli derecede halel getirdiği görüşünü ısrarla sürdürüyoruz.

... Personel Genel Müdürlüğü ile yapılan toplantı sırasında, Adalet Bakanlığının, mülakata katılan hâkim adaylarının seçilmesinde uygulanacak aleni ve objektif kriterlere sahip olmadığı açığa çıkmıştır. Ayrıca, atamalarda siyasi etkiyi minimize etmeye ve taraf tutma, tutucu olma ve tanıdığını işe almayı azaltmaya matuf objektif standartlar düzensiz bir yöntemle uygulanmamaktadır.

denilmiştir.

2005 yılı Raporu'nda ise;

Sayfa 4 – 5: "Yargı Bağımsızlığına dair BM Temel Prensiplerinin 10. İlkesi ve Hâkimlerin Bağımsızlığına Dair Avrupa Konseyi Tavsiyesinin 1 (2) (c) ilkesi uyarınca; Adalet Bakanlığının hâkim adaylarını seçme sürecindeki rolünün kaldırılmasını tavsiye ederiz. Bu konunun Adalet Akademisi ya da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu uhdesinde bırakılmasını teklif ederiz.

Avrupa Hâkimleri danışma Konseyinin (CCJE) Yargının Bağımsızlığıyla İlgili Standartlar (23 Kasım 2001) hakkındaki 1. nolu görüşü (2001) uyarınca; aday hâkim seçiminin, liyakat esasına dayalı olarak yetenek, verimlilik, dürüstlük ölçütleri dikkate alınmak suretiyle yapılabilmesini teminen, aday hâkim seçimini yapan veya bu konuda aday hâkimlerin atanmasında tavsiyelerde bulunan otoritelerin objektif kriterler belirlemeleri, bu kriterleri yayımlamaları ve uygulamaları gereğini tavsiye ederiz.

... Adalet Bakanlığı görevlilerinden oluşan bir kurul tarafından sözlü sınav yapılmaktadır. Önceki İstişari Ziyaret Raporlarında bu mülakatın yargı bağımsızlığını zedeleyeceği sonucuna varılmıştı... Konuyla ilgili önceki tavsiyemiz, mülakatın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yapılması yönünde idi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bu öneriyi kabul ettiklerini ve mülakatın kendileri tarafından yapılması gereğini bildirdikleri için bu öneriyi değiştirmeye gerek görmüyoruz."

denilmiştir.

2007 Türkiye – Avrupa Birliği İlerleme Raporunun 58 nci sayfasında ise, mülakatı yapan beş kişilik Kurul'a, (29.03.2007 tarih ve 234 sayılı Danıştay İDDK uyarınca) 12.06.2007 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan Yönetmelik değişikliğiyle getirilen ve bu yasaya da (yasa teklifine de) taşınan Yargıtay ve Danıştay'dan birer kişinin ilave edilmesi konusu, "görünüşte bir düzenleme ve değişiklik" olarak nitelendirilmiş, böylece mülakatı yapan kurulda yürütme organının etkisiz olması gerektiği görüşü tekrarlanmış bulunmaktadır.

1980 sonrasındaki bu kurallar ve metinlerde de gözetildiğinde, artık yargıç ve savcı adaylığı konusunda, çağdaş gelişmeleri izlemesi gereken Türkiye'nin de, Cumhuriyet dönemindeki sınırlı kurumların varlığı ortamında Adalet Bakanlığına verilen görevin, bu kurumdan alınarak, mülakat öncesi görevlerin, süreçte ortaya çıkan Türkiye Adalet Akademisi ile ÖSYM'ye, mülakat görevinin ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na devrini zorunlu kılmaktadır."

"Mülakat kurulunun yedi kişiden oluşan bu yapılanması ve üye sayısı itibarıyla, anılan Kurul'un objektifliği ve yansızlığı yine sağlanamamış, bu konuda kişilere yeterli güvence sunulamamıştır. Bakanlık bürokratlarının hepsinin Adalet Bakanına bağlı ve onun emri altında olması karşısında, yeni düzenlemeye göre mülakat kurulunun yansızlığı, tarafsızlığı ve objektifliğinden söz edilemez. Bu yapısıyla bile mülakat kurulu siyasi etkilere açıktır.

Mülakat kurulu başkanlığı görevinin, Adalet Bakanının emri altındaki ve yardımcısı olan Müsteşarca yerine getirilmesi de, gerek mülakat kurulunun icra edeceği göreviyle gerekse yeni yapılanmasıyla bağdaşmamaktadır.

Mülakat kurulunda Ceza İşleri Genel Müdürü ile Teftiş Kurulu Başkanı da bulunmaktadır. Anılan iki kişinin 2802 ve 2992 sayılı Yasalarla kendilerine tanınan yetki ve görevleri gözetildiğinde, bu Kurul'da yer almamaları gerekmektedir. Bu Kurul'da yer almaları Kurul'un objektifliği, yansızlığı ve tarafsızlığını gölgelemektedir.

Şöyle ki, Bakanlığın görev alanındaki mülakat işleminde, herhangi bir usulsüzlük dile getirilmesi durumunda, işlem yapacak olanlar öncelikle Müsteşar veya yardımcısının onayıyla Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, sonra ise Teftiş Kurulu Başkanlığı'dır. Teftiş Kurulu Başkanlığınca gerçekleştirilen işlemlerden sonra yine Müsteşar veya yardımcısının (vekilinin) onayıyla Ceza İşleri Genel Müdürlüğü işlemlere devam edecektir. Adalet Bakanlığının bu çalışma yapısı itibarıyla, yoğunlukla ve de çoğunlukla Bakanlık bürokratlarından oluşan bu Kurul'da siyasi etki söz konusu olduğunda, olayı inceleyip araştıracak birim amirlerinin de mülakat kurulunda yer almaları, söz konusu olabilecek usulsüzlüklerin üzerine etkin bir şekilde gidilememesine neden olabilecektir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 15.12.1985 günlü, 46/146 sayılı Kararında "Hâkimlik mesleğine, yeterli hukuk eğitimi görmüş, yetenekli ve kişilikli bireylerin seçilmesi öngörülmüş, seçim yönteminde ise, amaca aykırı düşüncelerin rol oynamasını engelleyecek tedbirlerin alınması gereğine" işaret edilmiştir.

Mülakat kurulunun bu yapılanması nedeniyle Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı ve Ceza İşleri Genel Müdürü'nün bu kurulda yer almaları BM'nin anılan kararına da aykırılık oluşturmaktadır.

Ayrıca mülakat sınavının niteliği gözetildiğinde 2992 sayılı Yasa ile kendisine görev yüklenen Hukuk İşleri Genel Müdürü'nün bu sıfatı, mülakat kurulunda yer alabilmesi için tek başına yeterli değildir.

Bakanlık bürokratlarından mülakat kurulunda görev alanların ünvanları tek tek irdelendiğinde, bahse konu ünvanları taşımaları, mülakat kurulunda tartışmasız yer alabilecekleri biçiminde yorumlanamaz. Mülakat kurulunda yer alacak bürokratlar için haklı ve hukuksal gerekçeler söz konusu olmalıdır. Görev ve konumu gözetildiğinde, Personel Genel Müdürü dışındaki bürokratlar için böyle bir gerekçe söz konusu değildir."

Yukarıda sözü edilen BM kararından hareketle mülakat kurulunda Bakanlık bürokratlarının sayısal yönden de çoğunluk oluşturmamaları sağlanmalıdır. Ancak yapılan düzenlemede aksine hareket edilmiş, üye sayısı iki kişi artırılmakla, beş kişinin sayısal etkinliği de ortadan kaldırılmamış, sonuçta değişiklik öncesindeki yapının etkinliği sürdürülmüştür."

Yukarıda etraflıca belirtilen nedenlerle mesleğe alınmada Mülakat Kurulunu, Adalet Bakanlığı bürokrasisinin diğer bir anlatımla yürütmenin etkin ağırlıkta olduğu şekilde oluşturan 2802 sayılı Kanunun 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile eklenen 9/A maddesinin altıncı fıkrası hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve hâkimlik ve savcılık teminatı ilkeleriyle bağdaşmadığından fıkrası Anayasanın 2 nci, 11 inci, 138 inci, 139 uncu, 140 ıncı, 153 üncü ve 159 uncu maddelerine aykırıdır.

Yine, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle çelişmesine yol açacak ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinin yanısıra, 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225).

Açıklanan nedenlerle, 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile 2802 sayılı Kanuna eklenen 9/A maddesinin altıncı fıkrası Anayasanın 2 nci, 11 inci, 138 inci, 139 uncu, 140 ıncı ve 159 uncu maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir.

4) 2802 Sayılı Kanunun, 01.12.2007 Tarih ve 5720 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 2802 Sayılı Kanuna Eklenen 9/A Maddesinin Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı

2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 29 uncu maddesinin ikinci fıkrasında, Yasa'nın belirli kurallarının iptali, diğer kurallarının veya tümünün uygulanmaması sonucunu doğuruyorsa, bunların da Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilebileceği öngörülmektedir.

Söz konusu altıncı fıkranın Anayasaya aykırılığı, bu fıkraya bağlı olarak yedinci, sekizinci ve dokuzuncu fıkraları da uygulanamaz hale getirmektedir. Bu nedenle anılan fıkraların da iptali gerekmektedir. Ancak anılan fıkralar da ayrıca Anayasaya aykırıdır. Şöyle ki;

Türkiye Adalet Akademisi, 23.07.2003 tarih ve 4954 sayılı Yasa ile kurulmuştur. Hâkim ve savcıların meslek içi eğitimleri, bu yasa ile Türkiye Adalet Akademisi'nin görevleri arasında sayılmıştır. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yasası'nın 10 uncu maddesinin birinci fıkrası ile de, adaylık süresi, 4954 sayılı Yasa hükümlerine tabi kılınmıştır. Anayasanın 140 ıncı maddesinin üçüncü fıkrasına göre "Hâkim ve savcıların ... meslek içi eğitimleri ile diğer özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir." Bu anayasal düzenleme karşısında, Türkiye Adalet Akademisi'nin yapısının, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerine göre düzenlenmesi zorunludur.

Yedinci fıkra hükmü gözetildiğinde, Türkiye Adalet Akademisi Yönetim Kurulunda, Yargıtay ve Danıştay mensubunun bulunmaması söz konusu olabilecektir. Böyle bir durumda, Anayasanın 140/3 üncü maddesine aykırı bir yapılanma söz konusu olabilecektir. Kaldı ki yedinci ve sekizinci fıkralar da Yargıtay ve Danıştay üyeleri kavramı değil, Yargıtay ve Danıştay mensupları kavramı kullanılmıştır. Gerek Anayasada gerekse 4954 sayılı Yasa'da "Yargıtay ve Danıştay Üyeliği" kavramları kullanılmaktadır. Yargıtay ve Danıştay mensupları kavramına, Yargıtay ve Danıştay'da görev yapan tetkik hâkimleri, Cumhuriyet savcıları ve savcılar da girmektedir. Bu nedenle söz konusu düzenleme ile ayrıca belirsizlik ve çelişki yaratılmış, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin yer alamaması, Anayasanın 140/1 inci maddesi uyarınca Adalet Bakanlığına idari olarak bağlı tetkik hâkimleri, Cumhuriyet savcıları ve savcıların anılan kurulda görev alabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu nedenle oluşturulan mülakat kurulu yapısı, Anayasa ve evrensel düzenlemeler ışığında objektifliği sağlamaktan uzaktır.

Dokuzuncu fıkrada ise, mülakat kuruluna Adalet Bakanlığından katılacak olan tabii üyelerin hukuki ve fiili nedenlerle bu kurulda yer alamamaları halinde, bunların yerine vekalet edenlerin söz konusu kurula katılabilecekleri öngörülmüştür. Fıkradaki vekalet edenler kavramı, vekaleten atanma kavramından daha geniştir. Şöyle ki "fiili nedenlerle" bu kişilerin anılan kurulda yer alamamaları halinde, Adalet Bakanlığında çalışan ve üst idari amirince yetkilendirilen, 2802 sayılı Yasa'nın 38 inci maddesi uyarınca Bakan'a karşı hiçbir güvencesi olmayan herhangi bir derece ve sınıftaki yargıç ta bu kurula katılabilecektir. Aynı durum yedek üyeler içinde söz konusudur.

Belirtilen bu gerekçeler karşısında, yukarıda (3) numaralı başlık altında açıklanan altıncı fıkranın iptal gerekçeleri olarak belirtilen nedenlerle anılan yedinci, sekizinci ve dokuzuncu fıkraların da Anayasaya aykırı düştüğü açıktır.

Bu nedenle, 01.12.2007 tarih ve 5720 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile 2802 sayılı Kanuna eklenen 9/A maddesinin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu fıkraları, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 138 inci, 139 uncu, 140 ıncı ve 159 uncu maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir.

5) 01.12.2007 Tarih ve 5720 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 2802 Sayılı Kanuna Eklenen 9/A Maddesinin Onuncu Fıkrası ile Onbirinci Fıkrasının Birinci Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı

Anayasanın 140 ıncı maddesinde, hâkim ve savcılık görevlerinin "meslekten" hâkim ve savcılar eliyle yürütüleceği belirtilmiştir.

Meslekten hâkim ve savcılık, görevlerinde bağımsız olup, anayasal güvenceye sahip olan hâkim ve savcıların, nitelikleri ve atanmaları dahil her türlü hak ve ödevlerinin bu mesleğin gereklerine uygun olmasını gerektirir. Bu nitelik ve ölçütler ise, yine Anayasanın 140 ıncı maddesinde belirtildiği gibi, "mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre" yasayla belirlenecektir. Yasallık güvencesi esas olmakla birlikte, Anayasa bu güvenceye genel ilkelerle birlikte özel ilkeler de eklemiştir. Diğer bir deyişle, Anayasanın genel ilkelerine uygun olarak yasayla düzenleme, hâkim ve savcılık mesleği için yeterli görülmemiştir. Burada uyulması gereken özel ve özellikli ilke "mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esasları" dır. Bu esaslara uyulmadığı takdirde, yasallık ilkesinin gereği yerine getirilmiş olmaz.
#33


TRABZON

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Trabzon Novotel'de düzenlenen "Avukatlar İçin Yargı ve Temel Haklar Projesi"nin kapanış töreninde yaptığı konuşmada, tek partili dönemden sonra Türk siyasi tarihine bakıldığında, siyaset tarihinden ziyade müdahaleler, darbeler arası bir siyasetten söz etmenin mümkün olduğunu belirterek, "Her 8-10 yılda bir muhtıra ve darbelerle askıya alınan bir siyasi tarihimiz var. Bu tarihler bizlere yansımış olan tarihlerdir. Bu tarihler arasında gündeme gelmeyen, müdahale girişimleri de yok değil. Özellikle 1960 ve 1970'li yıllar arasında" ifadelerini kullandı.

AK Parti'nin 2002 yılında iktidara geldikten sonra bu müdahale anlayışının muhatabı olmaktan maalesef kurtulamadığını ifade eden Ergin, şöyle konuştu:

"2004-2005 yıllarında yapılmaya çalışılan organizasyonları bugün çok daha net görmemiz mümkün. Siyasi tarihimizin dönüm noktası 28 Nisan günüdür. İlk defa Türkiye'de siyasetçiye hiza, istikamet ve muhtıra vermeye kalkan bir anlayışa 'dur bakalım' denilmiştir. İlk defa milletin hukukunu yere düşürmeden, milletin hukukuna sahip çıkan bir anlayış, tarihi değiştiren bir adım atılmıştır. Darbe ve muhtıra girişimleri sadece askeri bürokrasinin üstüne yıkılacak bir girişim değildir. Kolektif bir yapı olarak ortaya çıkan bu gelenekle artık Türkiye'nin 21. yüzyılda yoluna devam etme şansı yoktu. Türkiye geçmişiyle bir şekilde yüzleşmek zorundaydı. Bu alışkanlıkların bir şekilde Türkiye'de ortadan kalkması gerekiyordu. Bunun için bu adımlar atıldı."

"Hukuk fakültelerinin verdiği hukuk eğitimini masaya yatırmış bulunmaktayız"

Bakan Ergin, bu anlamda Türkiye'deki hukuk fakültelerinin verdiği hukuk eğitimini şu anda masaya yatırdıklarını belirterek, şunları söyledi:

"Şu anda anda hukuk fakültelerindeki eğitimden başlayarak eğitim sonrasında hakim, savcı, avukat adaylarımızın mesleğe geçiş aşamalarını yeniden masaya yatıran ve üniversiteyi bitirdikten bir sene sonra cübbeyi giyerek iki sene sonra yine cübbeyi giyerek hakim, avukat olunmasının gelişmiş hiçbir demokraside olmadığını da hep beraber görüyoruz. Bunu masaya yatıran bir çalışma grubumuz var. Şu anda burada sizlerin de arzu ettiğiniz, hakkıyla eğitimini tamamlayanların avukat, hakim ve savcı olması, her birimiz ve toplumumuz açısından son derece önemli bir konu olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu manada bu çalışma grubumuzun ortaya koyacağı neticeleri kamuoyu ile paylaşacağız. İnşallah kısa süre içerisinde eğitimden kürsüye çıkıncaya kadarki aşamayı Türkiye'nin taşıyabileceği, olması gereken duruma getirmemiz lazım."

Standartları toptan yükseltmeleri gerektiğini ifade eden Ergin, şunları kaydetti:

"Öncelikle doğrudan avukat, savcı, hakim olunmasını doğru bulmadığımızı ifade etmek istiyorum. Öncelikle adli hizmet uzmanı türü bir görevde bir süre çalışmalı ve o çalışmadan sonra mesleki birikimler ölçülerek avukat ya da savcı adayı olarak ilgili birikimlerin katılımıyla bir seçimle mesleğe başlanılmalı. Buralarda yeterli başarıyı gösteremeyen hukuk fakültesi mezunlarımız yazı işleri, icra ve denetimli serbestlik şube müdürlükleri gibi birimlerde görevlendirilebilirler. Topyekün kaliteyi yükseltecek ve adliye çalışanlarının önemli kısmının hukuk fakültesi mezunu olduğu bir yapı. ulaşmak istediğimiz nokta. Önemli olan avukat ya da savcı adaylarının tespitine ilişkin mekanizmanın daha sağlıklı hale getirilmesi. İnşallah bu konuda ortaya çıkan ürünleri sizlerle paylaşarak bir neticeye varmaya çalışacağız."

"Avukatlık yasasına yönetmiş olduğunuz eleştirilerde son derece haklısınız" diyen Ergin, sözlerine şöyle devam etti:

"Benim bakanlıkta beşinci yılım. Bu süre içerisinde defalarca Türkiye Barolar Birliğimizce birçok projede mesafe sarf ettik. Kendi öz eleştirimizi yapmakla beraber bir eleştirim de benim olacak. Üyesi ve mensubu olduğumuz birliğimizin, avukatların temel ihtiyaçlarını karşılayacak modern bir avukatlık yasasında bugüne kadarki tutuk tavrından dolayı rahatsızlığımı ifade ediyorum.

Ergin, şunları kaydetti:

"Biz şunu defalarca ifade ettik. 'Biz birlik olan Türkiye Barolar Birliği'nin iradesini almaksızın birliğe rağmen bir avukatlık yasası yapmak istemiyoruz' dedik. Ne olur bize çalışmalarınızı olgunlaştırın, getirin, biz de bu yasanın hayata geçmesi için elimizden geleni yapalım. Sağolsunlar hiç 'yok' demediler ve her defasında 'yapıyoruz, ediyoruz, barolarımızla temas halindeyiz, size getireceğiz' dediler ama benim görevde olduğum beşinci sene ve bir türlü gelmedi. Benden önceki dönemde ben grup başkanvekiliyken de bu talepleri iletmiştik ancak hep aynı mazeretler geldi. En son hakkını inkar etmeyelim, sayın başkanvekilimiz yeni başkanımızla geldiler. 10 maddelik bir mini değişiklik teklifi getirdiler. Ben de 'bu kadar yıl bekledikten sonra 8-10 maddelik bir yasa değişikliği ile koca bir camianın beklentileri karşılanamaz, keşke bütün olarak bir avukatlık yasası yapabilseydik' dedim. Biz birliğin bu yönde bir talebi gelmeden, bir adım atmak istememiştik. Artık şu zaruret hasıl oldu. Birlik yine başımızın tacı ve önerilerini getirirlerse değerlendireceğiz ancak biz doğrudan Anadolu 'barolarımıza önerilerinizi ulaştırın' diyoruz. Yeni avukatlık yasası için yapılmış birçok çalışma var. Bunları masanın üzerine koyduk ve bir çalışma başlattık. Barolar birliğinden de oraya bir temsilci istiyoruz. Kısa süre içerisinde yapılmış çalışmaları damıtarak sizlerin beklentilerini karşılayacak bir avukatlık yasasını parlamentoya göndermek bizim de boynumuzun borcu olsun."

http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/230568--siyaset-tarihimizin-donum-noktasi-28-nisandir
#34


ANKARA (ANKA)- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2002 ile 2012 yılları arasında AİHM'e Türkiye aleyhine toplam 50 bin 249 başvuru yapıldığını bildirdi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı arasında imzalanan 14 Kasım 2011 tarihli işbirliği protokolü gereğince; 1 Mart 2012 tarihinden geçerli olmak üzere, daha evvel Dışişleri Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurularda hükümeti savunma ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ihlâl kararlarının icrası görevinin, dış politikayı ilgilendiren başvurular ve devlet başvuruları için öngörülen istisnalar saklı kalmak kaydıyla, bakanlığı tarafından üstlenildiğini söyledi.

-AİHM'E 10 AYDA YAKLAŞIK 4 MİLYON TL TAZMİNAT ÖDENDİ-

Adalet Bakanı, AİHM tarafından verilen ihlâl kararları nedeniyle, bakanlığınca 1 Mart-31 Aralık 2012 tarihleri arasında toplam 1 milyon 707 bin 60,00 Avro (3 milyon 929 bin 200,41 TL) tazminat ödendiğini açıkladı.
Adalet Bakanı, diğer soruları Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi nezdinde Türkiye aleyhine yapılan başvuru sayıları ile 1 Mart 2012 tarihi öncesinde ihlâl kararları nedeniyle yapılan tazminat ödemeleri hakkında Dışişleri Bakanlığınca hazırlanıp bakanlığına iletilen cevap yazısı ile yanıtladı.

-2002-2012 YILLARI ARASINDA AİHM'E TÜRKİYE ALEYHİNE 50 BİN 249 BAŞVURU YAPILDI-

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sekretaryası'ndan alınan bilgiye göre, 2002 ile 2012 yılları arasında AİHM'ye Türkiye aleyhine yıllara göre;
2002 yılında 3 bin 862 başvuru,
2003 yılında 3 bin 538 başvuru,
2004 yılında 3 bin 669 başvuru,
2005 yılında 2 bin 486 başvuru,
2006 yılında 2 bin 249 başvuru,
2007 yılında 2 bin 812 başvuru,
2009 yılında 4 bin 452 başvuru,
2010 yılında 5 bin 792 başvuru,
2011 yılında 8 bin 656 başvuru,
2012 yılında 9 bin 53 başvuru olmak üzere toplam 50 bin 249 başvuru yapıldığını bildirdi.

-ÖDENEN TAZMİNAT MİKTARLARI-

Dışişleri Bakanı, ihlal kararları çerçevesinde hükmedilen tazminat miktarlarına ilişkin ödemelerin, ödeme sorumluluğunun Maliye Bakanlığı'ndan bakanlığına geçtiği 2004 yılı Mayıs ayından, 1 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren "Adalet ve Dışişleri Bakanlığı Arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Önündeki Savunmalar ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarının İcrasına İlişkin İşbirliği Protokolü" çerçevesinde Adalet Bakanlığı'na geçtiği döneme kadar bakanlığınca yerine getirildiğini söyledi. Davutoğlu, 2004'te 22 milyon 227 bin 431,00 TL (Mayıs ayından itibaren)
2005'te 16 milyon 218 bin 875,48 TL, 2006'da 13 milyon 847 bin 145,88 TL, 2007'de 26 milyon 221 bin 833,85 TL, 2008'de 10 milyon 391 bin 440,84 TL, 2009'da 11 milyon 662 bin 799,72 TL, 2010'da 33 milyon 99 bin 333,12 TL, 2011'de 37 milyon 137 bin 69,80 TL, 2012'de ilk iki ay 10 milyon 135 bin 597,00 TL (ilk iki ay) tazminat ödendiğini söyledi. (ANKA)

http://www.haberx.com/10_yilda_aihme_turkiye_aleyhine_50_bin_249_basvuru%2817,n,11410614,133%29.aspx
#35
Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye genelinde 2002-2012 yılları arasında toplam 1 milyon 935 bin 819 adet boşanma davası açıldı.

Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye genelinde 2002-2012 yılları arasında toplam 1 milyon 935 bin 819 adet boşanma davası açıldı.  CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in cevaplaması isteği ile TBMM Başkanlığı'na yazılı soru önergesi verdi. Tanrıkulu, soru önergesinde 2002-2012 yılları arasında yıllara göre açılan icra davası ve boşanma davası sayılarını sordu.  Adalet Bakanlığı'ndan gelen cevaba göre, Türkiye genelinde, 2002 yılında 153 bin 409; 2003 yılında 185 bin 414; 2004 yılında 156 bin 450; 2005 yılında 156 bin 577; 2006 yılında 155 bin 182; 2007 yılında 166 bin 271; 2008 yılında 175 bin 173; 2009 yılında 194 bin 959; 2010 yılında 201 bin 53; 2011 yılında 200 bin 767 ve henüz kesinleşmeyen verilere göre 2012 yılında 190 bin 564 boşanma davası açıldı. 

Cevapta, icra hukuk ve icra ceza davaları hakkında da bilgi verildi. Buna göre, 2003 yılında 751 bin 728; 2004 yılında 799 bin 141; 2005 yılında 593 bin 801; 2006 yılında 808 bin 655; 2007 yılında 1 milyon 58 bin 691; 2008 yılında 691 bin 560; 2009 yılında 545 bin 992; 2010 yılında 562 bin 933; 2011 yılında 469 bin 582 ve henüz kesinleşmeyen verilere göre 2012 yılında 425 bin 219 dava açıldı.

Kaynak: CHA
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/77966.aspx


#36


Adalet Bakanlığı 2012 istatistikleri yargının ağır iş yükünün ulaştığı boyutu gösterdi: Bir hakimin 1 yılda 907 davaya bakması gerekiyor.

Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre ceza, hukuk ve idari yargı mahkemelerine ulaşan toplam dosya sayısı 2012'de 6 milyon 511 bin 186'ya çıktı. Bu bir hakime yılda 907 dava düşmesi anlamına geliyor

Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü'nün 2012 istatistiklerinde yar alan bazı çarpıcı veriler şöyle:

- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, önceki yıldan devreden ve yıl içinde gelen 937 bin 582 dosyanın 632 bin 937'sini karar bağladı. 304 bin 645 dosya ise 2013'e devredildi.

- Yargıtay'da ceza dairelerindeki 770 bin 815 dosyadan 429 bin 279'u karara bağlanırken, 341 bin 536'sı bu yıla aktarıldı. Yargıtay hukuk dairelerindeki 659 bin 742 dosyadan 494 bin 228'i hakkında karar verilirken, 165 bin 514'ü 2013'e devretti.

- Danıştay dairelerine ulaşan 350 bin 142 dosyanın 140 bin 815'i karara bağlandı, 209 bin 327 dava ise bir sonraki yıla kaldı.

- Cumhuriyet başsavcılıklarına gelen dosya sayısı, önceki yıldan devredenlerle birlikte 3 milyon 282 bin 595 oldu.

- TMK'nın (Terörle Mücadele Kanunu) 10. maddesiyle görevli Ağır Ceza Mahkemeleri Cumhuriyet Başsavcılıklarına, 38 bin 295 dosya geldi.

- Önceki yıldan devreden, yıl içinde açılan ve Yargıtay tarafından bozularak gelen dosyalarla ceza mahkemelerindeki dava sayısı, 3 milyon 180 bin 194'u ulaştı. Bu rakam hukuk mahkemelerinde, 2 milyon 797 bin 566, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerindeki ise 533 bin 426 oldu.

- Ceza, hukuk ve idari yargı mahkemelerine ulaşan toplam dosya sayısı 2012'de 6 milyon 511 bin 186 oldu. Böylece Bir hakime düşen yıllık dava sayısı ise 907 olarak belirlendi.

'Nüfus da uyuşmazlık da arttı'

Tabloyu değerlendiren eski Adalet Bakanı ve Bilkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Hikmet Sami Türk, mahkemelerin son derece ağır iş yükü altında olduğunu, bir günde çok sayıda davaya baktığını söyledi. Mahkemelerdeki davaların makul bir süre içinde sonuçlandırılması gerektiğini belirten Prof. Dr. Türk, şu değerlendirmeyi yaptı:

"Türkiye'nin nüfusu arttı, bu artışla birlikte uyuşmazlıklar da artıyor. Bunu iyi yönüyle, yani hukuk davaları bakımından söylüyorum. Uyuşmazlıkların mahkemede çözme işleyişi memnuniyet vericidir. Ama ceza davaları suç oranının artmasından kaynaklanır."

http://haber.gazetevatan.com/Haber/559171/1/Gundem
#37


AİHM, kocasının soyadını kullanmak istemeyen kadınlar için emsal kabul edilecek karar aldı. Medeni Kanun'da yer alan 'kadının kendi aile soyadını kocasınınki ile birlikte kullanma zorunluluğu' İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulundu. Böylece Türkiye'de kadınların tek başına kendi soyadlarını kullanmalarının önü açıldı.

Kocasının soyadını kullanmak istemeyen Avukat Gülizar Tuncer, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından haklı bulundu. AİHM dün verdiği kararda Türkiye'nin evli kadınlara uyguladığı kocanın soyadını kullanma zorunluluğunu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin özel yaşamın bütünlüğüne ilişkin 8. maddesine ve ayrımcılıkla ilgili 14. maddesine aykırı bularak Türkiye'yi mahkum etti.

Taraf'ta yer alan habere göre; AİHM ayrıca Tuncer'e 1500 Euro tazminat ve 3030 Euro mahkeme masrafının ödenmesine karar verdi. Avukat Gülizar Tuncer kararla birlikte Türkiye'nin iç hukukta değişikliğe gitmek zorunda olduğunu belirterek şöyle konuştu, "Türkiye şimdi AİHM kararının gereğini yerine getirmek ve mevzuat değişikliğine gitmek yükümlülüğünde. Aksi takdirde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi yaptırım uygulamak durumunda kalabilir."

SÖZLEŞMELERE AYKIRI

Kadınların evlenmeden önceki soyadlarını kullanmalarının hem yerel mahkeme hem de Yargıtay tarafından Medeni Kanun'un 187. maddesi gerekçe gösterilerek reddedildiğini belirten Tuncer, "Oysa ki hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 8.ve 14. maddeleri hem de "Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi" ve "Uluslararası Medeni Ve Siyasi Haklar Sözleşmesi" gereği talebimizin kabul edilmesi gerekirdi. Medeni Kanun'da aleyhe hüküm olsa da yargı organları Anayasa 90. madde gereği yasayı değil öncelikle uluslararası sözleşme hükümlerini uygulayarak iç hukukta lehimize karar vermek durumundaydılar. Hükümet yıllardır geleneksel muhafazakâr anlayışı savunarak Medeni Kanun'da değişiklik yapmaktan ısrarla kaçındı" diye konuştu.

EŞİNİN SOYADINI İSTEMEDİ

Gülizar Tuncer 1992 yılından beri İstanbul'da avukatlık yapıyordu. 2005 yılında yaptığı evlilik sonucu, halen yürürlükte bulunan Medeni Kanun gereğince, zorunlu olarak nüfus kayıtlarında kendi soyadının yanında eşinin de soyadı olan "Güneş"i yazdırmak durumunda kaldı. 2007 yılında Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvuruda bulunan Tuncer, 15 senedir avukatlık yaptığını ve bugüne kadar Gülizar Tuncer olarak tanınıp mesleğini bu isim ve soyadı ile yürüttüğünü, ayrıca okul diploması, vergi levhası, avukat kimliği, vekaletnameler ve diğer tüm resmi belgelerin Gülizar Tuncer adına düzenlendiğini ifade ederek eşinin soyadı olan "Güneş"i kullanmak istemediğini belirtti. Şişli 1. Asliye Hukuk Mahkemesi aynı yıl verdiği kararda Medeni Kanun'un 187. maddesini gerekçe göstererek Tuncer'in talebini reddetti. Tuncer kararı temyiz etti ancak Yargıtay 18. Hukuk Dairesi temyiz talebini reddederek mahkeme kararını onadı.

1000 EURO'LUK "DOSTANE" ÇÖZÜM

Gülizar Tuncer davayı AİHM'e götürdü. Türkiye, Tuncer'e davayı düşürmesi karşılığında nüfus cüzdanında kendi soyadını kullanabileceği değişiklik ve 1000 Euro'luk ödemeyi içeren "Dostane çözüm önerisi" sundu. Tuncer, "Dostane çözüm"e verdiği cevap dilekçesinde devletin sadece kendisini kapsayacak değişikliğini ve ödeme vaadini redderek bir hukukçu olarak "yalnızca kendisi için değil aynı konumda bulunup da bu durumdan ötürü rahatsızlık duyan tüm kadınları etkileyebilecek bir karar alınması gerektiğini" belirtti. Dava AİHM'de görülmeye devam etti. AİHM dün verdiği kararda Türkiye'yi mahkum etti.

ENGEL 187. MADDE:

Kadınların kendi soyadlarını kullanmalarına engel olarak gösterilen Medeni Kanun'un 187. maddesi şöyle: "Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir."

http://www.haber7.com/yasam/haber/1069720-kadinlar-sadece-kendi-soyadini-kullanabilecek




Kadının Soyadını Kullanması Hakkı: 3 Eylül 2013 tarihli İHAM Kararı

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi 3 Eylül 2013 tarihli Tuncer Güneş - Türkiye kararında, kadının evlilikten sonra sadece kızlık soyadını kullanamamasının İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.8 delaletiyle "Ayırımcılık yasağı" başlıklı 14. maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi 3 Eylül 2013 tarihli Tuncer Güneş - Türkiye kararında, kadının evlilikten sonra sadece kızlık soyadını kullanamamasının İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.8 delaletiyle "Ayırımcılık yasağı" başlıklı 14. maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir. Davaya konu olayda başvurucu Gülizar Tuncer Güneş, evlendikten sonra sadece kızlık soyadını kullanmak istemiş, ancak bu talebi yerel mahkemelerce reddedilmiştir. Başvurucu, Türk Hukuku'na göre erkeklerin evlendikten sonra sadece kendi soyadlarını taşıyabilmesine rağmen, kadınların aynı haktan istifade edememesinin cinsiyet temelli ayrımcılık olduğunu ve Sözleşmenin "Özel ve aile hayatına saygı hakkı" başlıklı 8. maddesi ile "Ayırımcılık yasağı" başlıklı 14. maddesini ihlal ettiğini iddia etmiştir.

Başvurucu ayrıca, yerel mahkemelerin 16 Kasım 2004 tarihli Ünal Tekeli - Türkiye kararını görmezden geldiğini ve Hükümetin bu karar uyarınca gerekli mevzuat değişikliklerini yapmamasının, Sözleşmenin "Etkili başvuru hakkı" başlıklı 13. maddesini ihlal ettiğini iddia etmiştir.

Hükümet, yerel mahkemelerin Türk Medeni Kanunu'nun 187. maddesi ile bağlı olduğunu, başvurucunun günlük yaşamında herhangi bir ayırımcılığa uğramadığını belirtip, 187. maddenin Sözleşme ile uyumlu hale getirilmesi için kanun çalışmalarının yapıldığını ifade ederek, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin huzurdaki uyuşmazlıkta ihlal kararı vermemesini talep etmiştir.

Mahkeme Ünal Tekeli - Türkiye davasında, huzurdaki uyuşmazlığa benzer bir durumu karara bağladığını hatırlatarak, bireylere cinsiyet temelli farklı muamelede bulunulmasının, 8. madde delaletiyle 14. maddeyi ihlal ettiğine karar vermiştir. Mahkeme, bu sebeple başvurucunun 8. maddenin ihlal edildiği, yani özel hayatın gizliliği ve korunması hakkına yönelik haksız muamele iddiasını ayrıca değerlendirmeye gerek duymamıştır.

Not: Mahkeme kararı son derece kısa ve nettir. Kararda, kadının evlendikten sonra sadece kızlık soyadını kullanmasına yönelik her tür engelin ve özellikle erkeğin evlilikten önceki soyadını kullanmasına rağmen, benzer hakkın kadına tanınmamasını, ayırımcılık yasağının ve dolayısıyla eşitlik ilkesinin ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

Prof. Dr. Ersan Şen
ersansen@hotmail.com
http://www.haber7.com/yazarlar/prof-dr-ersan-sen/1069694-kadinin-soyadini-kullanmasi-hakki-3-eylul-2013-tarihli-iham-karari
#38


Ramazan Bayramınızı tebrik ederim. Sevdiklerinizle birlikte nice nice sağlıklı, mutlu ve huzurlu bayramlara erişmeniz dileğiyle...
#39
Dilekçe yazmak için istediği kâğıdı vermeyen mahkeme kalemindeki memurlara "Terbiyesiz" diyen avukat Yeşim K., ağır cezalık oldu.

İzmir'de ağır ceza mahkemesindeki duruşmasına giden avukat Yeşim K. (30), uzun süre sıra gelmeyince, diğer işlerini takip etmek için mazeret bildirmeye karar verdi. Mahkemenin kalemine giden avukat, mazeret dilekçesi yazabilmek için memurlardan A4 kâğıdı istedi. Ancak memurlardan biri, dolap kapağına astıkları "Taraflarca dilekçe yazma amaçlı kâğıt istenmemesi rica olunur" yazısını gösterdi. Sinirlenen avukat, iddiaya göre cep telefonuyla yazının resmini çekip ardından da memurlara, "Bunu yazan terbiyesizdir" dedi.

ALT SINIRI BİR YIL
Memurlardan Seval D. ise "Kalem personeli olarak biz yazıp astık, bize mi terbiyesiz diyorsunuz" diye sorunca avukat "Evet" yanıtını verdi. Bunun üzerine kalem müdürü ve memurlar, tutanak tutup, savcılığa suç duyurusunda bulundu. Soruşturma başlatan Cumhuriyet Başsavcı vekili, kadın avukat hakkında "Görevli memurlara hakaret" suçundan, alt sınırı bir yıl olmak kaydıyla iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. Bir kâğıt yüzünden sanık duruma düşen avukat, Ağır Ceza Mahkemesi'nde hâkim karşısına çıkacak.

http://www.sabah.com.tr/Yasam/2013/08/04/a4-kgidi-kavgasi-agir-cezalik
#40


Bir çeteyle suç içeren görüşmeler yaptığı tespit edilen hâkim İlhan Kıyıcı görevi kötüye kullanmaktan hâkim karşısına çıkacak. Kıyıcı'nın, birinci sınıf hâkim olduğu için Yargıtay'da yargılanacağı ifade edildi.

Sahte evraklarla silah ruhsatı temin eden Okan Arslan çetesine yönelik operasyon sırasında çeteyle suç içeren görüşmeler yaptığı tespit edilen Hâkim İlhan Kıyıcı hakkında 8 yıla kadar hapis cezası istendi. Kıyıcı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı düzenlenen iddianamede görevi kötü kullanmak ve görevi yaptırmamak için direnmekle suçlanıyor. Sabah'ın ulaştığı iddianameye göre Hâkim Kıyıcı TCK'nın 257/1., 265/1. ve 43/1. maddeleri kapsamında toplam 8 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacak. Davanın açılması üzerine Yargıtay'a başvuran Hâkim Kıyıcı'nın dosyası halen Yargıtay 5. Dairesi'nde. Kıyıcı'nın yargılaması, birinci sınıf hâkim olduğu için Yargıtay'da yapılacak. 2010'da 'ünlülerin silahçısı' olarak da bilinen Okan Arslan'a yönelik büyük bir operasyon yapılmıştı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından silah ruhsatı alamayanlara sahte evraklar tanzim edilerek silah ruhsatı çıkarıldığı iddiasıyla Arslan ve Silah Dünyası isimli şirketine Aralık 2010'da operasyon düzenlendi. İddialara göre örgüt, silah ruhsatı alma ihtimali olmayan kişileri büyük firmalarda müdür olarak gösteriyor, buna göre evrak tanzim ediyor ve ruhsat çıkarıyordu. Bu işlemler içinse ruhsat talep eden kişiden 5 bin ile 15 bin Euro arası para alınıyordu. Her türlü sahte evrakı yapabilen örgüt, sabıkası olan kişilere dâhi silah ruhsatı çıkarabiliyordu. Halen süren davada 33'ü tutuklu 212 sanık bulunuyor.

SUÇ TEŞKİL EDEN GÖRÜŞMELER

Hâkim İlhan Kıyıcı da örgüt lideri olduğu ileri sürülen Okan Arslan'ın telefonları dinlenirken teknik takibe yakalandı. İddianameye göre Kıyıcı ile Okan Arslan arasında tam 94 suç teşkil eden görüşme kaydedildi. İddianamede polisin ekiplerinin Okan Arslan'a ait olduğu düşünülen bir ikâmeti savcılık kararıyla aramaya gittiği, evde bulunan eski hâkim İlhan Kıyıcı'nın kapıyı açtığı, evde de kendisinin oturduğunu söyleyerek arama yapılmasını engellediği de belirtildi. Eski hâkim Kıyıcı ile ilgili iddialar bununla da sınırlı kalmadı. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) müfettişlerinin raporlarına göre Kıyıcı, davasına baktığı kişilerden ayakkabı ve parfüm gibi hediyeler alıyordu. Kıyıcı ayrıca Gürpınar eski Belediye Başkanı Velittin Küçük'ten 2 ayrı sitede birer daire hediye almakla suçlanıyor.

KIYICI İDDİALARI YALANLADI

SABAH, çete suçlamalarının muhatabı olan Eski Büyükçekmece 2. Asliye Mahkemesi hâkimi olan İlhan Kıyıcı'ya ulaştı ve iddiaları sordu. Kıyıcı Okan Arslan'ı çok eskiden tanıdığını, polis memuru olduğu dönemlerden bu güne kadar bir arkadaşlıklarının olduğunu söyledi. Kıyıcı, meslek hayatı boyunca Okan Arslan'a ait hiçbir davaya bakmadığını, aralarında sadece arkadaşlık ilişkisi olduğunu iddia etti. Arslan'ın adamları olduğu söylenen bazı şahısların dosyasının nöbetçi olduğu dönemlerde kendisine geldiğini, bu dosyalarla ilgili verdiği kararlarda da alnının açık olduğunu öne sürdü. İlhan Kıyıcı, kendisine hediye gönderildiği iddialarının da komik olduğunu, kendi kredi kartıyla aldığı ayakkabıların bile hediye olarak kendisine geldiğinin öne sürüldüğünü söyledi. Eski Gürpınar Belediye Başkanı Veliddin Küçük tarafından kendisine iki adet daire verildiği yönündeki iddiaları da sorduğumuz eski hâkim Kıyıcı bu konunun isimsiz bir elektronik posta ihbarıyla gündeme geldiğini söyledi. Kıyıcı, "Devletin 1. sınıf hâkimisin, kim olduğu bile bilinmeyen biri mail atıyor suçlanıyorsun. Bunun için soruşturma açılıyor ama kimse gidip de tapu dairesine gerçek mi bu iddia diye bakmıyor. Ne benim ne de ailemden başka birinin bahsi geçen iki sitede dairesi yoktur" dedi.

http://www.sabah.com.tr/Yasam/2013/07/27/birinci-sinif-hkime-cete-suclamasi